" Allah de, ötesini bırak"

17 Aralık 1989

(teveccüh)

 

Teveccüh olunca kalb-i ihvâna

Mürde kalplerimiz geliyor câna

Mürde kalp : Allah'ı zikretmeyen, Allah'tan gafil olan, ölü kalp.

Allah'ı zikreden kalp diri. Teveccühte diriliyormuş insanların kalpleri. Teveccühte kalbe zikir tohumu ekiliyor. En azından Teveccühün kudsiyeti şudur ki:

Kalplerimiz fırçalanıyor, kalaylanıyor, temizleniyor, kiri, pası gidiyor. Nasıl ki bakır bir kap kalaylandıktan sonra güzelleşiyor veyahut tozu alınmış bir eşyanın fırça ile temizlenince tozu gidiyorsa teveccüh  de ihvanın kalbini kalaylar, fırçalar, temizler. Kalplere zikir tohumu ekilir. Zamanla biter. Yeter ki tarla sağlam olsun. Tohumu çürütmesin. Çürütmese bitecek. Sizde bu tohumu çürütmemeniz için bu teveccühten almış olduğunuz nuru, feyzi muhafaza etmeniz lâzım, muhakkak alacaksınız. Az, çok alacaksınız. Bunu muhafaza edeceksiniz ki ekilen tohum bitsin. Muhafaza edemezseniz, kalbinizde kabız halleri gibi bir haller olursa ne olur? Ekilen tohumu çürütür.

İşte  teveccüh büyük bir amelimiz. İşliyeceğiz. Gerçi Allah'a şükür bizim hatmemiz var. "Hatme  teveccühün bir küçüğüdür. Hatmeye devam edin, ihmal etmeyin."

Peygamber Efendimiz de ashabına  teveccüh yapmıştır. Eşrefoğlu kitabında yazar.  Teveccühde başının sarığı düşmüş kapışmışlar, parça, parça etmişler herkes tırnağının üzeri kadar almış, onları ömürleri boyunca saklamışlar.

 Teveccüh sünnettir. Tarîkatın her âmeli sünnettir. Sünneti müekkededir. Terk olmayan bir sünnettir, ama büyüklerimiz buyuruyor ki: Farz var, vacip var, sünnet var. Edille-yi şer'iyye.

Farz:           Allah'ın emri.

Vacip:        Resulullah'ın vasıtasıyla yine Allah'ın emri.

Sünnet:       Resulullah'ın emri. Resulullah'ın amelleri. Cenab-ı Allah ne buyuruyor:

"Bana itaat eden sana tâbi olsun. Habibim sana tâbi olmayan bana itaat etmiş değildir."

Onun için kitap ve sünnet önemlidir. Allah'a ve Resulullah'a yaklaşmak sünnetle oluyor. Kitapla değil. Sünnetle. Kitapsız, sünnetsiz zaten hiç olmaz. Evet kitaptan sonra sünnet geliyor. Tarîkatın her ameli sünnettir. Ama yaşayan için hem farzdır, hem vaciptir, hem sünnettir.

Ne için? Allah'ın emri var. Meşâyihin emri var. Meşâyihin emri de Allah'ın emri. Resulullah'ın emridir. Onun emriyle olduğu için çok sünnetleri işler insanlar. İnsanların işlediği sünnetler farz vacip olmaz. Ama bir mürit için, meşayihine inandığı için sünnetler hem farz, hem vacip, hem de sünnettir. Buna inanın. Mesela bir müride emredilmiş evvabin namazı. Eğer farz namazı terk etmiş isek ancak o zaman evvabin namazını da terk edebiliriz. Eğer akşam namazının farzını kıldıksa, yolculukta da olsa, hastalıkta da olsa evvabin namazını da kılacak. Ama insandır, olur ya kılamadı, kaçırdı. Ne yapar. Akşam namazını kaza eder. Salat-ı Evvabin'i kaza etmez.

Abdurrahmani Taği Hazretleri tebliğe giderken mübarek, bir yayladan geçiyormuş. Tebliğ sünnettir, meşâyih için. Dağlık oralar tabi. Mevsim yaz. Köylüler çıkmışlar yaylaya. Koyununu, keçisini alan çıkmış. Şafilerden bir tanesinin de 3-5 tane keçisi varmış. Oradan giderken:

- "Seyda bırakmam seni, benim misafirim olacaksın." demiş.

O'nu alıkoymuş. Sonra keçisini mi sağmış. Sütü pişirmiş, bir parça arpa ekmeğini de önlerine koymuş.

