“Doğuştan kabire kadar ilim tahsil ediniz”,

 Ağustos 1997, Çankırı

Uzaktan yakından gelenler cümleten hoş sefa geldiniz. Allah sefanızı, sürurunuzu artırsın. Allah aşkınızı, muhabbetinizi artırsın. Allah sonunuzu, ahir akıbetinizi hayır getirsin.

Ne yapalım Allah'ın dertleri işte çok. Derdi olmayan yok, benimki beter. Her hasta der ki fazlasından haberi olmadığı için benim hastalığım fazla. Eğer sabredebiliyorsa fazla demez. Hastalığın fazlası büyük olsun küçük olsun ne olursa olsun sabredemezse eğer fazladır.

Ama sabır hesabına gelince insanlar sabırda müsavi değiller. Bakarsın kimisinin sabrı az, kimisinin sabrı büyük geniş, kimisinin sabrı dar küçük. Ama her şey küçükten büyüyor. Yani insan küçüğüne sabrederse o sabrı da büyür, gelişir. İnsanlarımız için sabırdan büyük bir kâr da yoktur.

Mademki insanlar dünyaya bir kâr için gelmişler, zarar için gelmemişler. Ama Cenabı Hakk'ın emri, “insanlar hüsranda, vel asrı innel insane lefi hüsr[1]” buyuruyor. Demek ki insanlar kâr için gelmişler Cenabı Hak zarar işleyin demiyor, zararı men ediyor.

Fakat şimdi derseniz ki zarar ediyorsak niye bize zarar veriyor?

Ama hangi zarar onu bilmek lazım.

Zarar: ahiret zararı.

Kâr: ahiret kârı.

Dünya zararları ahiret kârına sebep oluyor, kazandırıyor. Çünkü biz Kur’an’ın Müslüman’ıyız, hadisin Müslüman’ıyız, işte Cenabı Hak böyle buyuruyor “biz kullarımızı havf (korku) ile imtihan ederiz[2]”.

Ama tabii havf de çoktur. Herkesin bir taraftan havfi olur. Bak bunlar afat-ı araziye, afat-ı semaviye, hastalık, fakirlik veya onu istemeyenler olabilir. Döverler, çalarlar, öldürürler diye de olabilir.

Devletin bir baskısı var. Şimdi biz devletin korkusunu çekiyoruz. Hâlbuki, Allah biliyor, bu insanlar bu kadar ayrılmışlar, bölünmüşler, parça parça olmuşlar. Bunları hakikaten araştırsan (yalan söyleyen Allah'ın düşmanıdır) ancak milletimize devletimize memleketimize bağlı biziz, seven biziz, sayan biziz, ama İslamiyet'e de bağlıyız. Ama diyorlar ki; gâvur olma, Müslüman da olma, milletini, memleketini de sev, devletini de sev, ama Müslüman da olma.

İşte bak “biz kullarımızı havfle imtihan ederiz”, havf denilince her türlü havf var. Mesela deprem afat-ı arazîdir. Toprakta bile hastalık oluyor. Toprakta hastalık olmasa niye yetiştirdiklerini hasta yetiştiriyor. Mesela afat-ı semaviye bu kadar dolular yağıyor, seller gidiyor.

İşte çok çeşitli çeşitli imtihanlar da Cenabı Hak “kullarımı havf ile imtihan ederim, mallarını, canlarını, ürünlerini, ürünlerinin azalmasıyla da imtihan ederim, sabrederlerse bize dönüp gelecekler, bizim onlara ikramımız olacak”. Allah böyle buyuruyor. Öyleyse şimdi bir emre göre “insanlar zarardadır”, buyuruyor. Bu zararı biz inanmış olarak “maddi zarar” kabul etmeyeceğiz. Çünkü maddi zararlar da kârdır.

Mademki Cenabı Hak “mallarının eksilmesiyle imtihan ederim”, buyuruyor. Mal ne ile eksilir efendiler? Soruyorum ben size.

Zarar ile eksilir.

Mal neyle çoğalır?

Kârla çoğalır.

Demek ki şu halde açık dünya zararları bizi ahiret kârı sahibi ediyor. Onun için Allah zarara uğratmasın, maddi zarar dokunsun. Biz maddi zarara da dayanamayız, ama gelince dayanacağız. Biz istemeyelim de Allah'tan gelene sabredeceğiz. Ona da sabredeceğiz. Hani atasözleri var ya, kıymetlidir, derler ki; “kâr zarar kardeştir”. Bir adam kâr da eder, zarar da eder. Senin kârın öbürünün zararıyla bir olmaz ki kardeş olsun. Kâr da senin, zarar da senin.

Bu da nedir?

Kâr da geliyor Allah'tan, zarar da geliyor Allah'tan. İkisi bir yerden geliyor, onun için kardeşlik budur. Sana zararı veren başka, kârı veren başka değil. Burada kâr-zarar deyince hastalık gibi hepsi de zararın içerisine girebilir. İşte sağlık sıhhat, afiyet varlık, makam mevki bunlar hep kârın içerisine girer.

İnsanları Allah halk etmiş, bu dünyaya imtihan için göndermiş. Fakat Allah bu insanları zararla imtihan ediyor, kâr ile de imtihan ediyor.

Zararın imtihanı sabırdır.

Kârın imtihanı da Allah'a karşı şımarmamak.

Ben bu kârı yaptım, ben yapıyorum, ben iyi biliyorum dememek. Bu benim işim değil de bunu Allah verdi bana demek lazım.

Evet, biz dünyaya imtihana geldiysek Allah bizi kâr ile zarar ile de imtihan eder. Hastalıkla sağlıkla imtihan eder. Varlıkla yoklukla imtihan eder. Refah ile sefa ile imtihan eder. Zaten; 

İmtihân-ı yârdır cevr ile sitem           

Müsâvîdir bizde hem medh ile zem   

Şiddet-i berzahdan bizlere ne gam

Şah-ı Huban gibi sultânımız var

Burayı iyi anlayın.

