İMAN BAHSİ

 İnanmamız gereken bilgilerin tümüne itikat denildiği gibi bunlara âmentü de denilir. Dilimizle söyleyip kalbimizin tasdikiyle bütünleşen inançlarımız en kısa şekliyle şöyledir: Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Resûluh. Bu şahadet kelâmı ile islâma girilir. Mânâsı şöyledir: Allah’dan başka ilâh olmadığına ve Hazreti Muhammed’in Allah’ın kulu ve Resûlu olduğuna inandım. İman kısaca budur. Tamamı amentüyü sonuna kadar (inanarak) okumak, teferruatlısı da Allah’ın sıfatlarını bilmektir.

 1- Amentü billâhi (Allah’a inandım)

 2- Ve melâiketihi (Allah’ın meleklerine inandım)

 3- Ve kütübihi (Allah’ın kitaplarına inandım)

 4- Ve rusulihi (Allah’ın Peygamberlerine inandım)

 5- Ve yevmil âhiri (Ahiret gününe inandım)

 6- Ve bil kaderi hayrihi ve şerrihi min Allahi teâlâ vel ba’sü ba’del mevt (kadere, hayır ve şerrin Allah’dan olduğuna ve öldükten sonra dirileceğimize inandım) diyerek imanın bu altı maddesini kalbinde doğrulayan kimseler, inananlar, müminlerdir, hakkâ inananlar bunlardır. Bu imanın zıddına, aksine küfür denir.

Hak yol, doğru inanç olan ehli sünnet inancında Allah’a şöyle inanılır:

 Allah Vacibülvücud’dur (varlığı, vücudu kendindendir, başka varlık ve şekiller halinde görülmesi, onlara girmesi, bitişmesi olmaz). Bütün varlıkların yaratıcısıdır. Hayydır (Diri, canlı), Alîmdir, Kâdir ve Kayyûmdur (herşeye gücü yeten ve herşeyi varlıkta tutan) dilediğini dilediği gibi yapandır, görücü, işitici, Kelâm sıfatı ile konuşucu, Kadîm sıfatıyla evveli, Bakî sıfatıyla sonu olmayandır. Zatında ve sıfatlarında, yarattığı âlemlerde ortağı ve yardımcısı yoktur. Eşe, ortağa, oğula, yardımcıya muhtaç değildir. Yaratıkların hepsi O’na muhtaçtır. Zaman ve mekânla kayıtlı değildir. Rengi ve şekli olmaz. Akıl ve hisle anlaşılmaz. Ancak inanarak varlığı ve ikincisi olmayan “sayı üstü bir” olduğu bilinir. Zatından başka şeylerin tamamı demek olan âlemin (evrenin) yoktan yaratıcısı, terbiyecisi (Rabbı), besleyip büyütücüsü (Rezzak’ı) öldürüp diriltecek olanı, âlem mülkünün mâliki, kıyamet gününün sahibi, Rahman, Rahim, celâl ve ikram sahibidir. Cisim, a’raz, madde olmayan, akıl, ilim ve hayale gelen herşeyden ayrı bulunan kudret ve azamet sahibidir. Kibriya ve Ulûhiyet’in biricik sahip ve hâkimidir.

 Sevdiği bir kulunda meydana getirdiği tecellisi kadar o kulu tarafından bir kıyasla bilinse de, bu bilişin ifadesi mümkün değildir. Mukaddes zatı bilinemez. Noksan sıfatlardan münezzeh, müberradır. Kemâl sıfatlarının sahibidir. Tasavvuf; imanı “kalbi Allah’a bağlamaktır” diye tarif eder.

