“Sermaye bu yolda heman, teslim olup Şeyh’e inan”

18.08.1989, Hanımlara Sohbet

Bir Köroğlu türküsü vardır.

Her türkünün, her kelamın bir mecazı var bir de hakikati vardır. Herkesin anladığına göre.

Mesela “yâr-yâr”, “yâr-yâr”  denilir.

Ama kaç türlü yâr var. Bundan ne kadar anlamlar, bundan ne kadar manalar çıkıyor.

Çok manalar vardır, ama hakiki yâr Allah’tır.

Yâr demek; yardım eden, ondan yardım gelen.

Yâr-yâr diyor ya, insana neden yardım geliyorsa, nereden yardım geliyorsa odur ama, insanlara hakiki yardım Allah’tan gelir.

İnsanların hakiki yârı yardımcısı Allah’tır. Allah’tan başka, insanların yârı yardımcısı hepsi mecazdır,  aldatıcıdır, geçicidir. Onun için bak;

Eğer aşık isen yâra

Sakın aldanma ağyâra

Düş İbrahim gibi nara

O gülşende  yanar olmaz

Diyor ki; eğer sen de yâra aşıksan,  Allah’a aşıksan, ağyâra  aldanma.

Ağyar ne?

Ağyar da seni yârdan ayıran.

“Ben Allah’ı seviyorum, seviyorum” diyorsun ama, Cenabı Hak senin ve benim kalbimize bakıyor, kalplerimize nazar ediyor.

İnsanların kalbi nazargâhı ilahidir. Cenabı Hak diyor ki; biz insanların  kalplerine nazar ederiz, kalplerine bakarız, boylarına, soylarına, güzelliklerine, zenginliklerine, maharetlerine, marifetlerine hiç bir şeylerine bakmayız. Kalplerine nazar ederiz.

Onun için; “seviyorum, seviyorum”  diyorsun ama, kalbinde ne var? Kalbinden neyi seviyorsan Allah onu görüyor, biliyor.

Eğer Allah’ı seviyorsan; kalbinden  arzuları çıkaracaksın ki Allah’ı sevmiş olasın. Onu ifade ediyor ki;

Eğer âşık isen yâra

Sakın aldanma ağyara

Sen Allah’ı seviyorsan kalbinde daha başka bir sevgi olmasın.

Başka sevgiler olursa, o sevgi perdeler, seni Allah’tan ayırır. Başka sevgiler, başka  arzular seni Allah’tan uzaklaştırır.

Düş İbrahim gibi nara

O gülşende yanar olmaz

Bakın, İbrahim Aleyhisellam’ı ateş yakmadı. Niye yakmadı?

O da insandı, beşerdi, peygamberdi. 

Peygamberler de zahiren beşerdir.  Peygamberler de melek değiller. Melekler; yemezler, içmezler, melekleri ateş yakmaz, kül olmazlar, melekler ihtiyarlamazlar, hastalanmazlar, ölmezler.

Ama insanlar; yanar da, insanlar düşer de. İnsanlar hasta da olurlar, insanlar ihtiyar da olurlar, yorulurlar, aç da kalırlar telef te olurlar, susuzluktan telef te olurlar.

Bu insanlarda vardır. Meleklerde böyle bir şey yoktur. Peygamberlerin zahirde beşeriyeti var, onların da yemeleri içmeleri var, kuşkuları var, hastalığı var. Ne meşakkatler çekiyorlardı, ihtiyar oluyorlardı.

Mesela bak; İbrahim Aleyhisselam, ihtiyar oldu çok yaşadı.  Nuh Aleyhisselam 900 sene yaşadı. İbrahim Aleyhisselam da çok yaşadı onun yaşı 100’ü geçti.

Cenabı Hak onun ruhunu alacağı, kabz edeceği zaman, Azrail’e dedi ki;

Git halilim İbrahim’in (halilim demek dostum demektir, bakın ama ne kadar Allah’a sevilmiş) ruhunu kabz et, ama onun gönlünü razı et ondan sonra kabz et.

Cenabı Hak, Onu razı etmeden onun ruhunu alma diyor.

Azrail de  İbrahim Aleyhisselam’a bir ihtiyar suretinde geliyor. İbrahim Aleyhisselam  ihtiyar, Azrail de çok ihtiyar suretinde geliyor. O kadar ihtiyar ki, sesi duyulmuyor.

İbrahim Aleyhisselam, O ihtiyara,

—Kulağımın içine bağır ki işiteyim, diyor. 

Beli bükülmüş, yüzleri iyice kırışmış, ağzından salyalar akıyor, gözlerini çapaklar bürümüş açamıyor, çok bitkin bir vaziyette elinde değneğe dayana, dayana geliyor.

—Ya İbrahim açım ben, diyor.

İbrahim Aleyhisselam ona çorba koyuyor ki yesin, çorbayı kaşığa alıyor kaşıktaki çorbayı ağzına götüreceğine kulağına götürüyor. Sallanıyor, sallanıyor kaşığın içinde çorba kalmıyor. Çorbayı yiyemiyor.

İbrahim Aleyhisselam bunu görünce soruyor;

—Baba kaç yaşındasın sen? (İbrahim Aleyhisselam 100 yaşındadır) Oda diyor ki;

— Ben 101 yaşındayım.

— Bir sene sonra ben de mi böyle olacağım?  Diyor, İbrahim Aleyhisselam. 

İhtiyar,

—Evet sende, tabi ki sen de  böyle olacaksın, diyor.

İbrahim Aleyhisselam;

—Ya Rabbi ben böyle olmadan benim canımı al.

Azrail Aleyhisselam, İbrahim Aleyhisselam’ı böyle razı ediyor.

Eğer asık isen yâra

Sakın aldanma ağyâra

Düş İbrahim gibi nara

İbrahim Aleyhisselam da ne yapmış?

Ateş yakmamış onu, niye onu ateş yakmamış?

O da peygamber ama beşer.

Hani onu da yakardı niye yakmamış onu?

O ağyârları çıkartmış, sadece yârla beraber kalmış. Ona hiç kimsenin yardımı olmamış, hiç kimseden yardım beklememiş.

—Gerekmez bana başkasının yardımı Rabbim bana yeter[1], demiş.

“Rabbim bana yeter[2]”.

Cenabı Hak onu ateşten kurtarması için yetkili melekler gönderiyor, dört tane melek gönderiyor.

O da atılmış havada  gidiyor,  onu ateşe aletle attılar, havalandı, gitti havadan ateşin ortasına düşecek, havan topu gibi.

(havan topları vardır, askeriyede açılma ateşi yapar; havadan atarlar gider yerine düşer, tabii aletleri var, derecesi var, mesafesi var)

O zaman Cenabı Hak, yetkili meleklere; “gidin İbrahim’i kurtarın ateşten1” diyor.

Öyle yetkili melekler var ki; Cenabı Hak yere memur, yerin müekkeli, yerlerin, dağların amiri, suların denizlerin amiri, rüzgarların amiri, ateşlerin amiri melekler halk etti.

Her ne kadar bugün coğrafi bakımdan felaketleri, depremlerin sebebini nereden biliyorlar, yeraltında madenler var, madenler yanıyor. Boşluk kalıyor, toprakta bazı çöküyor, hareket oluyor deniyor.

Ama, biz buna mı? İnansak yoksa;

“izâ zülziletil ardu zil zâlehâ, ve ehrecetil ardu esgaleha[3]

Cenabı Hak Kur’anı Kerimde böyle; “biz yeri tabaka-tabaka (bir melek vasıtası ile) sallarız”, buyuruyor.

Lut kavmini bir melek kanadını taktı, bir rivayette Cebrail, bir rivayette Mikail (as) ama melek kanadını taktı.

Aşikar olarak insan suretinde geldiler. O kavimde yedi kişi azdı. Çok kötü şeyler yapıyorlar, insanlar da onlara neyimize lazım diyor, müdahale etmiyorlardı.

Bu yedi kişi insanlara musallat oluyor. Yetmiş bin kişi yedi kişiye müdahale etmez mi? mani olmaz mı? Olmuyorlar.

Lut Aleyhisselam’ı da rahatsız ediyorlar, huzursuz ediyorlar. Neticede Cenabı Allah onlara dört meleği beşer suretinde gönderdi. Bu meleklere de geldiler ve kötü fiil işlemek istediler.

Onlar (Melekler) neticede maharetlerini işlediler. Cebrail Aleyhisselam, Mikail, Azrail, İsrafil. Cebrail Aleyhisselam kanadını yerin altına sokuyor, kaldırıp havadan çeviriyor.

Bu ne kuvvettir, ne güçtür?

İşte yerlerin müekkeli bir melek vardır. O melek İbrahim Aleyhisselam’a geliyor, diyor ki. Ya İbrahim diyor,

—Ben yerlerin memuruyum, yerlerin amiriyim, şu yüksek dağları getirip ateşin üstüne çeviririm sen müsaade eder misin?

—Hayır, diyor. Ne ile yapıyorsun bu mahareti, marifeti gücü nereden alıyorsun?

Melek;

—Rabbimin vermiş olduğu güç ile kuvvet ile yapıyorum, diyor.

—Ben senden istemiyorum, gücünü kuvvetini, ben O’ndan istiyorum. Sen girme bizim aramıza, sen çık, O bana yeter2. Senin beni kurtarmanı istemiyorum, sen çık aramızdan, diyor.

İşte bundan sonra; rüzgarların meleğini, dağların meleğini, suların meleğini, hepsini aradan çıkarıyor, hepsini reddediyor.

 Cenabı Hak o zaman ateşe emrediyor.

“Yâ nâru kûni berden ve selâmen alâ İbrahim[4]

Ateşe Cenabı hak kendi kudret lisanı ile, “Ey nâr, ey ateş,  İbrahim’i yakma ve onu üşütme de,  yakmayacaksın, üşütmeyeceksin, onun vücudunu rahat edeceği şekilde olacaksın”, diyor.

İşte burada kelamı kibarda;

Eğer aşık isen yâra

Sakın aldanma ağyâra

Sen de Allah’ı seviyorum diyorsan, Allah’ın aşkıyla diyorsan, ağyârları çıkar aradan.

Ağyarları çıkarırsan aradan, nasıl İbrahim Aleyhisselam ağyarları çıkardıysa, ateş onu  yakmadı, ateş ona gülistan oldu, sana da olur.

Eğer aşık isen yâra

Sakın aldanma ağyâra

Düş İbrahim gibi nara

O gülşen de yanar olmaz

Peki İbrahim Aleyhisselam’ı ateşe Nemrut attı.

Her zaman için her Müslüman’ın nefsi vardır, ruhu vardır.

Nefsi Firavun’udur, ruhu Musa’sıdır. Nefsi Nemrut’udur, ruhu Halil’idir.

Nemrut’un ateşinden İbrahim (as) ne ile kurtuldu?

Allah’a çok teslim, tevekkül olmakla, inanmakla Allah’ı  zikretmekle kurtuldu.

Bir müridin de nefsi onun Nemrut’udur. Onun şerrinden, onun küfründen onun zulmünden nasıl kurtulacak?

Ancak Rabıtasına teslim olmakla, Ona inanmakla kurtulacaktır.

Bak kelamı kibarda;

Hazret-i Pîrim delîlimdir Halîlimdir benim  

Dil sarâyı ravza-i beyt-i celîlimdir benim     

Ana teslîm ettiğim nefs-i zelîlimdir benim     

İnkıyâd ettim bıçağa uymuşam İsmâîl'e        

Dil sarayı ne?

Dil sarayı Evliyaullah’ın kalbidir. Evliyaullah olacak ki dil sarayı olsun.

Zaten Cenabı Hak kutsi hadisinde buyuruyor; “Hiç bir yere sığmam mümin kulumun kalbine sığarım[5]”.

Dil sarâyı ravza-i beyt-i celîlimdir benim     

Evliyaullahın kalbi dil sarayıdır. Dünyadan büyük, Dünyalardan büyüktür.

Niye dünyadan büyük?

Cenabı Hak; “ben hiç bir yere sığmam onun kalbine sığarım” buyuruyor.

Evliyaullah’ın cismi Cenabı Hakk’ın tecelli tûrudur.

"Allah'u nûrun" nûru

Sende kılmış zuhûru

Cismin tecellî Tûru    

Gönlün me'vâde sâkî 

Öyleyse bir insan, bir mürit Evliyaullahın, Şeyhinin gönlüne, kalbine girerse, ne yapar Allah’ı orada bulur, Peygamber efendimizi orada bulur.

Evliyaullahın ruhu;

Ravzayı Mutahhara’dır, Allah’ın zatı Allah’ın hakikatidir.

Kalbi de;

Allah’ın sarayıdır, evidir.

 Hazret-i Pîrim delîlimdir Halîlimdir benim 

Dil sarâyı ravza-i beyt-i celîlimdir benim     

Ana teslîm ettiğim nefs-i zelîlimdir benim     

İnkıyâd ettim bıçağa uymuşam İsmâîl'e        

İsmail Aleyhisselam babasının bıçağına boynunu uzattı,

—Baba söz sana karşı gelmeyeceğim, Allah’a verdiğin sözü işle, ellerimi çöz de öyle işle, ellerimi niye bağlıyorsun hiç çabalamayacağım. Sana teslim oldum kes, ama gözlerimi bağla belki bakarım, benim bakmamla senin merhametin şefkatin olur da beni kesemezsin[6], diyor.

Onun için tasavvufta da, bunların zahirde bir belirtisi yok, görüntüsü yok ama itimat edin; Tarikatı anlayan ve yaşayan mürit bunları yaşıyor. Ruh aleminde gönül aleminde bunları yaşıyor, bunları geçiyor.

Onun için bak kelamı kibarda;

Yandırdın derûnum nâr-ı Nemrûd'a 

Gülşanımın vakti yetişmedi mi          

Bütün cism ü cânım eyledin hurda

Azâlarım yanıp tutuşmadı mı

Derunumda gönlümde Nemrutun ateşi gibi bir ateş var, yakıyor beni. Ama İbrahim Aleyhisselamın Nemrut ateşi gibi, bu ateş bende ne zaman gülistan olacak?

Olacak ama ne zaman olacak?

Ne zaman ki sende; 

       Sermaye bu yolda heman teslim olup şeyhe inan

       Sıdk ile Allah’a dayan gör olmaz mı ihsan sana

O zaman, ne  ihsan olur?

Karşına almışken gonca gülünü

N'oldu sana terk eyledin ilini

O ateş sende ne zaman gülistan olur?

Ateş ancak varlığını yakar giderir o zaman.

Ne olur?

Yanar gider. Zaten perde senin varlığın, senin ayrılığın. Eğer sen varlığından kurtulduysan perden kalktı.

Mesela senin ayrılığın bitti.

Ne oldun?

Sevgilinle beraber oldun.

Ne oldun?

Fenafişşeh oldun, ya fenafirresul oldun, ya da fenafillah oldun. 

Ama bunlar sırayla; fenafişşeyh olmadan fenafirresul olamayız, fenafirresul olmadan fenafillah olamayız.

Peki; “Ben çok seviyorum benim çok aşkım muhabbetim var. Ben ondan fazla seviyorum da niye olamadım”

Canım senin ruhunda olmuş, sen olmuşsun, yeter ki sen onu muhafaza et, inancını muhafaza et, muhabbetini muhafaza et. Tarikatın dört şartı var, sen bu dört şartı muhafaza ettin mi tamamdır.

Dört şart ne?

Muhabbet,  İhlas, Adap, Teslim (Teslimiyet)

Bunlar olmazsa zaten bir mürit terakki edemez.

Muhabbet kolay, çok çetin değil diye söylüyorlar. Yapamayana çetin, bunların hepsi inanca bağlıdır.

Onun için bak Salih baba ne buyuruyor;

    Sermaye bu yolda heman teslim olup şeyhe inan

Ve,     

Kim şeyhini Hak bilmedi Hakk'ı dahi bilmez

Başka,

Varlık dağın delmeyen

Ağlar iken gülmeyen

Şeyhini Hak bilmeyen

Düşer hüsrâna  sâkî  

Hüsran ne?

Zarar. Zarar neymiş; şeyhimizi hak bilmezsek, yani tarikatı hak bilmezsek o zaman zararda oluyoruz. Çünkü niye bu böyle oluyor;

İnsanlar Allah’ı ilmel yakın bilirler,

Alimler Allah’ı ilmel yakın bilirler. İlimleri ile bilirler.

Tabî alimler; Ayetleri, hadisleri anlıyorlar, Kur’anı Kerimin manalarını anlıyorlar.

Cenabı Hak her şeyi bize Kur’an’da bildiriyor. Zatını da, Azametini de, Meleklerini de, Kibriyasını da, Ef’alini de,  Kudretlerini de, Halkıyyetlerini de, Dünyayı da, Ahireti de, Semavatlarını da, Semada ne var, göklerde ne var, yerlerde ne var, deryada ne var, denizlerde ne var, bunların hepsini bildiriyor.

Alimler Allah’ı ilmiyle bilirler, fakat Abidler, hem ilimleriyle bilmişler, hem de amelleri ile yaklaşmışlar. Bildiği bir şeye yaklaşmış, Allah’a yaklaşıyorlar.

Ama Aşıklar; Aşıklar Allah’ı hakkel yakin biliyor.

Demek ki,

İlmel yakin; bildiriyor, mesafe bırakıyor,  

Aynel yakin;  yaklaştırıyor,

Hakkel yakinse; bilinenle bileni birleştiriyor.

Salih baba divanında geçiyor;

                 “Bilenle  bilinen ol can değil mi”

Sonra yine buyuruyor,

Bi-hamdillah kamu varım sen oldun

Her eşyâda taleb-kârım sen oldun    

Elhamdülillah her varlığım sensin. Her eşya, her cisim, canlı, cansız görünen ne kadar neler varsa,  bunların hepsinde ben seni talep ediyorum, seni görmek istiyorum.

Evet sonunda diyor ki;

Her eşyâda taleb-kârım sen oldun    

Buradaki anlam şudur;

İnsanların eşyada bir arzusu var. Zamana  göre mesela,  giyim eşyaları, kullanma eşyaları, mesela elektrik cihazları var değil mi, elektronik cihazlar var. Bunların hepsinde seni talep ediyorum.

Bi-hamdillah kamu varım sen oldun

Her eşyâda taleb-kârım sen oldun    

Neye baksam seni anda görürem      

Bu manâdan meded-kârım sen oldun           

İşte, demek ki hakkel yakın bilmek böyleymiş.

Evet, İlmel yakın Allah’ı bildiriyor mesafe bırakıyor.

Aynel yakın Allah’a yaklaştırıyor,

Ama hakkel yakın, perdesiz perdeleri kaldırıyor.

Perde ne?

Bu eşya  perdedir. Senin benim varlığım  perdedir. Biz varlığımızdan kurtulursak, bu eşyanın varlığından kurtulursak perdeler kalkıyor.  Perdeler kalkınca işte;

“Gören ve görünen ol can değil mi”

Evet hamdolsun, şükrolsun.  Allah şerefinizi makamınızı yüceltsin.  Allah ömrünüzü uzun etsin, Allah ömrünüzü, amelinizi, imanınızı muhabbetinizi muhafaza etsin.

            “Hiç nimet olur mu bundan ziyade”

Buyuruyorlar büyüklerimiz.

Bu hangi nimet?

Zenginlik değil, bu sıhhat değil,  bu köşk apartman bunlar değil. 

Bu nimet; Allah bizi Müslüman halk etmiş,

Bu nimet; Allah bizi sevgili Habibine  ümmet etmiş 

Bu nimet; Allah sevdiklerini bize sevdirmiş. 

En büyük nimette budur.

Niye?

Çünkü; En büyük nimet bizim için, Cenabı Hak  hakikaten  Ruyetullahı halk etmiştir, gösterecektir. En büyük nimet budur ve kulu kendi zatım için halk ettim buyuruyor.

Allah, bütün nimetleri kulu için, kulu da zatı için halk etti. Onun için kelamı kibarda  geçer, bunu ifade ediyor.

               Dünyaya geldim gitmeye

               İlmile hilm’e yetmeye

               Aşk ile can seyretmeye

Bu dünyaya geldim gitmeye; anlaşılıyor, bunu anlıyoruz. Buna inanılıyor. Gelişimiz-doğuşumuz, gidişimiz-ölüşümüz, doğduk öleceğiz.

Dünya ne için?

İlim için,  dünyaya bir maksat için geldik.

Maksadımız ne?

Maksadımızda burada Rabbimize kulluk edelim,  Allah’a kulluk edelim, Allah’ın cennetine girelim,  Allah’ın cemalini müşahede edelim.

Fakat her cennete giren Allah’ın cemalini müşahede edecek mi?

Edemeyecek. 

O zaman ne lazım;  madem ki bu kelama ilave etmiş,  

               Aşk ile can seyretmeye

Öyleyse aşka duçar olmak lazım.

Aşk demek meşayih’tir, aşk; tarikata inanmak meşayihi sevmektir.  Aşk buradan kaynaklanıyor.

Onun için Celali baba, aşıklardan, hak aşığı diyor ki; 

   Meta’ımdan alan  gelsin

   Derin deryadan almışam

Derin derya ne? 

İlimdir, derin derya. 

Fakat nasıl bir ilim?

Her ilmin mâfevkinde bir ilim vardır. Mesela ilim denilince aklımıza medrese ilmi gelmesin. Medrese ilmi hakkında Yunus Emre buyuruyor.

                    Bin kez okur isen aktan karayı 

                    Bir kamil mürşide  varmazsan olmaz

                    Gel ey gardaş hakkı bulayım dersen

                    Bir kamil mürşide varmazsan olmaz

                    Resulün cemalin  göreyim dersen

                    Bir kamil mürşide  varmazsan olmaz

Buradan şunu anlayacağız, mürşitsiz olmaz.

Bak Peygamber efendimiz; “el ulemâü verasetül enbiya; âlimler, veliler, peygamberlerin vârisleridir[7]”. Öyleyse;

Onları tanımak lazım,

Onları bilmek lazım,

Onları  bulmak lazım.

Bunlarla Peygamber efendimizi bulacağız.

Öyle zaten,  bak tarikatımızın nimetleri, halleri, makamları  bunlardır.

Öyleyse bir mürit bunları buldu mu ne oluyor?

Fenafişşeyh oluyor. Fenafişşeyh olmadan fenafirresul olmak mümkün değildir.

Bunlar ruhi muameleler, ruhun tahsilleridir. Ruh tahsil görüyor.

Ruh ne tahsili görüyor?

Nasıl ki bir çocuk  ilkokulu bitirmeden, diploma almadan onu ortaokula kaydetmezler, ortaokulu okuyamaz, gidemez mümkün değil. İlkokulu bitirecek diplomasını alacak, onu babası götürecek ortaokula kaydettirecek. Ortayı okuyacak, liseyi okuyacak  diplomayı alacak sonra da fakülteye başlayacak.

Bakın evvela bir insan  fenafişşeyh oluncaya kadar onun ruhu ilkokul tahsili yapıyor.  Misal bu, nasıl zahirde ilk evvel ilkokul okunuyor. 

O fenafişşeyh olduktan sonra o ilkokulu bitiren bir talebe gibi onun velisi, meşayihi; bu sefer onu alıp götürüyor,

—Ya Resulullah senin ümmetin, diyor ona teslim ediyor.

Onun için bak kelamı kibarda bunu ifade etmiyor mu?

Cânım fedâ olsun Resûlullâh'a

Bizi kabûl etti âlî dergâha

Emr eyledi şeyhim Muhammed Şâh'a

Çıkardı zulmetten bedrâya bizi         

Muhammed Şah’tan mana herkesin meşayihidir.

Emr eyledi şeyhim Muhammed Şâh'a

Çıkardı zulmetten bedrâya bizi         

Bu kelam neyi ifade ediyor?

En evvel bir müridin ruhu fenafişşeyh olmadıktan sonra fenafirresul olamıyor, Resulullah’a gidemiyor, makbul ümmet olamıyor, Peygamber efendimizi bulamıyor. İşte onun için Yunus Emre de

                         Gel ey gardaş hakkı bulayım dersen

                         Bir kamil mürşide varmazsan  olmaz

                        Resulün cemalin göreyim dersen

Bir kamil mürşide varmazsan  olmaz

                         Gelin gardaşlar  gidelim nile

                         Nice aşıkların  bağrını dele

                         Cebrail  delildir Ahmede bile

                         Bir kamil mürşide  varmazsan olmaz

Bunda bir sır var,

                           Niceleri gittiler mürşid arayı

                           Arayanlar buldu derde devayı

                           Bin kez okur isen aktan karayı

                           Bir kamil mürşide varmasan olmaz

Diyor ki; çok kimseler mürşit aramaya gittiler ve arayanlar da buldular.

Bu da Allah’ın emridir. Çünkü Cenabı Hak; “ileyhil vesilete[8]” buyuruyor. Kur’anı Kerimde ayet, bir vasıta ara deniliyor. Bu bir emirdir.

Burada vasıta meşayihtir. İnsan arayıp bulacak vasıtayı.

Mesela diyelim  denizi geçeceksin, vasıtasız denizi geçebilir misin? Çok yüksek Ağrı dağı var arkasına geçeceksin, neyle geçeceksin? Vasıtayla, mesela uçakla  geçeceksin.  Uçaksız ve gemisiz gidilmeyen yere insan neyle gider? Ancak gemiyle gider uçakla gider.

Öyleyse Cenabı Hak burada kendinize bir vesile bir vasıta arayın, buyuruyor. İşte Yunus Emre de

                       Niceleri gittiler  mürşit arayı

                       Arayanlar buldu derde devayı 

                       Bin kez okur isen aktan karayı 

                       Bir kamil mürşide  varmazsan olmaz

Burada, yani bin sene yaşasan, bin sene medrese ilmi okusan senin yine de bir mürşide ihtiyacın var.

Bir mürşidi eğer tanımazsan, kamil mürşide varmazsan, varlığını onun varlığında yitirmezsen sen Allah’tan geldin Allah’ı bulamazsın. O zaman Allah’tan gelen ruh Allah’ı bulamaz.

Cenabı Hak her şeye bir sebep vermiş, müsebbiple halk etmiştir. Her şeyi  müsebbiple bir vasıtaya  dayamıştır. Onun için burada demek ki; 

Aşk ile can seyretmeye

Burada, ancak aşk’a duçar olmazsa bir insan, Allah’a ulaşamaz.

Çünkü Allah’a vasıta  Aşktır; zikir, fikir, ibadet değil.

Zikir, fikir, ibadet de Allah’ın emridir, yanlış anlaşılmasın, zikir, fikir, ibadet de Allah’ın emridir. Bakın ama bu cesededir.

Ancak cesette bir hareket var, cüzi irade cesettedir. Onda farz kılınmıştır. Ama ruhta irade var mı? Ruhta irade yoktur, ruhta irade var denilmez. Cenabı Hak “Gulirruhü min emri rabbi[9]” emri fermanında ne buyuruyor?

Peygamber efendimize ruhtan sormuşlar. Bunun üzerine Cenabı Hak ayet inzal ediyor. Habîbim; sana ruhtan soruyorlar. De ki; “Ruh rabbimin emrindedir, gulirruhü min emri rabbi”.

Öyleyse burada mesul olan cesettir, mükellef olan cesettir. Şeriat cesededir.

Ama işte ceset de ne yapıyor?

Ceset de ruhun kalıbıdır. Ceset de ruhu taşıyor.

Mesela; bu suyu getirip koydular bu bardağa, bu bardak pis olsaydı suyu temiz  tutar mıydı? Tutmazdı.

Ama bu sefer  bardak temiz, su temiz değil, bardak suyu temiz eder mi?  Etmez.

Onun için insanlarda  şeriatta var, tarikatta var.

Şeriatsız da olmuyor, tarikatsız da olmuyor. 

Şeriat ceset ile tarikat da ruh ile oluyor.

Öyleyse biz cesedimizden haberdarız, ruhumuzdan haberdar değiliz.

Öyleyse ruhumuzun muamelelerinden de haberdar değiliz, biz ruhumuzun eğitiminden de haberdar değiliz. Tarikata girdiyse, bizim ruhumuz ne gibi muamele görüyor?

Tarikat ruh ile ilgilidir. Bir insan tarikata girdiyse, meşayihe inandıysa, meşayihe mürit olduysa onun bir muamelesi vardır. Ruhi bir muamelesi var, ruhi bir eğitimi var. Onu biz bilemiyoruz.

Ama bilmek mühim değil inanmak mühimdir. Biz neye inandık?

..teslim olup şeyhe inan

Burada, eğer bu inanç olursa tamamdır.

Neyle inanacağız, evet bizim ruhumuzu yetiştiriyor.

Nasıl bir anne çocuğunu doğurup, dünyaya getirip, onu besliyor, büyütüyor, emziriyor, yıkıyor, yatırıyor, yediriyor, içiriyorsa, demek ki hizmet görüyor. Görmezse çocuğu büyütemez. 

Evliyaullahın velayeti de hizmet görmezse onun ruhu gelişmez.

Evliyaullahın ruhu, müridin ruhunu yetiştiriyor, buna inanmak lazım.

Buna inanmak için de, tarikatın dört şartı var;

Muhabbet, İhlas, Adap, Teslim.

Muhabbet; mürit meşayihi canından çok fazla sevecek.

İhlas; mürit meşayihini büyük görecek. Meşayihler çoktur, hepsi cemdir, hepsi de meşayihtir. Ama benim meşayihim en büyüğüdür, hepsinden daha üstündür diyecek. Onun için divanda geçiyor;

Hakîkat erleri çoktur bu gülzâr-ı cihân içre  

İnkar etmiyor başka hakikat erlerini.

Hakikat erleri kim?

Hakikat erleri; şeriatı, tarikatı bilenler, yaşayanlar, hakikat’e ulaşmış kimseler.

