SOHBETLER (2)1912

Piri Sâmî (k.s.) HAZRETLERİ BUYURDU Kİ;

Bu tarik ( yol = tarikat), ahlâk yoludur. Pir Tahi (k.s.) I lazretleri buyurdular ki: Bizim yolumuz (tarikatımız) İŞAR ve INSİBAG'dır, (yani kardeşini ihtiyaç ve menfaatte nefsine tercih etmek ve birbirinin boyasıyla boyanmak, güzel ahlâkını almaktır ) İşarda insibağ ve insibağda işar vardır. İsar'ın lügat manası seçmek demektir. Yüce Nakşibendî tarikatında işar şu demektir: Kardeşlerinin yolunda o derece fedakâr ola; o kadar ikram sahibi ola ki; hatta kardeşinin uğrunda canını dahi esirgemeye. 

Kendi nefsinden ziyade kardeşlerine nimet sunar ve iltifat eder. Her cihetten kardeşlerini kendisinden öne çıkara. Hz. Resulullah (s.a.v.) Efendimiz bir gün "Ensar'dan iki eşi (hanımı) olan, bunlardan birisini boşasın, muhacirlerden bir kardeşine versin" diye emren buyurmalarıyla; iki evli olanlar bir hanımını boşadı ve muhacir (Mekke'den Medine'ye hicret eden ) kardeşlerinden biriyle nikahladı. Hz. İsmail (Allah'ın (c.c.) salatı ve selâmı Peygamberimize ve ona olsun) Efendimiz, kendisini kurban etmek hususunda can derdine düşmedi. "Canım Allah'a (c.c.) kurban olsun" deyip bıçağın altına yattı. Babasına "Allah'ın (c.c.) izniyle, beni sabredenlerden bulacaksın" dedi. Muhabbet yolunda canını, evlât ve iyalini, malını-emlâkını eda etmeye muktedir olmaya İŞAR denir. İNSİBAĞ'in lügat manası da bir şeyin boyasıyla boyanmaktır. Mürid olan, önce şeyhinin boyasına; sonra Yüce Allah (c.c.)'nin boyasına boyanınalıdır. O boya ile boyanırsa, asla zail olup silinmez

Döner-dolaşır; nereye gitse onu boyasından tanırlar. Tarikatta suluk eden kimse (SALİK) böylece boyandıkça, her şey de fani olup; "Dünya üzerindeki her şey fanidir. Ancak azamet ve ikram sahibi olan Allah'ın (c.c.) Zâtı bakîdir, kalıcıdır" mealindeki âyet-i kerimenin sırrı kendinde ortaya çıkarak her şey fani, sadece Allah (c.c)'in Zâtı bakî (ebedî) kalır. Çünkü insan kimi çok sever, muhabbet ederse; neyi görse o sevdiğini görür. Ama bu öylesine bir sevmek değil, âşığı olduğunu İsmail (A.S) gibi, Mecnun gibi sevmelidir. 

Muhabbet ve aşk nefsin arzusunu yaktı; Mecnun'a Leyla'yı güzel gösterdi. Yoksa Leyla, siyah ve çirkin bir Arap kızı idi. Mecnun'a, "Mecnun, sen büyük bir âlimsin, bu somurtkan görünüşlü kıza neden bu kadar yanıp yakıldın?" dediklerinde: "Leyla'ya siz Mecnun gözüyle bakın" dedi. Muhabbet ve aşk bir adamın içinde olursa MUVAHHİD olur. Muvahhid'in de aslı budur: Nereye baksa Bir'i görür; dağı-taşı görür, Leyla'yı görür. Bunu, başından geçen kişi anlar; başından geçmeyen anlayamaz. Kör olan kişi, renklerin tarifinden ne anlayacak ki? Kalp her neye çok sevgi beslerse, göz onu görür. Haddizatında göz-kulak, duvar deliği gibidir. Zannetme ki o kulak duyar-işitir: kalp işitir, sonra kulak duyar. 