Şah-ı Huban ne?

Huban, güzel manasına geliyor. Hub: güzel. Güzelin yanında her çirkinler bütün çirkinliğini gösterir. Ama her güzelin yanında çirkinliğini gösterirler. O zaman insan güzeli koyar da çirkinlere meyil yapar mı? Güzeli koyar da çirkine bakar mı? Güzeli koyar da çirkine gider mi? Güzeli koyar da çirkini alır mı? Almaz. Onun için bu kelamda;

İmtihân-ı yârdır cevr ile sitem           

Yardan mana Allah.

Allah'tan başka insanlara doğru bir yâr yoktur, bir sadık yoktur. Bütün Allah'tan başka neye yâr demişlerse onlar hep aldanmışlardır ve aldanıyorlar, boşa çıkar önleri. Yani insanların içerisinde çok kimseler var ki, bir kelam daha var;

Niceleri yâr der gönlü binâda

Niceleri yâr der gönlü zinâda

Nicesinin gönlü  bey' ü şirâ'da          

Bu yâr kimdir bilemedim ne çâre

Çoğu kimseler yâr diye sahip olmuşlar apartmanlar yapıyorlar, onlardan yardım gelecekmiş gibi lüks binalar yapıyorlar.

Niceleri var ki affedersiniz çoğu da bu zamanımızda gönlü zinada yürümüş gidiyor. Sokaklar dolusu gönlü zinada. O da ona yâr diye sahip çıkmış. Bunlar da kıyametin alametleridir. Peygamber Efendimizin hadisinde buyuruyor ki; “dünyanın sonunda bina ile zina çok olacak[3]”. Bu da görülüyor zaten. Bu kelamda;

Niceleri yâr der gönlü binâda

Yâr diye sahip olmuşlar. Binalar yapıyorlar.

Niceleri yâr der gönlü zinâda

Şehvetinin peşinde, kadın kız peşinde affedersiniz.

Nicesinin gönlü  bey' ü şirâ'da          

Nicesi de var ki gönülleri daima gece gündüz alavereler alışveriş yapıyorlar hiç doymuyorlar. İbadet saatlerinde, istirahat saatlerinde hep ihtiyaçlarıyla onun üzerineler.

Ama diyor bunların hangisi yârdir? Bunlara hep yâr diye sahip çıkıyoruz ama hangisi yârdir? Bilemeyiz.

Fakat tabii daha çok kelamları var ama sonunda der ki;

Duydum ki yârimin yeri Kâf imiş      

İşte bunu anlayan bu cemaattir.

Duydum ki yârimin yeri Kâf imiş      

Ama Kaf ne? Kaf'ı da anlayın. Bak Cenabı Hak buyuruyor ki “biz velilerimizi yeşil kubbemizin (Kaf kubbe manasına) altında gizledik, onları bizden başka kimse bilmez[4]”. Öyleyse;

Duydum ki yârimin yeri Kâf imiş      

Dillerde söylenen kuru  lâf imiş

Onlarınki hep kuru lafta kalmış. Başka bir kelamla bunu anlayacak olursak;

Arada söylenir bunca kîl ü kâl          

Çokları özsüzdür çıkmaz bir meâl     

Söyleyip dinlemek büyük bir vebâl

Hep insanlar malayani konuşuyorlar, işte ticaretten konuşuyorlar veya gıybet ediyorlar efendim yalan söylüyorlar. Bunlar ne?

Arada söylenir bunca kîl ü kâl          

Çokları özsüzdür çıkmaz bir meâl     

Özsüz yani manalı kelam konuşmazlar. Manalı kelam hangisidir? Ancak manalı kelam şudur ki;

Sen gidersin bunda kalır rûz-ı yâr

Söyle bir söz senden kalsın yadigâr

Senin söylediğin söz kaybolmazsa, onu bütün dillerde konuşurlarsa ve ondan da yararlanırlarsa bu işte senin manalı sözün odur.

Cenabı Hak habibi hürmetine ehli dünya etmesin, böyle nefse şeytana uydurmasın.

Evet, biz bu dünyaya imtihan için geldiysek Allah bizi imtihan eder. İmtihan işte varlıkla imtihan eder, yoklukla imtihan eder. Bunları Cenabı Allah peygamberlerinde denemiş ondan sonra da insanlara aksetmiş. Çünkü “eşeddü'l-bela alel enbiyaiküm sümme evliyaiküm sümme emsaliküm[5]” fermanı vardır. Bu varsa evvel Cenabı Hak peygamberleri denemiş, imtihan etmiş. Ama peygamberleri varlıkla da imtihan etmiş zenginlikle de imtihan etmiş; fakirlikle de imtihan etmiş. Zillet ki; yani kavminden veya kimisi ailesinden, kimisi oğlundan imtihan etmiş. Mesela Nuh aleyhisselam oğlundan çok huzursuz olmuş. Lut aleyhisselam da hanımından çok huzursuz olmuş.

Hanımından huzursuzlukları çok nebilerde, velilerde olmuş işte.

Bir de hastalıkla imtihan etmiş, fakirlikle imtihan etmiş, zenginlikle imtihan etmiş.

Cenabı Hak peygamberleri böyle imtihan etmiş, belanın şiddetlisini, büyüğünü onlara vermiş. Ondan sonra velileri imtihan ediyor ki velilerinki peygamberlerinkinden biraz daha hafif. Yani peygamberlerin zilletini veliler taşıyamazmış. Velilerin zilletini de biz taşıyamayız.

Bir velinin zilletini yüz bin tane avam, yüz bin tane normal insan taşıyamaz.

Ama nedir onlardaki zillet?

Biz onların zilletini anlayamayız. Ama anlayamayız diye Kur'an'a inanmayalım mı? Cenabı Hak ne buyuruyor? “Ela inne evliyaallahu lâ havfun aleyhim velâhüm yahzenûn[6]”,. Yani velilerde havf olmayacağını Cenabı Hak bize bildiriyor. Bir de “Biz kulumuzu havf ile imtihan ederiz” buyuruyor, ama Allah havfin büyüğünü onlara vermiş.

