“Teveccühte Kalplere Zikir Tohumu Ekilir”

25.05.1990, Konya

 

Cümleten hoş geldiniz, safa geldiniz, safa getirdiniz. Sabahı şerifleriniz hayırlı mübarek olsun, işleyeceğimiz amel de sizin için hayırlı, mübarek olsun; feyzinden, nurundan, bereketinden Cenabı Hak sizleri ihya-âbâd etsin.

Çok şükür, bin şükür, rabbimizin ihsanına nihayetsiz şükürler olsun.

Biz bu amelimizin taklidini yapacağız, biz taklidini yapacağız ama tahkiki onlardandır.

Gelin ey yâr-ı sâdıklar

Bu meydân-ı muhabbettir

Yâr-ı sâdık, işte siz.

İlmi ezelide Cenabı Hakk’a ruhlar “Belâ.” dedi.

“Elesti bi rabbiküm”[1] emr-i fermanında insanların hepsi “Belâ.” (evet) demedi. İnananların ruhu “Belâ.” dedi, bizim ruhumuz da “Belâ.” diyenlerden.

Fakat bütün “Belâ.” diyenlerin hepsi gelip bu “Belâ.”nın üzerinde durmadılar, “Belâ.”yı bozdular. Ahd-i misâklarını bozdular, noksanlıklar işlediler.

Cenabı Hak insanları noksan halk etmiş. Bu noksanlığı işleyeceklerini bildiği için, Kur’an-ı Kerim’de tevbe ihtar eden ayetinde: “Tûbû ilallahi tevbeten nasuha.”[2] buyurmuş. Bu ayet-i kerimesinde iki mana var: Birisi: “Kulum tevbe et.” diye emrediyor, birisi de tebşir, Cenabı Allah tevbeni kabul edeceğim, diye müjdeliyor.

“Belâ” bozuluyor. Cenabı Hak, insanı noksan sıfat halk etmiş. Ancak “Belâ” kimlerde bozulmaz? O “Belâ” ancak peygamberlerde bozulmaz. Cenabı Hak onları peygamber olarak getiriyor. Onlardan başka bütün bu “Belâ” bozuluyor. Tekrar bu “Belâ” takviye ediliyor. İşte, tevbe istiğfar var.

Meşayih huzurunda istiğfar bu “Belâ.”yı tazeliyor. Tekrar ikinci ahdi misak oluyor. Allah’a şükür bu ikinci ahdi misakı da yaptık. Ahdimizin üzerinde duralım.

Bir kelamı kibar vardır:

Sen makâm-ı kudsîden kurtarmağa geldin bizi

Kime diyor bunu?

Meşayih emrinde olanlara. Makamı kutsiden, kutsal makamdan geldin. Hepimiz kutsal makamdan geldik ama tekrar, ikinci bir makama gidip gelen asıl kutsal oluyor.

Sen makâm-ı kudsîden kurtarmağa geldin bizi

Kıl terahhum çekmeyelim bend-i hüsrân el-meded  

Bend-i hüsran nedir burada?

Bend: Bağ, dünya muhabbeti. Dünya muhabbeti, insanı bağlar.

Bağlanan bir kimse zarara uğramaz mı?

Ticaretini yapamaz, ibadetini yapamaz, bağlanan bir insan zarara uğrar.

Bu dünya muhabbetinden bizi kim kurtarır?

Meşayih, Evliyâullah.

Meşayihi, tarikatı olmayanda dünya muhabbeti olur. Zahid de olsa, âlim de olsa yine dünya muhabbeti vardır, dünya muhabbeti az da olsa olur.

Ama tarikata girende, tarikatı anlayan, tarikatı yaşayan, bir meşayihe inanıp da meşayihe gönül verende, dünya muhabbeti olmaz. Cenabı Hak her şeyi zıddiyetli halk etmiş. İki zıddiyet de birbirinin yanına bağlıdırlar.

Fakat Allah sevgisi, resulullah sevgisi, meşayih sevgisi birdir. Bunlar zıddiyetli değil, bunlar birdir. Çünkü Cenabı Hak “Habibim, seni seven beni sever, seni sevmeyen beni sevemez.”[3] buyurmuş. “Benim ümmetimin velîsi, uleması benim varislerimdir.”[4] buyuruyor.

Bunların haricinde bütün sevgiler, bütün arzular bunların zıddıdır.

İnsanların arzuları neresinde olur? Kalbinde olur. Bunlar vücut gösteren bir şey değil, kalbinde olur.