Başlangıçta kalp gözü görür, sonra göz görür. Kalp hisseder; sonra el hisseder. Kalp gider; sonra ayak gider. Bu husus, muhabbetin acayip sırlarındandır. Bu muhabbetin sahibi, eşyadan daha başka bir ses, başka bir şada işitir. Başlangıçta gönül gözünün gördüğü gerçeği; daha sonra ise baştaki gözlerimizin gördüğünü; bir mecliste oturan bir adamın, oraya gelip gidenlerden ve cereyan eden sözlerden (bazen) asla haberdar olmadığıyla açıkça ortaya çıkar. Eğer o kişinin kalbi uyanık olsaydı, o meclisteki halleri kafadaki göz ve kulakla görür ve işitirdi. Demek ki kalbi dışarıdaki bir şey ile meşgul olduğundan, baştaki azaları hükümden düşerek duvar deliğinden farkları kalmamıştır. 

İnsanda bu sır var ise, çan sesi o muhabbet sahiplerine "Allah! Allah!" diyor, bunu nasıl "Kiliseye gel" diye anlıyorlar? diye düşünür. Hz. Ali (Radiyallahu anhu ve kerremellahu vechehu) Efendimiz, musiki "Canım, canım; Pir Tagi (Tahi) (k.s.) Sultanım" diyor. Herkes, kendi kulağından dinler. (Yazarın notu: Mevlânâ Sâmî Erzincanî (k.s.) Efendimiz Hazretleri'nin bu "musiki" sözlerinden dolayı "musiki dinlemek haramdır, buyuruyorlar da, daha musikiden öyle işittimdi demeleri ne hikmettir?" denilirse; kendilerininki musikiyi kabul ederek dinlemek değil, tesadüfen işitip anlamaktır. Bülbülün sedası âşıklara hoştur, âşık olmayan için sadece "civ-civ" eder. İki adam, bir elinin ateşte (yangında) yandığını görür. Biri "Eyvah yandı!" der; diğeri ise "Ah keşke ben de maşuk yolunda böyle yansam; bunun gibi can versem!" der. Herkes bir sadayı kendi kulağından işitir, kendi gözünden görür.

HİKAYE: 

Bir tüccar Hindistan'a tüccarlık için gidiyormuş. Evinden çıkacağı sırada çocuklardan her biri "bana bunu al-şunu al" diyerek birer şey ısmarladılar. Bir papağanı vardı ki, bunları kafesinden seyredip dinlerdi. Papağan başını kaldırdı, "Efendi, efendi! Hindistan'a vardığında ağaçların başında papağanlar vardır. Benden de onlara selâm söyle. Benim de siparişim budur, unutma ha!" dedi. Tüccar çıktı, gitti; döndü-dolaştı. Herkesin siparişlerini aldı. Gelirken ağaçların başında papağanları görünce aklına geldi ve "Ey papağanlar.

benim papağan size selâm söyledi" deyince, kuşların hepsi de aşağı döküldü; öldüler. Tüccar "Eyvah! Ben ne ettim. Keşke bu selâmı bunlara söylemeseydim. Bu kuşlar da ölmeseler idi" dedi. Yoluna devam edip evine döndüğünde, herkesin siparişlerini verirken, papağanı da '"Benim selâmımı ilettin mi?" dedi. Tüccar "Keşke senin o selamını söylemeseydim. Çünkü selâmını işitir işitmez hepsi de ağaçtan düştüler, öldüler" deyince, papağanı ağzını yumup, sesi burnundan gelerek "Ah" dedi; devrildi, kafesin içine cansız serildi, düştü. Tüccar kafesi açıp kuşu aldı; o yana çevirdi, bu yana çevirdi, bacağından çekti... Baktı ki fayda yoktur. Papağanı tuttu, çöplüğe attı. Birkaç dakika sonra papağan sıyrıldı, uçtu ve duvara kondu.

Tüccar hayret içinde bakıp dururken kuş "Efendi, efendi! Bunca yıldır ekmeğini, nimetini yedim, artık gideceğim. Fakat bu işin sırrını sana arz edeyim. Ağacın başındaki papağanlar ne diye sana işaret verdiler, ama sen anlamadın. Sen onlara selâmımı söyleyince anladılar ki ben esirim, bana insanoğlunun kafesinden kurtulmadıkça, kurtuluşun yok demişler ve kıyamete kadar bu esirliği çekesin, diye işaret etmişler" dedi ve "Allah'a (c.c.) ısmarladık" deyip uçtu; çıktı-gitti. Papağanın kulağı böyle, tüccarın kulağı da öyle anlamıştı.

Sakın sanma ki insansın; insan değilsin. Adam olduğunu sanma, bu sırra vakıf olmadan hayvansın. "Onlar hayvanlar gibidir, belki hayvanlardan da daha sapık, yollarını şaşırmışlardır. İşte onlar gafillerin ta kendileridir" (âyet meali).