- "Seyda, kurban. Bundan başka var da getirmedimse Allah benden sorsun, sen de buna tenezzül edip yemezsen Allah senden sorsun." Yemişler, sohbet olmuş. Yatacağı zaman getirmiş altına bir hasır veya keçe. Yaylada nerden olacak yatağı?

- "Seyda bundan başka yatağım var da getirmedimse Allah benden sorsun. Sen de bunda yatmazsan Allah senden sorsun." demiş.

Ne buyuruyor:

- "Hayatımda öyle tatlı, öyle lezîz yemek yemedim. Ömrü hayatımda o sütle, arpa ekmeğindeki tadı, yemiş olduğum gıdaların hiç birisinde bulamadım. Hayatımda öyle rahat bir yatakta yatmadım. Öyle rahat etmişimki teheccüd namazına işte orada kalkamadım."

Teheccüd namazı da bizim için çok önemli. Bunu da ne zaman yolculuk olursa, mecbur kalırsan, hasta olursan kılamazsın. Yoksa terkedilmiyor.

Neyimiz var? Teheccüd namazımız var, Evvabin namazımız var. Bir de hatmemiz var. Bunlar terkedilmez. "Mümkün olduğu kadar bunları terk etmeyin." Bunlar mühim olanlar. Bunların kudsiyetini bilenler için böyledir. Emirdir, devamlıdır.

Fakat bu amelimiz ne istiyor ? Kalb-i selim istiyor. Yani Teveccüh kalb-i selim istiyor.

Eriş kalb-i selîm içre huzura

Seni mahv et erem dersen sürûra

Kalb-i selim olursanız, teveccühte Cenâb-ı Hakk'ın tecelli edeceği, ikram edeceği nurları bizim kalbimize dolar. Şöyle ifade ediyor büyüklerimiz. Mesela: İnsanların kalbinin bir bina olduğunu kabul edin. Bina yapılmış. O binadan içeriye kâinatı aydınlatan güneş, bir pencere, bir delik olmasa vurmaz. Vurmayınca ne olur ? Karanlıkta kalır. Hiç bir yerden ışık almayınca ne olur? Zifiri karanlıkta kalır. Muhakkak kâinatı aydınlatan güneşin o binayı ışıtması için onda bir pencere açılması lâzım. Eğer burada sen kalb-i selim sahibi olmadınsa, yani başka alacağını vereceğini düşünürsen, bu teveccühümüzde sen kalbe olan pencereni kapattın. Burada tecelli eden nurlardan istifade edemezsin. Burda muhakkak kalb-i selim sahibi olmak lazım.

Kalb-i selim sahibi ne demek?

Bütün düşüncelerinizi atacaksınız. Gelir ama tutmayın. Gelen şeyle kalbinizi meşgul etmeyin. Atın, geleni atın. Eğer bir yönden sıkıntınız var da o geliyorsa, gelsin, siz atın, bu da bir cihaddır. Burada bir cihad yapıyorsunuz siz. Cihad da Allah'ın emri. Siz burada bu cihadı yaptığınızdan dolayı nimetiniz ihsan edilecek burada.

Alacağınız, vereceğiniz, hastalığınız mı var. Borcunuz mu var. Kendi vucudunuzda bir hastalığınız mı var. Arızanız mı var. Veyahutta bunlar değil de bir nefsanî arzunuz mu var. Maddi arzularınız mı var. Bunların hepsini gönlünüzden atın. Kalbinizi Allah'a yöneltin, Allah ile meşgul olun. Amelimizin nuru tecelli edecek burada. Velayet nuru tecelli eder. Çünkü burada velilerin isimleri okunacak. Ta ki Resulullah Efendimizden alınıp, silsilemizdeki büyüklerin isimleri, meşâyihimize kadar okunuyor. Bunların hepsi velâyet sahibi. Velâyet demek, Allah'ın varlığına ulaşmışlar. Allah'ın varlığı onda tecelli etmiş. Bunlar gelirlerse, teşrif ederlerse zâhirde gördüğümüz cisimleri ile gelmiyorlar. Onlar manevî cisimleriyle geliyorlar. Ama onlar boş gelmezmiş, hepsi bir hediye ile gelir. Fakat Kelâm-ı kibârda şöyle geçiyor:

Seni hayvan iken insan eder şeyh

Gönüller şehrine mihmân eder şeyh

İçirir bir kadeh aşkın meyinden

Geda iken seni sultan eder şeyh

Haber verir hakikat illerinden

Sana çok tuhfeler ihsan eder şeyh

Sana çok hediyeler gelecek ama zahirde ki bir metaha benzemiyor ki.. Dille söylenecek bir şey değil ki. Nurdur, Allah'ın nuru.  Veyahutta burda bir makam, mevki var, mânevî nimet, çeşitli, çeşitli nimetleri vardır. Onlar manevî doktordur. Burda belli ki bir hasteneye geldiniz. Burada herkes tedavi görecek. Ama burada ruhî tedavi göreceksiniz. Bir insan doktora gidip te derdini söylemese, doktor onun evine girip te senin derdin şudur demez. Bakın bir kelâm-ı kibâr var:

Evvelâ derdi kazanıp sonra gel derman ara

Bahr-ı aşkı nûş edüben âbı yok umman ara

Bahr: Deniz.

Umman: Daha büyük deniz. İcabında aşk badesi, senin kalbini umman eder.

Şimdi burada bize ters düşen bir kelâm var. Hiç kimse dert istemez. Dertten kaçarlar. Hiç kimse hasta olmak istemez. Hastalıktan kaçarlar. Ama bu manevî dert isteniliyor. İstenmesi de gerekir.

Ne için? Eğer bu manevî derdimizi istemesek, manevî derdimiz olmasa, ebedî firakta, ebedî ayrılıkta, ebedî azapta kalacağız. Onun için ehl-i kelâm buyuruyor.

Hasret-i hicrân odundan var mı artık bir azap

Ayrılık ateşinden daha büyük bir azap olamaz insanlar için. Ama bu ayrılık bizim ruhumuzun ayrılışı, Allah'a ne ile ulaşacağız? İşte bu gibi amellerle. Şeriatımız, tarîkatımız, hakikamız var. Hakikate ne ile ulaşacağız? Tarîkatı yaşamakla. Tarîkatın en büyük ameli de bu teveccühtür. İşte burada çok büyük ihsanlar olur. Müritte olan 79 ahlâk-ı zemimenin en zararlısı hangisi ise onu alırlar. Manevî tedavi budur. 79  ahlâk-ı zemime vardır. Bu haktır.

"Elemneşrahleke" sûresi ne için nâzil oldu. Hatmelerde niye 79 tane "Elemneşrahleke" sûresi okuyoruz. Esrarı, sırrı nedir? Bunların bir önemi var. "Elemneşrahleke" sûresinde buyuruyor ki:

"Habibim biz senin sadrını yardık, kalbini temizledik."

Bir müridin kalbini de meşâyih yarar, temizlermiş. O bilmez.

Ama bilenler var mı? Var. Senin kalbin yarılıyor burada. Meşâyih almış seni ameliyat masasında temizliyor. Sen bilmiyorsun. Ama bunu hâl sahipleri görür, söyliyemez. Söylemek yasaktır. Filancayı ameliyat masasında gördüm, şeyh efendimiz ameliyat ediyordu diyemez. Ama bunlar muhakkak olur. İnanın buna.

İşte burada demek ki manevî tedavi görecek sizin kalbiniz. En azından kalbinizde olan muzır sıfatlardan, 79 ahlâki zemimeden sizin için en zararlı olanı alınır, bir dahasında yine bir zararlısı alınır. Böylece tedricen tedricen, kalbinizdeki bu illetlerden kurtulursunuz. İnsanların zâhirde cesedinde bir hastalık bir illet olur, iki, üç, beş illeti vardır. Beş tane illeti olsun.

Ama kalpte beş tane mi, yüz tane mi, bin tane mi illet vardır? Çok. Sayısız, sayısı yok.

Mâsivânın illetinden pâk edip bu gönlümü

Kıl tarîk-i Nakşibendin hâdimi Allah için

Demek ki masiva bizim vücudumuzu mülevves etmiş. Affedersiniz bir beldenin çöplüğüne her şey atılıyor. Orada pis olarak her şey var. Bizim insanlarda da dünya isteyen kalp böyledir. İnsanların 79 ahlâki zemimesi var. 79 ahlâki hamidesi var. Hikmet-i ilâhi, Allah'ın cilveleri, düstur-u İlâhi. Karışamayız ki.. Bizim 79 ahlâki zemimemiz var. Kötü ahlâkımız var. Biz bunları görebiliyor muyuz. Göremiyoruz. Cismi var mı? Var. Nerede? Derûnumuzda. 79 ahlâki zemimenin giderilmesi lâzım. Bir ahlâki zemime gidince peşinden ahlâki hamide gelmesi lâzım. Ahlâki zemimenin hepsi bir anda bitmez. Zaman zaman azalır, biter. Burada müridin de gayret göstermesi lâzım. Ancak o zaman kemal sıfata erişir. 79 ahlâki zemimeden bir tane bile bulunsa kemal sıfata ulaşamazsın. Beşer sıfattan melekî sıfata geçemezsin.

Mazhar olmaz, nefsi mutmainliğe eremeyen kişi,  "Mûtû kable entemûtû" sırrına.

Nefsi mutmainliğe dahil olmak, 79 ahlâki zemimeyi atmakla, yani ölmeden evvel ölmekle olur. Sûret değiştirmek. İnsanları hayvanî sıfattan beşeri sıfata geçiriyor. Ne ile? Tarîkatla. Nasıl oluyor bu? Hatmelerle. 79 Elemneşrahleke okuyoruz ya, onlar bizim ahlâki zemimelerimizden her birini atıyorlar. Çünkü Elemneşrahleke sûresi manevi çekiç. Zaten Cenâb-ı Hakk bu sûrede "Habibim sadrını yardık, kalbini temizledik" buyuruyor. Demek ki bu Elemneşrahleke sûresi onun için okunuyor hatmelerimizde. Niye bundan geri kalalım.Hatmelere gelirken inanaraktan gelin. 79 ahlâki zemimenin en az bir tanesini atarsınız. Onun için bizim tarikat nazenin, kibar, çok kibar tarikat. Azizler tarîki ve hacegan tarîki.

Nakşî neye deniyor? İnsanların kalbine nakış işleniyor. Bir boya vardır. Bir de işleme vardır. Bir eşyaya bir nakış işlenirse, o nakış oradan gitmez. Bir de yapmacık vardır, üzeri boya ile yapılan. O silinir gider. İşte bizim tarîkatımız böyledir. Kalbimize işlenir. İşleyen kim oluyor ? Meşâyihimiz.

Niye buyuruluyor:

Ekseri nakşında kaldı görmedi Nakkaş'ını

Ama nakşîler nakışta kalmıyor. Bu görünen eşyalar var ya bunları kastediyor.

Ne yapmış.Kim yapmış?Bilmiyorlar. Ama bilen var mıdır? Vardır. Sade nakışı değil ki nakkaşı gören var. Kul Allah'ın Cemalullahını müşahade etmezse, Allah'ın rûyetinde mazhar olmazsa nakışta kalıyor. Aldın bir eşya, üzerinde nakış var. Ama bunu kimin yaptığını, kimin işlediğini bilmiyorsun. Bunu yapanı görmek, bulmak lazım. Maharet, marifet budur. Onun için:

Ekseri nakşında kaldı görmedi Nakkaş'ını

Bu kim? Tarîkatları olmayanlar veya başka tarîkatlar. Nakşi olmayanlar. Haşa tarikatların hepsi haktır. Ama yalnız şöyledir. Nefisleri ile, bir de kalp yoluyla. Muhalefet-i heva'dan başlayanlar var. Muhabbetü'l Mevla'dan başlayanlar var. Cehrî tarîkatlar, riyazet tarîkatları, uzlet tarîkatları, seyâhat tarîkatları var. Onların ameli o. Diyor ki mesela: bir belde veriyor. Orayı yaya gezeceksin! Hiç vasıtaya binmeden. Aç da kalsan, çıplak da kalsan, ölsen de bu beldeyi gezeceksin. Bir de uzlet tarîkatı var. Halktan kendisini hapsediyor. Değil halk ile, kendi mahremleriyle bile görüşmüyor. Evladı ile, hanımı ile de görüşmüyor. Bir de riyazet tarîkatları vardır. Ölmeyecek kadar çok az yerler, içerler. Öyle etlisi sütlüsü ile yemek yeme yok. Bir çeşit gıda yiyor. Diyelim ki bir parça ekmek ile zeytin yiyor, veya bir parça ekmek ile bir dilim peynir veyahut üç tane hurma. Ölmeyecek kadar 24 saatten 24 saate gıda veriyor nefsine. Bu da böyle terbiye ediyor kendini. Bunlar muhalefetü'l-heva'dan başlayanlar. Ama bizimki böyle değil. Muhabbetü'l Mevla'dan başlıyor. Onun için Nakşibendi Efendimiz buyurmuş ki:

Sair tarîkatların nihayetteki kârını biz bidayete getirdik.

Onlar çalışırlar, çalışırlar en son ulaştıkları kârı biz başlangıçta müride veriyoruz diyor.

Bu divanda da buyuruluyor :

Hazret-i pirin yedinden mes edelden Salihâ

"Mûtû kable entemûtû" ile tebşir olmuşuz

Yani bizim meşâyihimizin kim ki elinden tuttu. "Mûtû kable entemûtû" sırrına mazhar olmuştur. Yalnız o eli muhafaza edecek. Mest ettiği eli muhafaza edecek. Eğer o eliyle bir kimseyi incitirse veya o eli bir yana uzatırsa o mest bozuluyor. Onun için Kelam-ı kibârda şöyle geçiyor.

Elinde var iken fırsat geçirme edegör gayret

Tutagör bir yed-i kudret olunsun menzilin bâlâ

Bunlar söylenmişse haktır. Bizim tarikatımızdadır bunlar. Muhalefetü'l heva'dan olan tarikatlar da haktır. Ama bütün nefsanî arzulara, meşru olanlara riyazet ediyor adam, uzlet ediyor adam. Aç, susuz, perişan, kirli, paslı yırtık elbiselerle geziyor.

Bunların hepsini ne için yapıyorlar? Nefislerini ıslah etmek için yapıyorlar.

Bizim nefsimizi ne ıslah ediyor? Bizim nefsimizi rabıta ıslah ediyor. Sen râbıtanın yüzünün altına koydunsa nefsini, helalinden ne yersen ye, ne giyersen giyin.

Kesretten erüp vahdete

Mir'at olmuştur Hazret'e

Hazret: Allah'ın zatı.

Bizim meşâyihlerimiz halvetten vahdete ulaşmamışlar ki.. Halvetten vahdete ulaşmaktansa, kesretten vahdete ulaşmak çok daha üstündür. Çok daha güçlüdür. Halvetten vahdete ulaşanlar, kesrete çıktıkları vakit bocalıyorlar. O bozulabiliyor. Ona dalga geliyor. Ama kesretten vahdete ulaşanlar için asla ve asla hiç birşey tesir etmez; çünkü onun zâhiri halk ile, bâtını Hak ile. Çünkü öbürü Hak'ka ulaşmış ama halkın içerisinde ulaşmamış. Halk ile teşrik-i mesai yapmadan Allah'a ulaşmış.Halkın içine çıkınca bozulabiliyor.

Muhalefetü'l heva ile başlayanlar önce esma nuru ile başlıyorlar. Sonra sıfat nuruna geçiyorlar. Ondan sonra zat nuruna geliyorlar. Bizim tarikatımızda önce kalbe Allah muhabbeti veriliyor ve muhabbetle başlanıyor. Allah aşkı ile hiç dolaştırmadan kolayca ulaştırılıyor.

Sair tarikatlar Allah'ın binbir ismi ile zikir yaptırırlar. Neticede Lafza-i Celâl'e gelirler. Biz onlarla uğraşmıyoruz. Bizim ki doğrudan doğruya Lafza-i Celâl. Kalbimizle Lafza-i Celâl. Bu bir böyledir, bir de muhalefetü'l hevadan başlıyorsa, zaman zaman, nefsin arzularını terk ede ede üç senede beş senede, on senede, yirmi senede, muhabbetü'l mevla onlarda tecelli ediyor. Allah aşkına o zaman ancak ulaşıyorlar. Ama bizim ki öyle değil. İlk başlangıçta sana bir aşk, muhabbet veriyor. Dikkat eder misiniz. Bu kadar tarikat var. Hangi tarîkatta cezbe var. Bu ağlamalar, bu bağırmalar, bu çırpınmalar hangi tarîkatta var?

Halidî kolunda var. Adıyaman'la bizde var. Bir çok tarikatlar var. Şimdi burada saymayalım onları. Onlarda niye cezbe yok? Çünkü onlar nefis yoluyla terakki ediyorlar. Yani ibadetle, amelle terakki ediyorlar. Biz de ibadetten fazla terakki cezbededir. İnsanın kalbindeki Allah aşkından Resulullah aşkından, meşâyih aşkından bu cezbe doğuyor.

Cezbe ile de yol alınıyor mu? Alınıyor. Bir müridin mesela: Çok zikri var, ibadeti var. Cezbe sahibinden alırlar zikri. Cezbe sahipleri bizim tarikatımızda fazla cezbeye kapıldığı zaman, diyelim ki beşbin ders yapıyor.

Yok oğlum sen daha dersini çekme derler. İcabında sen hatmeye de karışma, gelme derler. Veya seyrek gir, veya bir zaman girme derler. Müridin haline göre.

Her marızın derdine göre verirler şerbeti

Demek ki bizim tarikatımızda: Cezbe ile, nefy ü isbatla, bir de şuğlu batınî ile terakki ettiriyorlar.

Nefy ü isbat ne?

Diyelim ki 70 bin evrat çeken bir müridi düşünelim. Cezbe de hiç bir evrat yoktur, dersi yoktur, onda da muhabbet var, aşk var. O 70 bin evratla beraber gidiyor, o muhabbetle o da terakki ediyor.

Bir de şuğlu batını var: O da istemeyerekten ona gelen şuğullar. Şuğuldan kurtulmak istiyor, şuğul gelince ona azap geliyor. Müteessir oluyor, nedamet duyuyor. Allah'a sığınıyor. Bununla da terakki ediliyor. Hiç bir tarikatte yoktur bunlar. Cezbe ile başka tarikat yok ki terakki etsin. Şuğulu batınî'yi zaten onlar kusur sayıyorlar. Küfür sayıyorlar. Ama bizim tarikatımız öyle değil. İnsanda şuğul olur ama şuğul ikidir: Bir istiyerekten bir de istemiyerekten. İstiyerek olan şuğullar dünya muhabbetinden gelir. İstemiyerek olanlar da dünyayı sevmiyor. Dünyadan nefret etmiş. Ama nasıl nefret etmiş:

Bu vücudun fülkesini Hızrıma deldireli

Nefretü dünya kazandım cennetül me'vâ gibi

Fülke:         İnsanların vücudu.

Hızır:          Mürşidi (Yani Hızır A.S. misali).

Musa'nın gemi yolculuğunda Hızır A.S. gemiyi delerken Hz. Musa muhalefet etti. Niye deliyorsun diye. Deldi ama padişahın gözünden düşürdü o gemiyi.

Meşâyih bir müridin vücudunu ne yapıyor?

O delinen vücutta varlık, benlik olmuyor. Burada gemiden mana bizim vücudumuz. Hızırdan mana da mürşidimiz. Mürşit koltuklarımızı deliyor ki onda artık varlık, gurur, kibir kalmıyor. Şişimiz iniyor. Kabarma olmuyor onda artık. Bir balon düşünün, şişiyor, şişiyor. Ama onda ufak bir delik olursa şişer mi. Şişmez ama sağlam olunca ne olur? Şişer, şişer güm diye patlar yok olur. İşte burada meşâyihlerimiz ne yapıyorlar? Bizim benliğimizden kurtulmamız için, varlığa sahip olmamamız için ne yapıyorlar. Koltuklarımızı delmişler. Bizi ne kadar övseler, ne kadar meth etseler biz ondan sefa kesbetmeyiz. Bir insan medh edildiği zaman, veya övgüden, yapılan hizmetten haz duyuyorsa korksun, korksun, çok korksun. Yok eğer yapılan hürmetten yapılan hizmetten haz duymuyorsa korkmasın bu nereden tecelli eder.

Methe lâyık şeyhimiz var zemme lâyık nefsimiz var

Meşâhiyi olan içindir bu. Meşâyihi olmayan için değil. Râbıta sahibi olan için ne var.O çıkıyor aradan. Râbıta var çünkü orada. Benim şeyhimi meth ediyorlar. O olmasaydı beni kim tanırdı. O olmasaydı bana kim hürmet ederdi. Şeyhim olmasaydı beni kim medh ederdi diye düşünüyor. O zaman benlik olmuyor. Gurur olmuyor. Zemmedildiği zaman da diyor ki: Nefsim bunların dediğinden daha aşağı. Benim daha yüz tane kusurum var da bir tanesini görmüşler, diğerlerini râbıtam gizlemiş. Benim ne olduğumu bilseler elime ekmek bile vermezler. Böyle diyeceğiz. Ancak o zaman terakki ederiz.

Şimdi teveccühte ifade ettik, kalb-i selim lâzım. Teveccühün başlangıcından nihayetine kadar gönlünüze gelen bütün şuğulları, düşünceleri, hepsini atın. Ne yapacaksınız? Şeyh Efendimizin râbıtası karşımızda, onun şeriat kamçısı elinde sanki. Aklınıza, gönlünüze bir şey geldiği zaman, sanki tepeden aşağıya vuruyor. Allah kalbinde. Her bir geleni atacaksın, kalbini Allah'la meşgul edeceksin. Biz de en efdalı budur. Bütün ehl-i sünnet âlimleri, bil ittifak kararı "Lâ ilahe illallah" efdal-ı zikirdir. Bize göre değil. Bize göre o ibadettir. Bize göre efdal olan kalbi Allah ile meşgul etmektir. Cenâb-ı Hak'da ne buyuruyor ayette:

"Kulum ben sana şah damarından daha yakınım." buyuruyor.

