“Rabıta Gönlümüzde Olmasa Neler Gelir Gönlümüze?”

20.03.1994, Sultanbeyli

 

(Abdurrahim Reyhan Hazretleri teveccüh mahalline teşrif eder. Cemaat tazimden ayağa kalkar ve Celalî Baba’dan okunmaya başlayan gazeli ayakta dinlerler)

Durun ûftâdeler istikbaline

Velâyet tahtının sultanı geldi

Dest uzatın lâl-i lebin balına

Ledünnî ilminin irfânı geldi

 

Payinde bir bölük melek simalar

Gene esti bize bâd-ı sabâlar

Dert ehli derdine alsın devalar

Hayatı iksirin lokmanı geldi

 

Habib-i Kibriya’nındır bu dergâh

Kasem olsun inan vallahi billâh

Neden münkir olalım Allah Allah

Sultan-ı enbiâ vârisi geldi

 

Hamdülillah eriştik nevbahara

Açtı gonca femi gül vara vara

Haber verin gene bülbül’ü zara

Hakikat bağının bağbanı geldi

 

Celali dur selama gözle râhı

Budur burc-u feleğin şems ü mâhı

Tariki Nakşî’nin pîr-i penâhı

Elinde Gavislik fermanı geldi

 

Dostlar kıyam edin kalkın ayağa

Adalet şahının fermanı geldi

İstikbal eyleyin durun selama

Serteser âlemin sultanı geldi

 

Belâ-yı kazadan kurtulmaz başın

Gün-be gün yürekte artıyor cûşun

Celalî yâd ile görülmez işin

Bu dertli sinemin dermanı geldi

Oturun kerem edin!  Oturun kerem edin!.. 

Esselamu aleykum ve rahmetullah. Allah’ın selamı rahmeti, hidayeti, bereketi üzerinize olsun. Yapacağımız işleyeceğimiz amel büyüklerimizin ameli. Allah bu büyük amelimizin nurundan, feyzinden, bereketinden sizi ihya, âbâd etsin.

Biz taklidini yapacağız. Tahkiki pirimizdendir inşallah, ama Cenabı Hak “Kulum nasıl zannederse ben öyle halk ederim.”[1] buyuruyor, Allah zannınız üzere halk etsin. Allah bize sabır, hazım versin, Allah hulûsunuzun, ihlâsınızın bârını, meyvesini yedirsin! Bakın! Sâlih Baba ne buyuruyor:

Sâlihâ bir kimseye yol aldıran ihlâsıdır

Hazret-i şeyhim efendim ehl-i hâsın hâsıdır 

Hâşâ, Estağfurullah, biz bundan bir pay almıyoruz, bir pay eğmiyoruz, bunu kendimize addetmiyoruz, öyle buyurmuş. Bu ancak sizlere ait, sizin ihlâsınız her şeyi meydana getirir. Cansızı da cana getirir.

Gâhi şecerden söyler, ol gâhî hacerden söyler ol    

Gâhi beşerden söyler, ol bir mantık-ı bürhânıdır     

Diyor ki; ağaçtan da söyler o, ama söyleten Allah.

Kitabımız Kur’an’da ayet-i kerimede de mevcuttur, sabittir. Cenabı Hak buyurmuyormu ki: “Tespih etmeyen hiçbir varlık yoktur.”[2] Sizin o cansız gördüğünüz taşlar da beni zikreder, buyuruyor.

Evet, şecerden maksat Hazreti Musa Kelîmullah’ın asasıdır. Şarktan garba hükmeden dünyayı zapt etmiş Firavun’un şiddetinden onu ne kurtardı? Asa kurtardı. Onu ne yok etti? Asa yok etti.

Tabii, hacer de bir taş imiş. O da Hazreti İsa’ya hizmet görürmüş. Hareketle canlılıkla, fakat ağacı da taşı da konuşturan Allah; ağaca can veren, hareket veren Allah. Taşa can veren, hareket veren Allah.

Beşerden maksat burada ümmi olan kişi demek istemiş. Zaten kendisi de (Sâlih Baba) ümmi imiş. 

“Gâhi şecerden söyler ol.” Hazreti Musa Kelîmullah’ın asasını burada zikrediyor. “Gâhi hacerden söyler ol.” Hazreti İsa’nın da ona hizmet gören taşı.

“Gâhi beşerden söyler ol.” da kendisi.

Kendisinde olan bir iltifatı, kendisinde olan bir himmeti söylemiş. Halbuki ümmiymiş, ilmi yok imiş. Ama Allah ona öyle bir ilim vermiş ki bütün ilimlerin başını vermiş. Ama ne olmuş tabii:

Söyleyen Sâlih'dir, amma söyleten Sâmi'durur

Bulmak istersen birâder böyle bir sultân ara

Şimdi efendiler, Allah hepinizden razı olsun, Allah hulûsunuzun, ihlâsınızın bârını, meyvesini yedirsin. Allah emeklerinizi zayii etmesin, ırak yerlerden geldiniz. Maddiyat harcadınız, yoruldunuz. Ama tabii ki Cenabı Hak hâşâ emek zayii etmez.

Bizim tarikatımızda hizmet zayii olmaz. Mübarek Şeyh Efendimiz buyuruyor ki: “Müridin hizmetinin bir habbesi bile zayii olmaz.” Habbe demek çok basit olan bir şey, çok ufak hizmeti dahi zayii olmaz.

Onun için bizim tarikatımızda çok önemlidir; ‘Baba himmet, oğul hizmet.’ buyrulmuş.

Himmetten maksat Evliyâullahın bize olan manevi yardımıdır.

Hizmetten mana da bizim ona tâbî olmamız, onun şerefini muhafaza etmemiz, tarikatımızın veya mürşidimizin şerefini muhafaza etmemizdir.

Bizim tarikatımız Nazenin Tarikatı, bir ismi Nazenin Tariki, bir ismi Azizan Tariki, bir ismi de Hâcegan, Hocalar Tariki; çünkü bütün büyük hocalar, âlimler bizim tarikimizden geçmişler.

Azizan kıymetli demek; nazenin çok kibar, nazik bir tarik, kibar bir tarik. Onun için işte burada Allah’a şükür bu günde Cenabı Hak bize bir gün ihsan etti. Bugünümüzü Cenabı Hak her zaman için bize nasip etsin.

Evet, tarikatımızın büyük ameli teveccühtür. Başka hiçbir tarikatta bu amel yoktur. Nasıl bir amel ki bak! Şarktakini, garptakini, cenuptakini hepsini toplamış. Türkiye çapında bak, burada toplanmış her vilayetten insan var. Ne toplamış? Bu amel toplamış. Bu amel onun için büyük amel. Büyüklerimizin ameli olduğu için biz bunun taklidini yapacağız. Hâşâ, biz bunun ehli değiliz. Taklitten tahkike döner mi? Döner. Niçin? Buyurmuş:

Âteş-i aşkınla yandır Sâlih'i

Şarâb-ı lebinle kandır Sâlih'i 

Taklitten tahkîke döndür Sâlih'i

Affeyle hizmette noksânımız var

Bizde bunun taklidini yapacağız, tahkîki değil ama taklitten tahkîke döner mi? Döner, dönderirler onlar. Çünkü niçin? Bak! Bir kelam var. Bu kelam ne güzel bir kelam.

Çürüklerin hep sağ olur

Zehrin kamu bal yağ olur

Dağlar yemişli bağ olur

Cümle cihan bostan sana

Diyor ki mülevves, kerih, çürük amellerini hep sağlam ederler. Senin mesela bütün meşakkatin, gönül meşakkatin, zâhirdeki meşakkatin ne gibi derdin varsa, ne kadar acın olursa, onlar tatlı yaparlar.

Onun için Allah’a şükür, çok şükür, bin şükür nihayetsiz şükürler olsun bu günümüze. Allah bu günlerimizi aratmasın. Allah hepimize hayırlı sağlık - afiyet ihsan etsin. Sağ olduğumuz müddetçe bu amelimizi işleyeceğiz.

Evet, efendiler! Allah hepinizden razı olsun, Allah aşkınızı, muhabbetinizi artırsın. Allah şerefinizi makamınızı yüceltsin. Allah bu nimetimizin nurundan, feyzinden sizi mahrum etmesin. (Cezbelenenlere hitaben) Biraz sakin olun,  bakın anlamayanlar olabilir.

Teveccüh olunca her bir ihvâna

Mürde kalblerimiz gelirler câna       

İşte bu bir canlılık değil midir kardaşım? Aşikâr…

Teveccüh olunca herbir ihvâna

Mürde kalblerimiz gelirler câna       

Murg-u cânlar başlar âh u figâna    

Murg-u cânlar başlar figana, ruhlar uyanmış. Bu hareket, bu ağlamak, bu çırpınma nereden geliyor? Ruhtan geliyor. Ruha ne oluyor ki? Muhakkak ki Evliyâullah’ın bir iltifatı var.

Evliyâullah’ın zâhiri var, bâtını var. Biz zâhirini görüyoruz, zâhirine uyacağız. Zâhirine uymazsak bâtınından faydalanamayız. Zâhirine uymaz isek bâtınından yararlanamayız. Zâhirine nasıl uyacağız?

Bırak bu mâsivâ ile hevâyı

Pîr-i Sâmî gibi bul reh-nümâyı         

Delîl eyle O zât-ı evliyâyı      

Bu berzah âlemin geçmek dilersen

Bekâ gülşanına göçmek dilersen

Berzah âleminden mana dünyadır. Hadis’i şerifte, “Dünya müminin zindanıdır.”[3] buyruluyor. Ama dünya sevilirse zindan olur, sevilmezse zindan olmaz.

Seven için zindandır, sevmeyen için zindan değildir. 

Bir hesapta da sevmeyen için zindandır, seven için zindan değildir. Bunun da Zâhir anlamında sevmeyenler için zindandır. Sevilmeyen bir şey, zindan sevilir mi? Sevilmez. Niçin? Sevmeyenler burada karanlıkta ama buranın karanlığından kurtulacak, zindandan kurtulacak. Evet;

Bu berzah âlemin geçmek dilersen

Bekâ gülşanına göçmek dilersen      

Evet, dünyayı sevenler için de burası zindan değil ama o da geçecek ve geçtikten sonra o karanlığa düşecek. Dünyayı sevmeyenler için burası şimdi karanlıktır, ama öldükten sonra bu karanlıktan kurtulacak.

Hani bir insanın sevmediği şey var, ondan uzaklaştı mı ondan kurtulur. Ondan kaçtıktan sonra ondan kurtuldu. Sevmediğin bir insan var, senin üzerine geliyor, sen de kaçıyorsun. Ne zaman ki ondan kaçtın, ayrıldıysan bak, onun zulmünden kurtuldun.

Evet, dünyayı sevenler için de zindandır, sevmeyenler için de dünya zindandır. Zaten öyle buyruluyor “Dünya nârdır, nurdur”. Ehlinin elinde nurdur; nâehlinin eline geçerse nârdır. Böyle olduğu gibi, mümin dünyayı sevmez. Sevmez ama ölecek tabii, öldüğünde bunun şiddetinden, hilesinden, çirkinliğinden, karanlığından, meşakkatinden kurtulacak. Ama bir de var ki dünyayı seviyor, o çok sevdiği dünya için ne buyurulmuş:

Ne çok yedin bu zehirli gıdâyı

Erenler elinden iç bir bâdeyi

Ta'mîr et öteyi yık, bu odayı

Harâb et kalmasın taş üstünde taş

Evet, efendiler! Allah’a şükür, çok şükür, bin şükür, nihayetsiz şükürler olsun. İşte Evliyâullahın iki yönü vardır: Zâhiri var; bâtını var. Biz zâhirine uyacağız. Zâhirine uyacak isek, işte onun amellerini, onun sözlerini, onun hareketlerini, yaşantısını, kıyafetini nasılsa bundan bize örnek yapacağız. Ne görmüşsek orada biz de onu işleyeceğiz. Onda görmediğimiz bir şeyi işlemeyeceğiz.

Çünkü niçin? Zaten kitaptan sünnetten ayrılmak bizi helak ediyor. Ama zamanımızda şimdi kitabı, sünneti hep biliyor muyuz? Her ne kadar Cenabı Hakk’ın zâhirde bir emri var; Cenabı Hak, “vekûnû meassadıgiyn.”[4], Sadıklarla olun buyuruyor.

Bu ayeti kerimeye dikkat edin; burada “Sadık olun.” buyurmuyor. “Sadık olun.” buyursaydı herkes kendisini sadık edebilirdi. Ama “sadıklarla olun.” buyuruyorsa, demek ki bir âlime veya bir meşayihe ihtiyaç vardır. İkisine de ihtiyaç vardır. Ama sen meşayihi buldunsa daha senin âlime bir ihtiyacın olmuyor. Ama ne kadar âlimi bulsan yine bir meşayihe ihtiyacın var. Onun için bu kelamda:

Delil eyle ol zâtı evliyayı

Buyuruyor. Niçin bak, müridin bir tanesine, âlimin bir tanesi sormuş, demiş ki:

—Şeyh efendini mi çok seviyorsun yoksa İmam-ı A’zam’ı mı? O da demiş ki:

—Hocam eğer doğru söyleyecek olursam, Şeyh efendimi çok seviyorum, demiş.

Hoca çok celallenmiş, bunu o kadar tenkit etmiş ki… Hoca da haklı, tabii bilmediği için.

Geçmeyenler bilmez çarh-ı çenberi

İçmeyenler bilmez âb-ı Kevseri

Her ne kadar hoca olmuş ama o dervişteki ilim, o müritteki ilim onda yok. İnsanlarda kalp ilmi vardır. Bir insan zâhirde ne kadar ümmi olursa olsun, hiçbir şey bilmesin, eğer ledünni ilmini Cenabı Hak ona ihsan etmişse okumuşsa, hocanın ilmi onun ilminin yanında yok olur. 

İşte öyle deyince hoca efendi celallenmiş.

—Ne demek? İmam-ı A’zam İslam'ın nurudur. Onun kadar daha büyük bir âlim gelmemiş. Onun kadar daha İslam’a hizmet gören olmamış. Nasıl sen Şeyh efendini ondan çok seviyorsun? Demiş.

Bunu tenkit etmiş, çok azarlamış. Ama ayrıldıktan sonra hoca,  içinde bir acı duymuş.

—Ya ben bu dervişi bu kadar azarladım da bu hiç cevap vermedi, acaba niye hiç cevap vermedi? Demiş.

Tekrar hoca onun gönlünü almaya gitmiş.

—Bana hakkını helal et, ben sana çok sert konuştum, demiş. O da:

—Hocam sen bana sormadın niçin şeyhini fazla seviyorsun? İmam-ı A’zam İslam'ın nuru sen niye bunu fazla seviyorsun? Demiş. 

—O da sorayım peki, niye sen daha fazla seviyorsun? Demiş. O da:

—Hocam kırk senedir İmam'ı Azam'ın mezhebi ile amel işliyorum, bir ahlakım değişmedi. Kırk gündür şeyhimi tanıyalı birçok ahlakım değişti. Onun için, niye sevmeyeyim? Demiş.

Onun için efendiler! İşte Evliyâullah’ın da iki yönü var ama zâhirine uyacağız. Onun için rabıta nuru var, velâyet nuru var. Aşikâr olan rabıta nurudur, yani zâhirde olan mübarek görüntüsü, ahlakı ile ameli ile yaşantısı ile herhangi bir şeyiyle olan görüntüsü.

Ama velâyet nuru var ki o görülmez. İşte ruh oradan faydalanıyor. Bu cezbe oradan geliyor. Yoksa Evliyaullah’ın zâhirini münkirler de görüyorlar, değil mi? İnanmayanlar da görüyorlar, inanan mürit de görüyor. Ama niye müritte bu hareket var? Niye müritte bu Evliyâullah’a karşı büyük bir sevgi var, bu saygı var? Çünkü onun ruhuna bu iltifat oluyor.

Evliyaullah’ın rabıta nuru var. Rabıta nuru zâhirini ihâta etmiştir, nefsini ihâta etmiştir. Nefsini terbiye ediyor. Onun için Cenabı Hak “Sadıklarla olun.” buyuruyor.

“Sadıklarla olun.”un iki manası var. İlmi ile âmil olan âlimle dost olun ki ondan bilmediklerinizi öğrenesiniz. Fakat yine ilmi ile âmil olan meşayihtir. Muhakkak tasavvuf ehli olmazsa ilmi ile âmil olamaz. Evet, ondan yararlanacak fakat bir de burada ‘gönül sahiplerine gönülden bağlanmak’ emri vardır. Onun için müridin bir yönü meşayihinin zâhirinedir, bu cesetle zâhiridir. Ama bâtını yönü var ki ruhuna… 

Bizim ruhumuzdan haberimiz yok. Ama Evliyâullah’ın haberi vardır. Çünkü ruhun makamları var. Ruhun da bir yetkisi vardır, salahiyeti vardır. Ama bu herkeste değil. Mesala bir Evliyâullah’ın ruhu bak ne yapar? Kapalı değildir, çıkar gezer. Nereyi gezer? Semayı gezer, zemini gezer, âlemi gezer.

Evliyâullah’ın kabirde de ruhu kapalı değildir, çıkar gezer. Ama avamın ruhu kapalıdır, oradan çıkamaz. Onun için burada bu kelam var;

Olârın ruhlarının yok karârı

Dolaşırlar zemîni âsumânı    

Olar bu âlemi devran ederler

Ararlar derde düşen nâ-tüvânı         

İşte biz ruhumuzdan haberdar olmadığımız için Evliyâullah’ın maneviyatını, manevi görevini, manevi yetkisini, manevi vücudunu, yani ruhunda olan esrarı bilemiyoruz, anlayamayız. Bak anlayan ne demiş;

Sâlihem şeyhim güneştir ben anın bir zerresi

Zerre hiç eyler mi aslâ şems-i tâbân ile bahs           

Zerre nedir? Güneş ne? Bak güneş kâinatı ihâta ediyor, ışığı ile. Mükevvenâtı ihâta eden güneş değil mi? Zerre ne? Zerre güneş doğduğu zaman şu pencereden içeriye vurur. Bir hat görünür, o hattın içerisinde çabalayan bir şeyler var, tozlar var, zerre o işte. Evet, onun için biz, yalnız eğer ne zaman ki sen de velâyete dâhil olursan o zaman Evliyâullah’ın esrarını anlayabilirsin. Yoksa anlayamazsın.

Bilinmez sırrı esrarı

Bu aklın yok anda kârı

Evet, onun için bir de şöyle bir şey vardır:

Bu zulmet âlemin geç gör neler var

Eriş nûra ki sende kalmaya nâr        

Olasın âlem-i rûhdan haberdâr

Demek ki ruh âleminden insanlar ne zaman haberdar oluyor? Berzah âleminden geçecek. Berzah âlemi nedir? Berzah âlemi işte bu dünyadır, berzah âlemi bu cesettir.

İnsan dünyadan geçecek, cisminden geçecek, cismini terk edecek.

Cismini nasıl terk eder? İnsan cismini terk eder mi? Cismini terkeden ancak kabre girmiştir. Ama “Ölmeden önce ölün”[5] diye bir emir yok mu bizlere? “Mûtû kable entemûtû, ölmeden evvel ölün”.

İşte bu varlığından kurtulandır. Onun yine varlığı görünür ama peki nasıl görünür onun varlığı? Cansız bir cemad.

Bu kadar cemadlar var, bu kadar insan suretinde yapılmış heykeller var, canları yok. İşte varlığından kurtulan öyledir. Fakat diyeceksin ki o nasıl hareket ediyor, o cansızsa nasıl hareket ettiriyorlar? Bir manevi güç var. Ne var? Cereyanla hareket ediyor.  İşte Allah’ın cereyanı da ona hareket ettiriyor.

Evet, Evliyâullah’ın zâhiri rabıta nuru, bizim zâhirimizi ihâta etmiş. Ona zâhirden uyacağız, ona tabii olacağız.

Bâtınıyla da bâtınımızı ihâta etmiştir. Velâyet nuru da ruhumuzu ihâta etmiştir,  bundan bizim haberimiz yoktur. İşte bu hareketler, bu cezbeler, bu muhabbetler, bu cümbüşler hep ondan geliyor. Bak!  Yine geçer:

Gelin ey yâr-ı sâdıklar

Bu meydân-ı muhabbettir

Bütün cem olsun âşıklar

Bu meydân-ı muhabbettir

Pirimiz Sâmî Hazrettir


Gelin dergâha dervişler

Kılalım zevk ü cünbüşler

Huda'nındır kamu işler

Bu meydân-ı muhabbettir

Şefîimiz Muhammed'dir

Evet, efendiler! dergâhtan mana burasıdır. Allah için bir araya gelip, Allah için konuşanlar, Allah’ı zikredenler. Burası onun için yapılmıştır. Bütün ihvan için, bütün gelen cemaat için çok hayırlı uğurlu etsin. 

Allah, Cenabı Hak fırsatımızı kaldırmasın, Cenabı Hak bu fırsatımızı daima ihsan etsin. Sonra dua edelim, bu seçimi Cenabı Hak Habibi hürmetine, azamet’i şanı hürmetine minelevvelilelahir sevdikleri hürmetine, bu amelimizin hürmetine, bu seçimi Cenabı Hak Müslümanların lehine çevirsin. Eğer bir Müslüman devlet gelirse başımıza, ne olur? Amelimizi daha serbest işleriz, daha rahat işleriz.