Eğer sende o kalp, o göz, o kulak yok ise; ilâhî sırlardan gâfıl isen; hayvanlar gibi, belki de hayvanlardan da daha alçaksın. Pir Tagi (Tahi) (k.s.) Hazretleri "Tarikatımız (yolumuz) işar ve insibağ yoludur. Herkesten kendini alçak tut" buyururlardı.

Bir adam tarikatı çok büyük bildiğinden kendinde bir liyakat göremeyip, "tarikata girmeye lâyık değilim" der, tarikata gelip dahil olamaz imiş. Bunu Şah-ı Nakşibend (k.s.) Efendimiz Hazretlerine haber verirler. Şah-ı Nakşibend, bu kişiye gelsin der. Onun elinden tutar, götürür. Mübarek evlerinin üst basamak eşiğine gelince orada duran bir köpeği gösterip, "Bu köpek benim arkadaşımdır, onunla sohbet ederim. Otururum; bununla otururum. Kalkarım; bununla kalkarım. Söyleşirim; bununla söyleşirim" diye ferman buyurmalarıyla, o adam der ki; "Ben kendimi hayvan gibi gördüm. Madem ki bu bir köpek iken sohbet arkadaşındır, ben de sohbetine katılırım. Lütfen beni de, kavuşma (vuslat) nakşının gülsen yoluna kabul buyur" diyerek, bin minnettarlıkla mübarek eteklerini öpüp tarikata girdi.

Bu tarik (yol), muhabbet yoludur, muhabbeten Mevlâ'ya yol gider. Muhabbet her korkunç-dehşetli yerden insanı, göz kamaştırıcı şimşek gibi uçurur. Muhabbet safi nurdur; garaz ve menfaat ateşini söndürür, mahveder. Muhabbet ehli, yârinin peşinde dolaşır; ne için gelip gittiğini bilmez. Kişi Hatme'ye, teveccühe, sohbete gidip gelmeli ama bunlardan bir maksat ve menfaat beklememelidir. Sırf muhabbet sebebi ile gidip gelmelidir. Ne için gidip geldiğini de anlayamamalıdır. "Ben gidip geliyorum ama yine sevap (kazanmak) aklıma geliyor" dersen, o zaman kendini teraziye çek. Bak ki; "Şeyhimin emridir, tarikatımın amelidir" diye mi, yoksa sevap kazanmak kastiyle mi gelmektesin? 

Bu da sununla tecrübe edildiğinde hangisi olduğu ortaya çıkar. Meselâ tarikatın amellerinden olan Hatm-i Hace veya "Hatme-i Hace" ve teveccüh ve sabah namazından sonra Yasin-i Şerif ve yatsı namazından sonra Tebareke Suresini okumak veya evvabin namazı kılmak, ikindi namazından sonra Amme Suresi okumak, teheccüt namazı kılmak, misvak kullanmak, beş vakit namazdan sonra onar adet Kelime-i Tevhid okumak... gibi Nakşibendîler'in devamlı yerine getirdikleri şeylerden birini terk etmeyi şeyhi emretmişse; eğer o emri yerine getirmeyi o hayırlı eli ifa etmekten daha yüce tutarsa ve cidden böyle bilirse; maksadının SEVAP kazanmak olmayıp RIZA olduğunu tahakkuk eder.

Muhabbetten insan belâ ve musibeti ne duyar, ne işitir. Hz. İbrahim "Allah'ın (c.c.) salatı Peygamberimize ve kendisine olsun" Efendimize, Nemrud'un ateşinin etkilemediği gibi ineğinin sütünden artırıp muhabbet şevki ile getiren kadına Nuh Tufanının etki edemediği gibi. Bu tarik (yol), hem muhabbet yolu, hem de tevazu ve meskenet yoludur. Tevazu sahibi olmayan muhabbetsiz olur. Eline bir kazanç geçmemesi, muhabbetsizliktendir. Öyle ise o kadar tevazu et ve kendini itten aşağı tut ki, Cenâb-i Allah'ın (c.c.) "Şüphesiz Biz, Ademoğlunu yücelttik" mealindeki ulu âyeti senin üzerine de okunmuş olsun. Eğer kendini itten üstün tutup ondan iyi bilirsen; mükerrem "yüceltilmiş, değerli" değilsin ve köpekten de aşağısın. "Kim tevazu sahibi olursa, Allah (c.c.) onu yüceltir. Kim de gururlu olursa; Allah onu alçaltır" manasındaki hadis-i şerifle sabit olur ki, "Biz, ademoğlunu yücelttik" mealindeki âyet-i kerimenin kapsamına tevazu ehli olanlar ve alçak gönüller dahil olur. 