Burada bir sohbet aktarayım :

Muhammed Şemsettin-i Hüda Hazretleri âlimmiş. Genç yaşta meşâyih arıyor. Çok aramış âlim olduğu için. Âlimler öyle herkese kapılmazlar. Kaşgar vilayetine gelmiş. O bölgeyi aramış. "Tekkeler zaviyeler nerededir" diye sormuş. Orada zâhirde çok kalafatlı, çok etraflı olan Müredim-i Havafi isminde bir zat varmış. İlmi de fazla imiş. Fakat cehrî zikir yaptırıyormuş Onu göstermişler. Gitmiş onları zikirde bulmuş. Bakmış ki bağırıyorlar, çağırıyorlar, sallanıyorlar.

- "Haktır" demiş. İnkâr etmiyor ama hoşuna gitmiyor. Arıyor.

- "Başka daha yok mu?" diyor. Hepsini geziyor. En son Nakşibendi halifelerinden Sadettin-i Kaşgarî Hazretlerini tarif ediyorlar. Gelip onları da zikirde buluyor. İkindi namazını kılmışlar, ikindi namazının peşinden hatmeye oturmuşlar. Ama ses yok. Halka olmuşlar, başlar eğilmiş. Orada Cenâb-ı Hakk'a bir ilticada bulunuyor:

- "Yarabbi, küllî şey'in kaadirsin. Her şey sana âyandır. Her şeyden haberdârsın, onlar seni zikrediyorlar. Ses yok. Hareket yok. Bu nedir?"diyor.

Cehrî zikir yapanları sevmiyor. Hoşuna gitmiyor. Âlim olduğu için bunların bu sessizliklerinden o kadar zevk alıyor o kadar hoşuna gidiyor ki...

Hafî zikir hakkında çok ayet var, ama cehrî zikir hakkında bir hadis var. Sonra hatmeyi bitiriyorlar, gözlerini açıyorlar. Şeyh Efendi Sadettin Kaşgarî Hazretleri bakıyor ki kapıda bir genç dikiliyor. Eli ile işaret ediyor.

- "Buraya gel, ileri gel" diyor. Çekiyor yanına ve şöyle bir ifade de bulunuyor:

Şüphesiz nâdân-ı abdâl kârıdır

Zikirde beyhude feryad eylemek

"Nahnu akrabu" sırrın fehmetmeyip

Hazırı gâib gibi yâd eylemek

Diyor ki ne tereddüt ediyorsun?

- "Şüphe yok ki onlar fehm edemiyorlar, anlayamıyorlar. Cenâb-ı Hakk: "Kulum ben sana şah damarından daha yakınım." buyuruyor. Şah damarı da kalbimizde olduktan sonra.. Allah kalbimizde. Daha niye bağıralım.Hazır olan bir şeyi gaibteymiş gibi, aramak.." Tabii kendisi alimdi zaten. Kendisini ona teslim ediyor. Yakın zamanda, az zamanda çok büyük bir insan oluyor.

Bizim bu teveccühümüzde de cezbe sahipleri biraz kendilerini teskin etsinler. Fazla bağırıp çağırmasınlar. Çünkü evet cezbedir, inkâr edilmez. Hak'tandır fakat cezbe de bir hâldir. İnsanlar hâli atamıyor ama hali büyültebiliyor, küçültebiliyorlar. Say'ı ile cezbeyi ne kadar muhafaza ederse o kadar terakki ediyor. Cezbede terakki var. Ama cezbeyi ne kadar muhafaza ederse o kadar terakki var. Cezbe bağırarak olur, çırpınarak hareketle olur. Ağlamaktan gelir. Hepsinden efdal olan da ağlamaktır. Peygamber Efendimiz "Çok ağlayın az gülün" diyor ya onun için ağlamakla gelen cezbe bağırmaktan, çırpınmaktan daha kıymetli oluyor. Ama bu haller iradeyle olursa bu sefer de günah işliyor. Bir sevap kazanayım derken günah işliyor. Birisinde bir cezbe var. Heveslenip ben de yapayım derse günah işliyor. Biz de irade ile Allah diye bağırmak suçtur, günah-ı kebairdir. Bizim zikirimiz sessiz, hareketsiz. Ama cezbe ile olursa suç değil. O bir muhabbetten geliyor, makbüldür. Ama bunun daha makbülünü elde etmek için cezbeden de geçmek lâzım. Zamanla, tedricen tedricen geçecek. İtimat edin bizde de vardı cezbe. Tavuğun, horuzun başı kesilince nasıl çırpınırsa bizde öyle idik. Fakat evde olsa dahi kardeşlerim, affedersiniz hanımım dahi uzaklaşırdı. Bir gözümü açardım ki annem almış başımı dizlerine, ağlıyor. Ama annem de ehl-i cezbe idi. Hani "dertli bilir dertli halini" diyor ya.