Ama onlardaki havf, nasıl bir havf?

Bizim anladığımız bir havf değildir. Çünkü onların havfi tekrar hadis-i şerifte açıklanıyor ki onlara verilen havf, onları herhangi bir zarara veyahut da bir tehlikeye veyahut da kötülüğe atmaz. Onun havfini çekmiyorlar.

Onlar ulaşmış oldukları bir makamın, üzerlerine alınmış oldukları vazifenin havfini çekerler.

Sen ben sade biz kendimizden korkarız, kendimize bir zarar gelmesin, işte kendimiz sıhhatli olalım, varlıklı olalım diye korkarız ama veliler öyle değildir.

Veliler bütün müridinin varlığını ister, bütün müridinin yokluğundan korkar; bütün müridinin sağlığını ister, bütün müridinin hastalığından korkar. Veliler böyledir, velileri biz sıradan adam gibi görmeyelim.

İşte biz imtihan için dünyaya geldiysek havf ile imtihan etmiş. Büyük imtihanları da büyük havfi de peygamberlere vermiş. Ama onların zahirdeki havfleri onları hiç etkilememiş ki. Onların hiç makamlarına, rütbelerine hiçbir zarar vermemiş. Onlardaki havf onları daha da yükseltmiş. Zaten hadiste öyle anlaşılıyor ki “onlardaki havf onları yükseltir, tenzili terfi yapmaz, onları terakki ettirir”.

Diğer taraftan da Cenabı Hak “vele neblüvenne küm bişeyin minel havfi velcûi venaksin minel emvali velenfûsi vessemerât2”, bu ayette buyuruyor “biz kulumuzu havf ile korku ile mallarını, canlarını ürünlerinin azalmasıyla imtihan ederiz”. Şimdi bizim burada anlayacağımız, dikkat edeceğimiz, kabul edeceğimiz; demek ki bu maddi zararlar bize zarar değil. Maddi zararlara sabredersek bu zararlarla bundan bir imtihan vermiş oluyoruz. İmtihanı kazandıysak Allah'ın bize büyük bir ikramı olacak.

Ne olacak Allah'ın ikramı bize?

Cenneti.

Daha başka büyük bir ikramı, cennetten büyük ikramı var mıdır?

Vardır.

Sade cennetine de aldanıp kalmayalım. Çünkü Yunus Emre ne buyurmuş?

Sensin benim canım canı

Sensiz kararım yokturur

Yani hiçbir yerde ben sensiz duramam. Sen benim canımın içinde cansın, sen olmazsan ben hiç duramam. Zaten öyle, insan bir saniye yaşayamaz. Eğer Allah'ın bir kuvveti, kudreti olmasa, muhafaza hafız ismi olmasa, esirgeyici koruyucu sıfatları olmasa, insan nasıl yaşayacak?

Yaşayamaz, bir saniye yaşayamaz.

Sensin benim canım canı

Sensiz kararım yokturur

Cennette sen olmazsan

Vallah nazarım yokturur

Bak yemin de ediyor, sen cennette olmazsan ben o cenneti istemem. Demek ki Allah'ın kula ikramı sade cennet değildir. Ama ekseri çoğu cennete meftunlardır, cennete âşıklardır, cenneti isterler. Ama cennetten geçenler var, cenneti istemeyenler var. Niye diyor ki benim sevdiğim olmazsa ben ne yapacağım cenneti? Öyle.

Şimdi bunun zahirde bir misalini verecek olsak; hani bu aşk-ı mecaza yakalananlar olmuş ve yine olurlar da. Diyelim bir kimse bir genç kıza öyle bir sevgi ile bağlanmış, öyle sevmiş ki dünyayı verseler artık o hiç dönüp bakmıyor. Külçeyle altın dökseler oraya hiç bakmaz. Sevdiği bir tarafta altın da külçeyle bir tarafta ve ya bu altını alacaksın ya da bu sevgiline bir defa bakacaksın, deseler. Der ki ben o altını almıyorum, bir defa ona bakacağım.

Böyle bir aşka tutulmuş bir insanı, sevdaya kapılmış bir insanı en lüks bir daireye koysalar o dairede rahat eder mi? Mümkün değil edemez. Orası sanki ona hapishane olur, zindan olur. Ama sevdiği ile beraber bir gecekonduda oturduğu zaman zanneder ki apartmanda oturuyorum. Şimdi bu öyle demiş;

Sensin benim canım canı

Sensiz kararım yokturur

Cennette sen olmazsan

Vallah nazarım yokturur

Bizim elimizde mevcut olan (Salih Baba) divan var. Orada çok hakikatli sözler vardır. Hep ayet, hadis mealleri. O da ne diyor?

Gece gündüz kılaram zârı leylî         

Meni kıl mahrem-i esrârı leylî           

Beni senin sırrına, esrarına mahrem kıl diyor.

Menem Mecnûn senin hüsnüne hayrân

Benim Mecnun, senin hüsnü güzelliğine Mecnun gibi hayran olmuşum.

Menem Mecnûn senin hüsnüne hayrân

Dilemem senden özge yârı leylî

Ne noksân erişir hüsnüne bilmem

Cemâlin eylesen izhârı leylî   

Yani senin neyin eksilecek? Niye gizliyorsun cemalini? İzhar et görsünler, diyor. Başka bir kelamda da deniliyor ki;

Cemâlin şem'ine müştâk olanlar       

N'eder cennetteki ebrârı leylî 

Senin cemaline âşık olanlar cennetin varlığını köşkünü sarayını ne yapacaklar, istemezler.