İmanımızın ikinci şartı meleklere inanmaktır. Nurdan yaratılmış olan melekler canlıdırlar, enerji ve ışın değillerdir. Güzel bir yaradılışları ve sağduyuyu temsil eden bir akılları vardır. Allah’a itaat edip asla isyan etmezler, günah işlemezler. Erkeklik ve dişilikle ilgileri olmadığı gibi, yiyip içmezler. Sayıları ve çeşitleri pek çoktur. Her çeşidi bir hizmetle görevli, bir ibadetle meşguldür. Cebrail (a.s) vahiyle, Mikail (a.s) tabiat olaylarıyla, İsrafil (a.s) kıyametle ilgili işlerle, Azrail (a.s) ölüm işleriyle görevli olan melek peygamberleridir. İş ve amellerimizi kaydeden, insanları koruyan, rüya gösteren ve ilham veren melekler olduğu gibi, sadece dua ve ibadet eden melekler de vardır. Münker ve Nekir isimli kabir suali soran, Cehennem’de azapla görevli Zebani denen melekler de vardır. Bilinen-bilinmeyen, duyulan-duyulmayan işlerle meşgul Allah hizmetkârı bütün melâikeye inanmak borcumuzdur.


İnanmamızın üçüncü şartı Allah’ın kitaplarının hepsine inanmaktır. Allah’ın kitabı; vahiy meleği namusu ekber ve aklı evvel olan Cebrail (a.s) vasıtasiyle bazı peygamberlerine vahyettikleridir. Bu kitapların dördü kitap, yüz tanesi de sahifeler manâsına gelen Suhuf’dur. On suhuf ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’e, elli suhuf Hz. Âdem’in oğlu ve ikinci peygamber Hz. Şit’e otuz suhuf Hz. İdris’e, on suhuf da Allah’ın dostu, peygamberlerin atası Hz. İbrahim’e vahyolunmuştur. (Buradan anlaşılmalıdır ki, dinsizlerin iddia ettiği ilk insanların vahşi ve okuyup-yazmayı bilmedikleri şeklindeki güya tarihî bilgiler yalan ve iftiradan ibarettir.) Hz. Âdem’in oğlu Kabil, kardeşi Habil’i öldürdükten sonra, O’nun soyundan gelenler İslâm’ı terkedip sapmış ve çeşitli bâtıl tanrılara tapmaya başlamış (put, ateş, güneş vs. gibi) ve o soydan gelenler medeniyetten mahrum kalmışlardır. Aslında Hz. Âdem, ilk insan ve ilk peygamberliği yanında, Allah Âdem’e esmâyı öğretti âyeti hükmünce, ilk öğretmen, ilk mürşit, ilk aile ve ilk cemiyet başkanı, ilk mümin, ilk medeniyet ve sanat rehberidir. Bu hakikatten çocuklarımıza anlatmakla hem onları yanlış kanaatlardan korumuş, hem de dinsizlerin ilim diye uydurduğu yalanların başı yakalanmış olacaktır.

 Kitapların ilki Hz. Musa’ya inen Tevrat’tır. (Böylece büyük medeniyetler çağı, Allah’ın kitaplarıyla açılmış, fikir, sanat ve ilimdeki ilerlemeler başlamış haldedir.) Hz. Davud’a inen Zebur’dan sonrada Hz. İsa’ya inen İncil’le Beni İsrail Peygamberlerine üç büyük kitap verilmiş olmaktadır. Suhuflarla birlikte bu üç kitabın asılları kalmamıştır. Tevrat ve İncil diye birbirinin hükümlerine ters düşen sayısız insan yazması kitap ortaya çıkmışsa da bunlar uydurma şeyler olduğundan geçersizdir. Zaten bütün diğer kitapların aslı Kur’ân’da Allah kelâmı olarak kabul edilmişse de, hükümleri tamamen ortadan kaldırılmıştır. Necip Fazıl’dan çarpıcı bir tesbit: “Bugün elde dört ayrı İncil bulunması aslının ortada olmadığına riyazî delil... Bir şey dört olunca, bir olmak, yani varolmak haysiyetini yitirir.”

 Biz, aslı kalmayan bütün suhuf ve kitapların Allah kelâmı olduğuna inanır, yalnız Kur’ân hükümleriyle amel ederiz. Kur’ân tek bir harfi değişmeden nazil olduğu gibi durması ve kıyamete kadar da öylece korunacağı Allah’ın vaadidir. Bütün insanlar ve cinler bir araya gelse, onun tek âyetine denk bir mâna meydana getiremezler.