Evet, ne zaman ki bir insan velâyete dâhil olursa, o zaman velâyeti anlar, yoksa anlayamaz. Ama Allah’a şükür inanmışız. Velâyete olan inancımız bizi buraya topladı.

Velâyet sahibi de bir cisim sahibidir. Peygamberler de zâhirde bir cisimle gelmişlerdir. Velîler de bir cisim sahipleridir. Ama bu cisim sahibi olan velîyi herkes görüyor ve cisimle gelen peygamberi hep gördüler. Gün gibi aşikâr oldular ama bak inanmayanlar da oldu.

Öyleyse bu velîler de bir cisim sahibidirler. Fakat onların cisimleri ancak bir alet olmuştur. Ruhlarının bir aleti olmuştur.

Peki, bizimkiler de mi? Yok, hayır. Bizim ruhumuz nefse mağlup olmuştur. Nefis bizim ruhumuzu mağlup etmiştir.

Ama onların ruhu nefsi mağlup etmişler. Nasıl mağlup etmişler? Onlar bir meşayihe hizmet görmüşler de meşayih vasıtasıyla onların ruhları terakki etmiş.

Burada meşayihin iki nuru; rabıta nuru, velâyet nuru olduğuna göre, zâhirde rabıta nuru müridin nefsini ıslah ediyor, terbiye ediyor. Bunun da görüntüsü şudur ki; Meşayihi kendimize örnek edeceğiz ve daima onun izinde olacağız. Ona muhalif bir şeyimiz olmayacak. Onun şerefini muhafaza edeceğiz, sözümüzle, hareketimizle, yaşantımızla, kıyafetimizle muhafaza edeceğiz. Budur görüntüsü.

Evet, bir de velâyet nuru var ki; velâyet nuru da bizim ruhumuza hizmet görüyor. Bundan bizim haberimiz yoktur. Bak! Peygamber Efendimiz ne buyurdu? “Benim mürebbim rabbim, rabbim beni terbiye etti.”[6] buyuruyor. Peygamber Efendimiz belli bir aileden geldi, belli bir yerden doğdu. Yetim idi, medrese görmedi, baba görmedi. Ondaki ilim neydi? Ondaki ilmi Allah onun ruhuna iltifat etmiş. Ruhuna öğretmiş o ilmi. Şimdi onun için kelamı kibarda geçiyor.

Özün bir pîre teslim et mudâvim ol kapısında          

Meşâyihden murâd şâhım mürebbî kâmil olmaktır  

Veyahut da:

Özün bir pîre teslim et mücavir ol kapısında

Meşâyihden murâd şâhım mürebbî kâmil olmaktır  

Bir mürşide kendini teslim et, diyor. Onun kapısında mücavir veya müdavim ol. Mücavir komşu ol manasına, müdavim ol da tabi olmak. O mürebbidir, mürebbi demek üstattır, o seni yetiştirecek. Seni neye yetiştirecek? Duvarcılık mı öğretecek veya sıvacılık mı öğretecek, sanatkârlık mı öğretecek, doğramacılık mı? Hayır, bunlar değil. Senin ruhuna mürebbi olacak, ruhun bir tahsili var, bunu yaptıracak.

Evet, müridin ruhunun tahsili vardır. Tarikatta da aynı zâhirdeki gibi tahsil vardır. Zâhirde ne varsa bâtında onun bir misali vardır, temsili vardır. Nasıl ki, bir talebe okumak için evvela ilkokula gidiyor, orada ilkokulu okuyor, diploma alıyor. Diplomayı aldıktan sonra nereye kaydoluyor? Ortaokula, diploması olmasa ortaokula kaydetmezler. Diploma ile oraya gidecek ki alsınlar.

Evet, fenafillah âlemi var. Bir de fenafillah, bekabillah, seyriilallah vardır, değil mi?

Bir de Ruh-u Revânî makamı, Ruh-u Sultânî makamı, Ruh-u Nurânî makamı vardır. Bak, bunlar ruhta vardır.

Evet, işte bir mürit tarikata girip de meşayihine kendisini teslim ederse, zâhirde hizmetini görürse, onun ruhuna da bir iltifat olursa, meşayihinden himmet alırsa bu tahsili yapmış oluyor.

Bak bu iki cümle bunu anlatıyor; ‘Baba himmet, oğul hizmet’. Hizmet görür, himmet alırsa en evvel o fenafişşeyh olacak. Fenafişşeyh olmak için şeyhini canından fazla sevecek. Pekiyi, sevmek için şeyhini büyük görecek. Onun için tarikatın şartları şunlardır.

Bilinmez âlemin sırrı nihândır          

Dört şâhın hükmüyle döner cihândır

Ârif olanlara özge seyrândır

Kâmile her eşyâ olmuş bir evrâd      

Evet, ne diyor? Âlemlerin sırrı nihandır. Nasıl sırrı nihandır? Sadece bizim bu gördüklerimiz mi var? Gördüklerimizden daha çok görmediklerimiz var. Sadece bilinenler mi var? Bilinenlerden çok daha bilinmeyenler var.

Sen de ben de bir insanız. Ama bu insanda olan âlemden, bu insanda olan esrardan haberimiz var mı? Yoktur.

Eğer insandaki olan esrardan haberimiz olsa, bir insan bu dünyadan büyüktür. Bak! Evliyâullah buyurmuştur: “Zâhirde dünya harmanında ben bir daneyim.” Yani bu dünyada milyarlarca insan var, değil mi? Bir harmanda da ziraatçı eker yüz teneke buğday, çıkarır bin teneke buğday. O bin teneke buğdayın içerinde milyonlarca buğday tanesi var. Onun için burada zâhirde dünya harmanında ben bir daneyim, diye buyuruyor. Yani bu zâhirde cismiyle görünüşte dünya bir harman ise bu insanlar da buğday tanesi ise ben de bir tanesiyim. Ama manada bu dünya benim harmanımda bir tane, buyuruyor. 

Cenabı Hak insanı ne kadar büyük halk etmiş.  Cenabı Hak: “Lekad halaknel insâne fi ahseni takvim.”[7], Ben insanı kıymetli halk ettim, buyuruyor. “Ben insanı büyük halk ettim.” buyuruyor. “Ben insanı en güzel halk ettim” buyuruyor. Ama o güzel halk ettiğim insanı “Sümme radadnahu esfele safiliyn.”[8], cehennemin en derin karanlık yerine düşürürüm. Bu da var. Evet.

Bilinmez âlemin sırrı nihândır          

Dört şâhın hükmüyle döner cihândır

Dört şahtan mana nedir? Mademki âlemlerin sırrı biliniyorsa:

En büyük âlem sensin, en büyük âlem sende var.

Çünkü Cenabı Hakk’ın zâtından sonra en büyük varlık insandır.

Cenabı Hakk’ın zâtından sonra en kıymetli varlık yine insandır.

Cenabı Hakk’ın zâtından sonra en güzel varlık yine insandır.

Ama hangi insan? Ne zaman ki Allah’ın sıfatları onda tecellî ederse, haktır, doğrudur.  Bak Cenabı Hak kudsî hadisinde buyuruyor:  “O velî kulumun konuşan dili, benim dilim. O velî kulumun gören gözü, benim gözüm. O velî kulumun işiten kulağı, benim kulağım. O velî kulumun uzanan eli, benim elim, o velî kulumun düşünen aklı da benim aklım.”[9]

İşte kul Allah’ın sıfatları ile sıfatlaşırsa oluyor. Ama en evvela bir defa bir mürid meşayihin sıfatı ile sıfatlaşmazsa ileri gidemez. En evvel meşayihin sıfatları ile sıfatlaşacak ki ona fenafişşeyh deniliyor, vasıta budur. Resullulah’a vasıta meşayihtir. Allah’a vasıta da Resullulah’tır. 

Cenabı Hak böyle buyurmadı mı? “Habibim, seni seven beni sever; seni sevmeyen beni sevemez.”[10] Habibim seni bilen beni bilir; seni bilemeyen beni bilemez. Habibim seni bulan beni bulur; seni bulamayan beni bulamaz. Habibim seni gören beni görür; seni göremeyen beni göremez.”

Onun için burada tabii biz Peygamber Efendimiz’i de göremeyiz. Fakat onu görenler var. Ama en evvel onu görenleri göreceğiz ki, ondan sonra onu görebilelim.

Bu neye benzer biliyor musunuz? Erzincan’ın valisiyle şimdi sen ben görüşebilir miyiz? İstanbul’un valisiyle görüşebilir miyiz? Mümkün mü? O valiyle seni görüştürecek biri varsa, öyle görüşebilirsin. Ama o valinin bir mahremi varsa, daima onun yanına gidip geleni varsa, onunla teşrik-i mesaisi varsa, o seni görüştürür. Cumhurreisini görebilir misin?  Göremezsin. Cumhurreisi ile teşrik-i mesaisi olan yanına gidip gelen, onunla mahrem görüşen olursa seni görüştürür. Ya değilse görüşemezsin.

İşte misal budur efendim, bir mürit en evvel fenafişşeyh olacak. Fenafişşeyh olmadan fenafirresul olamaz. Ondan sonra fenafirresul olmadan fenafillâh olamaz.

Yani, Resullulah’a vasıta meşayihtir. O ne yapar? Eğer bir meşayihe hizmetini gördün himmetini aldınsa, fenafişşeyh oldunsa, Resulullah’a giden vasıtaya bindin. O vasıta götürür. Ya Resulullah, al senin ümmetin, der ve ona teslim eder. Bak, kelamı kibar var:

Muhammed Beşir’i amed

Ki oldur varis’i Ahmed

Bizi eder makbul ümmet

Evet, Evliyâullah makbul ümmet eder. Bir insan Evliyâullah’ı bulamazsa makbul ümmet olamaz. Demek en evvel bir mürit fenafişşeyh oluyor, şeyhinde fani oluyor. Şeyhinde fani olunca şeyhinin sıfatları onda tecellî eder.

Dikkat edin elinizde mevcut olan Sâlih Baba Divanı var. O bütün rabıtasına söylemiş, rabıtasından söylemiş, zaten ona rabıtası söyletmiş. Hiçbir kelamında rabıtasından bahsetmediği var mı? Bulamazsınız. Her kelamında rabıtasından bahsetmiş. Niye buyuruyor ki;

Bihamdillah kamu varım sen oldun

Her eşyâda talebkârım sen oldun     

Neye baksam seni anda görürem     

Bu manâdan mededkârım sen oldun

Bak, ne olmuş? Bütün eşyada şeyh efendisini görmüş. Bir Mecnun, on paralık bir kıza âşık oldu da o kızın yüzünden bütün eşyada Cenabı Hakk’ın sıfatını seyretmedi mi? Kendisi de olmadı mı?