Evet, öyleyse bakın efendiler Allah bu nimeti bize nasip etmiş, bizim arzumuz sade cennet olmasın. Tabii evvel o da olacak. Ama tabii Allah'ın cemal sıfatını kazanacak olursak eğer evvela cenneti kazanacağız. Cemal sıfatı cennette tecelli edecek ama cennete girenlerin hepsine tecelli etmez. Cennetin makamları var. Cennette birden başlıyor yüze kadar makam vardır. Bu makamlar hep birbirinden farklıdır. Bu da dünyada insanların kazancına bağlıdır. Hangi makamı kazanmışsa dünyada kazanır.

Ama işte maşuklar öyledir. Onun için bir kelam da var ki;

Sofular cennette kaldı âşıklar didara erdi

Sofu fazla amel işleyen, fazla ibadet yapandır. Onlar cenneti kazandılar, cennette kalırlar, diyor.

Ama âşıklar didara vardı. Niye?

Âşık amel işlememiş mi? İşlemiş.

Sofu çok amel işlemiş ama çok ameliyle cennete gitmiş. Âşık öyle değil. Âşık amelini yok etmiş, amelini kaybetmiş, amele sahip olmamış; bir acziyet ile bir yokluk ile gidiyor cennete ve cenneti Rabbimin bana ihsanıdır diye kabul ediyor. Sofu ise ben kazandım, diyor. Bak ne kadar farklı değil mi? Sofu ise benim şu kadar amelim var, şu kadar ibadetim var, şu kadar cenneti kazandım diyor. Ama âşık öyle değil. Âşık diyor ki hayır, cenneti ben nereden kazanayım, ben kim cenneti kazanmak kim. Rabbimin bana ihsanıdır.

Ama Rabbinin kula ihsanı neymiş?

Şeyhim benim sultân imiş

Hak'tan bize ihsân imiş

Cân derdine dermân imiş

Görün beni aşk n'eyledi

Âhiri dervîş eyledi

İşte Allah'ın kula ihsanı; sevdiği kulu tanıtmak, sevdiği kulu sevdirmektir. Çünkü Cenabı Hak buyuruyor ki ”beni sevin sevdiklerimi sevin[7]”. Evet, Allah sevilecek ama Allah “beni sevin, sevdiklerimi sevin” buyuruyor. Allah'ı sevmek seviyorum demekle olmaz, bu sözde kalır, öze inmesi lazım. Öze inecek olsa sevdiklerini seveceğiz. Sevdiklerini hedef edeceğiz. Allah'ı hedef edemeyiz ama amelde emirleri var, tutacağız.

Bak onun için insan zahirde “mu’tesim bi hablillah, batında mutesim billâh”. Bunun manası;

Zahirde bütün şeriatı harfi harfine cismiyle yaşayacak.

Batında da Allah'tan başka bir maksadı olmayacak, gayesi hedefi olmayacak.

Yani ibadetlerinden amellerinden bir şey beklemeyecek.

Kimin malını kime veriyoruz, kimi kimden istiyoruz?

Düşünelim sen amel işliyorsun ama bu ameli nasıl işliyorsun?

Allah'ın sana vermiş olduğu bir kuvvet var, alırsa nasıl işlersin?

Allah sana gayret vermezse nasıl işlersin?

Allah sana fırsat vermezse nasıl işlersin?

Allah'ın vermiş olduğu fırsat, Allah'ın vermiş olduğu gayret, Allah'ın vermiş olduğu kuvvet, bunlarla ne yapıyorsak yapıyoruz yoksa kulun bir şeyi yok hepsi Allah’ın vermesidir.

Aşık canını teslim etmiş ondan daha istemez.

Ancak Allah gayrilerden ister, aynilerden istemez.

Gayri ne? Kul Allah mı olacak? Değil olmaz ama Allah'tan gelen ruh Allah'a gidecek, gider.

Allah'tan gelen ruh işte ayni demek.

Çünkü Cenabı Hak onu da bizlere bildirmiş; “kalu innâ lillahi ve innâ ileyhi râciun, Allah'tan geldik, Allah'a döneceğiz[8]”. Değil mi? Bir de ne buyruluyor? “Küllü şeyin yerciü ilâ aslıhi, her şey aslına rücu' edecek[9]”. Bak bu da var.

Her şey aslına rücu' edecekse bu Allah'tan gelen ruh niye Allah'a gitmesin? Gidecek.

Ama bir vasıtayla inmiş yere bir vasıtayla gider. Vasıtasız gelseydi vasıtasız giderdi. Bu gidiş geliş ceset için değil. Ceset toprağa gider, bugün var yarın yok.

Allah'tan geliş bu değil, Allah'a gidiş de bu değil. Bu gelişi gidişi herkes yapar. İnanan inanmayan, âlimi cahili, zengini fakiri, delisi akıllısı hepsi yapar. Makam sahibi olan makam sahibi olmayan hepsi bu gidişi yapar.

Ama Allah'tan esas gelen ruhtur. Cenabı Hak buyuruyor ki; “nefehtü fihi min rûhîh, biz Âdem’i halk ettik kendi ruhumuzdan ruh üfledik[10]”.

Allah Âdem babamızı cennette halk etti, o cennette yaşadı. Ne kadar yaşadığını bize bildirmiyor.

Niye cennetten yeryüzüne indi?

Sen-ben dünyaya gelelim de, ya cenneti kazanalım ya cehennemi diye. Yoksa Cennette olsaydı şimdi hep cennetteydik, hep cennette olacaktık. O zaman cehenneme ihtiyaç kalmayacaktı.

Allah'ın lüzumsuz bir şey halk etmemiş. Cehennemi de görevli halk etti, onun da bir görevi var, görevsiz değil, lüzumsuz değil. O da işte Allah'a isyan edenlerin ceza verme yeri. Allah'a itaat edenlere cennet hizmet görecek. Cennet onlara her türlü zevk, sefa, yeme, içme hepsi orada mevcut. Dünyada hiç emsali misli olmayan şeyler orada mevcuttur.

Bunlar da cennette fakat Allah'ın Ruyetullah'ı da cennette.

Ruyetullah dünyada var mı? Var. Ruyetullah dünyada var.

Veliler Ruyetullah'a ulaşmasalar veli olamazlar. İşte velilerin seçkinliği budur.