Ululanıp, gururlananlar dahil olmaz. Kibriyalık, yüce büyük Yaratıcı "Hâlık Teâlâ" Hazretlerinin sıfatı olup, büyüklük O'na mahsustur. Sen bir damla meniden yaratılmışsın. Neyine büyüklenip, gururlanıyorsun? Başın ağrısa ne yapacağını şaşırırsın, tedavisinden acizsin. Her şey muhabbet ile bulunur. Muhabbet ile yâre ulaşmak kolaylaşır. Tek bir şeyi sev de; o da ne olursa olsun. Bir ile bir bulunur; ikilikte bir bulunmaz. Bizim Pir Tahi (k.s.) Hazretleri çoğu zaman ferman buyururlardı ki; "Biri sev de, isterse o bir tezek olsun." AUah-u (c.c.) Teâlâ'yı "Göremez misin o kişiyi ki, kendi nevasını -nefsinin arzularını- kendine ilâh olarak alır" buyuruyor.

Onu görür, ona sarılır; sarılır... sarılır... Sonunda bir kâmil mürşidin temiz eteğinden tutar, temizlenir. Muhabbet vasıtasıyla o Kâmil Pir'in uğrunda, her cihetten fedakâr olarak yoluna baş kor; vefalı bir yâr olur. Hizmetine dayanır, hâli ile hâllenir, boyasına boyanır. İşte buna İŞAR ve İNSİBAĞ denir. İşte bu, Allah (c.c)'ın boyasıdır. Allah (c.c)'ın boyasından daha güzel kimin boyası "SİBGA" var? Bizler de O'na teslimiyetle kulluk edenlerdeniz" (Bakara Suresi 138).

Bundan daha güzel boya var mıdır ki, adam ona boyansın? Kişi ne mümkündür ki, kötülenmiş ahlâklardan kurtulsun. Ne vakit ki, SİBĞATALLAH (Allah (c.c.)'ın boyası) hükmünü giyer; o zaman yıkanır, temiz olur.

Beyit:

Ki her kim çizmede bize;
Gerek kim dünyadan beze

(Yari, kim ki bize yönelirse, onun dünyadan bezmesi gerekir). Bı. ince manalı beytin açık işareti şudur ki; mürid, şeyhinin iradesinde fâni (yok olup, dünya sevgisini tamamen terk etmelidir. Buna muvaffak olan salik muhabbet ateşiyle Allah'tan (c.c.) başka her şeyi yakar. Ateşi nura çevrilerek; geçici dünya makamları yerine Yüce Allah (c.c.) ona hidâyet verir.


Tecelli ve şuhudun çeşitleri vardır. Cenâb-ı Allah (c.c.) bunların bütünüyle beraber sonuçsuz kazançları, Pirler'in yüce eşiklerine kuvvetli bir teslimiyetle yönelip, canından ve dünyadan bezen saliklere ve müridlere ihsan eder. Muhabbette nar (ateş) da vardır; nur da vardır.

"...NARUN, NURUN ALANUR, YEHDİLLAHU Lİ NURİHİ..." (Nur Suresi, âyet 35) "

"(Bu öyle bir ağaçtır ki; yağı, neredeyse kendine ateş deymese de ışık verir. Bu nur üstüne nurdur. Allah (c.c.) Nur'una dileğini hidâyet eder.

Bu hidâyet saçan ilâhî fermandan anlaşılıyor ki, âşık kişi ateşte yanmadıktan sonra hidâyet nuruna ermek ona müyesser olmaz." Muhammediye'nin müellifi olan merhum Yazıcıoğlu Muhammed Efendi şöyle buyurur: Fenafırresul, (yani Hz. Resulullah'ta fâni olmuş isen), Fenairresul olana hem nar (ateş) var, hem nur var. Yüce Yaratan kendi nurunu, aşk ateşiyle yananlara verir. Aşka giriftar ol ki, gönlün virane olsun. Kalbin o kadar mahzun, o kadar kırık olsun ki, Ebed Sultanı'nın teşrifine engel olacak gıll-uğış'tan (düşmanlık, kin ve hilelerden) hiç bir şey bulunmayarak, pak ve temiz olsun öyle kalplerde kurulmuş LA-MEKAN tahtında azamet ve ceiâliyle bulundukları hakkında "Ben kırık kalplerin yanındayım" buyurmuştur. Öyle bir çalış ki; kendin harap, vücudun viran olsun.

