“Son Çare: Bu da Sendendir Diyeceksin, Çıkacaksın Aradan”

1985, Dedepaşa Camisi- Bor

 

Esselamü aleyküm ve rahmetullah. Allah’ın selamı, hidayeti ve bereketi üzerinize olsun. Cümleten hoş geldiniz, sefa geldiniz, sefalar getirdiniz, feyiz getirdiniz, nur getirdiniz, muhabbet getirdiniz. Allah muhabbetinizi artırsın, sabahı şerifleriniz hayırlı mübarek olsun.

Teveccühümüz bizim için büyük ameldir, büyüklerimizin amelidir. Biz taklidini yapacağız, tahkiki onlardan doğacak. Ama tahkikinin onlardan doğması için sizin hulûsunuz, ihlâsınız olacak. Bak, ne buyruluyor bir kelamda; bizim için önemlidir o kelam:

Hamdulillâh eriştik nevbahâra

Nevbahardan mana nedir? Nevbahardan mana: İlkbaharda bütün kuru olan bomboz arazi, kuru ağaçlar yeşeriyor, yeşilleniyor, canlanıyor cana geliyor,  insanlara neşe veriyor değil mi?

Hamdulillâh eriştik nevbahâra

Açtı gonca femi gül vara vara

Burada gonca femi de, bülbül de, gül de ne zaman canlanıyor? Baharda. Bahar gelince, gül açınca bülbüller ne oluyorlar? Bülbüller de çok neşeleniyorlar, çok keyifleniyorlar, çok sefa sürur görüyorlar.

Burada bütün kelamlarda bülbülden mana müridin ruhudur. Müridi kasteder hep kelamlarda. Kelamı kibarlarda bülbül çok geçer, bülbülün vasfı çok geçer. Fakat bülbülden mana burada mürittir. Bu nevbahardan mana da; baharda nasıl arazi yeşeriyorsa, o boz arazi kuru arazi canlanıyor yeşeriyorsa işte bu gibi amellerde de müridin kalbi yeşerir, neşelenir, bu kelamı kibar bunu ifade ediyor;

Hamdulillâh eriştik nev-bahâra

Açtı gonca femi gül vara vara

Haber verin gene bülbûl-i zara

Hakikat bağının bâğbânı geldi

Bu kelamlar boşuna buyrulmamış. Bu kelamların hepsi anlayana bir mücevherdir. Onun için Allah’a şükür, hamdolsun şükrolsun Cenabı Hak bize yine bir gün ihsan etti. Gün bu gündür. Yani saat bu saattir.

Tabii belki teveccühe katılmayanlar var, katılanlar vardır. Teveccüh de, her zaman yapılmayan ameller de unutulabiliyor. Bu teveccühten mana Allah’a yönelmektir. Peygamber Efendimiz ne buyuruyor? “Allah için bir araya gelin, Allah için konuşun, Allah için birbirinizi sevin.”[1] Şimdi buraya da ıraktan yakından bu cemaat toplandı. Ne için toplandı? Allah için toplandı. Allah için bir amel işleyeceğiz ve bu büyük bir ameldir, büyüklerimizin ameli. Bu amel Peygamber Efendimiz’den bize sünnet olarak geliyor. Bu amel öyle bir amel ki, Cenabı Hakk’ın bu cemaate olacak ihsanı hiçbir amelde olamaz. Çünkü bak, niye? Kelamı kibarlar haktır:

Teveccüh olunca herbir ihvâna

Mürde kalblerimiz gelirler câna        

Murg-ı cânlar başlar âh u figâna

Ne demek istiyor şimdi burada. İhvanların kalbine teveccüh olunca diyor, onların mürde kalpleri (mürde demek ölü demek) dirilir. Mürde kalp dirilince bu sefer o   murg-ı can da (murg-ı candan mana da ruhudur)  ruhu da uyanır. Onun ruhu uyanır. Ruhu uyanınca ruh bu sefer ah u figana başlar.

Bu ah u figandan mana ne? Bu ah u figandan mana da, ruh ayrı düşmüş ayrılığından dolayı ah u figan ediyor. Fakat onun bu ah u figanı onu ayrılıktan kurtaracak. Çünkü nasıl ki başka bir kelamda buyruluyor bak;

Çok çektim ise iftirâk 

Çünkü kelamı kibarı bir diğer kelamı kibarın yanına getirdiğin zaman daha güzel anlaşılıyor.

Çok çektim ise iftirâk 

Kalmadı gönlümde merâk

Aşkım bana oldu burâk         

Görün beni aşk n'eyledi

Âhiri dervîş eyledi

Demek ki Burak’tan mana nedir? Mîraç.

Ama müridin mîracı nedir? Müridin mîracı da ta ki terki dünya olursa, terki ukba olursa, terki cisim olursa, terki can olursa, mürit de mîracını yapmıştır. Ne yapmıştır? O da ruhunu nimetine ulaştırmıştır. Yani bizim ruhumuz (Bu ruh var ki Allah’tan geldi.) o zaman Allah’a ulaşır, Allah’a vasıl olur.

Demek ki buymuş müridin mîracı. Burak’tan mana mîracı ifade ediyor. Peygamber Efendimiz Burak’la mîraç yaptı. Ama o cismî mîraç Peygamber Efendimiz’e mahsustur. Ondan hariç bütün peygamberler de cismî mîraç yapmamışlardır. Ruhî mîraç yapmışlardır. Velîler de ruhî mîraç yapmışlardır. Zaten bir insan eğer ruhî mîracı yapmazsa velî olamıyor. Bir insan ruhunu makamına ulaştıramıyorsa büyük kâmil insan olamıyor, yetişmiş olamıyor. İşte meşayih demek, kâmil insan demek, mürşit demek, velî demek bunlar hepsi bir anlama geliyor.

Bunlar ne yapmışlar, niye bu isimleri bunlara vermişler? Onlar insanlardan seçilmişler. Neyle seçilmişler? Cismen seçilmemişler, cismen yine insanların içerisindeler. İnsanlarla teşriki mesaileri var, alırlar, verirler, yerler, içerler, konuşurlar, otururlar, kalkarlar. Fakat onların ruhu ne yapmış? Onların ruhu pervaz etmiş. Nereye kadar pervaz etmiş? Onların ruhu şu gökleri geçmiş, melekleri de geçmiş, arşı alaya ulaşmış. Çünkü bak, vardır.

Çok sâlikler seyrân eyler semâda

Kimi müsemmâda kimi esmâda        

Nisbetleri gezer fevka'l-ulâda

Hatta burada salik diyor, meşayih de değil. Demek ki meşayih de değil evliyâullah da değil, salik. Mürit de ne yaparmış? Onun ruhu da mîraç yaparmış.

Çok sâlikler seyrân eyler semâda

Kimi müsemmâda kimi esmâda        

Nisbetleri gezer fevka'l-ûlâda

Fevka'l-ûlâ: çok yüksek makamlarda. Onun için işte Allah’a şükür, elhamdullillah, bugünümüze çok şükür ki Cenabı Hak bugünü bize ihsan etti. Bir amel işlemek için buraya toplandık. Amelimizin büyük olduğunu bileceğiz.

Çünkü insanları her şeye malik eden ne oluyor? Hulûsu, ihlâsı. İhlâs ne? İnancı. Mesela bak, öyle buyuruyor:

Sâlihâ bir kimseye yol aldıran ihlâsıdır

Hazret-i şeyhim efendim ehl-i hâsın hâsıdır  

Böyle buyuruyor. Öyleyse ihlâsı insanları her nimete ulaştırıyor. Bu ameli eğer büyük görürsek Allah’ın büyük ihsanına mazhar olacağız. Amelin büyüklüğü; niye büyük olmasın, ta ki bizi gafletten uyarıyor, bizim mülevves kalplerimizi temizliyor, bizi burada diriltiyor. Mesela ölü kalbimiz burada diriliyor.

Ölü kalp hangisi? Diri kalp hangisi? Ölü kalp; Allah’ı unutan kalp ölüdür.

Fakat Allah’ı unutmayan, Allah’ı anan kalp diridir.

İşte ne olur? Bu teveccühte, bu gibi amellerde insanların kalpleri dirilir. Zaten nasıl? Bak buyuruyor ki:

Evvelâ derdi kazanıp sonra gel dermân ara

Bir de buyuruyor ki;

Derdi olmayan tabîb dükkânına basmaz kadem    

Hasret-i hicrâna yanıp Hazret-i Lokmân ara           

Bu da çok derin manalı bir kelamdır. Dert öyle ya, hasta olmayan tabibe gitmez. Tabipten mana doktordur. Metin Bey kelamı kibarda ne buyurdu?

Hayat iksirinin lokmanı geldi

Manevi doktor kim?

Meşayihlerimiz, pirimiz, pirlerimiz manevi doktordur. Onlar buraya gelecekler nasıl ki başka bir kelamda buyuruyor:

Her marîzin derdine göre verirler şerbeti     

Yeter ki biz burada mariz olalım, hasta olalım, hastalığımız ne olsun? Hastalığımız da, noksanlığımız, hastalığımız da ayrılığımız. Yani biz firaktayız, ayrılıktayız, ama haberimiz yok.

Niye Peygamber Efendimiz: “İnsanlar uykudadır ölünce uyanırlar.”[2] buyuruyor. Ne demek yani? İşte burada insanların uykusu o ki;  ayrılıkta olduğunu bilmiyorlar. Ayrılıkta olduğunu bilseler, ah u enin edecekler. Ah u enin edince ayrılıktan kurtulacaklar.

Ama burada bu nimete malik olamazlarsa işte ahirete bundan mahrum giderler. Onların eyvahları hiç bitmeyecek, ebedi bitmeyecek. Orası sonsuz bir azap yeridir orada eyvah bitmez.

Ama burada eyvah biter. Çünkü burada ayrılığını bilirse, eyvahı olursa biter. Zaten akşam bir kelamda daha ifade edildi;

Rûz u şeb eylerim âh ile vâhı   

Âhıma bir sebeb kaldı mı dahi

Yâ kabz et rûhumu ya aç bu râhı        

Figânım dergâha yetişmedi mi

Ne demek yani; bak, insanların içerisinde ah eden, işte mürit oymuş, sâlih oymuş,  talip oymuş.  Cenabı Hak “Talebenâ vecedenâ” buyuruyor. “Kulum iste vereyim.” diyor. Ama biz isteklerimizi bilemiyoruz, isteklerimizde aldanıyoruz. Hep isteklerimiz dünya; maddi oluyor, maddiyat oluyor.

Aslında esas isteğimiz; manada, maneviyatta, ahirette de değildir. Ahiret isteği de bir gayedir. Ancak insanlarda istek şudur ki, ayrılıktan, firaktan kurtulsun. Ayrılık-firak sadece dünyada değil ahirette de vardır efendim.

Hasret-i hicrân odundan var mı artık bir azâb         

Ki bu cennette de bu ayrılık olacakmış. Çünkü biz ayetin hadisin müslümanıyız. Hadisi şerifte bak Peygamber Efendimiz buyuruyor; “Cennette birden yüze kadar derece vardır.”[3] Bu dereceler müsavi mi? Değil. Her bir derece birbirinden farklıdır. İşte ne oluyor? Bu insanlar dünyada bu dereceleri kazanıyorlar. Fakat bunların hepsinin mafevki, yüzüncü derece, hangisidir? En yüksek derece yüzüncü derece ’âlâyı illiyyîn-dir. Cennette âlâyı illiyyîn diye (ismiyle de anlaşılıyor) bir makam var ki o makama ulaşanlar Cemâlullah’ı müşahede edecekler.  O makama ulaşamayanlar Cemâlullah’ı müşahede edemeyecekler. Cemâlullah’ı müşahade edemeyenler de hasretlik, firak azabına düşecekler. Onun için Yunus Emre kelamı boşuna söylememiş:

Cennette sen olmasan vallah nazarım yoktur

Çünkü o sırra vakıf olmuş, dünyada o nimete malik olmuş. Bu da dünyada kazanılıyor, her şey dünyada kazanılıyor. Ahirette kazanç yok, orada kapanıyor. Kazanç buradadır, cennet de burada kazanılıyor, cemal de, Cemâlullah da burada kazanılıyor.