Allah’ın sıfat nuru onda tecellî etti. Onun için bak, buyuruyor:

Bil emânettir muhabbet sana Mevlâ'dan gelir

Doğru Mecnûn oldun ise bil ki Leylâ'dan gelir

"Küntü kenz"in mebdeidir arş-ı a'lâdan gelir           

”Küntü kenz’in mebdei” ne burada? Küntü kenz’in mebdei var ya; O Cenabı Hakk’ın zâtıdır. “Biz bir gizli hazine idik.”[11] buyurmuş.

Ama arş-ı âlâ demek; Allah’ın en yüksek makamı, oraya ulaşamayan Allah’a ulaşamıyor. Yoksa aslında Cenabı Hakk’a mekân yoktur. Yerde midir gökte midir orda mıdır burada mıdır? Allah mekândan münezzehtir ama mekânlara da sığmaz. Bu ne demek oluyor böyle? Ama ikisi de kitabımızda bahsediyor, ulema daim bunun vaazını bize yapıyor, sohbetini yapıyorlar.

İmanın şartının başta geleni “amentu billâh” Allah’a inanmak, nasıl inanmak? Allah vardır, Allah birdir. Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. Kemal sıfatlarla muttasıftır. Cenabı Hak mekânlara sığmaz, her yerde hazır ve nazır değil mi? Allah’a iman budur.

Ama yalnız, Allah’ın sıfat nuru var, Allah’ın esma nuru var, Allah’ın zât nuru var. Ayet-i kerimede Cenabı Hak buyuruyor ki: “Bu eşyayı ilmi ile ihâta etmiştir”[12], kuvveti ile ihâta etmiştir, azameti ile ihâta etmiştir.

İlmi ile ihâta etmişse onu âlimler bilirler.

Kuvveti ile ihâta etmişse daha fazla manevi kuvvet sahipleri bilirler.

Azameti ile ihâta etmişse ancak Allah’ın azametine dâhil olanlar bilirler.

Bu da insan Allah’ın esma nuruna ulaşmışsa, bütün eşyada Allah’ın esma nurunu görür.

Allah’ın sıfat nuruna ulaşmışsa bir insan, bütün eşyada Allah’ın sıfat nurunu görür.

Allah’ın zât nuruna ulaşmışsa bir insan, bütün eşyada Allah’ın zât nurunu görür.

Bunlar böyledir tabii söylemekle anlaşılmaz ve bilinmez. Ancak bunları yaşayan bilir. Yaşamayan bunu anlayamaz.

Söz ile bir kalbe doğmaz ledünnî      

Bütün âzâları dil olmayınca  

Evet, mademki ‘Bilinmez âlemin sırrı nihandır’,  büyük sır insandadır.

Sende de gizli olan görünmeyen bir sır var. Ama o sır ne zaman açılır, neyle açılır?

Ancak tarikata girersin, hizmet görürsün, en evvel senin kalbini açarlar.

Bak bu insandaki sır ne? Bu insanda altı letâif makamı var. Bütün ulema biliyorlar. Biliyorlar ama ismini söylüyorlar, özünden haberleri yok. Özünden haberi olanı yok mu? Olanı vardır. Ama söyler anlatamaz.

Hani ben desem ki; ‘Benim kalbim, ben dünyalardan büyüğüm.’ buna şimdi kim inanır, kim inanacak? Hâşâ! Ben misal veriyorum, kendimi değil hâşâ!

Her kim ki dese ben dünyalardan büyüğüm, diyenleri de tenkit etmişler, inanmamışlar. Ama buna inananlar hakikati bulmuşlar. İnanmayanlar da mecazda kalmışlar.

Onun için burada mecaz ne? Mecaz insanın bu varlığı.

Hakikat ne? İnsanın manevi varlığıdır, insanın ruhudur.

Mecaz bu cesedidir, hakikat da insanın ruhudur.

Ama ben dünyalardan büyüğüm, diyen bir kimse nasıl dünyadan büyük olmuş? Eğer zaten ben dünyalardan büyüğüm, diyenler var ya eğer bunlar bir halde gayri ihtiyari söylerlerse mesul olmazlar. Ama kendi iradeleri ile söylerlerse bu yasaktır.

Zaten ben böyleyim, diyen olamaz, olmamıştır.  Demeyen, ben böyle değilim, diyen olmuştur. Çünkü ben böyleyim, diyende bir varlık var. Ben böyle değilim, diyende bir tevazu var. Hâlbuki insanı yükselten tevazudur. Cenabı Hak buyuruyor ki: “Her kim ki Allah için alçalırsa biz onu yükseltiriz. Her kim ki tekebbür sahibi olursa onu da hakir, yoksul ederiz.”[13].

Evet, amenna. Bir insan hakikate ulaşırsa, dünyadan büyüktür. Niçin büyük olmasın? İnsanlarda kutsal makamlar var, letâif makamları var. Ama bu letâif makamları insanlarda nerelerde?

En evvel kalp âlemi var. İnsanın kalp âlemi açılırsa dünyalardan büyüktür.

Ondan sonra insanlarda ruh âlemi var. Ruh âlemi açılırsa o zaman ruhundan haberdar olur. Ruhundan haberdar olursa orasını söyleyemiyorum. Çünkü orasını söyleyenler asılmış, kesilmiş. Gerçi şimdi şeriat yoktur asmazlar, kesmezler ama işte o zaman Mansur ne demiş? Ruh âleminde “Ene’l Hak, Ben Allah’ım.” demiş.

Anlaşıldı mı? Çünkü ruh Allah’tan gelmiştir. Allah’a ulaşınca işte Mevlânâ’nın “Sen O’sun, O da sen.” demesi buradadır.

Sen de ruh âlemine ulaştınsa sen O’sun, O da sen.

“Aynı da değil, gayrı da değil ol buna agâh.” bu kelam da bunu ifade eder.

Zâhirde cesede gelince aynı değilsin, ama ruha gelince gayrı değilsin.

Bak, bu da ruh âlemidir.

Peki ya sır âlemi var. Sır âlemi açılınca, nasıl kendi sırrına vakıf olunca bütün âlemlerin sırrına vakıf oluyor. Bütün âlemlerin sırrına vakıf eden Allah. Bilinmez âlemin sırrı nihandır, buyuruyor. İşte nihan, yani bu âlemlerde olan sırlar nihan gizliyse, o zaman aşikâr olur.

Bir de insanlarda havf âlemi var. Ama biz havfın ismini söylüyoruz. Her ne kadar Cenabı Hak “Muttaki olun, en çok muttaki olanınız en çok Allah’tan korkanınız.”, buyuruyor. Ama bu havf muttakide olamaz. Allah’ın buyurmuş olduğu havf muttakide olamaz. Çünkü bak: “Ela inne Evliyâallahi la havfun aleyhim velahum yehzanun.”[14] buyuruyor. Bak, bu muttakide değildir, Cenabı Hak bu havfı velîler için buyurmuştur.

Ama biz bu havfı nasıl anlayacağız? Zannediyoruz ki biz Allah’tan korkuyoruz. Evet, “Bütün hikmetlerin başı Allah korkusudur.”[15]. Ama burada ölçü var mı? Yok. Ama biz niye Allah’tan korkuyoruz? Allah’ın gazabından korkuyoruz, günah işleriz, isyan ederiz, aşağı düşeriz veyahut da Allah bize hastalık verir, yokluk verir, fakirlik verir, bir kaza verir, bir bela verir, bunlar değil.  Evliyâullah’ın korkusu bunlar değil.

Onun için insanlar da bir havf âlemi var. Böyle bir insan işte muttaki oluyor, en çok Allah’tan korkan o oluyor, en çok Allah’a yaklaşan da o olmuştur.

Evet, bir de ondan sonra ahfa âlemi var ki ahfa âlemine ulaşanda nasıl ki mesela bir milyon kişinin önüne geçmiştir. Bugün Beytullah’ta ne oluyor? Bin kişinin önüne geçmiş imamlık yapıyor, bir milyon kişinin önüne geçmiş imamlık yapıyor.

Ahfa âleminde olunca mihraba geçmiştir. Yani onun vücudu bir mihrap şeklini almıştır ki o mihraptadır. Bütün insanlar içinde bu şeylerden geçenlerin, kalp âlemine ulaşanların, ruh âlemine ulaşanların, sır âlemine ulaşanların, havf âlemine ulaşanların hepsinin önüne geçmiştir.

Bir de kalp gözünün makamı vardır. 

Bak, insanlarda bu kutsal makamlar açılmazsa neye benzer? Bakın Cenabı Hak ayet-i kerimede buyuruyor, “Senürihim âyâtina fil âfaki vefi enfüsihim innehu ala külli şey’in şehîd”[16]. Bu ayeti kerimede Cenabı Hak, insanlardaki kalbin büyüklüğünü ifade ediyor, kalbin büyüklüğünü emrediyor. Ama kalp açılırsa, açılmazsa büyüklerimiz misalini de şöyle veriyorlar.

Ulu bir ağacın çekirdeğini düşünelim, mesela bir incir ağacı. İncirin içinde binden fazla çekirdeği var. O kadar ufak çekirdeği var. O en ufak bir çekirdeğin içinde o incir ağacının kökü, gövdesi, yaprakları, meyvesi, dalı her şeyi onun içerisinde mevcut. Ama o çekirdek patlarsa, büyürse, meydana çıkaracak. Patlamazsa ne olacak? Çürüyüp gidecek.

İşte insanın kıymeti budur, insanın büyüklüğü budur, insanın güzelliği budur. Ne zaman ki onun da kalbi açılırsa olur.

Ama sen kalbini açamazsın. Eğer sen kalbini açabilseydin, Cenabı Hak “Sadık olun.” buyurmuyor; ama Cenabı Hak “Sadıklarla olun.” buyuruyor. Burada iki mana var, bir manası, zâhir meşayihe bağlan. Bütün mürşidi olmayanlar sadıklarla olabilir mi? Olmaz. İlmiyle âmil olan bir âlimle dost olursa hiç olmazsa o da küfürden kurtulur. Küfrün karanlığından kurtulur, cehaletten kurtulur.

Şu da var ki bir semayı düşündüğümüz zaman, öyle sema oluyor ki kara bulutlarla bürünmüş hiç ışık görünmüyor. Öyle sema da var ki büsbütün aydınlık, hiç onda da bulut yoktur. Güneşe ve aya mani olacak hiçbir şey yoktur. Bir sema da var ki parçalı bulutlu. Yani, ne çok karanlık ne de aydınlık. Bulutlar var, ay olsun güneş olsun, buluta girince güneşin ışığını, ayın ışığını keser, çıkınca ışığını verir, bir de böyle bir sema var. Şimdi Sâlih Baba bak, şöyle buyuruyor:

Zamanın Hıdrını ara

Zamanın Hıdr’ından mana meşayihtir efendiler!