Veliler dünyada görüyor ama müritleri ahirette görecekler.

Öyleyse sen de avam sınıfından veli sınıfına geçersen sen de görürsün ama görmeden geçemezsin.

Bunu da görmek ve geçmek için sırlar var, şartlar var, Allah'ın emirleri var. Şeriat var, tarikat var. Şeriatın üzerinde tarikat var, tarikatın üzerinde hakikat var, hakikatin üzerinde marifet var. Ama şeriat neymiş?

Bil şerîat emr ü nehyi bilmek imiş ey gönül  

Hem tarîkat râh-ı Hakk'a gelmek imiş ey gönül       

Marifet Hak ile meşgul olmak imiş ey gönül

Neyle meşgul olursan insan kalbini o şeye verir. Meşgul bu demektir. Öyle vermiş ki kalbini o kalp ondan hiç ayrılmıyor, kalbinden o hiç çıkmıyor. Marifetle, Allah ile kalbini meşgul ederse her bir meşguliyetten kalbini kesmiş, safileştirmiş olur. Her bir arzu çıkmış dünya çıkmış, ahiret çıkmış gönlünde kalmamış. Bir Allah kalmış.

Onun için dervişler bir dost, bir posttur.

Derviş olmak için, her şeyden geçmek için bak ne diyor?

Dervîşler halîm olur  

Giydiği kilim olur

Gündüz kaim olur

Ben derviş olamadım

Hakk'ı da bulamadım

Dervîşlerin sultânı

Cân derdinin dermânı

Sâmî-yi Erzincânî

Ben dervîş olamadım

Hakkı da bulamadım

Başka bir kelamda diyor ki;

Dilersin dilberi dilber kılarsın dilberi dilber

Sana da keşf olur dilber mühim esrâr-ı dervîşân      

Müritler için, dervişler için mühim esrar, sır var. Dervişler için herkesin bilemeyeceği çok önemli, çok mühim bir sır var. Ama derviş olmayan için bu sır yok, esrar yok.

Bu da nedir?

İnsanlardaki sır makamı var.

İnsanda sır makamı açılmazsa onlardaki sır, esrar, sırrın esrarları bilinmez. Bu neye benzer?

Mesela bazı cisimler var ki cismi büyük ismi küçük, bazı cisimler de var ki ismi büyük cismi küçük. Mesela bir buğday tanesini düşündüğümüz zaman toprağa düşünce bitiyor ondan koca adam boyu sap çıkıyor. Hatta bir buğday tanesinden yedi baş çıkarmış. Hepsinde bir başak her başakta yüz tane olurmuş, Onun için Allah bir buğday tanesinden yedi yüz buğday tanesi veriyor. Bunlar olan şeyler, bir buğday tanesinin ismi küçük ama cismi büyük, mahareti büyük.

İnsanlar da böyle, işte cisimleri küçüktür ama ruhları büyük. Ama ruhu büyütmek lazım.

Bu küçük cisim içerisinde büyük bir ruh olabilir. O cismin içerisine büyük ruh koyulmamıştır ama ne zaman ki kul Rabbisini bilir, Rabbisine olan kulluk görevini yapar o seçilir işte.

Cenabı Hak, “le kad halaknel insane fi ahsen-i takvîm, biz insanı kıymetli halk ettik, biz insanı büyük halk ettik, güzel güzellerin güzeli halk ettik, en güzel biçimde halkettik[11]”, buyuruyor.

Ama hangi insan?

Şeriatı, tarikatı, hakikati, marifeti olan insan hem büyüktür, hem güzeldir, hem de kıymetlidir.

Nedir onun kıymeti?

Zaten umumi olarak insanlar bütün mükevvenatta seçilmiştir. Halkiyette mesnuatında; cemadat, nebâtat, mahlûkat var. Allah'ın halkiyeti üçe ayrılıyor:

Cemadat yer cismi, yerde olanlar.

Nebâtat yerin bitirdiği bitkiler, sayılmayacak kadar çeşitli çeşitli renkli isimli cisimli ağaçlar, meyveler, sebzeler. Değil mi?

Mahlûkat ta karada, denizde en büyükten en küçüğüne hayvanlar var. Karada mesela karınca küçük, fil de çok büyük. Kuşlarda öyledir. Allah semada kuşlar halk etmiş deveyi kaldırıp götürecek kuşlar var. İnsan da dâhil mahlûkata, ama bütün mahlûkatın en büyüğü insandır, en kıymetlisi insandır, en güzeli insandır.

Zahirde mesela bedeni güzelliği olan bir hayvan ne kadar güzel olursa olsun, ne kadar süslü olursa olsun insanı tutar mı? Tutmaz.

Tutmadığı gibi bu insanlar içerisinden seçilen insanlar da böyledir. İnsanlar haşarattan nasıl seçkinse bu insanlardan da öyle seçkin insanlar vardır. Neyle seçilecek?

İşte şeriat, tarikat, hakikat, marifet. Marifet de neymiş insanlarda?

Bil şerîat emr ü nehyi bilmek imiş ey gönül  

Hem tarîkat râh-ı Hakk'a gelmek imiş ey gönül       

Marifet Hak ile meşgul olmak imiş ey gönül

Marifetullah Hak ile meşgul olmaktır. Yalnız beriki kelamda;

Dilersin dilberi dilber...

Dilberlerin dilberleri Allah'tır.

Ne zaman ki insan dilber ile meşgul olursa, kendini dilbere verirse, hakikate verirse ve dilber onda tecelli ederse Hak'tır.

Allah'ın sıfatları velilerde tecelli ediyor. O zaman güzel olur.

Onun için Allah “biz insanı güzel halk ettik”, o zaman kıymetli olur.

Bir veli dünyada, insanlar içerisinde ne kadar kıymeti var, kıymetli olur? Onun için “büyük halk ettik” demek burada maneviyatı büyüktür.

Ne demiş bir velinin bir tanesi? Kitaba da yazılmış.