 Peygamberlere inanmak, iman maddelerinin en derin ve en girift olanıdır. Bizlere Allah’ı, dini bildiren insanlık görevlerini öğreten; inanç, itaat ve ibadetlerin şekil ve özlerini örnek yaşantıları içinde gösteren, Allah’ı sevip Allah’a yakın olmaya dair olan örtülü hakikatları isteklilere açan; geniş ve derin mâna ve mertebeleri kabiliyetlerin kademesine göre anlatıp malederek öğretenler hep peygamberlerdir. Onlar, aklî ve naklî ilimlerin olduğu gibi, kalbî ve ruhî ilimlerin de öğreticileridirler. Onlar, aynı zamanda tek tek her şahsın ve küme küme her topluluğun da yaşantı örneği, hayat kılavuzlarıdır.

 Bir insan gerçekten peygambere inanıyorsa, dinin bütün dış ve iç derinliklerine de inanacak ve inandıklarını yaşayacaktır. Madde âlemi sebepler âlemidir. Buradaki her şey, her olay bir sebebe bağlanmıştır. Sonsuz sebepleri aşıp Allah’ı bilip, Allah’ı bulmanın odak noktası bizim peygamberimizdir. Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım emri, O’nu âlemlere sebep kılmıştır. O’na (Hakka ulaştırıcı Vesile) denilir. O’nun izni ve şefaati olmadan Allah’a yakınlık olamaz. Bu gerçek dünyada da böyledir, âhiretde de böyledir. O’na inanmakla iman edilir, O’nu herşeyden fazla sevmekle de bu iman kemâle ulaşarak Allah’a makbul olur.

 Bütün peygamberleri peygamber olmayan tüm yaratıklardan üstün ve makbul biliriz. Onların yalancılık, hilekârlık, hırsızlık, hainlik gibi kötü sıfatların hepsinden önceleri ve sonraları ile uzak olduklarına inanırız. Doğruluk, eminlik, akıl ve dirayette diğer insanlardan üstünlük, vahiyle aldıkları emri olduğu gibi tebliğ etmek, günahsızlık gibi ortak yüce vasıflarını tasdik ederiz. Allah’ın ahlâkı ile ahlâklandıklarını, ayıp ve kusurdan münezzeh olduklarını bilir ve inanırız.

 Peygamberler küçük-büyük günah işlemezler, masumdurlar. Onların unutarak yaptıkları hatalara zelle denilir. Zellelerin tamamı ise Allâhu Azîmüşşan’ca affedilmiştir.

 Peygamberlerin hepsi erkektir. Kadından peygamber olmaz (Dolayısiyle mürşid ve imam da olmaz). Peygamberlere nefsanî ve beşerî düşkünlüklerden birini yamamak imanı bozan ve düşmanların iftirası olan yalanlardır.

 Peygamberler, peygamberliklerinden azledilmezler. Peygamberler dünya ve dünya nimetlerine muhabbet etmezler. Üstün ahlâk ve kemâlli amellerin sahibidirler. Onların hepsi imanın altı maddesini müşterek bir birlik içinde bildirmişler, amel ve muamelâtta ise (zaman ve mekân gereği) değişiklikler gösteren şartlarla ümmetlerini görevlendirmişlerdir. Böylece, Hz. Âdem’den kıyamete kadar inanılacak olanların hepsini her peygamber aynı biçimde tebliğ etmiştir. Bu yüzden İslâm’ın itikat hükümleri Âdem (a.s)’dan beri hep değişmez bir bütünlük içindedir.

 Âdem peygamberle bizim peygamberimiz arasında gelen ismi ve miktarı Kur’ân’la bildirilen ve bildirilmemiş olan bütün peygamberlere inanır ve onların hepsini severiz.