Bu sevgileri, arzuları insanın kalbinden ne çıkarır, atar? Allah sevgisi. Allah sevgisi olunca, bu sevgi öbürlerini çıkarır.

Gelin ey yâr-ı sâdıklar

Bu meydân-ı muhabbettir

Demek ki yar-ı sadık Allah’a şükür sizlersiniz.

Allah’a vermiş olduğunuz ahid bozulduysa; meşayih huzurunda istiğfar, tevbe yapılıyor, boy abdesti alıyorsun, bu ahid tazeleniyor.

Hiçbir tarikatta yoktur, boy abdesti almak bizim tarikatımızda var. Ama boy abdesti almakla, bütün günahlarından soyunmakla, ta ki ne kadar günah varsa hepsi affediliyor.

Çünkü Cenabı Hakk’ın emri: “İnnemel a’mâli binniyât: Kulum ben amellerini senin niyetine göre kabul edeceğim.”[5] buyuruyor. Cenabı Hakk’ın bize böyle bir emri varsa, yeter ki biz bu ameli, bu boy abdestini iyi bir niyetle, sağlam halis bir niyetle, inanarak yapıyorsak hiç şüphe yok ki tamamen bütün günahlar affediliyor. Hatta mübarek şeyh Efendimiz: “Kul hakkı bile ödenir’ buyuruyor.”

Halbuki zâhir ulema farklı diyor. Mesela hacca giden insanlar farz olan bir amele giderler. Fakat zâhir ulema der ki:

—Hacca gidenin her günahı ödenir de kul hakkı ödenmez.

Onlar da doğru tabii, onlar da zâhir şeriat memurları, onlar da yine Allah’ın emrini yapıyorlar.

Sonra tarikatta kaza namazı emretmiyorlar. Bir zâhir ulema der ki: “Kazası olan, nafile ibadet kılamaz.”

Bizde ise kaza namazı emretmiyorlar. Yani sen gitmişsin kırk yaşına, altmış yaşına, hiç namaz kılmamışsın, ders aldıktan sonra sana:

—Git yirmi senelik, kırk senelik, altmış senelik kaza kıl, demiyorlar.

Soruyorlar bazı yerlerde.

—Kaza kılacağız mı, kılmayacağız mı?

Kardeşim, siz ders alırken; boy abdesti tarif edildi aldınız, tevbe namazını kıldınız. Peki, boy abdestini alırken, tevbe namazını kılarken hangi niyetle aldınız boy abdestini?

Günahlarınızdan temizlenmeniz için değil mi? Evet.

Günah isyandır. Cenabı Hakk’ın emirleri vardır, yasakları vardır. Yasaklarını işleyen de isyan etmiştir, günah işlemiştir, namazını kılmayan da, ibadetini yapmayan da günah işlemiştir. Çünkü o da Allah’a isyandır. Bir amirin iki tane memuru olsa memurun birine yap dese, yapmasa isyan etmiştir. Birine de yapma dese, yapsa, o da isyan etmiştir. İsyan da müsavidir, fark etmez ki. Sen mesela bir babasın, iki tane oğlun var. Biri senin sözünü tutuyor, biri de tutmuyor veyahut ikisi de sözünü tutmuyor. Nasıl tutmuyorlar? Birisi, yap, dediğini yapmıyor; birisi de yapma dediğini yapıyor. İkisi de sözünü tutmuyorsa ikisi de isyan etmiş oluyor.

Onun için burada, boy abdestiyle tamamen her bir kul hakkı da, kazası da gider, bizim tarikatımızda böyle. İnanan gelsin, inanan girsin, inanan yaşasın.

İşte, yar-ı sadıktan mana ahdini tazeleyenler.

Bu meydân-ı muhabbettir

Bu cemiyetlerde, bu topluluklarda, tarikat ameli işleniyorsa, tarikat sohbeti oluyorsa, meydan-ı muhabbet burasıdır. Buraya gelenler ne oluyor? Bunlar yar-ı sadık oluyor. Yar’dan mana Allah’tır, sadıktan mana Allah’a vermiş olduğu sözünü yerine getiren kimsedir.

Gelin ey yâr-ı sâdıklar

Bu meydân-ı muhabbettir

Bütün cem olsun âşıklar

Bu meydân-ı muhabbettir

Pîrimiz Sâmî Hazrettir

Divanda Sâlih Baba buyurmuş.