Ama cennetle Cemâlullah’ın çok farkı vardır. Cenneti mesela avam kısmı kazanıyor ama Cemâlullah’ı avam kısmı kazanamaz. Cemâlullah’ı kazanan illaki huzur sahibi olacak ehli huzur olacak. Onun için bak! Kelamı kibarda:

Çok çektim ise iftirâk   

Kalmadı gönlümde merâk

Aşkım bana oldu burâk

Görün beni aşk n'eyledi

Âhiri dervîş eyledi

Ne demek oluyor? Firak bizim ruhumuzun gelişi, ama bu geliş ayrılıktır. Burak’tan mana da bizim şeriatımız, tarikatımız, hakikatimiz. Veya bizim noksanımızı bilip de noksanımızla beraber Allah’a iltica, sığınma, yalvarma, Allah’a yönelmedir.

İşte bu amel de böyle bir ameldir. Buraya noksanımızı bilerekten gelelim ve bu amelde noksanımızı bilelim. Evet, bunu ifade etmiştik:

Derdi olmayan tabîb dükkânına basmaz kadem    

Hasret-i hicrâna yanıp Hazret-i Lokmân ara 

Nasıl ki zâhirde birisi hasta olmayınca tabibe doktora gider mi? Mümkün değil gitmez. Ama bu da öyle; bir hastalık ki manevi hastalıktır. Bu bizde manevi bir hastalıktır.

Manevi hastalık ise bizim noksanımız, manevi hastalık ise bizim ulvî bir âlemden ayrılışımız, gelişimizdir. Bunun tabibi kimdir? Bunun tabibi de işte evliyâullah’tır.

Hasret-i hicrâna yanıp Hazret-i Lokmân ara 

Bak! Burada hasreti hicrandasın, hicran yine ayrılıktasın. Sen bu ayrılıkta olduğunu bil, hicranda olduğunu bil. Hasreti hicran insanlara büyük bir azaptır. Yani bir insanın çok sevdiği bir şey var, fakat bu çok sevdiğini canı kadar, canından fazla seviyor. Aslında hiçbir şey candan fazla sevilmez. Candan fazla sevilen bir tek Allah’tır.

Ama yine de insanlar için bak Mecnun’un hadisesi meydandadır. Mecnun bir Leyla’yı ne kadar sevmiş ki canından fazla sevmiş, kendisi Leyla olmuş, eşya Leyla olmuş.

Onun için burada, bizim hasreti hicrandan mana bizim ayrılığımızdır. Bu ayrılık, bu hicran ateşiyle yanarsak, bununla ah u enin edersek muhakkak bu ayrılıktan kurtulacağız.

Çünkü Cenabı Hak “Talebenâ vecedenâ” buyuruyor (kulum iste vereyim). Eğer ayrılık bizim için bir hicransa, ayrılık bizim için bir azapsa bundan da kurtulmak için Allah’tan dileyeceğiz. İşte Allah’tan dilemeye geldik buraya. Bu gibi bizim amellerde hicrandan, ayrılıktan kurtuluyoruz. Onun için buyruluyor bak!

Teveccüh olunca herbir ihvâna

Mürde kalblerimiz gelirler câna        

Fakat bir de buyuruyor ki:

Teveccühe gelin ihvân

Kuruldu halka-i Rahmân

Bakın dikkat edin ihvan kim? İşte bu cemaat. Halkayı Rahman nedir? Halkayı Rahmanda yapılacak bu ameldir.

Teveccühe gelin ihvân

Kuruldu halka-i Rahmân

Açıldı ravza-i rıdvân  

Dikkat edin! Ne oldu burası? Bu amel işleniyorsa burası cennet bahçesi oluyor. Yani cennet bahçesi olmaktan mana, bir anlamı da; eğer bu amelden muhakkak feyizyâb olursan, bu amel yapılınca burada tecellî eden nuru kalbin cezbederse, senin kalbin de cennet bahçesi olacaktır.

Sonra teveccüh demek Allah’a yönelmek demektir. Cenabı Hakk’a bakmak, dönmek, yönelmek demektir.

Cenabı Hak bir kutsî hadiste ne buyuruyor? “Kulum bana bir karış gelirse ben ona bir adım giderim; kulum bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim.”[4] bir budur. Bir de “Kulum beni zikrederse ben de onu zikrederim.”[5] öyle mi? Bak! Ayeti kerimeyle sabittir, mevcuttur. Ama Cenabı Hak gitmekten gelmekten münezzehtir.

Yalnız bak!, İbrahim Aleyhisselam ulü’lazim bir Peygamber. Peygamberimizden sonra Allah’ın indinde, Allah’ın azametinde en çok makbuliyeti en büyük sevgiyi, en büyük kıymeti kazanan birisidir mübarek. Bizim de Peygamberimizin ceddidir ve biz de millet-i İbrahim’deniz. Her Müslüman olan ehlisünnet vel cemaat itikadını taşıyan, yaşayan, millet-i İbrahim’dendir. Ehlisünnet vel cemaatten ayrılan dört mezhebin dışında kalan millet-i İbrahim’den değildir.

Onun için ne yapmış İbrahim Aleyhisselam? Buyurmuş ki:

—Yâ rabbî sen; gitmekten, gelmekten, yemekten, içmekten, her şeyden münezzehsin ama ben dünya haneme seni davet ediyorum.

İbrahim Aleyhisselam Cenabı Haktan iki şey istemiştir. Birisi:

—Yâ rabbî sen bütün insanları öldüreceksin yine bunlar dirilecek inanıyorum, yok edeceksin yine var olacak. Cinler, insanlar, melekler bunların hepsini yok edeceksin, bunları yine var edeceksin, inanıyorum buna. Fakat bir gözüm ile göreyim bana bir alamet göster.

Cenabı Hak buyuruyor ki:  “Dört tane büyük kuşun (isimleriyle yâ İbrahim diyor filanca kuş, filanca kuş, filanca kuş, filanca kuş) bunların başlarını kes, bunların vücutlarını gövdelerini dibekte döv, macun et, birbirlerine vücutları karışsın. Her birini bir dağın üzerine koy,  dört tane dağda ondan sonra yâ İbrahim bunları isimleriyle seslen.”

Bütün dört kuşun gövdesi macun olmuş birbirine karışmış önünde. Bunları isimleriyle seslendiği zaman gözünün önünde o etlerin ayrıldığını görüyor, macun olmuş birbirine karışmış o etlerin ayrıldığını görüyor. O etler ayrılıyor, kemikleri bütünleniyor, tüyleri takılıyor, başları gelip takılıyor, uçup gidiyorlar. Secdeye kapanıyor.

— Tatmin oldum Yâ rabbî, diyor. Bir budur. Bir de:

—Yâ rabbî sen gelmekten, gitmekten, yemekten, içmekten, münezzehsin ama ben dünya haneme seni davet ediyorum.

Cenabı Hak, bir gün veriyor “Filanca günü geleceğim yâ İbrahim.” diyor. O güne İbrahim Aleyhisselam bütün ne kadar maiyetinde insanlar varsa, çok, kullarının karavaşlarının da sayısı çoktur. Bunları hep seferber ediyor. O gün için ta ki ırak noktalarda temizlikler yapıyorlar. Efendim çeşitli çeşitli yemekler hazırlanıyor. Cenabı Hak gelecek diye beklenirken bir ihtiyar geliyor. Ama ne kadar ihtiyar biri, beli bükülmüş değneğe böyle sarılmış dayana dayana geliyor. Gözlerinde çapak akmış, ağzından salaganlar akmış, yüzü kırışmış, hiç yüzüne de bakılacak bir hal yok. Görkemde çok çirkin görünüyor. Bu ihtiyar gelince demiş:

—Yâ İbrahim açım, karnımı doyur. İbrahim Aleyhisselam buna demiş ki:

—Baba, benim çok kıymetli bir misafirim gelecek. Sen buralarda durma, sen ekmek al, git de ye, meşgul etme bizi, demiş.

Bu ekmeği almış gitmiş. Gözlemişler Cenabı Hak gelmemiş. Verilen gün saat geçmiş, Gelmeyince Cenabı Hakk’a müracaat ediyor.

—Yâ rabbî, sen vaadinden hulf etmezsin hâşâ. Gözledik niye teşrif etmedin?

Cenabı Hak “Yâ İbrahim, ben gelmekten gitmekten yemekten içmekten münezzehim.  Fakat ben geldim sen bana hiç iltifat etmedin, yüzüme bile bakmadın, bir kuru bir ekmek ile beni savdın.” diyor.

—Aman Yâ rabbî estağfurullah, tövbe estağfurullah, böyle bir şey size karşı, azametine karşı böyle bir kusur işlemedim ben Yâ rabbî, diyor.

Cenabı Hak “Eğer sen, o sizin gözünüze çok kerih, çirkin görünen o ihtiyarı, beli bükülmüş, gözleri çapaklanmış, ağzından salaganlar akıyor, değneğe dayanaraktan o gelmiş idi, eğer ona hürmet etseydin, ona yedirseydin, içirseydin bana hürmet etmiş, bana yedirmiş, içirmiş olacaktın”.

Şimdi buradan maksadımız da şudur. Cenabı Hak “Nahnü akrabü, kulum ben sana şah damarından daha yakınım.”[6] buyuruyor. Öyleyse buraya gelen insanların hepsi kalplerini Allah’a vermiş gelmişler. Fakat Allah’a vermeyip gelen var ise buraya, Allah’a kalplerini versinler. Kalplerinde olan bütün teşvişleri yani bütün şuğulları bütün meşgaleleri kalplerinden çıkarsın atsınlar.

Onların kalpleri nasıldır? Böyle kalbi şuğullu gelenler olursa onların kalpleri, kapları doludur. Neyle dolu? İnsanın bir kabı var ama bu kap şuğulla dolu.

Mesela çok zengin ikram sahibi, ihsan sahibi bir ağa insanlara ihsan ediyor.  İnsanlar da çok ihtiyaçlılar. İhtiyaçlılara diyor ki:

—Kimin ne ihtiyacı varsa gelsin. Fakat kabını boş getirsin, kabı boş olacak, temiz olacak. Kabı boş olan, temiz olan, ihsanını alır gider. Kabı temiz olmayan, boş olmayan alamaz.

Öyleyse oraya giden insanlar kabını temiz ve boş götürürse muhakkak o ağa vaadinden dönmez. O ağa ne yapar? O boş ve temiz kaba nimetini kor. Eğer kabı boş değilse koymaz, tenkit eder. Kabı doluysa neresine koyacak.

Onun için mübarek büyüklerimizden Muhammed Beşir Hazretleri teveccüh yaparken kelamı kibar okuyor ve teveccüh yapıyor. Birisinin teveccühünde ise:

—Vay vay vay ki vay vay, Vay vay vay ki vay vay, Vay vay vay ki vay vay.

3 defa böyle demiş. Muhammed Beşir Hazretleri ne demiş? Yani demiş ki ne çare buna. Ben buna ne çare yapayım. Bunun kalbi muhalefet ambarı dolu. Boş yer yok ki ben buna bir şey yapayım da bir şey koyayım.

Onun için şimdi bu teveccühte, bu amelimizde kalbi selim ister. Boş kalp, kalbi selim olursa işte sen temiz ve boş kabını aldın geldin.  Ağanın ihsanı senin için helal olur. İhsanını sana verecektir ama kalbin boş değilse, temiz değilse bir şey alamazsın. Onun için bak! Burada kelamı kibarda şöyle geçiyor:

Yar daim sana nazar eyler 

Seni gafil görürse güzar eyler

İzdiham fazla, teveccühümüzü yapalım. Cemaat fazla teveccüh biraz uzun sürer. Onun için şimdi teveccühü tarif edeceğim. Bu teveccühümüz de, her zaman yapılmayan ameldir unutulabiliyor veya hiç karışmayanlar var, yeni karışacaklar var. Teveccüh, bu amel yaklaşık bir saat sürecek.

Bu amelde dikkat edin. Oluyor, insana gam gelir, gelmez değil. Biz avamız ancak kimin kalbine ibadette şuğul gelmez? Zaten ibadet olmadığı zamanlarda onların kalpleri yine huzur sahibidir. Onların kalpleri (huzur sahiplerinin) yani tam manası ile bütün anasırı zıddiyetini değişmiştir. Bütün kabız halinden kurtulmuş olanlardır.

Bunlar kimlerdir? Bunlar işte velîlerdir. Onların iki ciheti var. Onların zâhiri halk ile bâtını hak iledir. Onlar iki aklını, aklı maaş ve aklı maad birden kullanıyorlar.

İnsanlarda aklı maaş vardır. Ama bazı insanlar var ki Allah’a sığınırız, onlar hep aklı maaşını kullanıyorlar. Bunlar sadece dünyayı biliyorlar, dünyayı düşünüyorlar,  dünyayla meşgul oluyorlar. Bunlarda amel yok, ahiret yok, hiçbir şey yoktur. Onlar tamamen hep aklı maaşını kullanıyorlar.