Hakikate ulaşınca ruhlarına salahiyet, ruhlarına yetki almışlar. Ruhlarını büyütmüşler, onların ruhları kemale ulaşmış, cesetleri değil.

Fakat;

Hakîkat erleri çoktur bu gülzâr-ı cihân içre  

Muhammed Pîr-i Sâmî'dir kamunun şâh-ı merdânı

Buyuruyor. Tarikatın bir şartı; her mürit meşayihini büyük görecek ki onu sevebilsin. Büyük denilince; tebliğ memurları var, irşat memurları var, bir Gavs var, bir de Kutup var.

İrşat memurları çoktur, olabilir. Zaten tebliğ memurları daha da çoktur. Fakat Gavs bir tanedir, Kutup bir tanedir.

Herkes meşayihini Gavs bilirse, Kutup bilirse, hangisidir Gavs, Kutup? Allah bilir. Ama eğer herkes meşayihini böyle bilirse kendisine faydası, yararı vardır.

Fakat bir de açık delilleri vardır. Ne gibi  açık deliller?

Mesela; bizim silsilemizden adı geçenler Gavs, Kutuptur. Kutbul aktab, kutbul irşat, gavsul azam hep böyle geçmişlerdir. Ama bunların hakikatten ilerisine gitmeyelim. Mevlana Halidi Bağdadi Hazretlerinden bu yana düşünecek olursak, yani Salih baba demiş ama doğruyu söylemiş;

Hakîkat erleri çoktur bu gülzâr-ı cihân içre  

Muhammed Pîr-i Sâmî'dir kamunun şâh-ı merdânı 

böyle buyurmuş.

Peki Celali Baba, şeyh dedemiz; şeyh efendimizin (Dede Paşa) şeyh efendisi olan Muhammet Beşir efendimiz, hakkında ne buyurmuş;

(ilk evvela muhalefet etmiş. Ondan sonra ona bir hal olmuş. Bir hastalık gelmiş ölüyormuş, ölmekten dirilmiş, ona hakikat bildirilmiş, bu sefer demiş ki)

Habibi kibriyanındır bu dergah

Kasem olsun inan vallahi billah

Neden münkir olalım Allah Allah

Sultanı enbiya varisi geldi.

Böyle sırayla söylemiş sonunda da der ki;

Celali dur selama gözle râhi

Budur burc-ı felekin şems u mâhı

Tariki Nakşi’nin piri penâhı

Elinde Gavis’lik fermanı geldi.

Bak simdi bunlar var ise bizim şeyh efendimiz Dede paşa hazretleri ve Muhammet Beşir efendimiz zamanında  tabi ki çok meşayihler vardı. Onlar da açıkça delil bulup gösteremezler, söylerseler mesul olurlar, ama inançları vardır. Her mürit de kendi meşayihini vaktin gavsı bilecektir. Ama bak, bunların delilleri var. Kelamı kibarda delilleri var, çünkü kelamı kibar haktır. Kelamı kibarda galat olmaz.

Ayet ne ise, hadis ne ise, kelamı kibar da odur. Ona insan inanacak.

Kelamı kibarda söylenen haktır. Peki şimdi biz bunu düşünecek olursak ve anlamak istersek;

Mevlana Halidi Bağdadi hazretleri Zulcenaheyn’dir (çift kanatlı), Üveysi ve çok büyük bir alimdir. Medrese ilminin dört ilmini bitirdikten sonra ona ne olmuş?

Abdülkadir Geylani Hazretlerini çok seviyormuş onun sülalesindenmiş. Abdülkadir Geylani sultanı evliyadır yani Evliyanın sultanı.

Kutbul Arif; Ne demek? Ne kadar Evliyaullah varsa hepsinin kutbu, başıdır.

Böyle olduğu halde Mevlana Halidi Bağdadi hazretleri, Abdülkadir Geylani Hazretlerine (zaten kendisi Bağdatlı) gidiyor, daima türbesini ziyaret ediyor, çok ağlıyormuş, himmet bekliyormuş. Bir gün Abdülkadir Geylani Hazretlerinin türbesinden alıyor cevabı;

—Oğlum  Molla Halid diyor, benim tarikatıma bidat karıştı. Sen Azizan tarikatına git.

Bizim tarikatımızın bir adı da Azizan tarikatı, Hacegan tarikatı, Nazenin tarikatı,

Nazenin; kibar, çok nezih.

—Sen Azizan tarikatına git, diyor.

—Nerdedir bu Azizan tarikatı? diyor.

—Sen Beytullah’a git diyor. Orada Beytullah’a ilk gidişinde kimi bulursan  onunla görüş, diyor.

Bağdat-Beytullah  tabi çok uzak yol, bu gidiyor, kaç ayda gidiyorsa gidiyor. Beytullah’a girdiği zaman bir adam görüyor. Beytullah’a ayaklarını uzatmış böyle horlayarak uyuyor.

Bunu kerih görüyor. Burada da böyle hareket olur mu? diyor. Bu hoşuna gitmiyor ve yanına gitmek istemiyor.

Bu arada adam elini yakasına götürüp canlı bir şey öldürüyor. Ne terbiyesiz adam cinayet de işledi, diyor. (Beytullah’ta bir sinek öldürmek cinayet yerine geçiyor, orada haram sınırı var). O arada bu adam doğruluyor;

—Molla Halid gel hele, diyor.

—Bu benim Molla Halid olduğumu nerden biliyor, diyor. İlerliyor yanına gidiyor.

— Molla Halid, sana  bir sualim var cevabını ver, diyor.

— Buyur efendim, diyor.

Adam diyor ki; 

—Bir insan Hâlilin yapmış olduğu binaya arkasını verirse Celilin yaptığı binayı seyrederse ne lazım gelir.

Celil’in yaptığı binadan mana burada Molla Halidin kalbini bahsediyor.

—Bir şey lazım gelmez efendim, diyor.

—Ama Molla Halid sen nasibini burada alacaktın, kaçırdın. Gel Hindistan da beni  bul, diyor.

İşte bu adam Abdullah Dehlevi hazretleri imiş.

Molla Halid;

—Geylani hazretleri bana ne dedi, ben ne ettim, ne iş yaptım. Abdulkadir Geylani hazretleri bana böyle, böyle dedi, ben niye böyle onu karşıladım, diye çok büyük nedamet duyuyor.

Oradan asıl  memleketine gidiyor. Orada Seyyid Abdullah adında amcasının oğlu var, yaşlıymış buna durumu anlatıp diyor ki;

—Beraber gidelim Hindistan’a,

O da (Seyyid Abdullah);

—Hindistan’a gitmemiz bir sene sürer, buraya gelmemiz bir sene sürer, belki orada iki-üç sene kalırız, burada çoluk var, çocuk var. Bunlar ne olacak, diyor. Gel birimiz gitsin, birimiz burada kalıp, ikimizin de evinin ihtiyacını görsün, oraya giden ne kazandıysa, yarısını burada kalana versin.

Seyyid Abdullah yaşlı imiş, sen git ama ne kazandıysan yarısını bana vereceksin, diyor. O da peki, diyor.

Mevlana Halid gidiyor. Bakın şimdi orada, Beytullah’ta onu kerih görmeseydi, orada irşat olacaktı, Abdullah Dehlevi Hazretleri onu irşat edecekti.

Ama ilminden geçirmek böyle oluyor. Aynı Şems de Mevlana hazretlerini ilminden geçirmek için böyle yapmıştır. Cahilliğe düşürmüştür. Cahillerin yapmadığı hareketleri yaptırmıştır. Onun ilminden geçirmek için, şöhretini kırmak için. Halkın gözünden düşürmek için yapmıştır.

Şöhrette afat vardır. İnsanlarda ilim de bir varlıktır, amel de bir varlıktır. Şöhret de bir varlıktır. Onun için bunlardan geçmek kolay değil, insan bunlardan kolay geçemez.

İşte Mevlana Halidi Bağdadi hazretleri yedi seneye Hindistan’a gitmiş ki Abdullah Dehlevi hazretleri dünyasını değişmiş, kaim makamı yerinde, orada Hz. Ziyaeddin duruyor.

Abdullah Dehlevi Hazretleri, Ziyaeddin Hazretlerine ölmeden evvel diyor ki;

—Bağdat’tan Molla Halid geliyor, o gelinceye kadar ben dünyamı değiştiririm, ama ona gereken muameleyi yap onu iyi yetiştir, diyor. Manevi gücün, kuvvetin, maharetin neyse ona işle diyor, böyle tembihliyor.

Mevlana Halid geliyor görüyor ki gördüğü adam değil. Eyvah, diyor. Ama Ziyaeddin Hazretleri;

—Merak etme hiç değişen bir şey yoktur, diyor. Senin gördüğün Hazreti Pir bana ısmarladı, diyor. Sen korkma, hizmetini gör alacağını alırsın, diyor.

Ona, yedi sene su taşıttırıyorlar, tekkeye sakalık yaptırıyorlar. Ağacın ucuna küfeleri bağlar omzunda dereden su taşırlar. Bunlara saka, hamal derler. Omuzları yara olmuş, yaraları kabuk bağlamış, kabuklar kalkınca kanıyormuş.

Bir Ermeni hanımı varmış. Onun kapısının önünden suyu götürürken, o Molla Halid’in yaralarını kanamış görünce, bu hanım onun yaralarına bakmış tedavi etmiş pamuk getirmiş, o yaraların üzerine zorla ısrar ederek koymuş.

Bunu Ziyaeddin Hazretleri görmüş.

—Molla Halid o nedir, demiş.

O da demiş ki,

—Efendim, ben bunu rızamla koymadım, filanca madam getirdi yaranın üzerine yemin verdirdi, zorla koydu, diyor.

—Gel o zaman, gel diyor Ermeni hanımın o yaralar için yazığı geldi de bizim yazığımız gelmez mi, Hazreti Resullulahın  merhameti gelmez mi, Allahın rahmeti sana gelmez mi, diyor. O zaman ne yapıyor? İrşat ediyor.

Molla Halid Bağdat’ta da kalmıyor Şam’a gidiyor, yerleşiyor. Halidi Bağdadi hazretlerinin türbesi Şam dadır.

Şimdi şunu ifade edelim; çok büyük zat, zamanının dünya üzerindeki, belki kıyamete kadar veya ondan daha evvel gelenler hiç onun kadar büyük hizmet gören olmamış, hem zahir hem batın Zülcenaheyn, bir asrın da Müceddididir. Zülcenaheyn çift kanatlı demektir.

Zahir şeriatta da çok büyük hizmetleri olmuş fakat tarikatta da, hizmeti olmuş. Müceddid olmayan, batın müceddid olmayan tarikattan kol ayıramıyor. Emirle oluyor, Resulullah efendimizin emri ile oluyor.

İşte Mevlana Halidi Bağdadi Hazretleri Nakşibendi’den kol ayırmış buna Halidi kolu denmiş. İşte bu bizim kolumuzdur.

Mevlana Halidi Bağdadi hazretleri 365 tane halife çıkarmış, irşat etmiş. Yani her gün bir halifeye icazet vermek için dua etmiş, yarın, bir gün, öbür gün 365 günden bir gün boş geçmemiş hepsi dolu.

Bizim kolumuz;

Tariki Şeriat,

Tariki Sohbet,

Tariki Rabıta,

Tariki Hatmedir.

Bir de Salih Baba divanında geçiyor;

Her bir kimse ehl-i irfân olamaz       

Kırk yerden yarılmış kıl olmayınca

Ama bu kıl nasıl yarılabilir? Allah kadirdir. Cenabı Allah bir kılı kalınlaştırır, onu kırk yerden de yarar. Her ne kadar o kıl bize ince görünüyor ama, çok ince olanlara, çok takva olanlara göre yine kalındır.

Çünkü Cenabı Hak “muttakî olun” buyuruyor. Muttakî, takva olan kurtaracak.

Fakat muttakî olan kim?

“Sizin en çok muttakî olanınız, en çok Allah’tan korkanınızdır”.

Öyleyse burada Evliyaullahta bir havf vardır. Fakat “Ela inne evliyaallahu lâ havfün  aleyhim  velâhüm yahzenun[10]” ayeti ile Cenabı Hak velilerde havf olmayacağını, üzülmeyeceklerini  bize bildiriyor.

Ama velilerde olan nasıl bir havf’tir?

Bizde de bir havf var ama onların havfı bizim havfımız gibi değil.

Niye?

Çünkü onlar havf makamına ulaşmışlar, orada havf makamında kıl onlara kalınlaşmış onlar kılı kırka yarmışlar.

Havf makamında yarmışlar. Yoksa kıl yarılır mı? Kıl yarılmaz.

Bu zahirin, aklın, yapacağı anlayacağı bir iş değildir.

Ama bak insanlarda letaif makamları var, bir insan havf makamına ulaşıyor. Havf makamına ulaşınca onda bir sıfat tecelli ediyor.

O havf öyle bir havf ki; bütün insanların havfı toplansa, birleşse onun havfının yanında bir deryada  bir katre gibi kalır.

Kimmiş bu kılı kırk yerden yaran?

Her bir kimse ehl-i irfân olamaz       

Kırk yerden yarılmış kıl olmayınca

Yine ehli irfan yarıyor bu kılı, ama kılı yarmayan da ehli irfan olamaz. Her ne kadar Evliyaullah’ta, bizim gördüğümüz gibi değil, onlarda bir sıfat var, onlarda bir kuvvet var, onlarda bir özellik var.

Biz bunları göremiyoruz,

Bak Salih baba niye buyurmuş

Çâr-anâsır perdesini zâtına kılmış nikâb      

“Çar anasır” nedir?

Çar; dört demek, anasır; madde demek. Dört Madde.

Ne bu? İnsanların halk edilen cesedi neyle halk edilmiş, neyle yaşıyor?

İnsanların cesetlerinde;

Toprak var,

Su var,

Ateş var,

Hava var. 

İnsanların zaten vücudu bunlarla halk edilmiş, bunlar var. Eğer insanların vücudunda bunların bir tanesi olmazsa yaşayamaz. Fakat bu dört maddenin, dört eczanın, iki tanesini görebiliyoruz, iki tanesini göremiyoruz.

Bakın şu pervane bize hava veriyor. Hava görünüyor mu? gösteriyor mu? İnsanlar hava almazsa ölür.

İnsanın vücudunda bir de Ateş var. İnsanlar derece koyuyorlar ateşin bir sınırı var, onu aştı mı hayatı tehlikeye giriyor, ölüyor, onun aşağısına düştü mü yine ölüyor. Bunlar görünmüyor, ama bizim cesedimizde var, cesedimiz bunlarla yaşıyor, ama yalnız Suyla Toprak cisim gösteriyor. İnsanlarda bunlar var.

Bu Evliyaullahta da vardır. Fakat diyor ki;

Çâr-anâsır perdesini zâtına kılmış nikâb      

Diyor ki, O dört perdeyle kendini, zatını örtmüş, gizlemiş.

Bu ceset dört eczadan var olmuş, bunlar örtmüş kendisini gizlemiş.

Çâr-anâsır perdesini zâtına kılmış nikâb      

Akl- ı küll senden ibâret nefha-i âlî-cenâb    

Burada “nefhayı ali cenab” için ise; Cenabı Hak “Nefehtü fihi min rûhî, biz kendi ruhumuzdan ruh üfledik[11]” buyuruyor.

Bu ruhu Allah insanlara üflemişse, Allah’tan gelmişse, Allah’a ulaşıyor mu?

Bu ruh Allah’a gidiyor da ve Allah’a gitmiyor da,

“Kalû inna lillahi ve innâ ileyhi râciun, Allah’tan geldik, Allah’a gideceğiz[12]

Ama cesedimiz geldi, cesedimiz gidiyor.

Bir de Allah’tan ruhumuz geldi.  Allah’tan cesedimiz gelmedi, haşa estağfurullah.

Cenabı Hak cesedimizi topraktan halk etti, topraktır.

Allah’tan gelen ruhumuzdur, Allah’a da gidecek ruhumuzdur. Ama bu ruhlar hep Allah’a gidiyor mu? Gitmiyorlar.

Şeriat,

Tarikat,

Hakikat,

Marifet.

Bir insanda bunlar olursa o ruh Allah’a gider.

Eğer bir insanda  şeriat, tarikat, hakikat, marifet olmazsa onun ruhu Allah’a gitmez değil de; işte o ruh Allah’tan o kadar uzaklaşır ki, aşağıya iner.

Yani Cenabı Hak haşa yerde midir, gökte midir, nerededir?

Mekanlardan münezzehtir.

Fakat arşı alâ var. Arşı alâdan ileri Allah’ı yerde görmek, aşağıda görmek Cenabı Hakkın uluhiyetine şanına, şerefine hakarettir. Yoksa yüksekte görmesi, gökte görmesi Allah’ın şanına, şerefine bir hürmettir. Yoksa Allah yerde mi? gökte mi? hayır.

Ama bizim ruhumuz yüksek alemden geldi. Eğer bu ruhu yüksek aleme ulaştırırsak...

Neyle ulaşacak?

Şeriat, tarikat, hakikat, marifetle.

Bu olmazsa o yüksek aleme değil bu sefer aşağı süfli aleme düşüyor. Süfli aleme, tâ yedi kat yerin altına gidiyor.

Kur’anı Kerimde olan bir hakikattir. Cenabı Hak, cesedi ile Hazreti İsa’yı göklere çekti.

Kârun aleyhilaneyi ise ne yaptı? Cesedi ile malı ile aile efradı ile yere batırdı. Tâ ki kıyamete kadar yerin dibine her gün gidiyormuş.  Kârun aleyhilane; Hazreti Musa’nın ümmetinden çok zengin olan birisiymiş. Musa Kelimullah’a gelen Tevrat kitabına göre zekatı gelmiş. Fakat zekatını vermemiş. Demiş ki;

—Ben kazandım. Benim malıma kim karışır, ne karışır, diye zekat vermemiş.

Allah da gazap etmiş. Aile efradıyla malıyla canıyla yere batırmış. Kıyamete kadar durmadan aşağıya gidiyor, yerin dibine gidiyor.

Onun için burada da bizim cesetlerimiz değil, ruhlarımız da böyle yükselir, arşı alaya da yükselir gider, aşağıya da, yerin dibine de gider.

Eğer kulluğumuzu yaparsak kulluğumuzda, şeriat, tarikat, hakikat, marifetledir.

Evvel şeriat, şeriatımız tamam olacak,

Ondan sonra tarikatımız olacak,

Tarikattan da hakikate geçilecek. Çünkü, şeriatla hakikat’in  arasında tarikat var.

Mesela bir şehri düşünelim. O şehri bir nehir ikiye bölmüş. Bu nehri geçmek için bir tarafı şeriat bir tarafı hakikat. Şimdi geçmek için ne lazım orada bir köprü lazım veya bir kayık lazım ki birinden öbürüne geçesin.

Öyleyse hani biri çok sefalı olsa, biri birinden daha çok zevkli olsa, varlıklı olsa, lüks olsa, oradan oraya geçmek için ne lazım bir vasıta lazım. Öyleyse Cenabı Hak insanlara şeriat, tarikat, hakikat, marifet bahşetmiş.

Şeriatın tamam olacak.

Tarikatın da senin için hakikate bir köprüdür. Tarikattan da geçince hakikate ulaşıyorsun. Hakikate ulaşınca işte o yüksek alemden gelen ruhu yüksek aleme ulaştırıyorsun.

Ulvi alemden, arşı âlâdan gelen ruhu, yine arşı âlâya ulaştırıyorsun.

O zaman kıymetini buluyorsun o zaman kıymetli insan oluyorsun insan her şeyin, meleklerin de mafevkinde oluyor.

İnsanlar eğer hakikate ulaşıyorsa, meleklerden de kıymetli oluyorlar meleklerden de güzel oluyorlar. Cenabı Hak; “Vettîni” süresinde “legad haleknel insane fi ehsani takvim, biz insanı çok güzel halk ettik, kıymetli halk ettik[13]”, buyuruyor.

“ehsani takvim” kıymetlidir.

“musayı kübra” büyük halk ettik, güzel halk ettik.

Bu çok güzel, çok kıymetli halk ettiğimiz insanı, “sümme radednahu esfele sâfilîn[14]”. Bu kıymetli insanı cehennemde “esfele safilin” diye bir makam var ki cehennemin en derin en karanlık yeri oraya kadar düşürürüz, buyuruyor.

İşte insanın şeriatı olmazsa oraya kadar düşer. İnsanın şeriatı olursa tarikatı da olursa işte çok güzel olur. Bu çok güzelliğin anlamı meleklerden güzel olur.

Onun için Allah’a şükür bizim nimetimiz büyük, nimetimizin kıymetini bilelim ki, Allah bizim nimetimizi artırsın, büyütsün.

Cenabı Hak insanlar için nimetler halk etmiş. Kuluna sayısız nimetler halk etmiş.

Ama nerede? Dünyada ve ahirette. Görünen görünmeyen bütün bu nimetlerden kul faydalansın da kulluğunu yapsın.

Eğer bu kul kulluğunu yaparsa, Allah’ın kuluna bir vaadi var. Cenabı Hak ne buyuruyor; “irciî ila rabbiki râzıyeten marziyye fedhuli fi ibadî vedhulî cennetî[15]”.

Bu “Vel fecri” süresinin son ayetidir. Salih Baba’da bunu dile getirmiş;

Günde yetmiş kez hitâb-ı "İrci'î" den bî-haber         

"Fedhulî" sırrından âgâh olmayan dervîş midir      

Cenabı Hak ne buyuruyor;

“İrciı ila rabbiki razıyeten marziyye”

“Marziye”  insanlarda bir haldir. Ama hangi makam bu? İnsanlar;

Emmareden geçecek,

Levvameden geçecek,

Mülhimmeden geçecek,

Mutmainneden geçecek,

Raziye makamına ulaşacak, Raziyeden yukarıda da

Marziye makamı var. Oradan yukarıda;

Safiye makamı var. Bunlar nefsin makamlarıdır.

  Bu nefsin "raziye marziyye" eyle     

  Alıp dost iline kurbâna gel gel

Demek ki insanlar Raziye, Marziye makamında terki can oluyor. Bu makama ulaşmadıktan sonra terki can olamaz, canından geçemez, canından geçemezse cananı bulamaz.

Cânım demem ben bu tendeki câna

Eğer vasıl eylemezse cânâna

Âhir bu derd beni eyler dîvâne

Dermân için sen Lokmâne gelmişem

Candan mana; bizim ruhumuz,

Canandan mana; Cenabı Hakkın zatıdır.

İşte bu ruh oradan geldi yine oraya gitmek ister.

Ama gidemez, neyle gider?

Bir vasıta ile gider. Çünkü vasıta ile geldi, vasıtasız gelmedi.

Vasıta ne oldu burada, oradan gelişimize vasıta ne oldu?

Annemiz, Babamız.

Annemiz, babamız olmasaydı nasıl gelecektik? Yani ot gibi yerden mi bittik? Duvarın içinden mi çıktık?

İnsanız; bizim annemiz babamız var. Annemizin babamızın vasıtası ile bu dünyaya geldik.

Öyleyse vasıta ile gelinen yere vasıta ile gidilir. Cenabı Hak; “ileyhil vesilete” ayetinde böyle buyuruyor. Kendinize bir vasıta arayın.

Burada vasıta nedir?

Burada vasıta meşayihtir. 

Bu ten kuşu hevâ ile heveste  

Murg-ı cânım feryâd eyler kafeste

Râbıtamız sensin her bir nefeste

Ben bu yola sâdıkâne gelmişem

Öyleyse demek ki, Rabıta;

Allah’a kulu bağlıyan, Allah’a kulu ulaştıran, Allah’a kulu götüren nedir?

Evliyaullahtır.

Cenabı Hak vasıta  arayın bulun diyorsa; işte demek ki vasıta burada meşayihmiş.

Bu nimetleri Allah bizim için halk etmiş. Küçüklerinde aldanıp kalmayalım, büyüklerine ulaşalım.

Büyüğü nedir?

Büyüğü Allah’ın cemalini müşahede etmektir. Ama bu da ancak ve ancak meşayihle olur.

Meşayihsiz insanlar Allah’ın cemaline ulaşamazlar.

Çünkü insanlar, Allah’ın esma nuruna ulaşırlar.

Allah’ın üç nuru var;

Esma nuru isimlerinin nuru,

Sıfat nuru sıfatlarının nuru  bir de,

Zat nuru zatının nuru var.

İnsanlar meşayihsiz esma nuruna ulaşıyorlar, insanlar meşayihsiz sıfat nuruna ulaşıyorlar,

Ama insanlar meşayihsiz Allah’ın zatı’nın nuruna ulaşamıyorlar.

Onun için işte buyuruyor ki;

                 Ehli aşk bu yolda sararıp solup 

                 Anladılar pirsiz olmaz bir kulûb 

                 Harfi Savtı olmayan bir mektep bulup                 

Ehli aşk kim?

Allah’a aşık olanlar, bu yolda sararmışlar solmuşlar.

Nerede buluruz? Nasıl buluruz? Nerededir? Şurada mı dır? Burada mıdır?

Yok neticede böyle bulamamışlar. Ancak anlamışlar ki bir meşayihsiz olmaz.

                  Anladılar pirsiz olmaz bir kulûb

Kulûb demek, kalpler demektir. Anladılar ki meşayihsiz bu kalp açılmaz, bu kalp açılmazsa Allah bulunmaz.

Ancak Allah, “Küntü kenzen mahviyyen[16]”, buyuruyor hadisi kutsisinde. Bir de;

Cenabı Hak; “Ben bir yere sığmam kulumun kalbine sığarım[17]”.

O kalbi açtınsa işte, o mekanlarda, afaklarda göremediğin, bulamadığın Allah’ı sen orada görür, sen orada bulursun.

Bunu açan kim?

Bunu açan Evliyaullah’tır. İnsan kendi kendine açamaz. Bu da ancak ne ile olur?

“Mûtû gable entemûtû[18]”, “ölmeden evvel ölün”  buyruluyor.

İnsanlar için ölmeden evvel ölüm var.

Ama bir insan ölümden kaçar korkar. Malını her şeyini, canı için yok eder de, canından geçemez. Canı için her şeyinden geçer de canından nasıl geçeceğini bilemez, bilse geçecek, bilemiyor.

Bildiren Evliyaullah.

İşte diyor ki;

—Oğlum bak senin nimetin budur, diyor. Senin bu canın sana çok tatlı ama sen o canını “Buraya” ver ki “Burada” sen, senin canından daha kıymetli olan bir canı bulasın. 

İşte öyle Allah’a şükür, çok şükür, bin şükür nihayetsiz şükürler olsun bak şimdi “Bu” size en büyük nimettir.

Estağfurullah istirham ederim ben kendimi kastetmiyorum, biz ihvan kardeşiyiz, Şeyh efendimizi, Şeyh efendilerimizi söylüyorum.

                           Şeyhim gibi bir hazrete

Gönderdi beni vuslate

Eriştirip bu devlete

Görün beni aşk n'eyledi

Âhiri dervîş eyledi

Öyle efendim bizde burada;

Rabıta tarikatı bizim tarikatımız,

Şeriat tarikatı bizim tarikatımız,

Sohbet tarikatı bizim tarikatımız,

Hatme tarikatı.

Dikkat edin, bunları ihmal etmeyin, şeriat tariki demek; sair tarikatlarda, onlarda eksiklik noksanlık görülüyor. Biz de yapmayalım onlar da niye böyle yaptılar demeyelim, demeyeceğiz.

Nakşibendi efendimizin buyurduğu gibi;

—Sizin işlediğiniz haktır, sizin yaptığınız haktır, inkar etmiyorum ama sizin yaptığınız gibi de yapmam.

İşte bize bu gelir, bize bu lazımdır. Sair tarikatlarda gördüğümüz noksanlıkları onları beğenmemezlik etmeyelim. Bunlarda şu noksanlık var, bu eksiklik var demeyelim, onlar gibi de yapmayalım.

Zahiri şeriatımız, “Emri bil maruf ve nehyi anil münker[19]

Kitap ve sünnetten ayrılmayalım, zahiri şeriatımız budur. Şeriattaki hedefimiz budur. Kitaptan sünnetten ayrılmayalım zahirde böyle.

Ama rabıtadan da ayrılmayalım. Rabıtayı da kalbimizde besleyelim onu unutmayalım.

Olur canım bazen unuturuz, bazı dalgın oluruz. Mesela şuğuldan dolayı unuturuz. Ama mümkün değildir ki, eğer sen rabıtana inandıysan Evliyaullahın velayet parmağı gelir, unuttuğun zaman seni dürter uyandırır. 

Bu öyle bir şey ki gelir bir sinek konar, parmağın bir yere sıkışır, veyahut da mesela ayağın bir yere takılır, yani bir şey olur. Bunlar o dalgınlığın içersinde  Evliyaullahın manevi parmağıdır. Dürtüyor uyan, niye unuttun, diyor.

Fakat o ayılmanda bir nedamet duyman gerekir. Bir pişmanlık bir üzüntü duyman lazım ki onu (gafleti) küçültesin onu azaltasın.

Hani bir insan bir işten pişmanlık görmezse, onu yine işler.  İşlemiş bir şey, fakat ondan pişmanlık nedamet duyarsa onu bir daha işlemez

Yani nedamet, pişmanlık işlememek demektir.

Ama pişmanlık duymuyorsa yine işleyecek işte burada da bizim gafleti azaltmamız için cihad yapacaksın.

Bak; insanlarda kabız hali var, basıt hali var.

Müride kabız hali de rabıtadan geliyor, basıt hali de rabıtadan geliyor.