Kimler? Aşıklar, Allah için bir araya gelenler.

Allah’a şükür, elhamdülillah, başka hiçbir maksat var mı?

Buraya gelenler Allah için geldiler, Allah için sevdiler birbirlerini, Allah için tanıdılar birbirlerini.

Gelin dergâha dervîşler

Dergah neresi? Tarikat amelleri işlenen yerler dergâhtır.

Gelin dergâha dervîşler

 İşte sohbetler, hatmeler, teveccühler, bu gibi ameller.

Gelin dergâha dervîşler

Kılalım zevk ü cümbüşler

Derviş ne? Derviş, Allah için, amel için bütün her şuğulunu çıkaran, atan, her şeyini atan, sadece Allah sevgisi kalbinde olan ve bütün her amelini, her işini Allah için işleyendir.

Bakın, bu kadar amel işleyenler var. Eğer bu amel işleyenler eğer amellerinden kendilerine bir varlık geliyorsa, amellerinden de yine bir menfaat bekliyorlarsa, bunlar nedir? Bunlar derviş olmaz, sayılmaz.

Ne kadar amel işlerse işlesin. İşlenen ameller yokluk deryasına atılacak. İşlenen amellerden hiçbir şey beklenmeyecek ki Allah için işlenmiş olsun.

Gelin dergâha dervîşler

Derviş demek, yani her şeyden geçmiş. Sadece Allah’a gönül vermiş ki Allah’tan başka bir şey daha istemiyor, Allah’tan başka bir şeyi düşünmüyor, Allah’tan başka bir maksadı isteği yoktur, derviş bunlardır.

Gelin dergâha dervîşler

Kılalım zevk ü cümbüşler

Bu zevki cümbüş nedir? İşte bak, Allah diye bağırdı.

Niye bağırdı? Zevki cümbüş, tatlı hareketler diyor.

Gelin dergâha dervîşler

Kılalım zevk ü cümbüşler

Hudâ'nındır kamu işler

Yani bunlar Allah’tandır. Gayri ihtiyari olunca Hak’tan bu tecellî ediyor. Yani irade dışında insanların bağırması, ağlaması, Hak’tandır. Daha da onu Allah bağırtıyor, onu Allah ağlatıyor.

Hudâ'nındır kamu işler

Bu meydân-ı muhabbettir

Şefîimiz Muhammed'dir (Allahümme salli ala seyyidina Muhammed)

Amenna ve saddakna, şefaatkân, ümmetine şefaat edecektir.

Ümmetine şefaat edecek ama kime edecek bu şefaati?

Ümmeti ona inanmıştır, sevmiştir, muhabbet etmiştir, fakat amelde eksiği var, şefaatını ona yapar.

Hem ameli yok, hem de sevgisi yok, ona şefaat eder mi? Etmez.

Muhakkak ki onu peygamber olarak kabul edecek ve sevecek, sünnetlerini işleyecek. Eğer sünnetlerini de işlerse zaten makbul ümmet olur ki kendisini kurtarır. Peygamber Efendimiz günahkâr ümmetlerine şefaat edecek. Zaten günahkâr olmayan ümmetlerini orada alıp bağrına basacak.

  Şefîimiz Muhammed'dir

Yani şefaatkânımız Muhammed’dir. Elhamdulillah bu da Peygamber Efendimiz’in şefaati değil mi ki Cenabı Hak bize bu ihsanı etmiş.

Peşinden diyelim ki:

Teveccühe gelin ihvân

Kuruldu halka-i Rahmân

Bu halka-i Rahman: Rahman, Cenabı Hakk’ın bir ismidir. Halka da işte bizim teveccühümüzde, hatmelerimizde olan oturmalardır.

Teveccühe gelin ihvân

Kuruldu halka-i Rahmân

Açıldı ravza-i rıdvân           

Bu meydân-ı muhabbettir

Bu bir ıyd-ı meserrettir       

Şimdi burada, eğer teveccühe gelirseniz, teveccüh veya hatme amellerini işlerseniz, Allah halkası kurmuş olursun, diyor. Çünkü Allah’ı zikredeceksiniz, Allah’ı zikrederseniz, orası ne olur?                                  

Açıldı ravza-i rıdvân           

Ravza: cennet bahçesidir. Orası da sizin için cennet bahçesi oldu ve cennetin rıdvanları, hizmetçileri, hizmet görenleri oraya geldi.

Bu meydân-ı muhabbettir

Bu bir ıyd-ı meserrettir       

Iyd, bayramdır. Yani teveccüh halkasını kurduğunuz zaman, teveccühe oturduğunuz zaman orası cennet bahçesi olur. Rıdvanlar, cennetin hizmetçileri de oraya gelir. Orada çok muhabbetler, çok büyük feyizler alırsınız. Muhabbet, feyiz ruhun gıdasıdır. Başka bir kelamda da:

Aşk u sevdâdır gıdâmız, buyuruyor.

Dâireyiz hem kudûmüz, cismimiz neydir bizim         

Ne buyuruyor burada?

Ney; Mevlevilerin zikir aletidir. Kudüm de başka bir cehrî tarikatın zikir aletidir. Nakşiler, hatme veya teveccühe oturdukları zaman daire, halka olurlar, diyor.

Dâireyiz hem kudûmüz, cismimiz neydir bizim         

Nakşiler, teveccühe veyahut da hatmeye oturdukları zaman zikir aletlerinden neye, kudüme ihtiyaçları yoktur. Cisimleri, cesetleri kudüm, ney olur.

Dâireyiz hem kudûmüz, cismimiz neydir bizim         

Aşk u sevdâdır gıdâmız bağrımız meydir bizim        

Virdimiz İsm-i celâl'dir kalbimiz "Hay"dır bizim      

İsm-i Celâl, lafza-i Celâl’dir. Lafza-i Celâl’i çeke çeke kalbi hay, dirilmiş olur.

Diri kalp hangisidir?

Diri kalp, Allah’ı hiç unutmayan bir kalptir. Yerken, içerken, alırken, verirken, otururken, kalkarken, gezerken, tozarken, çok kimselerle muhatap olsa; alsa verse, o kadar çok bin bir meşakkat bir şuğul içerisinde de olsa onlar, yine Allah’ı unutmaz. Kalbi hay olan bunlardır.

Virdimiz İsm-i celâl'dir kalbimiz "Hay"dır bizim      

Zikrimiz ihfâ-durur esrâr-ı Kur'ân bizdedir  

Burada, zikrimiz gizlidir ama bizim zikrimiz Kur’an’ın esrarıdır. Onun için, Cenabı Hak, “Nahnü akrabu, kulum ben sana şah damarından daha yakınım.”[6], buyuruyor. Öyleyse bu şah damarından daha yakın olan Allah’ı lisana getirmeye, bağırmaya, çağırmaya gerek, lüzum görmüyorlar.

Onun için de bir kelam vardır. Gerçi burada sürekli cehrî zikirleri tenkit değil, hâşâ çünkü bizim tarikatımızın reisi Nakşibendî Efendimiz hafî zikri icat etmiş ama cehrî zikri de tenkit etmiyor.

Zâhirdeki şeyh efendisi cehrî zikir yapıyormuş, ama onların zikirlerine oturmuyormuş. Şöyle bir ifade buyurmuş:

—İnkâr etmem sizin zikriniz de haktır ama ben sizin yaptığınız gibi yapmam, diyor.

Seyyid Emir Külâl Hazretleri onun şeyh efendisidir; hem onu seviyor, hem de onun tarafından seviliyor. Seyyid Emir Külâl Hazretleri ne kadar ihvan varsa hepsi içerisinde onu çok seviyormuş. O da seviyormuş ama zikrini de yapmıyormuş. Şeyh efendisi zikir yapıyor, o da kalkıp gidiyormuş. Bunu anlamıyor ve bilmiyorlar, buna çok da muhalefet ediyorlar. Ne demiş:

—Sizin zikriniz haktır, inkâr etmiyorum ama ben sizin yaptığınız zikri yapmam.

İşte burada da:

Dâireyiz hem kudûmüz cismimiz neydir bizim          

Aşk u sevdâdır gıdâmız bağrımız meydir bizim        

Virdimiz İsm-i Celâl'dir kalbimiz "Hay"dır bizim     

Zikrimiz ihfâ-durur esrâr-ı Kur'ân bizdedir  

Bu esrar-ı Kur’an: “Nahnü akrabu, kulum ben sana şah damarından daha yakınım.” buyuruyor. Öyleyse, bu şah damarından yakın olan rabbimizi lisana getirmek, Allah Allah diye bağırmak, iradeyle Allah Allah diye zikretmeye bizim büyüklerimiz lüzum, gerek görmüyorlar. Gayr-i ihtiyarı oluyorsa o başka. Zaten bizde iradeyle şimdi bu gibi meclislerde veya herhangi bir yerde iradesiyle Allah diye bağırsa yasaktır, suçtur, günah-ı kebair oluyor.  Ama iradesiz olunca suç değil, marifettir. Mevlid-i Şerif’in müellifi:

Bir kez Allah dese aşk ile lisan

Dökülür cümle günah misli hazan

Böyle buyurmuşsa eğer, demek ki insan aşk ile sevgiden, aşktan doğup gelen bir Allah derse, ne yapar? Sonbaharda ağaçlar gazelini döker gibi günahlarını döker.

Cezbeden mütevelli, şeriata, zâhir şeriata noksan bir iş de işlese, kusurunu örtüyor. Ne buyuruyor?

Olmuşum her bir kusûrun nâdimi Allah için

Bir de böyle buyuruyor. Onları, Cenabı Hak kıyamet gününde, ehli aşkın cezbeden mütevelli yapmış oldukları noksanlıklar, zâhire ters düşen bütün hatalarından, şeriattaki eksikliklerinden dolayı gizleyecek.

İnsanın sual melekleri var, hesap gören melekler var. Kıyamette herkesin hesabı görüldüğü zaman, bir grup ayrılacak, Cenabı Hak meleklere buyuruyor: “Siz onların hesabını görmeyin, onların hesabını ben göreceğim.” [7]

Ama burada ne buyuruyor Sâlih Baba:

Kusûrum mahşer ehline duyurma

O kadar aşkın sahibi, o kadar ehl-i dil, ehl-i kelam olduğu halde tabii kendini yine kusurlu görüyor. Yâ rabbî, kusurlarımı mahşer ehline duyurma, kusurlarımı gizle, diyor.

Halbuki Cenabı Hak burada insanların, kusurunu, günahını gizlemiş, öbür tarafta gizlemeyecek. Gizlemeyecek ama bir kısmını, bir grup insanınkini gizleyecek. Muhammediyye Şerhi var, o kitapta yazar. Bir grup insan için: “Meleklerim, siz onların hesaplarını görmeyin.”

Herkesin elinde defter var, hesapları görülüyor. “Siz onların hesabını görmeyin, onların hesabını bana bırakın.” buyuruyor. Cenabı Hak ne yapacak onları? Sualsiz, hesapsız “Haydi gidin cennete”.

Kim bunlar? Bunlar ehl-i aşktır.

Onun için burada:

Teveccühe gelin ihvân

Kuruldu halka-i Rahmân

Açıldı ravza-i rıdvân  

Bu meydân-ı muhabbettir

Bu bir ıyd-ı meserrettir          

Iyd-i meserret, burada bayramdır diyor.

Niye bu bayramı yapıyor? Ruhlar bu bayramı yapıyor.

Nefsin bayramı ne olacak? Nefsin yüz bin tane bayramındansa, ruhun bir bayramı olması ondan daha hayırlıdır.

Nefsin bayramları nedir? Nefsin bayramı deyince, yine Allah’ın emridir. Cenabı Hak senede iki bayram emretmiş. Ama yine burada nefislerin bayramında, nefisler mesrur oluyorlar.

Esas ruhun bayramı nedir?

Ruhun bayramı işte, bu gibi amellerde. Ne zaman ki muhabbet, aşk, feyiz, gelir o aşk feyiz onu tamamen ihya ederse, onu tamamen mest âlemine geçirirse, işte bu nedir? Bu ıyd’dir, ıyd’se bayramdır. Ruhun bayramı budur.

Allah’a şükür, çok şükür, bin şükür, nihayetsiz şükürler olsun bu günümüze, bu fırsatımıza, bu nimetimize.

Günümüz bak, mübarek bir gün, çünkü büyük bir amel işleyeceğiz. Bir araya geldik, büyüklerimizin büyük amelini işleyeceğiz. Nimetimizse; daha bundan büyük nimet olmaz. Hiç nimet olur mu bundan ziyade.

Kullara bilinenlerden çok bilinmeyenler vardır. Nimet olarak görünenlerden çok görünmeyenler vardır. Çünkü bu kul dünya âleminde neden faydalanıyorsa; bunlar vücudumuzdur, sıhhatimizdir, herhangi bir arızamız yoksa eğer, bunlar büyük nimetlerdir.

Bizim en büyük nimetimiz de mürşidimiz vasıtasıyla bizde tecellî eden Allah sevgisi, