“Gören de görünen ol can değil mi?”

18.06.1994 / İncek 

Cenâb-ı Hakk dört şeyi dört şeyin içerisine gizlemiştir. Kulları içinde sevdiklerini yani velilerini gizlemiştir. Zaten Cenâb-ı Hakk öyle buyuruyor: “Biz velilerimizi yeşil kubbemizin altında gizledik. Onları bizden başka kimse  bilmez.1”  Demek  ki  Cenâb-ı  Hakk bu insanlar içerisinde velilerini yani iyi insanları gizlemiştir.

Ta’at, ibadetler içerisinde rızasını gizlemiştir.

Günahlar içerisinde gadabını gizlenmiştir.

Dualar içerisinde de hicabını gizlemiştir.

Onun için Cenâb-ı Hakk, rızası olan amelleri işlemek nasip etsin. Rızası olan nimetlere mazhar kılsın. Nerede ne kadar ihvanlarımız varsa hepsini, cemaatimizi mazhar kılsın. Allah'ın rahmeti bol, inanıp da iman edenlerin hepsine nasip etsin. Ama bir kelâm-ı kibâr var ki:

Recâm senden hemân ancak rızâdır

Bu abdi âcize hem nâ-sezâdır

Atâ-yı lutf u ihsanın gözedir

Zaîf abdem ki gaffarım sen oldun

Aciz bir kul olduğumuzu, zayıf bir kul olduğumuzu bileceğiz. Bizi kayıranı, esirgeyeni, koruyanı da bileceğiz. Şarttır, bunları bileceğiz. Bir de,

Atâ-yı lutf u ihsanın gözedir

Cenâb-ı Hakk'ın lütfu, ihsanı itaat edenedir. Atâ burada itaat manasındadır.  Başka bir kelâm-ı kibâr:

Kandan gelip gideceğin anlamayan hayvan imiş

İnsanlarda bir itaat var bir de isyan vardır. İtaat için; insan niye gelmiş, nereden gelmiş, nereye gidecek? Bunları bilecek. Yani Halik’ını bilecek, rızkını vereni bilecek, sıhhatini vereni bilecek. Ne için bizi halk etmiş, niye gelmişiz, onu bileceğiz.

Niye geldiğimizi bilmezsek, ne için halk edildiğimizi bilmezsek o zaman insanlar demek ki böyle hayvan gibi oluyorlar. Hayvanlar da yerler, içerler, gezerler, uyurlar -affedersinizcinsi münasebetlerini yaparlar. Zaten öyle divanda da geçer:

Gezeriz hayvân-ı nâtık misâli

Ekl ü şurbdan gayrı ne kârımız var

Yani ibadeti olmayan bir kimse hayvan misali gezer, yer, içer, yatar, uyur. Ekl, yemek; şurb, içmek. Bunlar da yerler, içerler.

İtaati olmayan, ameli olmayan bir insan hayvanlar gibidir. Allah korusun. Allah inananları muhafaza etsin. Allah inananların inancını yaşamak nasip etsin. Bir de bakın:

İşit Niyâzî’nin sözün…

Niyazî Mısrî Hazretleri, zamanının büyük bir âlimiymiş. Mısır'da tahsil yapmış sonra da tasavvufa girmiş, tasavvufî ilim okumuş. Bu sefer zülcenaheyn, çift kanatlı olmuş. Onun çok kıymetli kelâmları vardır:

İşit Niyâzî’nin sözün

Bir nesne örtmez Hakk yüzün

Nesne nedir? İşte görünen bütün maddelerin hepsi bir nesnedir. Sen de nesne ben de bir nesne. Cisim gösteren ne varsa hepsi nesnedir. Ama hiçbirisi Allah'a perde olmaz.

Hakk’tan ayân bir nesne yok

Gözsüzlere pinhân imiş

Allah her şeyden daha ayan, bütün bu nesnelerden daha ayandır ama gözsüzler göremezler.

Buna hilaf olamaz, çünkü Cenâb-ı Hakk ne buyuruyor: “Evvel benim, ahir benim, zahir benim, bâtın benim.” “Hüvel evvelü, hüvel ahiru, hüvez zahiru, hüvel bâtın.2”, “Evvel benim, ahir benim, zahir benim, bâtın benim”, buyuruyor.

Evveline inandık, Allah'a şükür ahirine de, ezeli ebedi buna inandık. Allah'ın evveli kendisi bilir, ahirini de kendisi bilir. Bunlara inandık.

Bâtın olduğuna da inanmışız. Yani Allah'ın varlığına, birliğine inandık, göremiyoruz.

Ama zahir de benim, diyor görünen de benim. İşte burayı anlayamıyoruz ve burada aldanıyoruz.

Ama “gözsüzlere pinhan imiş” bak. Gözsüzler göremez, diyor.

Zahir’dir O ama gözsüzler göremez.

Yalnız burada insanlarda iki göz vardır. Başının gözü ve kalbinin gözüdür. Maddi göz ve ma’nevî göz var. Maddi göz maddeleri görür. Baştaki göz maddedir.

Yok olan her şey maddedir. Ama yok olmayan bir şey de manadır. Bir de insanlarda yok olan cesedidir, yok olmayan ruhudur. Cesedi maddedir, ruhu manadır.

Öyleyse insanların ma’nevî gözü, ruhî bir görüşü vardır. O açılırsa zahir de O görünür. O zaman Cenâb-ı Hakk zahirde görünen de benim, diyor. Görünenlerden hep O görünür.

Bunu tabii biz idrak edemeyiz ama haktır. Bu kelâm buyrulmuşsa, haktır, doğrudur.

Yalnız her şey misalle anlaşılır. Mesela bak şimdi burada eşya var, salonda çeşitli çeşitli çok eşyalar var. Duvarlarda kirişler, işte bu sehpalar, koltuklar, halı, kapı var.

Bu eşyalar şimdi ayna olsa, kendi cisimlerini göstermezler. Bütün karşısına geçen cismi gösterirler. Bu dört duvarın hepsi ayna olsa bir adam odanın ortasında dursa, duvarların hepsinde o adam görünür. Aynalar kendi cisimlerini göstermezler.

Yalnız ne zaman ki insanın kalp gözü açılırsa işte bu eşya ona mir’at olur, bir ayna olur.

Zaten bu eşya Allah'ın varlığına bir ispattır, delildir. Ne zaman ki insanların kalp gözü açılırsa işte o zaman o görünen bütün madde ne olur? Madde yok oluyor. İnsanın gönlünden, gözünden silinip o zaman hepsi bir ayna olur, bir hakikati gösterir. Niçin bak öyle buyurmuş,

Neye baksam seni anda görürem

Bi-hamdillah kamu varım sen oldun

Elhamdülillahirabbilâlemin, âlemlerin Rabbi’ne Allah’a  hamd ediyoruz. Fakat biz her varlığımız ile onu göremiyoruz. Her varlığımız ondan diyoruz ama bunun sözünde kalıyoruz, özüne geçemiyoruz. Her varlığımız odur, onundur diyoruz. Tabii Onun da diyebiliriz, O da diyebiliriz.

Ama her varlığımız O demek zahirde biraz şirk olur. Ama hakikatte şirk değildir.

Tasavvufta bir kelâm var. Bizim sözümüz değil, büyük velilerin sözüdür. Demişler ki: “Hep Ondandır. Belki demek olur ki, hep O’dur.”

Şimdi, tabii ki bu şirktir değil mi? Ama ne zaman madde insanın gözünden silinirse kim var daha? Mükevvenatta, halkiyatta ne varsa bunların hepsi yok olursa kim var? Bunlar yokken kim vardı? Allah’ın zatı vardı.

Zaten “Küllü şey'in hâlikun illâ veche3” ayet-i kerimesi tecelli edecektir. Ama bu enfasta da tecelli ediyor. Afakta tecelli eder, bu enfasta nefislerde de tecelli eder. Ama kimde?

Ne zamanki insan bütün her varlığını Allah'a teslim eder, her varlığından kurtulursa tecelli eder, işte bak:

Bi-hamdillah kamu varım sen oldun

Her eşyada taleb-kârım sen oldun

İsteğim, arzum, her eşyada görmek istemiş olduğum sensin diyor. Ama istemiş, bu arzuda bulunmuş Allah da ihsan etmiş. Evet;

Bi-hamdillah kamu varım sen oldun

Her eşyada taleb-kârım sen oldun

Neye baksam seni anda görürem

Bu manâdan meded-kârım sen oldun

Evet, işte o mübareğin;

İşit Niyâzî’nin sözün

Bir nesne örtmez Hakk yüzün

Hakk’tan ayân bir nesne yok

Gözsüzlere pinhân imiş

Hiçbir nesne, bu eşya, hiçbir cisim Allah’a perde olmaz. Ama gözsüzlere de görünmez. Pinhan gizli, gözsüzlere görünmez.

Gözsüz denilince, baş gözünün körlüğü değildir. Baş gözünün körlüğü işte seni beni göremez, eşyayı göremez, maddeyi göremez. Ama bir insanın ma’nevî gözü var. O da açılmazsa var olup da görünmeyeni göremez. Ne zaman gözü açılırsa var olup da görünmeyeni görür.

Tabii bunlar çok kolaydır, çok çetindir. Allah bunu insanlara bahşetmişse niye çetin olsun? Allah çetin bir şey de emretmemiştir. Yani, insanların yapamayacağı bir şeyi emretmemiştir. Ama burada çetinlik insanların ihmalliğinden, tembelliğindendir.

Yani bugün insanlar mesela namaz bile kılmıyorlar. Niye? Çetin geliyor. Niye onlara namaz çetin geliyor? İhmalliğinden, tembelliğinden dolayı geliyor. Kılana çok kolaydır, kılmayana çetindir. Her amel ona göre yapana kolaydır, yapamayana çetindir. O yapamayan da bir teşebbüs etse yapmaya başlasa o çetinliği atacaktır. Çünkü bu da mümkündür.

Biz insanlar, her alışmış olduğu bir şeyi terk etmek mümkündür. Ama ona alışmış, terk etmek onun için çetindir. Ama mümkündür o çetinlik devam etmez. Onun üç, beş gün bir çetinliği vardır, o çetinlik gider. Alışmadığı bir şeyi yapmasında alışıncaya kadar çetinliği vardır. Alıştıktan sonra o işin çetinliği gider. Alışmış olduğu bir şeyi terk edinceye kadar çetinliği vardır. Terk edince onun çetinliği gider.

Öyleyse burada direnmek lazımdır. Sa’y etmek lazım. Bu da insanların sa’yına bağlıdır.

Cenâb-ı Hakk buyuruyor “Talebena vecedena” “Kulum iste vereyim.” diyor. Verecek ama bu istek sa’ydır. Sa’ysız istek olur mu?

Senin bir arzun isteğin var. Nerede? Ankara'da. Sen buradasın, oraya sen gideceksin ki onu alabilesin. Gitmeyene o buraya gelmiyor.

Evet, yapana kolaydır, yapamayana çetindir. Çok kolay, çok çetindir. Bak kelâmda ne diyor:

Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana Hakk’el yakîn

Mürşidi olmayanların bildikleri gümân imiş

Hâlbuki burada iman, güman ikisi bir arada olmaz.

Güman; tereddüt, şüpheli. Olur mu, olmaz mı? Var mı, yok mu? Ama iman ise tasdiktir. Olur, vardır diye hüküm vermektir. Demek ki burada;

Mürşidi olmayanların bildikleri gümân imiş

Yani Allah'ı onlar ilme’l-yakîn bilirler.

Abidler de ayne’l-yakîn bilirler. Fakat bunda da menfaatte kalıyorlar, Allah korusun.

Allah'ı hiç bilmeyenler küfürde kalıyorlar. Allah'a hiç inanmayanlar, küfürde kalıyorlar. Küfürde kalınca cehennemden hiç kurtulacağı yoktur.

O zaman Allah'ı ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn bilmek var.

İlme’l-yakîn, bilmek; ayne’l-yakîn, bildiğine ulaşmaktır. Bu ulaşma amelle oluyor. Cenâb-ı Hakk: “Kulum bana nafile ibadetle yaklaşır.4” buyuruyor. Tabii ilimsiz, amelsiz insan Allah'ın azabından kurtulamaz. Azap nedir? Kabir azabından, Cehennemin azabından, kıyametin dehşetlerinden bu insan kurtulamaz. 

Bir de var ki ilim, amel de insanları yine azaba da götürür. İlmini, amelini eğer bir menfaat için, maddiyat için, dünya için işliyorsa o ilim, amel onu kurtarmaz.

Ama bir de hakke’l-yakîn bilmek var. Hakke’l-yakîn bilmekte hiç şüphe etme, hiç tereddüt yoktur. Tasdik hükümdür, tamamdır.

Mürşidi olanların gayet yolu asanmış

Bu yol Allah'a giden yoldur. Bu yol Mürşidi olanlar için çok kolaydır.

Mesela, Ankara'ya şarktan garptan dışarıdan birisi gelse, bir işi olsa, muhakkak onun işi nerede görülecekse, onu bilenden soracaktır.

Mürşit kul ile Allah arasında bir vasıtadır. Zaten Cenâb-ı Hakk’ın “İleyhil vesilete5” “Bir vesile bulun.” emri vardır. Kendine bir vesile bir vasıta bul. Nereye? Allah'tan geldik, Allah'a gitmek için.

Zaten biz Allah'tan bir vasıta ile geldik, vasıtasız gelmedik ki. Öyleyse vasıtayla gelinen yere vasıtayla gidilir. Vasıtayla gelinen yere, vasıtasız gidilir mi?

İnsan vasıtayla gelmişse, vasıta ile gidiyor. Burada kelâm var:

Gökte uçar iken indirdin meni

Vâdî-yi vîrâna kondurdun meni

Vahşî hayvanlara döndürdün meni

Eyledin dilimi lâl kara bahtım

Bu ruhların gelişidir. Cesede gelmeden önce ruh semada, havada geziyordu. Arş-ı âlâ da milyarlarca belki trilyarlar sene pervazdaydı. Cenâb-ı Hakk, ruhları ilmi ezelde halk etmiş. Bunu bize bildirmemiş. Allah'ın kendi zatına mahsus olan bir ilimdir. Hiçbir âlimine, velisine, nebisine bildirmemiştir.

Ruhlar ilm-i ezelîde halk edilmiş ve onlara bir emr-i ilahi olmuş. “Elestü birabbiküm6” “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” fermanı bu ruhlara olmuş. Bu ruhlar da orada kimi “Belâ” (Kabul ettim.) demiş, kimi “Belâ” dememiş. Müslümanlar’ın, inananların ruhu belâ demiş; inanmayanlarınki belâ dememiştir.

Cenâb-ı Hakk Müslümanlar’a, inananlara işte ilm-i ezelî de bu iltifatı yapmış, bu ihsanda bulunmuştur. Onun için Celali Baba diyor ya:

Münkirler la dedi ben illa dedim

Münkirler, Allah'ı inkâr edenler “la” yani Allah yok dediler.

Ama ben “illa” Allah var, dedim.

Bu ruhlar tabii o kadar zaman gezmişler, dolanmışlar, çok âlemlerde kalmışlar. Yalnız çok âlemler var; emir âlemi var, gayb âlemi var, işte bunlardan gezmiş, dolanmış ahiri bu dünyaya bir cisimle gelmiştir. Buradan da ahirete geçip gidecektir.

Mademki ruhlar bir cisimle bu dünyaya gelmiş, cisimsiz gelmemiş ahirette de bir cisimle kalkacaktır.

O ahiretteki cismi biz kendimiz kazanıyoruz. Onun için kul fiilinin faili, yapıcısıdır. Buradaki kelâm-ı kibârda,

Vahşî hayvanlara döndürdün meni

Eyledin dilimi lâl kara bahtım

Yani ameli olmayan bir kimse;

Kandan gelir yolun senin ya kandan varır menzilin

Kandan gelip gittiğini anlamayan hayvan imiş

Buyuruyorsa mademki Allah bizi niye getirdi bu dünyaya? Ne için bizi halk etti?

Ve mâ halaktul cinne vel insane illâ liya'budûn7” “Biz insanları cinleri halk ettik bizi mabut bilsinler, bize itaat etsinler.” Rabbim insanları onun için halk ediyor.

Mabudumuz Allah'tır. Mükevvenatı yoktan var eden ilahtır, Allah'tır. Ona itaat edeceğiz, Onu bileceğiz, Onu tanıyacağız. Allah onu tanımamız ve ona itaat etmemiz için bizi halk etmiş.