Harabat ehline hor bakma şahım, 

Defineye mâlik viraneler var.

Öyle virane kazan ki, hiçbir cevher onun tozunun değerinde olmasın. (Yazarın notu: Hediyelik eşya satanların gemisi gibi, kalp gemini hur gilman (cennet huriler ve hizmetçiler) gibi yaratılmışlardan sayılan şeylerle doldurma. Bunlar da nefsin haz duyduğu şeylerdir. Bunlarla kalp mamur olmaz. 

Bir şah konmaz saraya; hane ma'mur olmadan ) Şeyh Ebu İzzet Maribin (k.s.) "Kırk senedir Hur-u Gilmanı bana gösterirler. Vallahi, vallahi, vallahi gözümün ucuyla dahi bakmadım. Huriler amelimin (yaptıklarımın) nasibidir; ama Yüce Yaratan Hazretleri benim nasibimdir" buyurmuş. Dünyayı kötülerler, dünyayı kötüleme! Dünya gayet mübarektir, kutludur. Hadis-i Şerifte, "Dünya leştir, onu isteyenler de ancak köpeklerdir" buyurulmuşsa da, bu hüküm asıl maksudu (istenmesi gerekeni) bilmeyip sadece nefsanî hazlardan kaynaklanan arzular ile dünyaya sarılıp aşkla, muhabbetle dünyayı isteyenler hakkındadır. 

Kötülenmeye müstahak olan dünya değil; kötülenmeye müstahak olan sensin. İnsanın kendisi kötülenmeye müstahaktır. Dünyayı görmezsen o zaman yiğitsin. Yüce Allah (c.c.) "Daği-bağı görmeyin; yeri-göğü, taşı-ağacı görmeyin. Onlardan beni görün" buyurmuştur. İki gönüllü olmayın, bir gönüllü olunuz. Kâinattaki cüzlerin (eşyanın) her biri Cenâb-ı Allah'ın (c.c.) birer aynasıdır. Onlara baka baka tecelli-i ilâhî (Allah'ın (c.c.) kudret ve sırlarının insan ve eşyada görülmesi) ortaya çıkar.

Rahman olan Allah'ın (c.c.) indirdiği Kur'an-i Kerim'de, (Rum Suresi 20'de) (meâlen) şöyle buyuruluyor; "Sizi topraktan yaratması, O'nun âyetlerindendir (delillerindendir). Sonra siz her tarafa yayılan birer insan oluverdiniz. İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp, aranızda muhabbet ve rahmet meydana getirmesi de, O'nun âyetlerindendir. Doğrusu bunda iyi düşünen bir kavim için dersler vardır. Onun âyetlerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olmasıdır. Muhakkak ki, bunlarda bilenler için dersler vardır. Geceleyin uyumanız, gündüzün Allah'ın (c.c.) lütfundan rızık aramanız da, O'nun âyetlerindendir. Gerçekten bunda, işiten bir kavim için ibretler vardır. Size korku ve ümit veren şimşeği göstermesi, gökten su indirip, ölümünden sonra yeri onunla diriltmesi O'nun varlığının âyetlerindendir (delillerindendir). Doğrusu bunda, aklını kullanan bir kavim için dersler vardır. Göğün ve yerin O'nun emriyle durması da O'nun âyetlerindendir. Sonra sizi topraktan (kabirlerinizden) bir çağırdı mı, hemen çıkıverirsiniz (diriliverirsiniz). Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur. Hepsi de O'na boyun eğmişlerdir" (Rum Suresi, âyet: 20-26)Bu âyet-i kerimeler ve devamı olan âyetlerde, ayrıca benzeri olan âyetlerde dünyanın bir ebedî saadet sermayesi olduğu nazarı dikkatten uzak tutulmalıdır.

Konduğun bu nimetlerin sebebi, dünya değil mi? 