Ama Müslümanlar hem aklı maaşını kullanır, hem de aklı maadını kullanır. Bu aklı maad ile kötülük yapmıyoruz, ondan elimizi çekiyoruz. Ama yine de aklı maaşımız ne yapıyor, etki yapıyor.  Bir ibadeti yaparken yine dünya işleri hatırımıza geliyor. Gelsin mani değildir, onu atmak lazım, onu tutmamak lazım.

Fakat bir de var ki hep aklı maadını devamlı kullanıyor. Kimler? Bu huzur sahipleridir. İşte onlar aklı maaşını kullandıkları zaman da dünya işinde çalıştıkları zaman da yine onlar aklı maadlarını kullanıyorlar. İşte bunların iki ciheti vardır, zâhiri halk ile bâtını hak iledir.

Zâhiri halk ile teşriki mesai ile olduğu müddetçe de yine onun Allah’tan da irtibatı kesilmiyor. Bunların iki yönleri vardır. Biz böyle değiliz ama böyle olmaya çalışalım. Böyle olanları Cenabı Hak bize nasip etmiş. Nasıl ki mesela bak!

Âriflerin kıyâmeti dâimdir

Kulûbu hep mâsivâdan sâimdir        

Biz gaflette isek pîrim kâimdir           

Bırakmaz berzah-ı süflâya bizi          

Bu bize bir müjdedir ve bize kâfidir. İşte teveccühte bir saat içerisinde bu yapılacaktır.

Herkesin gönlüne artık çeşitli çeşitli şuğulun gelmemesinin imkânı yok, gelir. Artık ne ise suğulu, gayesi, alacağı, vereceği neyse gelir. Bunlar gelmekle beraber mani değildir. Bunları atacak, tutmayacak. Çünkü kalbe gelen tutulursa kalbi mülevves eder. Kalbe gelen tutulmaz atılırsa mülevves etmediği gibi de farz olan bir ameli işliyor, cihadı ekberi yapıyor.

Cihadı ekber ne? Nefis mücadelesi. Nefis mücadelesi neyle oluyor? Nefis mücadelesinde işte kalbe gelen muhalif şeyleri akla nefis getiriyor veya şeytan getiriyor. Eğer onları atarsanız işte mücadele yapıyorsunuz. Bu mücadele namazda da vardır. Bu cihat her amelde vardır. Amelin haricinde de cihat olabilir.

Onun için işte burada kalbinizi selim edin. Selim etmek için de kalbinize geleni atın.

Bak! Bu caminin pencereleri var, dikkat edin, güneş doğduğu zaman bu pencerelerden vuruyor, burayı ışıldatıyor. Ama bu pencereler hep kapandığında güneş buraya vurmasa ne olur? Burası karanlıkta kalır. 

İşte bu amelde Cenabı Hakkın nuru tecellî edecek; eğer kalbinizi selim ederseniz, yani Allah ile meşgul ederseniz, gaflette olmazsanız, güneşe bir pencere açmış olacaksınız ve muhakkak o pencereden güneş vuracak o binayı ışıtacak.

Onun için bu amel kalbi selim istiyor. Kalbi selim de işte kalbinize geleni bütün atın kalbinizi Allah ile meşgul edin. Rabıtanız karşınızda Allah da kalbinizde.

Hatta bak! Rabıta tarifinde niye buyruluyor ki nefsini bir uyuz siyah köpek suretinde ayaklarının dibine atmışsın, elinde şeriat kamçısı var, tepesinden aşağı vuruyor, terbiye ediyor. İşte burada rabıta bizim kalbimizin bekçisidir. Rabıta karşımızda Allah kalbinizde demek; Allah’ı unuttuğumuz zaman rabıta ne yapıyor? Karşımızda vuruyor, hatırlatıyor.

Evet, bir de teveccühte göz açılmayacak, dikkat edin. Teveccühlerimizde, çok zamanlarda, göz açmayın diye tekrar tekrar ediyoruz. Yine gözü açık olanları görüyorum. Bu da nimetimize manidir. Yani göz açmak burada tecellî edecek Cenabı Hakk’ın feyzine, nuruna mani olur. Hem kendisi istifade edemez hem de buraya gelenlerin feyzine mani olur.

Bak! Buraya çok ıraktan kış dememişler, soğuk dememişler gece gelmişler uykusuz kalmışlar. Bunlar bir arzu üzerine gelmişler. Burada bir şey ummaya gelmişler, bir şey istemeye gelmişler.

Bu nedir ki:  “Fe emmel yetime felâ tekhar ve emmes saile felâ tenhar.”[7]  Cenabı Hak bizlere, kullarına ne buyuruyor? “Yetimlere, fakirlere, saillere ihsanda bulunun.” Öyleyse biz de buraya sail olarak geldik.

Kimin saili? Allahın saili, Allahın fakiri.

Kimin fakiri? Peygamberin fakiri.

Kimin fakiri? Mürşidimizin fakiri.

Onlardan bir şey ummaya, istemeye geldik. Bunlar bir şey ummaya istemeye gelirken hani burada bir nimet alayım derken bir de külfet yüklenmeyelim. Bir de mihnet meşakkat yüklenip gitmeyelim.

Ne demek bu? İşte riayet edilemezse hani bir kimse burada bir sevap işleyeyim, bir amel işleyeyim de buradan bir şey alayım derken buradan ne alır? Bir ceza alır gider. Onun için yasak olan bir şeyi işlememek lazım. Göz açmak teveccühümüzde yasaktır.

Ne zaman ki teveccüh başlar, tabii teveccühte oturmanın bir usulü var, onu bilenler oturtturacaklar. Oturduktan sonra ve teveccüh başlayacağı zaman hocalarımız tarafından veya herhangi bir kimse tarafından “Estağfurullaaaaaah” diye nida olunacak. Bu “Estağfurullah” nidası olunduğunda umumiyetle gözler yumuluyor daha göz açmak yasak. Göz açmayın! Gözlerinizi yumduktan sonra 25 istiğfarı okuyacaksınız. Bunu parmaklarınızla hesabını yaparaktan usul, kendiniz işiteceğiniz kadar ve sonlarını uzatarak 25 istiğfarı okursunuz.

İstiğfarı okuduktan sonra rabıtanız karşınızda Allah kalbinizde, ne zaman ki kalbinize her ne şuğul gelirse atın. Bunlar geçmişte gelecekte alacağınız, vereceğiniz, meşakkatiniz, iyi gününüz, yaman gününüz olabilir. Ne gelirse ticaretiniz, borcunuz hep kalbinize geleni atın, korkmayın tutmayın geleni atın.  Hem burada cihat yapmış oluyorsunuz.

Bunu ta ki amelimiz sonuna kadar yapılacak ve gözler de açılmayacaktır. Dikkat edin, iki defa “Estağfurullah” nidası burada okunacak. Birisi teveccüh başlarken herhangi bir efendinin estağfurullah ilan etmesidir. Bu sizin için olacak, bunu duyduktan sonra gözlerinizi yumup 25 istiğfar okuyacaksınız. Bir de sonradan bu günahkâr 3 defa “Estağfurullah” diyecek. Âşikâr olarak “Estağfurullaaah Estağfurullaaah Estağfurullaaah”. Sakın bunu okumayın o bize aittir. Bize ait dualar var, namazımız var, kılacağız. Sonra 3 defa istiğfarı aşikâr okuyacağız. İşte burada dikkat edin 3 defa biz istiğfarı aşikârı okuduğumuz zaman siz bu istiğfarı okumayın. Siz ancak gönlünüzü rabıtanızla Allah ile meşgul edin ta ki amelin sonuna kadar gözlerinizi de açmayın.

Amel ne zaman tamamlanıyor? İşte burada bize ait olan vazifeler yapıldıktan sonra. Esas bir vazifemizde şudur ki: burada bu cemaati tabii saf saf sıra sıra oturtturacaklar.  Bu safların arasında bu günahkâr gezip de kelamı kibarlardan ne ki gönlümüze geldiyse,  ne himmet olduysa,  dolduysa onu okuyacağız ve sırtlarınıza da el vurulacak.

Niye bu kelamı kibarlar okunuyor, niye bu sırtlara el vuruluyor?

Kelamı kibarlarda öyle bir esrar, ihsan var ki; insanlar, ruhlarını Cenabı Hak halk ettiği zaman  “Elestü birabbiküm.”[8]  Cenabı Hakk’ın kudret lisanını duydular. Allah’ın bizâtî kudret lisanını duydular fakat o zaman “Belâ” diyenler oldu “Belâ” demeyenler oldu. 

İşte o “Belâ” diyenler, bu dünyada inananlardır. İnsanlarda bu cezbe var ya gayri ihtiyari ağlamalar, bağırmalar, çırpınmalar işte bunlar oradan geliyor. Bu ruh, ilmi ezelîde Cenabı Hakk’ın kudret lisanını duymuş, o tadı tatmış.  O tadı tadınca işte bu güzel kelamlar, güzel sözler ifade edildiği zaman, o ruh onu hatırlıyor. Onu hatırlayınca artık, işte bak! Ne buyurdu?

Murg-ı cânlar başlar âh u figâna      

Dedi ya kelamı kibarda:

Teveccüh olunca herbir ihvâna

Mürde kalblerimiz gelirler câna        

Murg-ı cânlar başlar âh u figâna      

İşte o ahu figandan mana; ta ki o ilmi ezelîdeki Cenabı Hakk’ın kudret lisanını duymuş, onu hatırlayınca onda gayrı ihtiyari bir çırpınma, bir hareket oluyor, bir budur.

Bir de evliyaullah’ın velâyet nuru, ruhu ihâta etmiştir. Evliyâullah’ın kelamı (zaten kelamı kibar evliyaullah’ın kelamı) geçtiği zaman, velâyet ismi geçtiği zaman buradan da cezbe alır.

Bu da nedir? Cenabı Hakk’ın esma nuru var, sıfat nuru var, zat nuru var.

Bazı müridin ruhunu esma nuru ihâta etmiştir. Esma nuru ile o ruh idare ediliyor.

Bazı müridin ruhunu da sıfat nuru ihâta etmiştir. Sıfat nuru ile o ruh idare ediliyor.

Bazı müridin ruhunu da zât nuru ihâta etmiştir. Zat nuru ile o ruh idare ediliyor.

Onun için burada Allah ismi geçtiği zaman müride cezbe gelir. Peygamberin isminde cezbe gelir. Evliyâullah’ın isminde cezbe gelir. Bunlar tecellî eder.

İşte bu kelamı kibarlar söylendikten sonra sırtlara el vurulur. Bu el niye vuruluyor?

İnsanların, müridin iki dalının, iki küreğinin arasında bir çukur yer var, öyle buyurdu şeyh efendimiz, büyüklerimizin emri, orada kalbe bir pencere varmış, nefse Şeytan aleyhillane oradan vesveseyi veriyor. O el vurmada orası kapanırmış.

Canım peki orası kapanıyorsa, şeytan vesvese veremiyorsa daha bu insanlarda bu vesvese nereden geliyor?

Ama şeytan insanlarda ikidir. Biri surî, biri manevidir. Surî olan İblis’tir, vesveseyi dışarıdan verir. Fakat bir de manevi şeytan bizim içimizde var, nefsimizdir.

Zaten müridin kalbine gelen vesvese veya onun kalbini sıkan, hoşa gitmeyen şeyler kalbine geliyor. Gelmesini de istemiyor bu nerden geliyor? Veya bir arzusu veyahut da bir isteği oluyor, bu istek nereden geliyor? Nasıl anlayacağım?

Eğer onu rahatsız eden şey kalbine geliyorsa veyahut da hoşuna gitmeyen bir arzu geliyor buluyorsa, onu kalbinden atıyorsa ve o yeniden gelmiyorsa bu şeytandan olduğu anlaşılıyor. Şeytan bu sefer başka bir şey getiriyor.

Öyle şeytan bir kapı çalarmış, açamazsa başka bir kapı ararmış, o kapıyı da denermiş açamazsa, başka bir kapı ararmış. Mesela şimdi bu caminin on tane kapısı olsa. Büyük camilerde büyük şehirlerde var. Bu caminin bir kapısını çalar, açamaz, gider öbür kapısını çalar, açamaz, gider hepsini çalar, hepsini dolanır.

Fakat nefis öyle değil. Nefis aynı kapıyı açıncaya kadar dövermiş çalarmış.