Onu tanımaz, itaat etmezsek o zaman insan hayvanlardan aşağı olur. Hayvanlarda itaat, günah, sevap, emir, nehiy yoktur. Yalnız hayvanları insanlara hizmetçi olarak halk etmiştir, onlar görevlerini yapıyorlar. Cenâb-ı Hakk, bu kadar mükevvenatta, halkiyatta hepsini bir görev, vazife için halk etmiştir, hepsi görevini yapıyor.

Bir tek insanlar görevini yapmıyorlar. İnsanlar görevini yaparsa, Allah’tan mükâfatını alırlar. Ama Allah'ın mükâfatı nerededir? Ahirettedir. Cezası nerededir? Yine ahirettedir.

Allah’ın dünyada da mükâfatı vardır. Nedir mükâfatı? Sağlık, varlık, zenginlik, itibar, sevilmek bu da dünyadaki mükâfatıdır ama bunların da ahiret için nimet olduğunu bilmemiz lazım. Sağlığını da ahiret için yaşarsa, zenginliğini de ahiret için harcarsa, itibarını da Allah için, ahiret için kullanırsa mükâfatı olur.

Allah, bana bu itibarı, bu makamı, mevkii, nimetleri verendir diye vereni insan bilecek. Onun şükrünü eda edecek, onlar dünyada zaten zayi olur giderler ama onların ahirette bir karşılığı vardır. Zengin insanlar mallarını Allah yolunda harcarlarsa o zenginlik burada kalıyor ama harcadığı zenginliğin mükâfatını nerede görüyor? Ahirette görüyor.

Mademki Allah bizi insan olarak halk etmişse, insanı da kıymetli halk etmişse, kıymetimizi bulamazsak, kıymetimizi elde edemezsek, kendi kendimize gadretmiş oluruz. Kendi kendimize zulmetmiş oluruz. Kıymetimizi elde etmek için, Allah'ın emirleri tutulacak, yasaklarından kaçılacaktır.

Şeriat da Allah'ın emri, tarikat da Allah’ın emri, hakikat de Allah'ın emri, marifet de Allah'ın emridir.

Şeriattaki emirle tarikattaki emir değişiyor. Tabii değişiyor deyince yanlış anlaşılmasın şeriatın emirleri neyse tarikatta vardır. Ama tarikattaki emirler, şeriattaki emirlerden daha üstün ve kıymetli oluyor.

Şeriatın emirleri de nedir? Amellerdir. Tarikatınki de ameldir. Ama tarikatın amelleri, şeriatınkinden daha üstün oluyor. Hâlbuki zahirde amel değişmiyor.

Mesela bir namaz kılan var; şeriatı var, tarikatı var. Bir de şeriatı var, tarikatı yok, o da namaz kılıyor. Tarikatı olan şeriatı olanlar

da aynı ameli işliyorlar, amelde değişme olmaz bir farklılık yoktur. Ama amellerin makbul olup olmamasında bir farklılık vardır.

Niçin? Şeriatı olan tarikatı olmayan bir kimse amelini zayi edebilir. Ama tarikatı olanın ameli zayi olmaz, onun ameli sigortalıdır, garantilidir. Nasıl ki bir insan arabasını evini canını da sigorta yaptırıyor. Onun gibi tarikatı olanın ameli, imanı, canı sigortalıdır.

Niçin? Şimdi bir insanın çok büyük parası var. Bu parayı bir emniyetle bir yere yatırmazsa veya muhafaza edecek bir kimseye bir yere yatırmazsa, o parayı üzerinde dolandırır gezdirirse, ondan alırlar. Çünkü para insanın düşmanıdır, onun peşinde düşmanlar dolanır, ahiri onu öldürür parasını alırlar. Ama onun üzerinde parası, zenginliği bulunmazsa kim ne bilecek? Kim ne diyecek? Kimse bir şey diyemez.

Nasıl ki maddiyatın böyle düşmanları varsa, maddiyat, mal insana düşman oluyorsa onu teslim edecek. İnsan malının bekçisi olursa, malını da Allah'a teslim ederse Allah onu muhafaza eder. İnsanın malını, canını, amelini muhafaza eden Allah'tır. Ona teslim etmek lazım.

Onun gibi bu amel de böyledir. Amel varlığı da var. Allah göstermesin insana amel zenginliği, varlığı ne yapar? Onun da düşmanları vardır. Onun düşmanı nedir?

Kendi nefsi, bir de şeytan aleyhillane onun düşmanıdır. Çünkü nefis, suret-i Hakk’tan da geliyor. Nefis sureti Hakk’tan gelirse ameli işlersin amelinden dolayı sana öyle bir gurur, kibir, enaniyet sahibi eder ki, seni öyle yükseltir ki. Sonra yükseltir, yükseltir, bir de bırakır.

Öyle çok, daha evvelce amel yapanlar, amel varlığına düşenler helak olmuşlar. İlim varlığına düşenler helak olmuşlar.

Bu denli ilme mâlik iken İblîs

Senin ilmini bilmedi o telbîs

Evet, nasıl ki Yunus Emre buyuruyor:

İlim ilim bilmektir

İlim kendin bilmektir

Sen kendini bilmezsin

Ya nice okumaktır

Diyor ki ilimden mana nefsinle Rabbini bileceksin, kendini bileceksin. Sen kendini bilmiyorsan daha niye okuyorsun? Ama insan nefsini, kendisini, meşru değil ki halkı aşağıda görsün kendini yukarıda görsün. Hâlbuki kendisini halktan aşağı görecek ki kendisini bilmiş olsun.