Aslında kabız hali niye oluyor; çünkü Evliyaullah nefsin yularını azıcık uzatıyor, çünkü evliyaullah nefsi bağlamıştır tuzağa düşürmüştür. O nefsin azıcık bağını çözünce, o hareket edince, o zaman sende kabız hali meydana geliyor.

Ama niye bunu böyle yapıyor?

Çünkü cihad yapacaksın. Bunda bir  üzüntün olacak, bunda bir sıkıntın, bunda bir nedametin, bunaltın olacak.

Bundan dolayı Allah’a yalvaracaksın, bundan dolayı anasırı zıddiyetin değişecek. Çünkü bak, dabak derileri var ya,

Salih Babanın ifadesi bunu anlatıyor;

Kakıyıp döğerse artır hubbunu         

Sevdiği deriyi çok çiğner debbâğ

Hoş meşayih müride tokat vurmuyor ama ona meşakkat veriyor.

Niye veriyor?

Onun nefsini öyle terbiye edecek. O meşakkatleri ona nefsinin terbiyesi için veriyor.

Kakıyıp döğerse artır hubbunu         

Yani günleri içerisinde nereden bir üzüntüsü oluyorsa, nereden bir sıkıntısı oluyorsa bu meşayihten geliyor.

Rabıta sahibine bu, rabıtasından geliyor. Niye veriyor bunu?

Veriyor ki orada Allah’a sığınsın, Resulullah’a sığınsın, Rabıtasına sığınsın.

Çünkü Cenabı Hak bizden bunu istiyor, “kulum her halinde bana sığın”, diyor.

O zaman aşık da ne buyuruyor;

                  Ben anladım  işim bitmez

                  Sana yalvarmadan gayri

Ama bizim yalvarmamıza sebep ne olacak? Biz hem avamız, hem de müptedi, irade sahibiyiz.

İşte ifade ettik ki; mesela bizim ferahlığımız, bizim rahatlığımız, bizim geniş günlerimiz var, bizi gaflete düşürür.

Bizim dar günlerimiz bizi ayıltıyor, biz dar günlerimizde ancak Allah’a yalvarıyoruz, Peygamber efendimize, mürşidimize yalvarıyoruz.

 İşte onun için burada;

                 Kakıyıp döğerse artır hubbunu           

                 Sevdiği deriyi çok çiğner debbâğ        

                 Türlü türlü renklere boyar anı

          Taşlara çalar ta olunca dibâğ 

Dabakçı vardır, derileri ıslah eder, derileri ıslah eden bir sanatkardır. Ona deriler geldiği zaman, içlerinde gözü tuttuğu bir deri varsa onu özel yapıp kendine ayırır. Ona daha fazla zahmet çeker, uğraşır. Ona daha fazla eziyet ediyor, aletleri ile eziyor, uğraşıyor, ilaçları ile boyaları ile ona çok fazla eziyet ediyor.

İşte bizim tarikatımız şeriat tarikatıdır. Dikkat edin şeriatımız;  “emri bil maruf ve nehyi anil münkerdir”

Allah’ın emirlerini tutun, yasaklarından kaçının, burada da tekrar söylüyorum size;

Sizin en büyük ameliniz beylerinize hürmetiniz, beylerinize hürmet etmezseniz bütün amelleriniz heba olur.

Hiç bir amelinizin size faydası olmaz, çünkü Cenabı Hak nasıl buyuruyor ki; “namazınızı kılın, annenize babanıza hürmet edin[20]

Fakat burada anne, baba sadece senin annen baban değildir. Senin beyinin babası da senin babandır, annesi de senin annendir.

Peygamber Efendimiz: “Allah’tan başkasına secde edilecek olsaydı hanımlara kocalarınıza secde edin diye emrederdim[21]” buyuruyor.

Bu kadar koca hakkı varsa, siz de onu memnun etmek için onun annesine babasına da hürmet edeceksiniz.

Mademki Cenabı Hak annenize babanıza hürmet edin buyuruyor. Öyleyse, kaynana da annedir, kaynata da babadır. Çünkü niye? bakın bir insan nasıl babasına zekat veremiyorsa, anasına zekat veremiyorsa kaynatasına ve kayın validesine de zekat veremiyor.

Çünkü ona bakmaya mecbur ve borcudur. İcabında annesidir, babasıdır, onu sırtında taşımaya borçludur.

Öyleyse bir düşünelim her hangi bir taneniz mademki Allah’a inanıyorsunuz, inancınızı yaşamak istiyorsunuz, hadi namazınızı kıldınız anne babanıza hürmet edeceksiniz. Öyleyse beyinin de anne babasına hürmet edin.

O zaman beyinizi memnun edeceksiniz ki amelleriniz makbul olsun. Çünkü “efendilerine secde ettirirdim” buyuruyor.

Bu hususta bu zamanımızda buna çok dikkat edin.

İstirham ederim.

Çok dikkat edin, bakın şimdi Cumhuriyet devri hanımlara yetki vermiş selahiyet vermiş ama Allah’ın kanununda, kitabımızda hanımlara  böyle bir yetki ve selahiyet yoktur.

Bir de hanımın babası da beyi, kocası da beyi, hakimi de beyi, ağası da beyi, hanım beyinin kölesidir (hizmetinde bulundukça makbul olur).

Bunu böyle bileceksiniz, ona göre beylerinize hürmet edin ki ibadetleriniz de, tarikatınız, şeriatınız olsun.

İşte bizim tarikatımız, tariki şeriat, tariki rabıta, tariki sohbet, tariki hatmedir.

Şimdi burada şeriatı anladık, Allah’ın emri ve nehyi. Cenabı Hak ne emretmişse bizim için, hanımlar için bunları tatbik edeceğiz. Ondan sonra tesettürümüz olacak, namazımız, guslümüz, abdestimiz, ibadetimiz olacak.

Evet bu zamanımızda dünyaya fazla arif olmayacağız, dünya zevkine sefasına dalmayacağız.

(Hanımın biri soruyor)

—Beyinin izni olmazsa, hanımın yaptığı ibadet olmaz, diye bir laf deniliyor?

Hanım beyinin sözünü iki yerde dinlemeyecek;

Birisi ilim öğrenmede, ilim öğrenecek ki amel işlesin.

Şeriat nedir?

İlim, amel. Şeriat ne? Allah’ın kitabı, Hazreti Resülullahın sünnetidir. Bunları bilecek ki işlesin, bilmezse nasıl işlesin.

İlim öğrenmek için beyini dinlemiyor, bir.

Amel işlemek için beyini dinlemiyor, iki.

Eğer beyi zalimse, zülüm ediyorsa, vuruyor çalıyorsa (kırıyorsa), onun vebalinden korkmayacak gizlice yapacak. Gizlice yapmakla hiç bir mesuliyeti yoktur. Bu iki yerdedir. Diğer şeylerde yok, diğer şeylerde yap-yap, yapma-yapma.

Ama diyor ki; İlmihal öğrenme, hocanın nasihatini dinleme, bir meşayihin sohbetini dinleme, bu olmaz. Çünkü din nasihattir.  Peygamber efendimiz “din nasihattir” diyor, “din nasihatten ibaret”.

Bu din, bu kitap, sünnet sadece erkeklere mi var?

Hanımların ibadeti yok mu? hanımların dini yok mu?

Hanımların da bilmesi lazım. O zaman nereden öğrenecek?

Kitaptan öğrenecek, kitap okuyamıyorsa hocadan öğrenecek. Kitabı herkes okur anlayamaz. Muhakkak ki eğer alim olursa, ayete hadise mana verirse, ayetten hadisten malumatı olursa onun daha nasihat dinlemeye ihtiyacı yoktur. Ama, yine onun da, Yunus Emre’nin buyurduğu gibi;

             Niceleri gitti mürşit  arayı

             Arayanlar buldu derde devayı

             Bin kez okursan aktan karayı

             Bir kamil mürşide varmazsan olmaz

Ey insan diyor; sen bin sene yaşasan, bin sene ilim tahsil etsen, hocanın önünde okusan, bin sene medrese ilmi rahle ilmi okusan, yine senin bir mürşide ihtiyacın var, diyor.

Mürşitsiz olmaz. Onun için burada bizim tarikatımız sohbettir.

Din nasihattir, Din nasihattir, Din nasihattir. 3 defa tekrar ediyor Peygamber efendimiz. Nasihatse ikidir; bir vaizdir, bir sohbettir.

Vaiz hocanın ki kitaptan okur, buna da ihtiyacımız var.

Bir de sohbettir, meşayih kitaptan değil kalbinden söyler.

Meşayihin ki sohbettir, zuhuratı kalbinden söyler. Onun için burada bunun ikisine de ihtiyaç vardır.

En ziyade bizim meşayih sohbetine ihtiyacımız vardır.

Çünkü niye? Bu tarik-i sohbet değil mi?

Tarik-i sohbet, meşayih sohbetine ihtiyacımız var çünkü niye?

Anın dervîşleri kalmaz gaflette

Çoklarını irşâd eyler sohbette

Cemâlin görenler kalır hayrette

Bizim tarikatımız sohbet tarikatıdır, kitap bizi irşat etmez.

Kitap okuyun, okumayın değil, ama kitap bizi irşat etmez. Kitap bizim müşküllerimizi halletmez. Kitap bizim müşküllerimizi çözmez. Ancak bizim tarikatımız sohbet tarikatıdır.

Cemâlin görenler kalır hayrette

Cemali, eğer  Evliyaullahın manevi yüzünü görürsen, sen de kendinden geçtin, işte sen de öldün, sen de varlığından kurtuldun, varlığından geçtin.

Zaten varlığından geçemezsen onu göremezsin ki, bu varlığınla, bu gözünle, onu göremezsin ki. Anlaşıldı mı efendim. Öyleyse burada;

Çoklarını irşâd eyler sohbette

Bu ne? Bu da tarik-i sohbet;

Geldik tarik-i rabıtaya,

Tarik-i rabıtada “anın dervişleri kalmaz gaflette” ise;

Seni göreyim; işinde, çalışırken, yine rabıtan başında olsun. Sanki rabıtan, şeyh efendin baş ucunda. Böyle yap, diyor yapıyorsun, şöyle yap, diyor yapıyorsun, kaldır, diyor kaldırıyorsun, indir, diyor indiriyorsun.