Zamanın Hıdr’ını ara

Semanın bedrini ara

Gecenin Kadrini ara

Buyurmuşsa, Zamanın Hıdır’ı işte meşayihtir. Evet, semanın bedri ise yani kalbindeki olan bulutları çıkart, at.

Bu kalpteki bulutlar nedir? Yani bizim kalbimizde olan masiva, dünyadır. Her ne gibi Allah sevgisinden başka olan sevgiler varsa hepsi nedir? Allah sevgisini kesmiştir. İşte güneşin önüne gelen bir bulut gibidir. Ama tamamında böyle değiliz,  Allah’a şükür, Allah bizi Müslüman halk etmiş, inancımızı yaşıyoruz. Allah inancımızı yaşamayı nasip etsin, hiç olmazsa 24 saatte beş vakit namazımız var. Bu beş vakit namazımızda olsun Allah’a yöneliyoruz. Ama sade bununla da tamam olmuyor. Onun için Niyazi Mısri Hazretleri buyurmuş ki:   

Savm u salât ı hac ile sanma biter zahid işin

İnsan’ı kâmil olana lazım olan irfan imiş

Buradaki esrar da, Cenabı Hak buyuruyor ki: “Kulum bana nafile ibadetle yaklaşır.”[17]. Evet, efendiler demek ki Cenabı Hak “sadıklarla olun” buyuruyorsa sadıklar velîlerdir.

Bu sadıklarla olmanın da iki yolu var, zâhiri işte rabıtadır, bâtını da velâyettir.

Onu biz göremiyoruz ama ruh ondan haberdar. 

Ama bizim de cesedimiz ruhumuzdan haberdar değil ki o esrarı bilelim. Ama cesedin ruhundan haberdar olacak mı? Olacak. Ne zaman olacak? Senin cesedinde ruha muhalif olan şeyler, maddeler var. Bu maddeler değişecek ki o zaman ceset ruhtan haberdar olsun. Şimdi onun için buyuruyor ki:

Bu zulmet âlemin geç, gör neler var

Eriş, nûra ki sende kalmaya nâr       

Olasın âlem-i rûhdan haberdâr

Berzah âleminden mana dünyadır, berzah âleminden mana senin bu cesedindir. Ama nârdan mana cehennemdir, nurdan mana cennettir.

Evet, burada cenneti kazanmakla cehennemden kurtulmuş olur mu?

Ama cenneti kazanmak için Allah’ın emirleri tutulacak, cehennemden kurtulmak için yasaklardan kaçınacak. Bu böyledir; ama;

 Olursun âlem’-i ruhtan haberdar

Âlem-i ruhtan haberdar olmak için tarikat var. Şeriat, tarikat, hakikat, marifet var. Evet, hep tarikata girenler âlem-i ruhtan haberdar olurlar mı? Olamazlar.

Tarikatın dört şartını yaşarlarsa, olurlar. Tarikatın dört şartı; muhabbet, ihlâs, adab, teslim.

İşte burada sohbet hani kayıyor, akıyor. O da bizim elimizde değil, irademizde değil. Biz sohbet yaparken kelamdan kelam anlaşılsın diye açıklarken oradan başka bir kelam konuşuluyor. Bu sefer başka bir tarafa gidiyor, bir başka tarafa gidiliyor. Bu da bizim elimizde değil, bu zuhurattır. Evet, şimdi burada:

Bilinmez âlemin sırrı nihândır          

Dört şâhın hükmüyle döner cihândır

Dedik. Bu dört şahtan murat nedir efendiler?

Bu dönen cihan senin cesedindir.

İnsan büyük cihandır.

İnsan büyük varlık ya cihan senin bu cesedindir.

Evvela, şeriat seni hayvani sıfattan kurtaracak. Hayvani sıfattan beşeri sıfata geçirecek.  Şeriatın olmazsa hayvani sıfattan geçemezsin, kalırsın. Bu da nedir?

Kitap, sünnet, icma, kıyas.

Farz, vacip, sünnet, müstehap.

Bu dört şahtan murat; şeriat, tarikat, hakikat, marifet,

Ama tasavvufta bu dört şahın anlamı; muhabbet, ihlâs, adab, teslimdir.

Tarikatın şartları da bunlardır.

Onun için şeriat, tarikat; şeriat bak, ne yapıyor? İnsanı hayvani sıfattan kurtarıyor. Ama beşeri sıfattan meleki sıfata geçiren de tarikattır.

Bu tarikatın esasları da nedir?

Muhabbet; meşayihini seveceksin, ne kadar seveceksin? Çok seveceksin.

Canından fazla sevdinse eğer, sen fenafişşeyh oldun. Şeyhin sıfatları sende tecellî eder. Anlaşıldı mı efendim?

Bu fazla sevmek için şudur ki; mesela hani su içiyorsun, şeyhinin su içtiğini görmüşsün unutma! Her su içtiğinde şeyhim böyle içerdi, diyeceksin; unutma! Yemek yediğini görmüşsün, yemeği şeyhim şöyle yerdi, de.

Şeyhinle beraber ye, şeyhinle beraber yürü, şeyhinle beraber namaz kıl, şeyhinle beraber konuş. Hiçbir zaman şeyhini unutma, böyle yapa yapa yapa, ne oluyor?

O zaman fenafişşeyh oluyorsun.

Sen O oluyorsun, O da sen oluyor.

Senin varlığın kalkıyor, şeyh efendinin varlığı sende tecellî ediyor.

Buna fenafişşeyh deniliyor. Ama insan buna ulaşmazsa hakikate geçemiyor. Hakikate geçmek için vasıta budur. Bak, onun için:

Delîl eyle O zât-ı evliyâyı      

Buyurmuş, ya sonra:

Al benligimizi gitsin irâde

Arz eyle cemâlin irgür murâde

Rabıtamız sensin işbu arâde 

Rabıta demek Allah’a bağlanmaktır. Allah buyurmuyor mu? “Allah’ın ipine sarılın.”[18], Allah’ın ipine bağlanın, demiyor mu? Peki, nasıl bağlanacak insan? İp mi var? İp varsa herkes bağlansın.

İşte burada Allah’ın ipine bağlanmak ve bu aradaki ip, Evliyâullah’tır. 

Hani Cenabı Hak ne buyuruyor? “Kulum beni sev, sevdiklerimi sev.” Sevdiklerimi sev ki beni sevesin.  “Kulum beni sev, sevdiklerimi sev, kullarıma sevdir.”

Bak, meşayihin esrarı burada açıklanıyor, burada çıkıyor, aşikâr oluyor.

İşte tarikattaki şartlar bunlardır. Bu dört şartı insan elde etmezse, tarikatı anlamış değildir, tarikatı yaşamış değildir.

Ama de ki tarikata girmişse, menfaatten hali (yoksun) değildir, yook !

Allah’a şükür Mürit, Muhip, Mensup var.

Tarikata girmiş ya bu dört şartları alamamışsa, o zaman bu dört şartı elde eden, tarikatı anlayan, yaşayan hakikate geçer, o da bir velî olur.

Peki, hepsi velî olunca mürit kim olacak? Bir de bunu düşünelim, hep velî oldular, mürit kim olacak?

Ama Cenabı Hak:“Sadıklarla olun.” buyuruyor. Yine buyruluyor ki: “Herkes sevdiği ile beraber olacak.”[19].  Ahirette herkes sevdiği ile beraber olacak.

Mesele yoktur, nasıl ki hani bugün askeriyeyi misal verecek olursak; zaten bizim tarikatımız askeriyedir. Kıyafeti de askeriye, eğitimi de askeriye, talimi terbiyesi de askeriye, görevi de askeriye, rütbesi de askeriyedir.

Askeriye ise işte erden mareşale kadar rütbeleri düşünün. Her tarikata giren bir erdir. Resmi bir kıyafet, manevi bir resmi kıyafet taşıyor. Onu muhafaza edecek. Onu muhafaza etmezse eğer terakki edemez. Terfi edemez. Evet, hem de askeriyede bir disiplin var. Askeri kıyafetine, askeri disiplinine, askeri görevine riayet etmiyorsa ne yapıyorlar? Ona ceza veriyorlar.

Evet, işte ne zaman ki bir insan bu dört şartı elde ederse, o zaman hakikate geçer.

Ama tarikata girenlerin hepsi bulmaz. Şimdi mesela burada binlerce cemaat var. Daha fazla cemaat toplandı buraya, iki bin, belki iki binin üzerinde olabilir. Ama bunların içerisinde hepsi bir midir? Bunların hepsi tarikata inanmış gelmişler ama bu şartları hepsi yaşıyorlar mı? Yaşayan var mıdır? Vardır. Hepsi yaşıyor mu? Hayır, mümkün değil, hepsi yaşayamaz. Ama yaşanacak beyim, yaşanacak.

Tarikatın dört şartı olmazsa, insan tarikattan hakikate geçemiyor.

Ama bu defada şeriatın bu dört şartı olmazsa da tarikata geçmiş değildir. Tarikatı yaşamış değildir. Hani meşayihten ders almış ama şeriatta eksikliği var, o tarikata geçmemiştir, girmemiştir. Şeriatta eksikliği olan tarikata giremiyor.

Kâbiliyyet bizde olmazsa meşâyih neylesin

İster ise mürşidi olsun Muhammed Hazreti  

Kabiliyet kab manasınadır.

Kab ise bizim kalbimizdir.

Senin kalbine mürşit tarafından, meşayih tarafından verilen bir sevgi var ya onu muhafaza etmen şart. Onu muhafaza edeceksin. Onu neyle muhafaza edeceksin?

Onu ahlakınla muhafaza edeceksin. Onu sözlerinle, kıyafetinle, yaşantınla muhafaza edeceksin. Bunlar şart olacak.

Evet, efendiler dört şah işte tarikatta; muhabbet, ihlâs, adab, teslim.

Muhabbet, meşayihe olan sevgin. Bu meşayih sevgisi bak, sizi buraya getirdi değil mi? Hani bu da;

Kibrît-i ahmerdir şeyhin nefesi         

Yakar dil şehrinde bırakmaz pası     

Dil şehri ne? Senin, benim kalbim yahu! Kalbimiz.

Bu pas ne? Kalbimizdeki masiva.

Herkesin bir işi var,  düşüncesi var. Eğer iş peşinde olsaydın buraya gelmezdin. Bak, her düşünceyi, her işini bıraktın, geldin buraya, değil mi? İşte bu senin kalbinde silinmiş bir pas değil mi? Ama bunu ne silmiş?