Allah da öyle buyuruyor: “Her kim Allah için alçalırsa biz onu yükseltiriz. Her kim ki tekebbür sahibi olursa onu hakir, yoksul ederiz.8

Tarikat demek, yokluk, mahviyet demektir.

Mahviyette insan amel işler amelini hiçe sayar. İlmini, amelini hepsini hiçe sayar. O da Allah'ın bir lütfudur. Bir insan amel işlediği zaman Allah'ın vermiş olduğu bir kuvvet var, Allah'ın vermiş olduğu bir fırsat var, Allah'ın vermiş olduğu bir gayret var, onunla işler.

Allah bunları halk etmezse kul ne yapabilir?

Allah bizim bedenimizi halk ediyor ve hayrı şerri bize bildirmiştir. Hayrı şerri işlemek için de bize bir irade vermiştir. Ama Allah'ın şerre rızası yok, hayra rızası vardır. Tabii ki rızası olmayan bir iş işlenince onun cezası vardır, cezasına çarptırılır.

Hayra rızası varsa, insan hayır işlerse Allah'ın mükâfatı vardır. Şerre rızası olmadığı için Allah'ın cezası şer işleyenleredir. Hayra rızası olduğu için Allah'ın mükâfatı hayır işleyenleredir.

Eğer Cenâb-ı Hakk’ın celal sıfatı tecelli etmezse o şer işleyenler onu işleyemezler. Bütün hayırlar Allah'ın cemalinden tecelli eder. Bütün hayır, amel işleyenler Allah'ın cemal sıfatına sahip olmuşlardır. Hayırlar Allah’ın cemal sıfatından tecelli eder.

Bütün şer işleyenlerde celal sıfatı tecelli eder. Celal sıfatına sahip olanlar karanlıkta kalır. Onun ruhu berzahta, karanlıkta kalır. Cemal sıfatına sahip olanlar aydınlık nurda kalır, nura ulaşır.

O zaman demek ki bir insan bir yerde kalsa bir tarafında zifiri karanlık olsa, bir tarafında da aydınlık olsa ve biliyor karanlıkla

aydınlığın farkını. O zaman girmesin o karanlığa da girsin aydınlığa, karanlıktan çıksın. Karanlığa niye giriyor?

Karanlıktan mana gaflettir, cehalettir. Cehaletten mana, günah sevap bilmez, hayır şer bilmez. Hep günah işler, ameli yok, günahı çoktur.

Aydınlıktan mana bütün yasaklardan kaçıyor, Allah'ın yasakladığı, şerden, günahtan, haramdan kaçıyor.

Onun için Cenâb-ı Hakk biz insanları “Lekad halaknel insâne fî ahseni takvim.9” “İnsanları kıymetli halk ettik.” buyuruyor. Güzel halk ettik, büyük halk ettik, buyuruyor.

İnsan hem ahsen-i takvim, çok kıymetlidir. İnsan noktayı kübra, büyük varlıktır. Kemal sıfatı sahibi olursa insan çok da güzeldir. Beşeri sıfattan kemal sıfata geçerse çok da güzeldir. Ama bu güzellik, bu büyüklük, bu kıymet iç âleminde, gönül âleminde, ruh âlemindedir, cisimde değil.

Gider bu "Ahsen-i takvim" bozulur

Varıp hep yerli yerine dizilir

Eğer insan bu ahsen-i takvim kıymetini bulamazsa bozulur.

İnsanlarda bu ahseni takvim demek; insanlarda kutsal makamlar vardır. O kutsal makamları insanlar elde etmezse, o zaman kıymetini bulamıyor, büyüklüğünü, güzelliğini elde edemiyor.

Bu kutsal makamlar insanın göbekten yukarısındadır. Mesela kalp makamı var. Kalbin cismi de var, ufak da olsa bir et parçasıdır. Ama o kalp sadece et parçasından ibaret midir? O kalpten neler gelip geçiyor, insan o kalbinde neler düşünüyor. Aslında bizim gördüğümüz bildiğimiz kalp bu da değildir. Sadece kalpten gelip geçenler değildir. Kalp açılırsa bir seyri vardır. O nasıl bir seyirdir?

Nasıl ki Nakşibendi Efendimiz Yakub-u Çerhî Hazretleri’nin ayağına basmış, onda kalp âlemi açılmış. Bakmış ki o yerler, gökler, denizler bütün hep kendi kalbinde bulunuyor. Bu cisim de büyümüş böyle hepsini içerisine almış.

Öyledir, Cenâb-ı Hakk mükevvenatta ne halk etmişse insanların kalbinde hepsinin bir hakikati vardır. Ama kalbin açılması lazımdır. Kalp açılacak ki onlar vücut bulsun, onlar görülsün. Kalbin seyri budur.

İbrahim Hakkı Hazretleri, Marifetname’sini nasıl kaleme almış? O zaman aleti, sanatı, vasıtası yok. Nasıl kürre-i arzı ölçmüş, biçmiş, tartmış? Nasıl denizleri, yıldızları bunları neyle bilmiş? İşte onda kalp âlemi açılmış, onları hep kendi derununda seyretmiş ve kaleme almış.

Evet, veliler için öyledir, bir kısım veli var ki dünya onların gözünde bir harman gibi görünür. Harman demek, elli metre çapında olan yuvarlak bir alandır. Dünya onlara bir harman gibi görünürmüş.

Bir kısım veliler var ki dünya onlara bir tepsi gibi görünürmüş. Böyle börek baklava tepsileri var ya onun gibi görünürmüş. Bir kısım veliler de elinin ayası neyse nasılsa öyle görürmüş. Her vaktin kutbu, gavsı tırnağın üzerinde dünyayı seyredermiş.