Yemek yediğin zaman şeyh efendinin sofrasında yiyorsun, onu yansıla (taklit et); şeyh efendim böyle yiyordu, su içerken yansıla; böyle içiyordu diye. Bunlar taklittir, bunlar rabıtayı hayaldir.

Bizimki de zaten hayal. Bunu böyle yapa-yapa bunun nakşına geçeceğiz. Taklidinden tahkikine  ulaşacağız.

Onun için tarik-i rabıta; işinde, gücünde, çalışırken, yerken, içerken, yatarken rabıtanı unutma.

Unutursun, unuttuğun zaman, aklına geldiği zamanda kendini suçla, nedamet duy, pişmanlık duy. Sen çok büyük bir zarar, çok büyük bir kusur işlediğini bil ki onu atabilesin, onu azaltabilesin.

Tarik-i hatme. Geldik hatmeye, hatmeye dikkat edin.

Peygamber efendimizin hatme hakkında çok hadisleri var, buyuruyor ki; ashabına, “cennet bahçelerine girin, meyvelerini yiyin”

—Ya Resulallah, cennet bahçeleri nerelerdir, meyveleri nelerdir, diye soruluyor. O da diyor ki;

“Cennet bahçeleri zikir halkaları, meyveleri de oradan almış olduğunuz feyzi muhabbet[22]

Kelamı kibarda teveccühle hatme hakkında çok geçer;

Teveccühe gelin ihvan

Kuruldu halkayı rahman

Halkayı rahman ne?

Hatme hâce’dir.

Hatme, teveccühün bir küçüğüdür. Teveccüh de hatme hâce’nin bir büyüğüdür.

Ama hanımlarda teveccüh olmuyor. Bak hanımların da hatmesi vardır. Teveccüh hatmenin aynısıdır. Küçük hatme ile büyük hatme nasılsa büyük hatme ile teveccüh de o şekildedir.

Kuruldu halkayı rahman

Açıldı Ravzayı Rıdvan

Orası ne oldu?

Ravza cennet bahçesi oldu.

Rıdvan, cennet hizmetçileri oraya geldi. Cennetin  amirleri, memurları oraya geldi, cennetin  görevlileri oraya geldi.

Evet tarik-i hatme, bizim tarikatımız tarik-i hatmedir.

Hatme de çok büyük ameldir.  Çok büyük kutsiyet var, hatmeye çok kıymet verin. Sonra bak, hatmenin hakkında bir ayet de vardır.

Arşı âlâdaki meleklerin sayısını Allah bilir. Arşı âlâdaki melekler insanlardan daha evvel halk edilmiştir.

Ta ki Hz. Âdemi, Cenabı Allah kudret elleri ile cesedini topraktan bir adam seklinde yaptı.

Bunda; renk yok, can yok, kan yok, bir şey yok. Yani topraktan yapılmış bir küp veya neyse, öyle yaptı.

Cenabı Hak meleklere “Gelin buna secde edin”, dedi. Melekler sadece onun zahirini cesedini gördüler itiraz ettiler.

Cenabı Hak; “bunu yerime halife gönderiyorum”, dedi. Melekler yinede itiraz ettiler. Sayıları çok ya, Cenabı Hak onları çok halk etti.

İtaatte çok tahammüllüler, daha da çok sabırlılar, daha da çok büyük amel işliyorlar. Bizim, bütün insanların ameli toplansa bir meleğin ameli ile bir olamaz. Neden? Çünkü onlar binlerce sene rükuda “suphane rabbiyel azim” diye Allah’ı zikrediyor.

Onların zikrinde yorulmak yok, uyku yok, hastalanmak yok, yemek yok, içmek yok,  hiç bir şey yok. Böylece Allah’ı zikrediyorlar.

O zaman demek ki bir milyon insanın ibadeti bir meleğin ibadeti ile beraber olamaz. Bunlarda bu kadar ibadet var, bunlar;

—Ya Rabbi, diyorlar. Biz sana ibadet yapmaya kafiyiz, yapıyoruz, yetmiyor muyuz ki, sen Âdemi noksan sıfat halk etmişsin, gönderiyorsun dünyaya, bu dünyada  sana isyan eder, itaat etmez,  fesat çıkarır.

Böyle dediler. Cenabı Hakka böyle müracaatta bulundular. Ama Cenabı Hak alim, “ey meleklerim, dedi, itiraz etmeyin benim bildiğimi siz bilemezsiniz.[23]

Melekler neyi bildiler?

Melekler Hz. Âdemin cesedini  gördüler, baktılar ki hakikaten noksan sıfat, onda ne maharet, ne marifet  olabilir. Bir maharet, marifet göremediler.

Ama Cenabı Hak meleklere ruhunu kastetti, ruhunu. Âdem’e ruh üfledi ya “biz Âdem’i topraktan halk ettik, kendi ruhumuzdan ruh üfledik”, buyuruyor. Cenabı Hak bu ruhu meleklere üflememiş.

İşte bu ruhu kast ederek Cenabı Hak; “ey meleklerim siz itiraz etmeyin, benim bildiğimi siz bilemezsiniz”

Melekler o zaman hepsi Allah’tan af dilediler,

—Aman Ya Rabbi affet bizi, biz hata işledik, tabi senin bildiğini biz bilemeyiz[24].

Daha evvelce melekler çok halk edilmiş. Bu zamana kadar da  on bin sene Hazreti Âdem devri gelmiş geçmiş. Bu mütemadiyen halk edilen melekler, bunların halkiyyeti çok. Bunlar stok oluyor azalma yok, bir taraftan ölen bir taraftan doğan yok. Allah halk etmiş ta kıyamete kadar bir tanesi ölmüyor. Ancak kıyamet kopunca, İsrafil sur’u üfürünce onlarda yok olacaklar.

Bu kadar Arşı Âlâda melekler Cenabı Hakka bir müracaatta bulunuyorlar. Ayeti Kerimenin meali böyle; diyorlar; “Ya Rabbi, Yer yüzünden bir nur geliyor, o nur bizi ihata ediyor şaşırıyoruz, seni zikredemiyoruz”, diyorlar.

Cenabı Hak, nasıl Hazreti Adem’e itiraz eden melekleri tenkit ettiyse, ayeti kerimenin  meali bu, her iki ayeti Kur’anı Kerimde bildiriyor bize, bunları da tenkit ediyor.

Cenabı Hak, “sakin olun meleklerim itiraz etmeyin o nur  yeryüzünde halka olup beni zikredenlerin nurudur".

Bu ayeti kerime’yi Salih baba divanda dile getirmiş.

Nakşibendî'ler kurunca halka-i illâ-yı Hû       

Keşf olur arz u semâvât arş-ı alâ "Hû" çeker 

Onun için hatme kıymetlidir, yalnız dikkat edin hatmede ayrı gayrı yapmayın, çetinlik göstermeyin. Burası Ankara büyük bir şehirdir, herkesin vasıtası yoktur, herkes gidemez, herkesin beyi uzak yerlere gitmesine rıza göstermez. Her yerde grup olun hatmeyi okuyun.

Fakat yalnız iki grup var, eğer mümkünse birbirine yakın, iki grup birleşmekle, büyük hatme okuyabiliyorsanız, birleşin okuyun.

Bir gruptan bir kişi ayrılıyor, başka bir gruba gidiyor. Niye gidiyor acaba oraya? Orada fazla feyiz muhabbet alıyorsa,  bırakın gitsin mani olmayın veya orada büyük hatme okunuyor gitsin yine mani olmayın.

Yalnız bir de şu var, iki taraflı konuşuyorum, tek taraflı değil. Bir grup var 15 kişilik bir grup var, o bir kişi ayrılıp gitmekle o grubu 14 kişiye düşürüp küçük hatme okunmasına sebep olursa o da bu sefer hani ata sözü var ya,  “revana pirinç’e giderken evdeki bulgurdan oluyor.

O da daha fazla sevap alayım derken bu yandaki mevcudu küçültüyor, küçük hatmeye düşürüyor. Daha onun zararı kârını götürüyor, o da gitmesin.

Ama grup 15’den fazla aşıyor, grubun 20 – 25 tane cemaati var, bunlardan 2 kişi, 3 kişi, 5 kişi gitmekle, küçük hatmeye düşmüyorsa, büyük hatme okunuyorsa, onlar da gitsin, onlara da itiraz etmeyin.

Gitsinler, herkes nereden muhabbet alıyorsa, gidebiliyorsa, vakti müsaitse gidebilir. Buna da mani olmayın.

Yeter ki  hatmeyi okuyun.

Yeter ki her grupta hatme okunsun. Yani hatme okunan grupta birkaç tanesi başka yere gider, kalanlarda okumazsa eğer, her ikisi de vebalde kalır.

O kalanlar okumazsa vebalde kalır, gidenler de vebalde kalır. Onlar tehir ederler, niye gittiler biz de okumayalım derler, onun için burada  önemli.

Ama, grup değil, sevdiği var, eşi var, akrabası var, dostu var, ihlasına göre, fazla hizmet görüp himmet almış, iyi bir kimse var, ondan muhabbet alıyor, ona mani olmayın gitsin.

 


[1] Envarül Aşikin S.158

[2] Al-i İmran  3:173

[3] Zilzal  99:1-2

[4] Enbiya 21:69

[5] Alusi Ruh’ul  Me’ani XX.101

[6] Saffat  37:102

[7] Ebu Davud, İlim-1

[8] Maide 5:35

[9] İsra  17:85

[10] Yunus  10:62

[11] Sad  38:72

[12] Bakara  2:156

[13] Tin 95:4

[14] Tin  95:5

[15] Fecr  89: 28-30

[16] Fususül Hikem Trc. C.1, S.43

[17] Alusi Ruh’ul  Me’ani XX..101

[18] El-Mesn’u

[19] Al-i İmran 3:104-110-114

[20] İsra  17:23

[21] Cem’ul Fevaid, Rudani 4290

[22] Tirmizi 3580

[23] Bakara  2:30

[24] Bakara  2:32