Bu tarikatın, mürşidin, meşayihin muhabbeti, bak, seni buraya getirmiş.

Kibrît-i ahmerdir şeyhin nefesi         

Yakar dil şehrinde bırakmaz pası     

Berâberdir Pîr-i Tâgî Mevlâsı

Ama biz de deriz ki:

Berâberdir Dede Paşa Mevlâsı

Dâim cezb ederler me'vâya bizi        

Ya, efendiler! Dede Paşa olmasaydı, sen beni tanımazdın, ben de seni görmezdim, tanımazdım. Birbirimizi tanımazdık. Dede Paşa Hazretleri bizi buraya cezbetmiş, toplamış, Allah’a şükür birbirimize tanıtmış.

Ama bu öyle bir iltifat ki: “İnnemel mü’minüne ihvetün.”[20] burada tecellî etmiştir. Müslümanlar kardeşse işte bu cemaat kardeştir. Bak, her birisi bir taraftan gelmiş.

Evet, bu dört şahtan murat; muhabbet meşayihimizi çok seveceğiz.

Bunun delili: Hazreti Peygamber Efendimiz  (Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed) Hazreti Ömer (r.a) Hazretleri’ne ne sordu, ne buyurdu?

—Ya Ömer beni ne kadar sevebiliyorsun?

—Ya Resulullah nefsimden maada her şeyden fazla seviyorum seni.

—Yok, ya Ömer, sen kâmil bir mümin olamamışsın. Kâmil bir mümin olmak için beni nefsinden fazla seveceksin.

Ona böyle buyurunca, tabii Hazreti Resulullah’ın sözü, Hazreti Ömer de seçkin sahabe, o anda ondaki Peygamber Efendimiz’e olan sevgisi birden öyle çoğalıyor, o zaman diyor ki:

—Ya Resulullah, şimdi siz buyurdunuz nefsimden fazla seviyorum seni.

—Tamam, şimdi kâmil iman sahibi oldun.[21], buyuruyor.

Şimdi bakın efendiler! Peygamber Efendimiz’in bütün emirleri hadistir. Bu olmuştur. Ama kelam-ı kibarda ne geçiyor?

Bulam dersen eğer ayn-i imânı

Çalış ki şeyhinde olasın fâni

Sana senden yakın olanı tanı

Burada rumuz var, evet;

Bulam dersen eğer ayn-i imânı

İmanın orijinalini, hakikatini bulmak istiyorsan, çalış şeyhinde fâni ol, bu anlaşılıyor. Ama;

Sana senden yakın olanı tanı

Burada rumuz vardır. Bunu ben izah edemem, siz de anlayamazsınız. Bizim izah etmek gücümüz değil, siz de anlayamazsınız. Ne kadar izah etsem, yine anlayamazsınız. Ama doğrudan doğruya direkt söylense bu sefer küfür olur, küfür görünür ve izahını yapamayız. Doğrusunu söylesek zâhire küfür görünür. Evet,

Sana senden yakın olanı tanı

Nasıl bu? Bizden yakın olan kim var?

Bizden yakın olan Allah var.

Cenabı Hak “Nahnü akrabu.”[22], Kulum ben sana şah damarından yakınım, diyor. Ama Resulullah da buyuruyor ki “Ey kul senin Allah’tan yetmiş bin perde uzaklığın var. Her perdenin kalınlığı da yerle gök arası kadar.”[23].   Böyle ırak, ama bu ıraklığı neyle yakın edeceksin?

İşte Allah’a bu yakınlık, Allah’ı unutmamaktır.

Bu uzaklık da bizim anlayacağımız, Allah’ı unutmaktır.

Hani insan var ki Allah’a inanmıyor,  ahirete inanmıyor, kitaba inanmıyor. Bunlar inanmıyorsa, günahı sevabı da bunlar bilmiyorlar; hayrı şerri de bunlar bilmiyorlar, seçmiyorlar. İşte onlar çok uzaktır. Biz o kadar uzak değiliz, ama yakın da değiliz.

İşte sevgiyi takviye eden ihlâs vardır, muhabbet, ihlâs, adab, teslim. Onu büyük göreceğiz ki sevebilelim.

Ama ondan sonra onu takviye eden adab vardır. Hani büyük bir cisim,  büyük denince, şu sehpa ne kadar bir yer işgal etmiş? Vücudu kadar bir yer işgal etmiş. Ama salon ne kadar yer işgal etmiş? Kendi vücudu kadar bir yer işgal etmiş. Ama dünya ne kadar? Kendi vücudu kadar yer işgal etmiştir. Yani bir insan kendi vücuduyla bir oturduğu yeri işgal eder. Eğer bir insan kâmil insan olmuşsa dünyayı ihâta etmiştir, dünyayı işgal etmiştir.

Âdâb budur ki; meşayihinin zâhirini bâtınını bir bilmektir.

Ama onu büyük göreceksin ki sevesin, âdâbın olacak ki büyük göresin.

Evet, ne diyeceksin, âdâb nasıl olacak? Evet, bu ıraklık bendedir, benim; Şeyh Efendimi göremiyorum ama o görüyor, o dünyayı ihâta etmiştir. Onun için ırak yakın yok,  o her taraftan haberdar. O beni görüyor, ben onu göremiyorum. Âdâb budur.

Nasıl ki zâhirinde olduğu gibi ne kadar ırakta olursa olsun, onu ırak görme, âdâb budur.

Teslimiyet nedir? Teslimiyet de zaten hepsinin başıdır.

Sermaye bu yolda heman

Teslim ol şeyhe inan

Teslimiyet demek, zâhirde tevekküldür. Allah’a kulun tevekkül olmasıdır. Ama bu tevekkül meşayihe teslim olmazsa, tevekkül olamaz. Evet, tevekkül olsa bile tamamını yapamamıştır, tamamı olamamıştır.

Ancak ve ancak tarikattaki tevekkül şudur ki; rabıtasına öyle teslim olmuş ki; bir alet olduğunu biliyor.  Şeyhim yediriyor, şeyhim içiriyor, şeyhim yatırıyor, şeyhim kaldırıyor, şeyhim konuşturuyor, şeyhim yürütüyor.

Bu olmazsa insan tarikatı anlamış, yaşamış değildir, hakikate ulaşamaz efendiler, bunlar olacak.

Tarikatın şartları bunlardır. Evet, Allah hepimize nasip etsin. Yalnız burada biz meşayihimizi ilme’l yakîn bildik ise Allah bize ayne’l yakîn bilmek nasip etsin. Ayne’l yakin bilenlere de Allah hakke’l yakîn bilmek nasip etsin.

Evet, insanlar tarafından Allah’ı ilme’l yakîn bilmek var, ayne’l yakîn da bilmek var. Âlimler ilme’l yakîn biliyorlar. İnsanlar var ki ayne’l yakîn biliyorlar, ilimleri ile âmil olup fazla amel işlemişler yaklaşmışlar. Bir de insanlar var ki Allah’ı hakke’l yakîn bilirler. 

Hakke’l yakîn bilenler Allah’a âşık olanlar. Allah’a âşık olmasa insan hakkel yakin bilemezler. Çünkü Allah aşkı onun varlığını yakıyor, gideriyor; varlığını, perdeleri kaldırıyor.

Hâlbuki perde; kendi varlığı, kendi sa’yıdır, insanın varlığı kendi sa’yıdır.

Evet, insan Allah’ı ilme’l yakîn biliyor ama çok ırak bir mesafe var. Ayne’l yakîn bilmek ise yürüdü, gitti, yaklaştı. Yani bu yürüme ise amel işledi, yaklaştı.

Yaklaştı ama arada bir perde var. O perde arkasını göstermiyor. O perde nedir?

Bilmesi ve yaklaşmasıdır. Ben biliyorum demesidir. O perde ilmidir, amelidir. O ilminden, amelinden geçmezse perde ortadan kalkmaz.

Bak, Şems geldi Mevlânâ’yı irşad etti. Niye geldi irşat etti? Onların şeyhleri, büyükleri demiş ki:

—Konya müftüsü Mevlânâ’nın irşat zamanı geldi. İlmiyle, ameliyle tamamen son makama, son yere gitmiş. Oradan geçemiyor, bir perde var arada, onu kaldıramıyor.

O perde nedir? İlmi, ameli. Bak, Şems onun elinden ilmini ve amelini aldı. Koskoca Mevlânâ’yı etti dindon, hâşâ! Anlamayanlar deli oldu bu, dediler. Onu bir çocuk gibi yatırdı, kaldırdı, koşturdu, her şeyi ona yaptırdı. Ama irşad etti.

Evet, onun için işte, Allah’a şükür bugün biz buraya toplandık, bizim tarikatımızın da büyük amelidir. Büyük nimetleri işte bu amelde elde ediyoruz. Onun için:

Gelin ey yâr-ı sâdıklar

Bu meydân-ı muhabbettir

Yardan mana Allah’tır.

Sadıktan mana Allah’a ilm-i ezelîde  “Belâ” diyendir ki bu da işte bu amelleri, şeriatı, tarikatı olanlardır.  O “Belâ”yı muhafaza eden, o Allah’a vermiş olduğu sözü üzerinde duran, şeriatı, tarikatı olandır.

Evet, niçin Cenabı Hak bize tevbe ayeti göndermiş, değil mi? Halk eden o, noksan sıfat halk etmiş.

Hazreti Âdem babamızı halk ettiği zaman melekler onu noksan gördüler. Neyini? Cesedini noksan gördüler. Ruh üflenmemiş henüz, ruhtan haberdarlıkları yok. Ama Cenabı Hakk’ın, “Biz Adem’i yer yüzüne halife gönderiyoruz.”[24] ve “Meleklere Adem’e secde edin, dedik secde ettiler.”[25] emrince secde ettiler. Melekler:

—Yâ rabbî, biz sana ibadete kâfi değil miyiz? Bunu niye halk ettin? Bu gider yeryüzünde sana isyan eder, bunda itaat edecek bir durum yok, isyan eder,  dediler.

Cenabı Hak ne buyuruyor? “İtiraz etmeyin meleklerim, benim bildiğimi siz bilemezsiniz.” bakın o zaman melekler tekrar Allah’a yalvardılar.

—Aman Yâ rabbî bizi affet, biz senin bildiğini bilemeyiz.

Bakın, melekler niye öyle dediler? Melekler Hz. Âdem’in cesedini gördüler, noksanlığını cesedinde gördüler. Cenabı Hak niye “Biz Âdem’i halk ettik, kendi ruhumuzdan ruh üfledik.”[26] buyuruyor. Onun için ruhun esrarı bilinmiyor.