Zaten burada, “Senurihim âyâtinâ fîl âfâkı ve fî enfüsihim hattâ yetebeyyene lehüm ennehülhakk10” ayet-i kerimesi kalbin ululuğu, büyüklüğü hakkında inzal olmuş, inmiştir.

Kalbin tabiri şu şekildedir: Kalp bir ağacın çekirdeği gibidir. Kalp açılırsa, o koskoca ağaç nasıl çekirdeğin içinden kökü, dalı, budağı, gövdesi, meyvesi, yaprağı çıkıyorsa, o zaman kalbin mahareti meydana çıkıyor. Ama çekirdek patlamazsa, açılmazsa çürüdü, yok oldu gitti. Bu kalp âlemidir.

Bir de insanlarda ruh âlemi var.  Bir de insanlarda hafi âlemi var. Bir de insanlarda sır, esas sır âlemi var.

Mademki görünmeyen şeyler vardır. Bir var bilinir, görünmez. Bir de var ki bilinmez, görünmez şeyler vardır. Sır âlemini zahir ulemâ ne kadar bilseler de insanda olan bu sırrı bilemiyorlar. İnsandaki esrar kaleme satıra sığmaz, satıra alınmaz.

Bilinmez sırrı esrarı

Bu aklın onda yok kârı

İnsanlarda gizli olan her şeyi gördüğü gibi bir de kendinde olan esrar, sır âlemi var. İnsanlarda, kalp âlemi var, ruh âlemi var, sır âlemi var, hafi âlemi var, ahfa âlemi var. Bir de kalp gözünün makamı, açılma yeri vardır.

Onun için insanlarda ahsen-i takvim budur. Onun için insanlar letaif çekiyor. Bu altı letaif insanlarda var. Kıymetli, kutsal makamlardır.

Evvela kalpten başlıyor. Kalbin zaten makamı da belli ufak da olsa cismi de var. Ama bu kalp ondan ibaret midir? O ufacık kalp açılıyorsa o dünyalardan büyüktür.

Cenâb-ı Hakk kudsî hadisinde, “La yesevni arzı vela semai ve lakin yesevni kalbe abdiyel müminin 11” “Ben yerlere göklere sığmam ama mü’min kulumun kalbine sığarım.” buyuruyor.

Mü’min kuldan mana velilerdir.

Evet, biz de mü’miniz ama biz de olsa olsa Allah’ın esma nuru olur. O da Allah’ı hiç unutmayacağız ki Allah'ın esma nuru bizim kalbimizde tecelli etmiş olsun. Yani Allah'ı bin bir ismiyle zikredeceğiz. O zikrin kalbimizde tecellisi esma nurudur.

Ama Allah'ın sıfat nuru var. Allah'ın zat nuru var.

Burada zahir ulemâ bu hadisi kutsiyi nasıl yorum yaparlar? Yani insan Allah’ı unutmayacak.

Bir de bunların yorumları şudur: Allah ilmiyle bu eşyayı ihata etmiştir. Allah kudretiyle ihata etmiştir. Bunları idrak ediyorlar. Akıl bunlardan bahsediyor. Fakat bir de Allah'ın azametiyle ihata etmesi var.

Sadeddin Kaşgarî Hazretleri, Mevlana Alâeddin isminde çok büyük bir âlim var ona gitmiş. Ona tarikatı, nef-i ispatı tarif ettiği zaman demiş ki -Reşahat’te yazıyor-:

  • Şüphe yok ki Cenâb-ı Hakk: “Âlâ innehü bi küllî şey’in muhît12” bütün eşyayı azameti ile ihata etmiştir. Bu manaya bu ayet müşahittir. Ama zahir ulemâ bunu tevil etmezse…

Korkmuş bundan yok, hayır demiş. “Kad ehâta bi küllî şey'in ilmâ13” ilmi ile ihata etmiştir. Bak bir de bu var. Bu da Cenâb-ı Hakk’ın ilmi “Ve hüve âlâ küllî şey'in kadîr14” Bir de kuvveti ile ihata etmiştir. Aradan zaman geçmiş, demiş ki Mevlana şüphe yok, öyle itikat etmek lazım ki “Âlâ innehü bi küllî şey’in muhit”. Şöyle demiş:

  • Şimdi sen bunu kabullenemiyorsun ama bir gün sen de elverir.

O hâl onda tecelli etmiş.

Demek ki Cenâb-ı Hakk'ın esma nuru var. Sıfat nuru var. Zahir ulemâ esma nurundan, sıfat nurundan bahsederler. Zat nuruna gelince diller lâl olur, konuşamıyor.

Künh-i Zât'ı kimse bilmez bu yola etme heves 

Lâl olur dil bu arada bil ki katl olur nefes

Allah'ın zatından bahis olmaz. Büyüklüğünü bileceğiz, büyüklüğünün nihayeti, sınırı yoktur. Ne kadar âlim olursa olsun. Peygamber Efendimiz bile “Bu kadar yükseldiğine rağmen Rabbimi hak marifetiyle bilemedim.” buyurmuş.

Allah’ın künhü zâtını o da bilememiş. Ama işte onun için insan zat nuruna ulaşırsa:

Gördüğü nedir bilemez

Kendini yoklar kendini bulamaz

Kendi yok, bir şey görüyor ama o gördüğünün de ne olduğunu bilemiyor. Çünkü niye?

Gören de O görünen de O.

Gören, görünen bir oluyor.

Gören de görünen ol can değil mi?