—Zahirde dünya harmanında ben bir taneyim.

Yani dünyayı bir harman ediyor. Burası çiftçi memleketi, rençper buğdayları ekiyorlar, biçiyorlar. Adam ne yapıyor on teneke buğdayı serpiyor, yüz teneke buğday alıyor. Bu yüz teneke buğdayda milyonlarca, milyarlarca tane var. Yani dünyayı bir harman ediyor, o insanları da tane yapıyor; kendisi de bir tane oluyor.

—Zahirde dünya harmanında ben bir taneyim, ama manada dünya benim harmanımda bir tane, buyuruyor.

İnsanların büyüklüğünü, kıymetini, güzelliğini buradan anlayın. Onun için işte;

Dilersin dilberi dilber kılarsın dilberi dilber

Sana da keşf olur dilber mühim esrâr-ı dervîşân      

Dervişler için mühim esrar buymuş ki dilber olmak istiyorsan bir dilberi bul.

Dervişi anlayamazsın ama dilber demek Türkçe manasında güzel demektir. Hatta güzellerin daha da çok güzeline dilber deniliyor. Eğer sen dilber olmak istiyorsan bir dilberi bul.

Yoksa zahirde senin cesedin değişmez, karaysan kara, beyazsan beyaz, nasılsa öyle değişmez ama güzel olan bu ruhtur.

Senin ruhun diyor güzel olmak istiyorsa güzeli bulacak.

Yalnız zahirdeki güzellik nedir?

Zahirdeki güzellik ancak hadis-i şerifte şöyle belirtilmiş. Ne buyurmuş Peygamber Efendimiz? “Ümmetimin en hayırlısı eliyle, diliyle kimseleri incitmeyendir[12]”. En hayırlısı demek insanların yine en iyisi, insanların en güzeli, insanlara yararlı faydalı olanıdır.

İnsanların en şerlisi insanları incitendir.

Ne buyrulmuş bir de:

“Yüzü güzel olandan kırk günde usanırsınız ama ahlakı güzelle kırk sene yaşasanız ona doymazsınız”.

Demek ki güzellik buymuş.

Güzellik: bu ceset güzelliği değil, ahlak güzelliği, ruh güzelliği, manevi güzellik.

Daha ne buyrulmuş?

Ahlakı güzel olanlar aydınlık gündüzler gibidir.

Ahlakı çirkin olanlar zifiri karanlık geceler gibidir. Öyle karanlık ki göz gözü görmüyor, parmakları uzanmasa göremiyor, zifiri karanlık.

Bu emirler buyrulmuşsa demek ki kelamı kibarda da;

Dilersin dilberi dilber kılarsın dilberi dilber

Sana da keşf olur dilber mühim esrâr-ı dervîşân      

Dervişler için mühim bir esrardır, mühim bir sırdır dilber olmak.

Ama sen de bir dilber olmak istersen bir dilberi bul.

Dilber seni dilber etsin, sen dilber olursan eğer o zaman her şey daha dilber olur. Senin için kötü bir şey yok hepsi güzel olur.

Onun için bunları tabii ki bildiğimiz kadar yaşayalım yaşamaya bakalım, bilmediğimizi de öğrenelim.

Yalnız Cenabı Hak bak ne buyuruyor?, “herkes bildiğinin âlimi”. Senin kabiliyetin artık. Sen ne kadar yapabiliyorsan, yaşlısın, ancak fazla bir şey bilemiyorsun ama kendine lazım olanları öğrenirsin.

Herkesin kendine lazım olanı vardır. Herkese lazım olan ne?

Mesela ilim.

İlim muhakkak insanlar için farz. Öğrenmek ama farzı ayın var, farzı kifaye var.

Farzı ayın herkes için olan din ilmihalini öğrenecek. Yani namazı, abdesti, guslü neyse bunları bilerek yapacak, bilmeyerek değil.

Farzı kifaye de ise alim olması lazım bunları insanlara öğretmesi lazım. İşte kitapları okuyup onları anlatması lazım veya kitap yazması lazım veyahut da öğretmesi lazım.

Evet, “Din nasihat, din nasihat, din nasihat[13]” buyrulmuş. Peki, herkes âlim olursa kim kime nasihat edecek?

Nasihat demek bilen bilmeyene söyleyecek, anlatacak. Bu da işte ilmi kifaye var ilmi ayın var.

İlmi kifaye ne?

İlmi kifaye yani bir ailede bir tane alim var, aileden sakıt olmuştur. Veya bir köyde bir alim var, köyden de sakıt olmuştur. Köyde bir âlim ilmi kifaye sahibi varsa o köy âlim olmaktan kurtulmuştur, ama oradakiler kendi yaşayacağını bilecek, bundan kurtuluş yok.

Onun için Peygamber Efendimiz “doğuştan ölünceye kadar, doğuştan kabire kadar ilim tahsil ediniz[14]”, buyurmuş. Ama bu emir farzı ayına değil farzı kifayeyedir. Farzı ayın herkesin bileceği, emredilmiş, Allah'ın emri olan ibadetleri bilip yaşaması lazım. Farzı kifaye ise bilip bildirmesi lazım. Ama farzı ayın ise kendi yaşayacağı kadar öğrenmesi lazım. Onun için bir kelam vardır.

"Utlubu'l-ilme mine'l-mehdi ile'l-lahd"         

Bu “utlubul ilme minel mehdi ilel lehd” hadisinin Türkçe meali nedir? “Doğuştan mezara kadar, doğuştan ölünceye kadar, ilim öğrenin”, buyuruyor.

Bu ilim iki: Farzı kifaye, Farzı ayın.

Farzı kifaye sana, bana, bu cemaate.

Nedir bu?

Allah'a şükür Allah bize tarikatı, şeriatı nasip etmişse tarikatı yaşamak için şeriatı olacak. Şeriatı da yaşamak için bilmemiz lazım. Bilmeyerek değil, bilerek yaşayalım.