Sordular rûhdan Resulullah cevâbın vermedi

Ol Ebü'l-Ervâh iken setr ettiği hemyâna bak

Bir takım dehrî oturmuş akl u rûhdan bahs eder     

Nâsı idlâl eyleyip söyleşdiği yalana bak       

Şimdi ruhtan kitaplar yazıyorlar. Onların hepsi yalan, onlar hepsi batıldır. İdlal demek insanları aldatıyor. Bunlar insanları kaydırıyor, delalete düşürüyor.

Bunlara inanmayın çünkü Resulullah Efendimiz ruhtan sormuşlar cevap vermemiş. Nasıl cevap vermiş “Gulirruhu min emri rabbî.”[27] hitabı, emri gelmiş. Cenabı Hak “Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh Rabbimin emrindedir ve size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.” diye ayet göndermiş. Peygamberimiz cevap vermemiş. Niye? Bilmediğinden değil. Ama ruhun esrarını akıl almıyor. Beşeri insan aklı almıyor.

            Bilinmez sırrı esrarı bu aklın anda yok karı

Bu akıl ruhun esrarını anlamaz, anlayamaz. Ama Cenabı Hak “Düşünen aklı da benim aklım.” buyuruyor, insanlar da ne zaman ki cüz’i aklından geçer, akl-ı külle ulaşırsa, o zaman ruhun esrarını anlar. Anlar ama Resulullah Efendimiz kadar da anlayacak değildir. Resulullah Efendimiz niye anlatmamış? Cenabı Hak da onu mahcup etmemiş “Gulirruhü min emri rabbi.” emrini göndermiş.

Evet, efendiler Allah’a şükür işte burada bizim bu amelimizde bu nimetlere insan vasıl oluyor.

Gelin ey yâr-ı sâdıklar

Bu meydân-ı muhabbettir

Bütün cem olsun âşıklar

Bu meydân-ı muhabbettir

Pirimiz Sami Hazrettir

Bizim de pîrimiz Dede Paşa Hazretleri.

Gelin dergâha dervişler

Dervişler kim? Derviş de Allah için bütün her işini bırakmış da bir amel işleyen kişi. Allah için dünyayı gönlünden çıkartmış.  Sizler de dünyayı çıkarttınız ki geldiniz buraya. Değil mi? Evet, hepiniz dervişsiniz. Ama tabii hepiniz derviş demekle, dervişler de bir seviye olmaz.

Halk arasında dervişe, azıcık bir ibadet yapana, sofu olana diyorlar. Yalnız Yunus Emre ne demiş? Dervişlik kıyafetle olmaz. Kürk ile post ile dervişlik olmaz. Şimdi bakın!

Bizim Hâvace Abdülhâlik GücdüvânÎ Efendimiz Hazretleri’ne sormuşlar; bazen bize de soruyorlar, ihvanlar sormuyor, ihvan olmayanlar soruyor.

—Niçin sarık bağlamıyorsun, niçin cübbe giyinmiyorsun?

Ben de ancak onlara diyorum ki kardeşim; Sarığı hoca bağlar. Cübbeyi hoca giyer. Ben hoca değilim. Hoca değilim ki sarık bağlayayım. Derviş değilim ki cübbe giyineyim. Ben utanıyorum. Hicap duyuyorum. Niçin? Bak, âşık böyle buyuruyor:

Sanır kim kendini bir âdem olmuş    

Kıyâfet düzmek ile olmuş eşrâf         

Kendini bir hoca kıyafetine sokmuş. Derviş kıyafetine sokmuş. Onlar zanneder ki kendisi bir adam olmuş. Kıyafeti ile adam olmuş. Kıyafet ile insan derviş olmaz. Kürk ile post ile derviş olmaz.

Derviş ancak Hak için gönlünden her şeyi atmış olacak. Onun için bak, kıyafeti ile dervişe bürünmüş nasıl ki Reşahat kitabında yazar:

Dervişin bir tanesinin bir keşkülü bir de merkebi varmış. Başka da bir şeyi yokmuş. Evi, malı yok, işi yok, parası yok geziyormuş. Geze geze bizim büyüklerimizden Hace-i Ahrar, Ubeydullah Ahrar Hazretleri’nin ismini duymuş. Onu bir ziyaret edeyim demiş. Ona giderken uğramış olduğu köylere sormuş, ‘Bu köy kimin?’ Hace-i Ahrar Hazretleri’nin, ‘Bu kimin?’ hep sormuş. Hep Hace-i Ahrar Hazretleri’nin demişler.  Bu dervişin gönlü karışmış. Demiş ki:

—Böyle meşayih olmaz, şeyhliğini söylediler, ziyaretine gidiyorum ama gitmeme de değmez, görüşmeme de değmez. Böyle meşayih mi olur, dünyayı zapt etmiş?

Ama mübareğin 3000 tane ırgatı varmış. Dervişin gönlünde tamamen itiraz kaynamış. Neyse gitmiş tekkesine görüşmüş. Bir iki gün misafir kalmış. Bu sefer de bir gün Hace-i Ahrar Hazretleri, onun gönlünde ne kadar da bu olsa, acımış ona, ikaz etmek istemiş. Çünkü:

Külli boş değildir aşka düşenler

Katre düşmeyince sel uyanır mı

Buyruluyor. O da mademki Allah için bir derviş olmuş işi yok, gücü yok bir seyahate çıkmış ise, Allah’ın ihsanı acımış onu ikaz etmek istemiş, yani onu münkirlikten kurtarmak istemiş.

Münkir demek bir hakikati inkâr etmek demektir. İnkâr demek, küfür demektir. Onu kurtarmak için Hace-i Ahrar Hazretleri:

—Derviş baba, ben de seninle beraber biraz seyahat yapayım, demiş.

Ters istikamete gitmişler, doğu istikametinden gelmişse, batı istikametine gitmişler, çünkü onun gelmiş olduğu istikamete gitseler oraları öğrendi, hep sordu öğrendi. Ters istikamete gitmişler, geldikleri köylere hep demiş ki:

—Nöbetçisi biziz, bekçisi biziz.

Böyle devam etmiş, dervişin itirazı daha çok kaynamış, artmış.

—Böyle meşayih olmaz, dünyayı zapt etmiş, demiş.

O gün akşama kadar gitmişler. Bir mezrasında, köyünde misafir olmuşlar. Oradan kalkmışlar tekkeye dönmüyorlar, yine ters istikamete gidiyorlar. Derviş soruyor:

—Efendim, nereye gidiyoruz?

—Ben sana demedim mi biz arkadaş olduk, beraber seyahat ediyor, gidiyoruz.

—Efendim benim merkebimle keşkülüm tekkede kaldı, onu alayım.

—Ben bu kadar emvali bıraktım gidiyorum da sen bir merkebi bırakamıyor musun, sen bir merkepten geçemiyor musun? Demiş.

O zaman derviş ayılmış.

—Eyvah, benim bu merkebe olan muhabbetim kadar, onun malına mülküne muhabbeti yokmuş, demiş.

Bakın efendiler! Onun için derviş demek evvela dünyadan geçiyor. Zaten dünyadan geçmese insan ahireti kazanamaz. Bu da sevgiyle olur. Ama insan sevdiğinin peşine gider sevmediğinden kaçar. Dünyayı ahiretten fazla sevmiyorsa ameli olması lazım. Ameli olmazsa dünyayı sevmiyorum, demekle bu olmaz. Kimi kandıracak?

Evet, bir defa ahireti sevecek ki dünyadan geçsin. Bu kalptedir. Dünyadan geçmezse insan ahireti kazanamaz.

Ahiretten de geçmezse Ru’yetullah’ı kazanamaz.

Ama derviş dünyadan da geçmiştir. Ahiretten de geçmiştir. Her şeyden geçmiştir. Bir dost bir post kalmıştır.

Post: Cesedidir. Dost: Allah'tır. Oturtturmuş dostu, postun üzerine. İşte derviş budur.

Onun için dervişlik kadar yüksek bir makam yoktur. Ama bu dervişlik kıyafetle olmaz. Onun için bak, buyuruyor ki:

Sanır kim kendini bir âdem olmuş    

Kıyâfet düzmek ile olmuş eşrâf         

Bizim tarikatımızın kurucularından Havace Abdülhâlik Gücdüvânî Hazretleri’nin bize vasiyeti var. Bu amel onun amelidir. Bizim hatmemiz, teveccühümüz onun amelidir. Emr-i ilahi ile emr-i Resulullah ile o kurmuştur.

Bak, onun bize vasiyeti var, Ey oğul diyor:

—Şöhret kazanma, şöhrette afet vardır.

—İsmini hüccetlere yazdırma.

—Zâhirini gözetme, zâhir gözetmek bâtını harap eder.

—Camiden, cemaatten geri kalma, şol şart ile ki imam müezzin olma.

Bakın burada bile geride durma var. Ama bu zamanda hadisler varsa “İnsanların hayırlısı, insanlara hizmet görendir”[28] buyruluyor. Öyleyse bir de “Vazifeyi ehline verin.”[29] emri vardır. Bu emirlere göre, tabii ehli olan vazifeden kaçmayacak.

Niye bu böyle buyrulmuş? Belki o zamana buyrulmuştur. Veyahut da zâhir var, bâtın var. Hoş herkes hoca olacak, hepsi imam olacak değil. İmam cemaatle olur. Yani ben illa imam olacağım, deme de. Ama illa ben cemaatle namaz kılacağım de. Camiye git, cemaatten geri kalma. Ama illa ben imam olacağım, deme. Elbet tabii oraya gidenlerin hepsi Müslümanlar, oraya layık olan bir imam olacak, o ayrı bir şey. Ama ölçüsü böyle; ‘Camiden, cemaatten geri kalma, şol şart ile ki imam-müezzin olmasın’.

— Evini mescit eyle.

Bir insan camiye, cemaate giderse evini nasıl mescit edecek?  Evin halkına namaz kıldır, demek oluyor. 

Evet, efendiler,  Allah’a şükür işte bizim bu teveccühümüzde çok büyük ihsanlar olacak. Şimdi teveccühten bahsedeceğiz. Bu teveccüh bizim Nakşibendî Tarikatı’nın Halidi kolunda var. Öbür kollarında yoktur, yalnız bu kolunda var. Sair tarikatlarda zaten yoktur. Her tarikatın bir usulü var. Toplu zikir yaparlar,  mesela ferdi, özel zikir yaparlar. Bizde de toplu zikrimiz işte bu hatmedir, teveccühtür. Ama teveccüh tabii herkes tarafından her zaman olmuyor, her yerde olamıyor. Bu da bir ayrı bir emirdir.

Ama bilmiş olun ki hatme de teveccühün bir küçüğüdür. Yani amel olarak küçüğüdür. Eğer teveccühten aldığın feyzi hatmeden de alıyorsan hatme de senin için bir teveccühtür. Hatme büyük amelimiz, hatmeden geri durmayın.