 Bütün peygamberlerde diğer insanlarda bulunmayan birtakım lutuflar, kemâller vardır. Onların zahirî kuvvet ve metanetleri, sabır ve sebatları, yaratıklara şefkat ve merhametleri, uzak görüş ve idrakleri emsalsizdir. Bütün peygamberlerin herbirinde mucize denen değişik hârika hadiseler meydana gelmiştir. Evliyâ eliyle meydana gelen kerametler bu mucizelerin bir parçası, bir ölçüde aynı kaynaktan gelen devamıdır.

 Bizim peygamberimize bütün geçmiş peygamberlere verilen mucizelerin tamamı verilmiş olduğu gibi, onlara verilmeyen geçmiş ve gelecek bütün insanlarla cinlere de peygamber olma gibi, genel şefaat gibi nice üstünlükler lütfedilmiş, nice sürî ve mânevi mucizeler verilmiştir. Hükmü hiç değişmeyecek olan Kur’ân mucizesi ise, Allah’ın ezeli Kelâm sıfatı ve en büyük mucizesidir.

 Resul ve nebilerin, Allah’ın insanlara gönderdiği yaşantı kaideleri olan şeriatı tebliğ edici yönü olan nübüvvetleri ile mânevi yön ve selâhiyetlerini teşkil eden bir de velâyetleri vardır. Nübüvvetin zahiri şeriat, bâtını velâyettir. Mucizeleri meydana getiren, ölü kalbleri dirilten onların bu velâyet yönleridir. Peygamberimizce kıyamete kadar gerekli herşey tebliğ edilmiş ve O’nun vefatı ile nübüvvet görevi sona ermiştir. Velayet yön ve kudretleri ise veliler eliyle devam ettirilmektedir. Bu sebeble de velilerin beşerî yön ve maddi yapılarında şeriat ve sünnet uyumu daima mevcut, nefis ve arzularındaysa, yasak ve yakışıksız olanlardan titizlikle uzak durma hâli her zaman görülebilir. Onların asıl özellikleri bâtınlarındaki velayetten gelen güzel huylar, salih ameller ve insanların eziyetlerine dayanma gücüdür. Peygamberlerin alınlarında parlayan nurun velilere intikal edeni velayet nurudur. Bu nur, Allah’ın Kudret ve Azamet sıfatlarının akisidir. Peygamberimizden Hazreti Ebubekir’e aktarılan bu nur ve bu güç Allah’ın en yüce ihsanıdır. Bu ihsan velîden velîye mânevi miras olarak verilmek suretiyle günümüze kadar ulaştırılmıştır.

 Velâyet sahibi; Allah’ın dostu, peygamberin varisi (mirasçısı), kendisinden önce bu görevi yapan velînin de halifesi, yani yerine geçen vekilidir. Âlimler peygamberlerin vârisidir hadisi şerifi bunların şânını bildirir denmiştir. Bunlar, halkı Hakk’a ulaştırmanın memuru olan velîlerdir. Bu tür velîlere mürşit denilir. Bu işin öğretisine yol, tarikat, usûl dendiği gibi genelde ve ilim dilinde tasavvuf da denilmektedir.

 Her kapı kapansın, Ebubekir kapısı müstesna. Allah tarafından kalbime dökülen bütün ilimleri Ebubekir’in sadrına (kalbine) aktardım hadisi şerifleri bu yüce velâyet ve şanlı tasavvuf ilminin sadece iki delilinden ibarettir. Ümmetimin evliyası Benî İsrail peygamberleri gibidir. Evliyam kubbelerimin altındadır. Ben ilim şehriyim, Ali onun kapısı, Ebubekir aslıdır gibi hadisi şerifler de tasavvuf ilmi ile velayet kemâlinin şahitlerindendir. Peygamberler mal, mülk değil bu ilmi miras bırakmışlardır. Böylece Velâyet, zincirleme bir sıralanış ve elden ele hizmet devredişiyle ya Hazreti Ebubekir’in yahut ta Hazreti Ali’nin usûl ve vasıtasınca Peygamberimizin misilsiz velayetine ulaşarak orada birleşir. Allah’ın nuru ve Allah’ın kudreti olan bu güçten imdat ve talimat alırlar.