Burada şimdi “utlubul ilme minel mehdi ilel lehd”, buyuruyor. Ama ehli dil bunu nasıl açıklıyor? Sonunu açıklıyor bak şimdi;

"Utlubu'l-ilme mine'l-mehdi ile'l-lahd" durma sen   

Bu emre göre sen durma oku, bir şeyler öğren. Ama;

Bir kaç esmâ bilmek ile Hakk'ı bildim sanma sen    

Sohbet-i Pîre devam et rûz u şeb usanma sen          

Zât-ı Hakk'ı anlamaktır binbir esmâdan garaz

Ne diyor?

Bunun sonu tasavvufa temas ediyor.

Evveli zahir şeriate, kelamın sonu tasavvufa ait. Niye bu böyle? çünkü efendim kelamda bu emirler varsa bazı anlaşılmayan emirleri başka bir kelamda açıklıyor.

Şimdi bakın Allah'ı ilmel yakîn, aynel yakîn, hakkal yakîn bilmek var, bu söyleniyor. Bir de deniliyor ki ilmel yakîn bilmek bir Müslüman’a çok uzak bir mesafedir. Ayne'l yakînsa o bildiğin şeye yaklaşıyorsun. Hakkal yakînsa ona ulaşıyorsun. O zaman;

İlmel yakîn bir ilim lazım,

Aynel yakîn yaklaşmaya amel lazım,

Hakkal yakîn ise birleşmek lazım.

Ama ilimsiz amelsiz yaklaşamayız. İlimsiz Allah bilinmez, amelsiz Allah'a yaklaşılmaz. İnsanlar saylarıyla, inançlarıyla, amelleriyle elde ederler.

Bu hakkal yakîn bilmek mürşitsiz olmaz.

Neden? Niyazi Mısrî ne demiş?

Mürşit gerektir bildire Hakk'ı sana hakka'l-yakîn

Mürşidi olmayanların bildikleri güman imiş

Güman ne? Tereddüttür.

Güman olan şeyin anlamı tereddüttür, şüphelidir. Var mıdır yok mudur, olur mu olmaz mı? Onun için iman ile güman bir arada olmaz.  Öyleyse gümandan kurtulmak için bak ne buyuruyor?

Mürşit gerektir bildire Hakk'ı sana hakka'l-yakîn

Mürşidi olmayanların bildikleri güman imiş

Güman ne? Tereddüt.

İman ne? Tasdik, tasdik etmek.

İnsanlarda ikrar var, tasdik var. İkrar amelde görülür. Tasdik başkadır. İnsanın ameli görünür, insanlar amelinden ölçülür, tartılır, biçilir.

Ama ameli de insan gösteriş için mi yapıyor? Yoksa İhlâs ile mi yapıyor, yoksa ihlâsı yok mu? Ameli var ama ihlâsı var mı, yok mu? Bu da var.

Çünkü şeriat Allah'ın emridir; ilim, amel, ihlâstan ibarettir.

İlmi, ameli, ihlâsı varsa şeriatı tamam. Ama insanın ilmi var, ameli yok, ameli var da ihlâsı yok. De ki ameli işliyor ama ameli ne için işliyor? Sen biliyor musun?

İnsanların niyeti ancak Allah'a ayan. Cenabı Hak ne buyuruyor? “Biz insanların hiçbir şeyine bakmayız, boylarına soylarına, güzelliklerine hiçbir şeylerine bakmayız ama kalplerine bakarız, kalplerine nazar ederiz[15]”.

İşte iman kalptedir. İhlâs bizde, iman kalpte. İkrarı var, ama imanı kalpte olmayabilir. O gösteriş olabilir, şekil olabilir. Zamanı çevresi namaz kılıyor, o da utanır onlarla kılar. Böyle kılarlar namazı. Bir de var ki namaz kılar Müslümanları kandırmak için. Onlar ile alavere yapmak için malını satmak için onlara bir makam mevki elde etmek için. Evet, işte bu kelamda;

"Utlubu'l-ilme mine'l-mehdi ile'l-lahd" durma sen   

Bir kaç esmâ bilmek ile Hakk'ı bildim sanma sen    

Sohbet-i Pîre devam et rûz u şeb usanma sen          

Zât-ı Hakk'ı anlamaktır binbir esmâdan garaz

Ne buyuruyor? “Utlubul ilmi minel mehdi ilel lehd”, bu emre göre durma sen, çalış, öğren bir şeyler. Çalıştın öğrendin ama bu öğrenmeyle de;

Bir kaç esmâ bilmek ile Hakk'ı bildim sanma sen    

Zannetme ki sen Hakk'ı bildin, bilemedin. Ama;

Sohbet-i Pîre devam et..

Bir ehli dilin sohbetine fırsat buldukça, imkânın elinde oldukça, gayretin oldukça durma devam et. Gece gündüz onun sohbetine git ki Allah'ı hakkal yakîn bilesin, Allah'ın zatını anlayasın.

Allah'ın zatı var, sıfatları var, isimleri var.

Allah'ın zatı tektir, sıfatı (subûti) sekizdir, isimleri bin birdir, bin bir ismi var.

İcabında bu bin bir ismi zikir olabilir, zikirdir. Bu tarikatların ayrılması da budur. Her tarikatın zikri birbirini tutmaz, ayrılır. Çünkü Allah bin bir isimle zikredilir. Zikirsiz de Allah'a gidemez. Allah'tan gelmiş ama zikirle gidecek, Allah'a zikirsiz gidemez.

Allah'a gitmek için üç şey var; Fikir var, Şükür var, Zikir var.

Zahir herkesin anlayacağı bileceği budur. Şükür lazım, niye?

Şükür nimeti arttıracak. Eğer Allah bizi Müslüman halk etmişse, İslam halk etmişse en büyük nimet bunu bileceğiz. Buna şükredeceğiz ki Allah elimizden almasın. Şükredersek arttıracak.

Nasıl arttıracak bu nimeti?

Madem bildikse, artıracak, artması da bulmaktır. Bildik bulacağız.