Fakat bu teveccühte şu olur. Teveccühün şartları var. Şartı ne? Birinci şart, teveccühe oturan bir kimse teveccühün şartlarına riayet edecek.

Bu şartların biri ne? Gözler yumuk olacak, göz açılmayacak.

Ondan sonra kalbinde kin varsa atsın, çıkarsın. Bir kimseyi sevmiyor, buğzu varsa, kini varsa, çıkarsın atsın.  Hasedi var, kini var, gurur var, kibri var, bunları kalbinden atsın, çıkarsın.

Sonra kalbine gelen, hani ağır hastası var, onu da çıkarsın. Burada onu düşünmekle hastası iyileşmez. Yalnız hastasına dua istesin. İşte duanın mercii burası, şifa istesin. ‘Yâ rabbî hastama şifa ver.’ desin. Borcu var ödeyemiyor, borcunu düşünmekle borcu ödenmez. Borcundan kurtulmak için burada Allah’a sığınsın. Sığınacak yer burası işte.

Evet, işte gözler açılmaz, yumuk olacak. Kalbinizi muhafaza edeceksiniz, kalbinize geleni atın. Muhafaza edin, deyince tabii kalbe gelen bizim elimizde değil. Çünkü kalbin bekçisi yok, ama bizim kalbimizin bekçisi rabıtadır. Ama rabıta için, bak ne buyruluyor?

Râbıta oldukça pîre cümle a'zâ "Hû" çeker

Yani diyor ki: Bir insan rabıtayı tam yaparsa, ama burada râbıta-yı hayal var,  râbıta-yı cemâl vardır.

Râbıtayı hayalde tabii ki dalga vardır. Başka şeyler de gelir ama onu atıp râbıta-yı hayal yapmak lazım. Râbıta-yı hayal meşayihe yapmak lazım.

Aslında rabıta gönül bekçisidir, efendiler. O olmasa, rabıta sevgisi gönlünde olmasa, rabıta gelmese başka şeyler gelecek.

Onun için Nakşibendî Efendimiz’in zamanında zâhir ulema rabıtaya karşı çıkmışlar. O zaman Nakşibendî Efendimiz Buhara’daki ulemayı davet etmiş.

—Gelin, bir fukara çorbamı için, demiş.

Onlar da tabii her ne kadar muhalefet ediyorlarsa da Nakşibendî Efendimiz seviliyor, bütün insanlar tarafından bir hürmet var, bir sevgi var. Sevdiren Allah. Gelmişler toplanmışlar onların hizmetini kendisi görmüş. Yedirmiş, içirmiş. Demiş ki:

—Mollalar, bir müşkilim var, sizden öğrenmek istiyorum.

—Buyurun efendim,  demişler.

—Siz demişsiniz ki rabıta puttur.

—Evet, efendim demişler.

—Namaz nasıldır? Avamın namazı var,  havasın namazı var. Huşu ile kılınan namaz var, bir de şuğul ile düşünceli kılınan namaz var. Bu namazlar nasıl olur?

Müptedinin namazı var, müntehinin namazı var. İrade sahibinin namazı var, iradesi küllî iradeye geçenin namazı var. Huzur kimdedir? Huzurla, huşu ile namazı kim kılar? Müntehi âlemine geçenler. Müptedi, irade sahibi namaza durduğunda ne olur? Malı gelir aklına, alacağı gelir aklına, vereceği gelir aklına, evladı gelir, ailesi gelir. Bütün bunlar gelir, eşi dostu gelir gönlüne. Gelir mi? Gelir. Bunlar hep nefsi için sevilenler, nefsi için düşünülenler bunlar put olmuyor da, Allah için sevmiş olduğun bir velî gelirse gönlüne put mu olur? Demiş.

O zaman ayağına kapanmışlar;

—Efendim, biz bunu böyle idrak edemedik, demişler.

Evet, rabıta gönül bekçisidir.  Rabıta gelmezse gönlümüze, sade namazda değil her zaman bu böyle, Rabıta gönlümüzde olmasa neler gelir gönlümüze?

Ama rabıta sevgisi olursa hiçbir şey gelmez, girmez gönlüne. Niye sevmeyelim rabıtayı? Zaten Cenabı Hakk’ın emri “Ve kunu maessadikiyn”  buyurmuş. İşte burada,  zâhirde meşayihe tabii olduk, ders aldık, ona hürmet ettik, hizmet gördük, himmet aldık.

Ama bir de ona gönülden bağlanmak lazım. Gönülden bağlanmak odur işte. Yürürken de yatarken de kalkarken de içerken de yerken de namaz kılarken de şeyhinle beraber kıl, ne olur ki yani? Şeyhin önde sen arkasında kıl, hiç olmazsa. Veyahut da, ben kılmıyorum, o kılıyor, de.

Şeyhini hayal ede ede olacak, şeyhinin sıfatı sana geçecek, muhakkak. O zaman fenafişşeyh olacaksın. O zaman vasıtayı buldun.

Evet, efendiler teveccühte bu iki şeye dikkat edeceksiniz. Birincisi tabii teveccühün bir oturma usulü var. Yeni ders alanlar oldu, dışarıdan gelenler oldu. Teveccüh görmeyenler var herhalde çünkü bir hayli cemaat var. Oynamaktan maksat ütmek, derler. Uzaktan yerlerden geldiniz, uykusuz kaldınız, para harcadınız, zahmet çektiniz, geldiniz buraya. Hiç olmazsa bunun nimetinden mahrum kalmayasınız. Bu nimetine mazhar olmak için:

Yâr dâim sana nazar eyler

Seni gâfil görürse güzâr eyler

Yani, burada gaflette olmayın. Ama diyeceksin ki ‘Benim ağır hastam var’. Gelsin ama onu gönlünden at. Cihadını yap. Kalbi cihad cihadı ekberdir.

Gam gelmez dememişler, Gam eğlenmez demişler

Gam ise insanların gönlüne gelen düşüncelerdir. Bu gelir, diyorlar ama durmaz. Çünkü senin sa’yın var.

Allah sana sa’y vermiş ise, her nimete sa’y ile ulaşacaksın. Sa’yın ile gönlüne geleni atabileceksin. Gönlüne geleni at. Rabıtan karşında. Hani rabıta tarifinde ne var? 

Nefsimizi atmışız ayaklarının dibine, elinde şeriat kamçısı var, tepesinden aşağı vuruyor, böyle, değil mi? Burada da işte, rabıtan karşında, Ama Allah’tan azıcık gönlün kayarsa kamçıyı yiyorsun.  Kamçı yiyeceğim diye rabıta karşında Allah kalbinde olsun.

Gönlüne her geleni at, Allah’ı kalbine al. İşte böyle iki şeye dikkat edin, birisi gözlerinizi açmayacaksınız. İkincisi de, rabıtanız karşınızda Allah kalbinizde. Gelen bütün düşünceleri şuğulları atın, Allah’ı kalbinizde zikredin.

Önemli olan kalbî zikirdir. Kalbinizde Allah, Allah, Allah deyin, lisana getirmeye ihtiyaç yok.

Evet, bunu ne zamana kadar yaparsınız? Teveccühün sonuna kadar. Teveccühün sonu ne zaman olacak?

Teveccühün başlangıcında “Estağfurullah” nidası ile gözler yumuluyor. Sonunda da hoca efendilerin birisi aşır okur.  Aşır okunmakla teveccüh tamamlanmıştır.  O zaman da herkes serbest oluyor.

Yalnız şimdi bir de oturma usulü var. Evet, oturmada nasıl rahatsa öyle oturun. Zaten kalabalıkta ayaklarınızı uzatamazsınız. Ama zaruret olursa arıza olursa uzatır. Ama zaruretsiz olursa ayağını iki ayağını birden bu amelde uzatamazsın. Ama diz üstü oturabilir, bacağının birini üzerine oturup, bacağının birini dikebilir. Yorulursa diğeri ile değiştirebilir. Mürebbe, yani iki bacağını yana sererek oturabilir. Böyle oturma şekilleri çok var. Bunları, nasıl rahat ediyorsanız, öyle oturursunuz. Yalnız, teveccühün şeklini, sıraları bozmazsınız. İleri geri gitmezsiniz, sağdakini soldakini itmezsiniz. Bunlara dikkat edin. Evet, teveccüh usulüne göre oturttururlar.

Başlayacağı zamanda  “Estağfurullah” diye bir nida olunacak. Bu “Estağfurullah” nidasını duyduğunuz zaman parmaklarınızla hesabını yaparaktan 25 defa istiğfar okuyacaksınız. Usul, kendiniz işiteceğiniz kadar ve sonlarını uzataraktan şöyle ki: “Estağfurullaaaah, Estağfurullaaaah, Estağfurullaaaah” şeklinde. Ama kendiniz işiteceğiniz kadar, sağınızdakini, solunuzdakini meşgul etmeyin, şuğullandırmayın.  25 istiğfar okursunuz, daha sizin yapacağınız bir şey yoktur. İfade ettiğimiz gibi gözlerinizi açmayın. Göz açmak yasaktır. Cezbelenenlere açıp bakmayın.  Mesela, Allah diye bağırıyor.  Hay, hu, diye bağırıyor. Bunlar bir cezbedir. Nerden geliyor bu ses? Önünden geliyor. Gözünü açıp da bakma. Sağından bir tanesi ağlıyor, bu kimdir diye gözünü açıp da bakma.


[1] Hadis Kutsi, Buhari

[2] İsra 17:44

[3] Müslim 2959, İbni Mace 4113

[4] Tevbe Suresi 119

[5] El-Mesn’u

[6] Tırmizi Menakil 1 Müsned 4.Bab S.66

[7] Tin Suresi, 4. Ayet

[8] Tin Suresi, 5. Ayet

[9] Buhari Rikak  38

[10] Al-i İmran 3:31

[11] Fususül Hikem Trc. C.1, S.43

[12] Talak 65:12, Cin 72:28

[13] Hikmet Goncaları Trc. (500 Hadis Şerif) 397

[14] Yunus 10:62

[15] Taberani, El-Münavi, Fevzü’l Kadir-3:574

[16] Fussilet 41:53

[17] Buhari Rikak 38

[18] Al-i İmran  3:103

[19] Rıyâzus Salihin S.282 5. Bab

[20] Hucurat 49 10

[21] Kadı İyaz Şifa-i Şerif C.2, S.19

[22] Kaf 50:16

[23] Ramiz’ul Ehadis, Hadis no: 4156

[24] Bakara 2:30

[25] Bakara 2:34

[26] Sad 38:72

[27] İsra 17: 85

[28] Hadis Kudsi

[29] Nisa 4:58