 Peygambere imanı olanların nübüvvet ve velâyet yönlerini belirterek bütünleştiren bu kısmı peygamberlere iman bahsinde yazmamızın sebebi budur. Böylece, onların zahiri ve bâtınî kemâllerini kısaca ifade etmeye çalıştık.


 İman bahsinin sonu kader ve âhiret gününe imandır. İnsanların öldüğü andan başlayarak kabir, kıyamet, yeniden dirilme, sual, hesap, sırat âlemlerinden geçerek Cehennem veya Cennet’e dahil olacakları Kur’ân’da bildirilmiş ve hadîslerde açıklanmıştır. Bütün bu hadiselerin zamanı gelince olacağına inanırız. Kâfir ve münafıkların sonsuz olarak, günahı fazla veya affa uğramayan mü’minlerin de günahları miktarınca Cehennem’de azap göreceklerine, Peygamberimizin şefaatinin olacağına, mü’minlerin sonsuz olarak Cennet’te kalacaklarına, Cennet ve Cehennem’in halen var olduklarına, Cemâlullah’ın görüleceğine de mutlaka inanmamız lazımdır.

 Bunlara zıt olan söylentilere önem vermez, aykırı söz ve iddialara asla inanmayız.

 Her ruh bir insan için yaratılmıştır. Ruhların devri gibi (tenasüh) masallar kâfirlerin uydurmalarıdır. Bunun gibi, iş ve hadiselerin olmasındaki tesirin yıldızların, şu veya bu sebebin veya ışınların, dalgaların güç ve kudretinden geldiğine dair olan asılsız sözlere de değer vermeyiz.

 Her iş ve amelin ölmeden önce yerini bulup, hesabının görülmüş olacağına, kıyamet ve âhiretin, Cennet ve Cehennem’in insanların içinde oluşan duygulardan ibaret olduğuna dair felsefecilerin bir çeşidinden gelme yalan ve iftiraları da üzülerek reddederiz. Bu, Kur’ân’da yüzlerce âyetle bildirilen âhiret gününü inkâr olur.

 Olacak şeylerin hepsini ezelde bilip, sonradan olacağı şekliyle Allah’ın takdir ve tesbit etmesine kader deriz. Böylece kararlaştırılmış olanların zamanı gelince aynen yazıldığı gibi oluşmasına da kaza denir. Hayır ve şer, fayda ve zarar verecek olan her yaratık ve her olay Allah’ın dilemesi ve ona ol demesiyle yaratılır. Bu sebeble biz hayır ve şer Allah’dandır diye inanır, Allah’ın hayra rızası vardır, şerre ise rızası yoktur diyebiliriz. Bu yüzden, arzu ve irademiz içinde olan iş ve amellerimizde hayrı ister, hayrı yaparız. Şerri, yasağı, haram ve zararlıyı da istemez ve onları yapmayız. Bizim bu istek ve irademize cüz irade denilir. Bu cüz irademiz, bu akli seçme ve serbestliğimiz bizim mesuliyet kaynağımızdır. Sevap ve günah bu serbest seçim ve hür irademiz yüzündendir.

 Biz, kaderimizin nasıl olduğunu, ne zaman ve ne sebeble yerine geleceğini bilmez, sadece bunların Allah tarafından belirlenmiş bir gerçek olduğuna inanırız. Kur’ân’ın hükmü ve sünnetin yorumu böyledir. Bunun dışındaki sözler ise, Allah’ın zatı hakkındaki zan ve iftiralarda ve ruh hakkındaki yalan-yanlış sözlerde olduğu gibi, dinimizce yasaklanmış ve peygamberimizce menedilmiştir.