Şeyh Efendimiz:

-"Oğlum cezbe zahmettir. Meşakkattir ve de bir haldir. Ondan geçmek lâzım ki terakki etsin insan" derdi.

Gelelim diğer cemaatimize: Bağıran bir kimseye kimse gözünü açıp bakmasın, bu niye bağırdı diye. Şeyh Efendimizin bir sefer teveccühünde bir kimse öyle bir cezbelendi ki affedersiniz bir beygir nasıl debelenir, silkinirse öyle oldu. Cemaatin içerisinde korkanlar da olmuş. Sade vücudu sallanmıyor. Salonu da sallıyor. Öyle cezbe vardır. Bu çırpınan kimdir. Açmayın, bakmayın. Bunlar yasak. Teveccühe başlarken teveccühün bir oturma usulü var, oturtturacaklar. Oturduktan sonra teveccühe başlarken bir kimse tarafından bir nidâ olur. "Estağfirullah." Hatmelerde olduğu gibi. Estağfirullah nidâsı olunca herkes gözlerini yumacak. O andan itibaren bütün düşüncelerini kalbinden atacak, râbıta yapacak, kalbinde de Allah Allah, zikrine devam edecek. Bütün gelen düşünceleri, şuğulları atsın, kalbini Allah ile meşgul etsin. Ta ki teveccühün sonuna kadar açmasın. Oturmaya müsaade edilmiştir. Yani müsait ise diz üstü otururken bacağı ağrıdı ise değiştirir. Bu olabilir.

Gözlerinizi kapatınca 25 estağfirullah okuyun. Kendiniz işiteceğiniz kadar, hatmelerdeki gibi. Ama sağınızdaki, solunuzdaki duymasın. Kendi işiteceğiniz kadar. Sonra yapacağınız bir şey: kalbinizle, gözünüzü muhafaza edin. Râbıta karşınızda Allah da kalbinizde. Ne zamana kadar. Teveccühün sonuna kadar. Teveccühü bu günâhkâr yapacağız. Fakat bizim için iki rekat namaz var. Kılıyoruz. Namazdan sonra üç defa "Estağfirullah" aşikâr okuyoruz. Okuduğumuz zaman siz hiç okumayın. 25 "Estağfirullah" okuyoruz ama, üçüncü aşikâr 22sini gizli okuyoruz. Biz üç defa "Estağfirullah" okuduğumuz zaman siz hiç okumayın. Ondan sonra dualar var. Gizli aşikâr okuyoruz, kalkıyoruz. Teveccühte bu safların arasında gezeceğiz. Kelâm-ı kibar gönlümüze ne himmet olursa onu okuyacağız. Sırtınıza da el vurulacak. Bu Kelâm-ı kibar okunduğu zaman, sırtınıza el vurulduğu zaman deyin ki Şeyh Efendimiz Dede Paşa Hazretleri bu teveccühü yapıyor. Zaten Kelâm-ı kibarda öyle geçiyor.

Kibrid-i ahmerdir şeyhin nefesi

Yakar dil şehrinde bırakmaz pası

Bu nedir? Evliyaullahın kelâmı ne yapar? Kalplerden kiri, pası atar.

Kirden pastan mana: Mâsivâ. Dünya sevgisini çıkarır insanların kalbinden. Allah sevgisi, Resulullah sevgisi, âhiret sevgisi yerleştirir insanların kalbine. Değil mi zaten "din nasihat, din nasihat, din nasihat." Okunurken, sırtımıza el vurulurken deyin ki "bunu Dede Paşa Hazretleri yapıyor."

Kibrid-i ahmerdir şeyhin nefesi

Yakar dil şehrinde bırakmaz pası

Beraberdir Pir-i Tagi mevlası

Dâim cezbederler buraya bizi

Denilmiş ama biz de diyoruz ki:

Beraberdir Dede Paşa mevlâsı

Dâim cezbederler buraya bizi

İşte böyle Kelâm-ı kibar okunur, sırtınıza eller vurulur. Bunlar bittikten sonra yine hoca efendilerin bir tanesi aşir okuyacak, aşir okunduktan sonra tamam. Amel tamamlandı diye düşünülür. Herkes gözlerini açar. Teveccühün şeklini de bozar. Ben de bir abdest alayım. Bu amel de sünnettir, abdest üzerine abdest almak.