Artması bulmaktır. Daha artması elde etmektir.

Bir bilmek var, bir bulmak var, bir elde etmek var.

Buldu ama elde edemiyor, bildi ama bulamıyor, buldu ama elde edemiyor.

İşte bütün insanlar için ilmel yakîn, aynel yakîn, hakkal yakîn bilmek budur.

Ancak hakkal yakîn bilmek Cenabı Hakkın “küllü şeyin yerciu ila aslihi, her şey aslına rücu edecek”, buyurmasıyla Allah'tan gelen ruh Allah'a gidecektir.

Gidecek ama nasıl gidecek?

Kendi kendine gelmedi ki kendi kendine gitsin.

Bu ruh Allah'tan geldi ama nasıl geldi?

Bir anne var, senin de bir annen var. Dünyaya geldin ama nasıl geldin? Milyarlarca sene oldu, rakam yok, senin ruhun halk edileli. Ne zaman halk edilmiş rakam yok. Buna böyle inanmak lazım ki ilmi ezeli budur. İlmi ezeli Allah'ın zatının bilgisidir, bunu kimseye bildirmemiş. O zaman demek ki Allah’ın zatı bilir senin benim ruhumun halk edilişini, kimse bilmiyor.

O zaman bu ruh nerdeymiş?

Uzayda geziyormuş, âlemler değişiyormuş.

Ne zaman ki annen, baban evliliği ile senin cesedini Allah halk ediyor o zaman ruhu cesede indiriyor. Bak vasıta ne burada?

Zahirde cismin gelmesine vasıta anne baba.

Ruhun inmesine de vasıta cisimdir.

Cisim yokken bu ruh gökte geziyor, milyarlar değil, trilyonlar katrilyonlar değil. Anlaşıldı mı efendim? Bu ruh;

Dolanıp ahiri bu hane geldim

Evet, işte Allah'tan gelişimize annemiz babamız bir vasıta olmuş, gelmişiz.

Allah'a gidişimizde ne olacak?

Ölmekle Allah'a gidemeyiz.

Ölenler ya Allah'ın nuruna ulaşırlar ya da Allah'ın gadabına duçar olurlar. Allah'ın nuruna ulaşanlar aydınlıklara çıkarlar, ulaşmayanlar karanlıklara düşerler. Çok darlıklara karanlıklara derinlere düşerler. Onun için insanların süfliliği, ulviliğini Allah buyuruyor. Cenabı Hak “insanlar ulvi, insanlar süfli[16]”, buyuruyor.

Ulvi yüksek manasınadır. Çok yüksek çok ulvi ama süfli de çok aşağıdır. İnsanlar hem ulvi hem süfli.

Ulvi ise cennet de ulvi, süfli ise cehennem de süfli.

Cehennem süflilerin yeri, cennet ulvilerin yeri.

Evet, fırsat elinizde, bu fırsat elimize geçmez. Fırsatı terk etmeyelim. Onun için buyururlar;

Her gördüğünü Hızır bil

Her geceyi kadir bil

Fırsatı ganimet bil

Görelim Mevla n'eyler

N'eylerse güzel eyler

İbrahim Hakkı Hazretlerinin Marifetname’deki  kelamıdır.

Her gördüğünü Hızır bil

Ne demek istiyor?

Yani ehli tevazu ol.

Zaten öyle ehli tevazu olmazsa bir insan yükselemez. Zahirde cismen alçalacak ki ruhu yükselsin.

Bu da Allah'ın emri oluyor, “her kim ki Allah için alçalırsa biz onu yükseltiriz[17]”. Ama Allah için, bunu bir sanat etmesin, bunda bir gösteriş olmasın. Cenabı Hak böyle buyuruyor, “her kim ki Allah için alçalırsa biz onu yükseltiriz, her kim ki tekebbür sahibi olursa, kibirli olursa biz onu da hakir, yoksul yaparız”.

Öyleyse şimdi bu dünyaya geldik, bırakalım tekebbür etmeyi, kibirli gururlu olmayı, anlaşıldı mı? Onun için bizim için önemli olan ulvi olmaya çalışalım.

Hızır değiliz, Hızır davasında olmayalım ama Hızır da insanlardan, Hızır melek değil. Beni İsrail'in velilerinden, peygamber de değil. Kur'anı Kerim'de ismi geçer ve Kur'anı Kerim'de maceraları da var.

Ama sen de Hızır olabilirsin. Hızır demek bir isimden ibaret değil, Hızır:

Hızır mürşid-i kâmildir o zulmet kalb-i câhildir

Cevâhirler şerîattır özün kurtar cehâletten

...        

Varıp Hızr ile zulmete o cevher taşları kimdir          

Zulmete Hızır’la git, cevahir taşlarını topla.

Hızır mürşid-i kâmildir, ama diyor.

o zulmet kalb-i câhildir

Cevâhirler şerîattır özün kurtar cehâletten

Öyleyse demek ki bir insanın tasavvufu haksa, mürşidi haksa cevahir taşlarını toplar.

Ama yalnız zamanımızda sahteler var. Bunlara da Allah Müslümanları kaptırmasın. Allah muhafaza etsin. 


 

[1] Asr 103:1-2

[2] Bakara 2:155

[3] Buhari İlim 71

[4] Eşrefoğlu Rumi Müzekkin Nufüs S.309

[5] Hikmet Goncaları Trc. (500 Hadis Şerif) 21

[6] Yunus 10:62

[7] Al-i İmran  3:31

[8] Bakara  2:156

[9] Kelamı Kibar

[10] Sad 38:72

[11] Tin  95:4

[12] Hikmet Goncaları Trc. (500 Hadis Şerif) 384

[13] Buhari İman 42

[14] Firdevs Hadis Kitabı C.3 S.170

[15] Hikmet Goncaları Trc. (500 Hadis Şerif) 83

[16] Tin 95:4-5

[17] Hikmet Goncaları Trc. (500 Hadis Şerif) 397