Nice var bir şeref, sebebi hep dünya değil mi?

Her şeyden önce düşün ki, iki cihan Sultanı 'nın ümmetisin

Gece-gündüz secdene sebep olan, dünya değil mi? 

Kusuru kendinde bul, dünyayı kötüleyip sövme.

İmam-ı Azam ile Şah-ı Nakşibend ve Sami'yi,
Bize ana-babamızdan daha şefkatli kılan, dünya değil mi?

Kişi. Hz. Peygamberin sandukasına hürmet etmez mi? 

Peygamberle, evliyalar ile dopdolu olan, dünya değil mi? 

Bu handa Allah'la (c.c.) beraberlik tahtının Hünkârı yatmakta.
Kutuplar kutbuna Rabbimizin verdiği nimet, dünya değil mi?

Niçin "zalim felek" diye figân eyleyip ağlarsın?

Seni yokluk karanlığında merhametle attı dünyaya 

Yaratanın güzelliğine bir muhatap, dünya değil mi?

Mevlânâ Sami'nin yüce kapısına, 

seni bende (kul) kılan dünya değil mi?

PİRİ SÂMÎ (k.s.) HAZRETLERİ BUYURDU Kİ;

Şah-ı Nakşibend (k.s.) Hazretleri, Melik Hüseyin'in "Sizin tarikatınızda çile (yani kırk gün insanlardan uzak ibadet, zikr, tefekkür ile çilehanede kalmak) var mı?" diye sorduğu soruya; "bizim tarikatımız sohbettir" buyurmuştur. Yani, bizim yolumuz sohbet yoludur demektir. Pir Tahi (k.s.) Hazretleri "iki arkadaş olsak da; o söylese ben dinlesem; ben söylesem o dinlese" buyurdu. Yara depreşmezse sızlamaz. Velilik, emek karşılığı değildir. Çok amel işlemekle, çok riyazet etmekle (aç kalıp az yemekle), çok ağlamakla velilik elde edilmez. 

Sadece iyi amel işlemek Cennet'i gerekli kılmadığı gibi, emek de veliliğin (velayet) gerektiricisi olmaz. Velayet (velilik makamı), tamamen Cenâb-ı Hakk'ın bir vergisidir. Kimi dilerse, ona ihsan eder. Ama genelde çalışanlara, amel edenlere verir; elbette yatanlara değil. Bunun için sen de sızlanır; çalışıp-gayret edip candan ağlayıp sızlarsan "Bizim yolumuzda cihad edenleri mutlaka yollarımıza hidâyet ederiz. Muhakkak ki Allah (c.c.) muhsinlerle beraberdir", "Şüphesiz insana çalıştığından başka bir şey yoktur ve çalıştığının karşılığını da mutlaka görecektir" mealindeki âyet-i kerimelerde, çalışma ve gayrette bulunmanın boşa geçmeyeceği insana müjde veren var.

Hiç değilse, çalışmanın mükâfatsız kalmayacağına şek ve şüphe yoktur. Burada oturuyorsan gafil oturma! Gönlünü ya Râbıta'ya ver, ya Huzur'a ver! Yüce Allah (c.c.) Hazretleri seni çoban etmiş iken; bey olasın, diye zorlanma. Ne ise odur. Sen Allah (c.c.)'ı kazanmaya bak. Yüce Allah (c.c.) Kur'an'ında buyurmuş: "O gün ki ne mal, ne evlâtlar fayda vermez. Ancak Allah (c.c.)'a (selim) bir kalp ile gelenler müstesna" (Şuara Suresi 88). Yani, "Ne hamamın-taşın lâzım; ne de oğlun-kızın lâzım. Ne iyal (aile-eş), ne de malını isterim. Benim yerimi (yani kalbi) hile ve desise ile kirletmeksizin bana getirdin mi? Bunu isterim" buyuruyor.

Bu tarikata girmişseniz, bunu sağlam tutun! Sağlam (muhkem) tutun! Oldukça sağlam tutun! Namaz kılmamakla insan kâfir olmaz. Ama namazı kim kılmaz? "Kim bilerek namaz kılmazsa açıkça küfürdedir" hadis-i şerifinde, namazı inkâr ederek terk eyleyenin kâfir olacağına delâlet vardır. Sâdık olun (doğru olun, doğru yapın). Tam manasıyla sâdık olun ki sıddıklar zümresinde haşrolasınız.