Nimetleri insanlar için halk etmiş. Onun için Cenâb-ı Hakk: “Biz velilerimizi yeşil kubbemizin altında gizlemişiz, onları bizden başka kimse bilen yok.15” Sen ben ne bileceğiz, nasıl bileceğiz? Salih Baba onun için buyurmuş ki:

Salihem şeyhim güneştir ben anın bir zerresi

Zerre hiç eyler mi asla şems-i taban ile bahs

Küllî iradeye karşı cüz’î irade bir zerredir. Kâinatı aydınlatan bir güneşin ışığına ait bir zerredir veya bir okyanusa karşı bir damladır. Damla demek suyun çöpe bulaşan kısmıdır. Çöpü daldırdın suya soktun, çöpe bulaşan kısmı gibi cüz’î irade, küllî iradeye karşı öyledir.

İnsan küllî iradeye ulaşır. Allah'ın zat nurunu görür ama ona sınır ölçemez ve ondan bahis de yapamaz.

Künh-i Zât'ı kimse bilmez bu yola etme heves

Lâl olur dil bu arada bil ki katl olur nefes

Diller lâl olur, nefesler tükenir, Allah'ın zatından bahis olmaz.

Sen mukayyed Zât-ı Mutlaktan sakın eyleme bahs

Fark'ı Cem'i anlamaktır bu muammadan garaz

Ne kadar bilirsen bil ancak farkı cem'i bilirsin. Cem'den mana Allah'ın zatı, azametidir.

Farktan mana halkiyattır.

Bu halkiyat de çok farklıdır. Birbirinden farklı, farklı ta ki Peygamber Efendimiz’de sona eriyor, bitip gidiyor. O da öyle buyurmuş, “Bu kadar yükseldiğime rağmen Rabbimi hak marifetiyle bilemedim.

Tabii ki bizler için de çok büyük müjdeler vardır. Nedir o müjdeler? Mesela birisi şu: 

Canım kurban olsun Resûlullâh'a

Bizi kabul etti âlî dergâha

Kıymetli, yüksek bir dergâha kabul etti. O da Meşayihin mekânıdır veya Meşayihin velayetidir.

Canım kurban olsun Resûlullâh'a

Bizi kabul etti âlî dergâha

Emr eyledi şeyhim Muhammed Şâh'a

Çıkardı zulmetten bedrâya bizi

Karanlıktan aydınlığa çıkarttı. Bir de vardır ki;

Ariflerin kıyameti dâimdir

Kulûbu hep mâsivâdan sâimdir

Arif, ayık manasınadır. Bunlar öyle ayıklar ki onlar devamlı kıyametle karşı karşıyalardır.

Kıyamet de ikidir: Bir afakî, bir de enfasîdir.

Afakî kıyamet; tamamen dünyadan hep ruhlar gelip geçecek, bu dünyayı yeri göğü terk edip bırakacak. Bu dünya da yok olacak, yıkılacak. Ahiret âlemi kurulacak, kıyametten maksat budur. Dünya sona erecek, ahiret âlemi kurulacak, ölen insan tekrar dirilecek. Fakat,

Ariflerin kıyameti dâimdir

Bir enfasî kıyamet vardır. Herkesin ölünce kıyameti kopar. Niçin? Ölen kabirde geçici olarak kıyamet hayatını yaşıyor. Bir de;

Ariflerin kıyameti dâimdir

Kulûbu hep mâsivâdan sâimdir

Onlar ölümü hiç unutmazlar, daima ölümü karşılarındadır. Kalpleri de masivadan oruçludur. İnsan oruçlu olduğu zaman, ağzına bir şey aldı mı orucu kaçar. Orucunu kasten kaçırırsa cezalanıyor. Altmış gün cezasını çekiyor. Ama onların da kalpleri masivadan oruçludur. Masiva onların kalbine gelmez, geldiği zaman onların kalbî savmları bozulur.

Biz gaflette isek pîrim kâimdir

Bırakmaz berzah-ı süflâya bizi 

Bir de şu müjde vardır ki;

Hazret-i şeyhimden giymişem tacı

Ama hiç kimsenin başına şimdiye kadar böyle bir görünen taç konulmamıştır.

O taç zikirdir. Eğer sen bir yetkiliden zikir aldın, o zikri muhafaza ettin ve devam ediyorsan o senin başına bir ma’nevî taç konulmuştur.

Hazret-i şeyhimden giymişem tacı

"Ve'd-Duhâ" yüzüdür "ve'l-Leyli" saçı

Olmak isteyenler fırka-i nâcî

Ziyaret eylesin pirlerimizi

Bu müjde değil mi? Allah'a şükür pirlerimizi tanır ve onların şerefini muhafaza edersek fırka-i nâciden olacağımıza hiç şüphe yoktur.

Fırka-i nâcideniz inşallah. Ama tabii ki o başımıza almış olduğumuz zikir tacını kirletmeyeceğiz. Tarikatımızın, meşayihimizin şerefini muhafaza edeceğiz.

Hazret-i şeyhimden giymişem tacı "

Ve'd-Duhâ" yüzüdür "ve'l-Leyli" saçı

Ve'd-Duhâ, güneşin duhâ zamanı var ki çok parlaklı zamanıdır. O da kuşluk zamanıymış. Güneşin kuşluk zamanındaki en parlak hali gibi onun yüzünde bir nur vardır.

"Ve'd-Duhâ" yüzüdür "ve'l-Leyli" saçı

Ve'l-Leyli saçı demek? Saçında da siyah nur vardır.