 Sevabı-günahı, iyi ve kötüyü Allah’ın sevap, günah ölçüsü içinde bilir, onların var oluşu açısından bir dedikoduya girmez, ancak onların zarar veya faydasına göre davranır, emirler hududunda tedbirimizi alırız. Tedbir ve teşebbüs bize farzdır, iyiyi-kötüyü bilip iyiyi seçmek farzdır. Tedbir almak akıl sahiplerine farzdır. Takdir ise Allah’a aittir. Tedbir ve teşebbüste bulunmada kusur etmemek, buna rağmen, Allah’dan gelene de razı olmak bizim imanımız gereğidir. Bu sebeple; çalışıp-kazanmak, helâlı-haramı ayırmak, öğrenip amel etmek görevlerimizdendir. Çalışıp çabaladığımız halde fakirlikten kurtulamıyorsak, bu hale sabretmek tevekkülümüzün gereğidir. Zengin isek veya sonradan zengin olmuş isek, bu da nimet sahibini takdir ederek, cömert olan Allah’ın ahlâkına uyup şükrümüzü artırmamız ve emirlere itaatimizi çoğaltmak içindir. Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Ali halifeliklerinde şu rıza sözünü ayrı ayrı söylemişlerdir: Allah bana zenginlik veya fakirliğin hangisini verirse ben o hale razıyım.


 Yukarda kısaca anlatıldığı gibi inanmaya iman veya ehli sünnet vel cemaat inancı denilir. Böyle inananlar hakkâ müminler olup peygamberimizin sünnetinde, şanlı sahabilerin inancında, büyük müctehid imamlarımızın mezheplerinde bildirilenlerdir. Lâ ilâhe illallah (Allah’dan başka ilah yoktur) tevhid (birleme) kelimesinin izahı yukarıda anlatılan iman bilgileridir. Muhammedün Resulullah inancı ile de bu imanımızı kemâle erdirmiş oluruz. Bütün inanılacak hususlarla bedenen yapılacak ameller peygamberimiz tarafından müslümanlara bildirilmiş, kalb ve ruhun yakîn denen manevî inanç ve amelleri de velayet sahiplerine hâl edilerek verilmiştir. Biz bütün bunları içeren bir bütünlük içindeki inanç ve amellere göre inanır ve amel ederiz.

 Bunları bize aktaran sahabîleri, velîler ve müctehid imamları sever, doğruluklarına da inanırız. Sahabîlerin nakilleri ile Kur’ân’ın hükümlerinden Allah’ın muradına uygun düşen mutlak doğru, güzel ve hak ölçülerle sınırlı tatbiki hükümler, prensipler meydana getiren inanç ve amel mezheplerine de tâbi oluruz. İnancımız onların bildirdiği gibi, amelimiz de aşağıda anlatılacağı gibidir,

 inançta mezhebimiz Mâturidî, amelde ise İmamı Azam hazretlerinin Hanefi mezhebi hükümleridir. Mezhebe uymayan aklına uymuş, sapmıştır. Biz inançta Mâturidî, amelde Hanefî mezhebinden, batınî fıkıh demek olan tasavvufta ise Nakşî usûlündeniz.

 Bizim Rabbimiz Allah, dinimiz İslâm, kitabımız Kur’ân, peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmdır.

 Allah’a inanıp peygamberi tasdik edenlere ümmet veya millet denir. Peygamberin ümmetine tebliğ ettiği hususlara din, şeriat veya İslâmiyet denilir. Dinin inanılması gereken kısmına iman veya itikat; beden ve kalble yapılacak olanlarına ibadet; alış-veriş, nikâh, vasiyet ve diğer yaşantı şekillerindeki hükümlerine de muamelât denilmektedir. 

Mutlaka yapılması emredilenlere farz, bunların biraz kapalı olanlarına da vacip denilir. Bunlar dışında peygamberimizin emrettiği, yaptığı, yapanı menetmediklerine sünnet; farz, vacip ve sünnet olarak yapılanlara da amel ismi verilir. Bir fiilin amel olması için niyet edilmesi ve o amele başlarken besmele çekilmesi gerekir.