İşte bir şey kalbinize geldiği zaman atarsınız, o gelmese onun şeytandan olduğunu bileceksiniz. Eğer atarsınız gelir, atarsınız gelir, atarsınız gelir onu nefsinizden bileceksiniz.

Onun için çaresi nedir? İstiğfara devam etmek.

Onun çaresi nedir? Rabıtaya sığınmak.

Onun en son çaresi nedir? Her çareye başvurduktan sonra en son çaresi nedir? Bu da sendendir diyeceksin, çıkacaksın aradan. Kurtuluş budur. Çünkü:

Bilmezem kimden kime şekvâ edem bu gönlümü      

Bak, bu kelam bunu ifade ediyor:

"Lâ"yı gördüm firkat-i Mevlâ'ya düştüm gel yetiş    

İşte kalplere bu ihsan olurmuş, zikir tohumu ekilirmiş. Ama bu anında olur, üç gün sonra olur, beş gün sonra olur, on gün sonra olur, yirmi gün sonra olur.

Mesela rençper olanlar bilirler. Tarlaya tohum ekildiği zaman üç günde biter, bir haftada biter, on günde biter, yirmi günde biter, yeter ki tarla o tohumu bitirsin. Ama o tarla tohumu bitirmeyen bir tarla olursa, erbabı o tarlaya o tohumu serpmez zaten.

Bir de şu vardır ki bizim kalbimize bu tohum ekilecekse, temiz tohumu bitirmeyen tarlaya ekilmediği gibi, kalbimiz eğer mülevves olursa bizim kalbimize de tohum ekmezler.

Bizim kalbimizin mülevves olması nedir? İşte burada dünya şuğulu, dünya meşgalesi olursa ve kalbimiz mülevves olursa burada bu tohum bitmez diye ekmezler.

Bir de bizim 79 ahlakı zemimelerimiz, muzır hallerimiz, muzır sıfatlarımız var. Bunlardan da bu amellerde, teveccüh de veya hatmeyi hâcelerde bu muzır sıfatlarımız bizim için çok zararlı olan iç âlemimizde zararlı olan ahlakı zemimelerimizi ne yaparlar? Bu amelde bunlar da izale olurmuş, bunları da değiştirirlermiş.

Nasıl ki mesela bir yabani ağacı erbabı gider, onun başını keser, ona aşı yapar. İşte bu gibi amellerde de ne yaparlar? Bu yabani ağacın aşılanması gibi işte bizim muzır olan bize çok zararlı olan ahlakı zemimelerimizi de alırlarmış. Hatta en zararlısını en evvel alırlarmış.

O zararlısını alır atarlar, oraya yararlısını bitirirler. Çünkü ahlakı zemime bir giderse onun yerine ahlakı hamide çıkacak. O gitmezse insanlar ahlakı hamide sahibi olamıyor. Ahlakı zemimesini atmadıktan sonra ahlakı hamideyi elde edemiyor. Ahlakı zemime kötü sıfatı, ahlakı hamide güzel sıfatı.

Ta ki teveccühün sonuna kadar bu aralarda gezilir, ebyat yani kelamı kibar okunur, sırtlarınıza el vurulur.

Bu kelamı kibar okunduğu zaman sırtlarınıza el vurulduğu zaman burada bu günahkârı kastetmeyin, deyin ki: “Mübarek Şeyh Efendimiz Dede Paşa Hazretleri bize bu teveccühü yapıyor. O bize kelamı kibar okuyor, o bizim sırtımıza elini vuruyor.” burada da tam ihlâsınız olursa yanılmazsınız. İhlâsınız tam olursa da görürsünüz zaten. Çünkü bak! Bir kelamı kibar vardır:

Gâhî şecerden söyler ol gâhî hacerden söyler ol      

Gâhî beşerden söyler ol bir mantık-ı bürhânıdır      

Bak !                      

Cevlân eder bu arada bir pertev-i nûr-i Hudâ         

Şeyhim Muhammed Sâmî de ol dilber-i rûhânîdir    

Öyleyse burada neyi ifade ediyor:

Cevlân eder bu arada bir pertev-i nûr-i Hudâ         

Yani burada nedir? Evet, evliyaullahın velâyet nuru vardır.

Peygamber Efendimizin nübüvvet nuru vardır.

Cenabı Hakk’ın zâtının nuru vardır.

Bunlar burada tecellî ederler. Nasıl ki teveccühte okuyoruz,  Peygamber Efendimizden başlıyoruz da ta ki bizim şeyh efendimize gelinceye kadar okunan evliyaullahların rûhaniyetleri,  ruhları buraya teşrif ederler.

Burada onun için buyuruyor. İşte hacerden mana taş, şecerden mana ağaç,  beşerden mana insan.  Taş belli zaten taş, şecer ağaç, o da biliniyor,  bu beşer insan:

Gâhî beşerden söyler ol

Yani nasıl ki Hz. Musa Kelîmullah’ın asası onunla konuşuyormuş, ona çok insanların yapamayacağı hizmetleri yapıyormuş. Hz. İsa’nın da bir taşı varmış, o taş da tekellüm ediyor, konuşuyormuş. O taş hareketle Hazreti İsa’ya hizmet görüyormuş.

Bak! Nakşibendî Efendimiz Hazretleri (bu büyüklerimizin sohbeti) ihvana hizmet olsun diye kışlık ve yazlık ayrı tekke yaptırırmış.

Çünkü mürit üçtür; rabıta müridi, hizmet müridi, tespih müridi. Birisinde rabıtası çok kuvvetli, birisinde de tespih, çok virdi var. Birisi de hizmet görüyor.

Rabıta müridi bozulabilirmiş, tespih müridi de bozulabilirmiş, hizmet müridi bozulmazmış.  Rabıta müridinde meşgaleden, şuğulundan dolayı onda rabıta bozulması, rabıta hafifliği olabilir.  Eğer onu dünya etkiliyorsa, zaman olur meşgalesi çok olur, onda dünya maişet darlığı olur veyahut da çeşitli çeşitli şuğullar olur. Bunlar rabıtasını ne yapar? Rabıtasını hafifleştirir. Hafifleye hafifleye ne olur?

Tespih müridi bir zaman için çok azimli tespihini çeker. Tespihinde onun bir yabanlık olur, çekmez. Sonra çekmez çekmez çekmez,  tespihini çekmediği gibi o da kaybetti, terakki edemedi.