Olmak isteyenler fırka-i nâcî

Veyahut da;

Giymek isteyenler hırkayı tacı

Hırka da bir hilafettir. Taç da, padişahlar baş olanlar, başına taç giyiyorlar. Bu da bir ma’nevî padişah olmaktır, ma’nevî bir baş olmaktır.

Hırkadan mana da hilafettir. Bu nereden geliyor? Cenâb-ı Hakk, “Biz Âdem’i yeryüzüne halife gönderdik.16” buyuruyor. Ama halife sadece Hazreti Âdem miydi? Hazreti Âdem’in hilafeti kimin içindi? Peygamber Efendimiz içindir. Onun için ondaki kıymet, o hilafet onun için verilmiştir.

Peygamber Efendimiz’in mademki halifelik onun hakkıysa ve ona gelinceye kadar bütün Peygamberler’den geçmişse Hazreti Âdem’den başlamıştır. Fakat Peygamber Efendimiz’den sonra Peygamber olmadığı gibi bu taç, bu hırka, bu hilafet kimdedir? Varisi olan velilerindedir. Kıyamete kadar devam eder.

Çok müjdeler var bize. Allah, Cenâb-ı Hakk nimetimizin kadrini kıymetini bildirsin. Nimetimizin nankörü etmesin Salih Baba buyurmuş:

Salih ne yatarsın uyan dediler

Sıdk ile Allah'a dayan dediler

Hakk gizli değildir ayan dediler

Çok ihsan var bu ihsandan içeru

Allah’ın çok ihsanı var, nerededir?

Evvela Cenâb-ı Hakk bizi Müslüman, inananlardan halk etmiştir. Bu ihsanların hepsi onun içinden doğuyor. Ama çok ihsan deyince burada, Allah bizi Müslüman halk etmiş, küfürde bizi bırakmamış. Bu Allah'ın bir ihsanıdır.

Bir de iman ehlinden seçmiş bizi, Habibi’ne ümmet etmiş. Burada da bizi seçmiş. O kadar Peygamberler geçmiş. Cenâb-ı Hakk onların ümmeti olarak da halk ederdi, onlar da Allah'a inananlardı. Onlara da kitap inmiş, Peygamber gelmiş, amel emredilmiş. Allah'ın emri nehyi, onlar da tatbik etmişler. Ama onlardan da seçmiş bizi. Tabii, biz onlardan farklıyız. Ümmeti Muhammed onlardan farklıdır.

Onun için zaten Cenâb-ı Hakk bir Kadir Gecesi vermiş bize ki bin aydan hayırlıdır. “İnne enzelnahü fi leyletil kadr17” Sûre-i celilesinde Cenâb-ı Hakk bin aydan hayırlı buyurmuş. Hâlbuki biz her sene on iki ayda bir Kadir Gecesi geçiriyoruz. Bu hangi bin aydan? Geçmiş ümmetlerin bin aylık ibadetlerinden hayırlı olan bir Kadir Gecesi vermiş. Bunu kimin için vermiş? Habibin hürmetine, onun şerefine vermiş.

Daha başka ihsanı nedir? Peygamber Efendimiz: “Ümmetimin velileri Benî İsrail'in Peygamberleri derecesinde.18” Dikkat edin bu da var.

Demek ki Cenâb-ı Hakk, Müslüman halk etmiş bize bir ihsanda bulunmuş. O Müslümanlar’dan, inananlardan seçmiş daha özel bir muamelesi olmuş ki Habibi’ne ümmet etmiş. Bir de onlardan da seçmiş bizi itaat ümmetten yapmış, isyan eden ümmetten değiliz.

Bu kadar itaat eden ümmetler var. İslâm’ın şartı beş, beş şartı yaşayanlar var. Amentü’nün şartı altı, Amentü şartını yaşayanlar var. Ama Cenâb-ı Hakk meşayihi olmayanlar, tarikatı olmayanlardan da seçmiş, itaat ümmetten de bizi seçmiş. Tarikatı olanla olmayan çok farklıdır.

Eğer zaten tarikatı inkâr ediyorsa, o Allah korusun küfre gider.

Tarikatı inkâr küfürdür.

Şimdi bu zamanımızda tarikatı inkâr eden de var, inanmayan da var.  Tarikat zamanı değil diyen de var.

Esas tarikat zamanı şimdidir.

Tarikat sonradan icat olmuş diyen de var. Cenâb-ı Hakk itaat ümmet onlardan da seçmiş bizi tarikatı nasip etmiş.

Zaten tarikatı anlar, yaşarsak o zaman ihsanın çoğunluğunu elde ederiz. Çünkü tarikatın nimetlerinin nihayeti yoktur. Tarikattaki makamların nihayeti yoktur. İnsan ancak tarikatla Allah'ın esma nurundan geçiyor. Sıfat nurundan geçiyor. Allah'ın zat nuruna ulaşıyor. Allah’ın zat nuruna ulaşan bir insan melekten de üstündür, kıymetlidir.


1  Eşrefoğlu Rumi, Müzekkin Nüfus, s. 309.
2  Hadid, 57/3.
3  Kasas, 28/88.
4  Buhari, Rikak, 38.
5  Mâide, 5/35.
6  Araf, 7/172.
7  Zâriyât, 51/56.
8  Hikmet Goncaları Trc. (500 Hadis-i Şerif) 397.
9  Tîn, 95/4.
10 Fussilet, 41/53.
11 Alusi Ruh’ul Me’ani, XX. 101.
12 Fussilet, 41/54.
13 Talâk, 65/12.
14 Mülk, 67/1.
15 Eşrefoğlu Rumi, Müzekkin Nufüs, s. 309.
16 Bakara, 2/30.
17 Kadir, 97/1.
18 Keşfü’l Hafâ.