Fakat hizmet müridi bozulmazmış.  Onun için bak! Şeyh efendimiz buyurdu ki:

 —Allah için yapılan hizmetin Allahın indinde habbesi bile zayi olmazmış.

Çünkü bak! “Miskâle zerretin hayran yerah miskâle zerretin şerran yerah.”[9] buyruluyor. Zaten zerre misgal yani zerre kadar hayır Allah’ın indinde zayi olmuyor. Zerre kadar şer yine zayi olmuyor.  Onun için hizmet müridinin hizmetinden dolayı (hizmet çok kıymetli) onda hiç asla ve asla tenzil etmek yokmuş, bozulmazmış. 

İşte Nakşibendî Efendimiz Hazretleri ne yaparmış? İhvanlara hizmet olsun diye ilkbaharda kışlık yapıları sökün, diye emredermiş sökermişler. Yaza göre yapın yapıları, dermiş yaparmışlar. Sonbaharda da ‘Bu yazlık yapıları sökün.’ dermiş, sökermişler. Bu böyle devam edermiş. Bir ilkbahar söküşünde veya sonbahar söküşünde ihvanlar demişler ki:

—Kurban bir takım kışlık yapalım, bir takım da yazlık yapalım. Yaz olunca yazlıkta, kış olunca kışlıkta kalırız. Mübarek demiş ki:

—Acizleniyor musunuz? Ben size hizmet olsun diye böyle yaptırıyorum.  Benim size hiç ihtiyacım yok,  demiş mübarek.

Orada bir sele varmış.

— Sizin hizmetinizi bir sele de görür. Git sele, taş, kum getir.

Sele yuvarlanmış gitmiş taş kum dolmuş gelmiş. Demiş:

—Size hizmet olsun diye böyle yaptırıyorum.

İşte bu kelamı kibarda onu ifade ediyor:

Gâhî şecerden söyler ol gâhî hacerden söyler ol        

Gâhî beşerden söyler ol bir mantık-ı bürhânıdır        

Yani Cenabı Hak hacer’den kuvvet veriyor. Taşı da konuşturuyor, taşa da hareket veriyor. Cenabı Hak ayeti kerimesinde zaten “Tespih etmeyen hiçbir varlık yoktur.”[10] sizin o cansız gördüğünüz cemâdâtlar, taşlar da bizi zikrederler, buyuruyor. Yani taşı hareket ettiren, taşı konuşturan Allah, ağacı hareket ettiren ağacı konuşturan Allah, ümmi (beşerden mana) bir kimseyi de konuşturur. Onun için burada ifademiz:

Gâhî şecerden söyler ol gâhî hacerden söyler ol        

Gâhî beşerden söyler ol

Beşerden söyler demek; yani biliyorsunuz ki bizim ilmimiz yoktur, bir amelimiz de yoktur, bir maharetimiz, marifetimiz de yoktur. Ama bize bir emir olmuş. Bir emir olmuşsa eğer, kul Allah’ın nimet Allah’ın.  Ondan sonra, bu ihvan da pîrimizindir. Biz de pîrimizin kapısında bir gudik olduğumuzu kabul edin. Ama yalnız bize rüyada, halde de gösterdiler, neyse onu söylemeyelim, o kalsın.

Onun için işte burada yapacağımız bu amelde her ne kadar biz gezeceğiz safların arasında, sırtınıza el vurulacak ve kelamı kibar okunacak o zaman şeyh efendimizin elini sırtınıza vurduğunu ve kelamı kibarı onun konuştuğunu, onun söylediğini de itikat edin, inanın. Böyle ihlâs edin, hulûs edin.

Tamam, şimdi başlayacağız amelimize. Amelin sonu da ne zaman? İşte bu amel tamamen saflar bütün gezildi, kelamı kibar okundu, herkesin sırtına el vuruldu, ondan sonra teveccüh bitiyor, ondan sonra serbest olabiliyorsunuz, gözlerinizi açabiliyorsunuz.

Teveccüh bitince hocalarımızdan bir tanesi bir aşır okur. Mehmet Hoca buradaydı. Biz ona işaret ederiz, o bir aşır okur,  aşır okuduktan sonra amel bitiyor, gözler açılıyor.

Ama icap eder ki burada ihvanlardan sesi güzel olanlar, muhabbeti gelmiş beyit söylüyor, söylesin.  Beyit söylemekle amel devam etmiyor. Amel bitti, gözlerinizi açarsınız, rahat edersiniz, oturma şeklini bozarsınız.

Bir de teveccühte oturma şekli var. Yalnız iki ayağınızı uzatamazsınız, zaten yer de müsait değil. Ama sakat olanlar için müstesnadır, uzatır iki ayağını. Tek ayağını böyle kıbleye veya herhangi bir yere uzatmazsınız. Karşılıklı oturacaklar ya safın biri kıbleye gelir, yer müsait değil uzatamaz. Fakat bacağınızın birini dikip birinin üzerine oturabilirsiniz. Bacağınız ağrıdı bu sefer de o dikili olanı yatırın onun üzerine oturun, öbürünü dikebilirsiniz, bunlar müstesnadır müsaade edilmiş. Yani dizlerinizi de ağrıtmayın burada, kâr edeyim derken yine zarar etmiş olursunuz.  Mademki burada selim bir kalp istiyor, dizleriniz ağrırsa o dizlerinizin ağrısı kalbinizi yine meşgul eder, yine kabınız boş olmaz, dolu olur. Onun için oturmada müsaade edilmiş. Nasıl rahat ederseniz öyle oturun. Eğer müsaitse yeri genişse mürebbe yani bağdaş da oturabilirsiniz.

Tamam, başlayalım amelimize. Bir de şimdi bu teveccühün oturma usulüne göre oturtturana kadar arzu edenler beyit söyleyebilirler.

Şimdi çabucak bir abdest alabilir miyim? Yani abdestimizin zayiinden dolayı değil de bu amelin usulü böyle abdest üzerine bir abdest alacağız ki bu teveccühü yapabilelim.

 

 


[1] Ahmet bin Hanbelin Musnedinde

[2] İhya-yı Ulumiddin C.8  S.260

[3] Tirmizi, Cennet 4, (2531).

[4] Buhari, Tevhid 50, Zikr 2

[5] Bakara 2:152

[6] Kâf 50:16

[7] Duha 93: 9-10

[8] Araf 7:172

[9] Zilzal, 99:7-8

[10] İsra 17:44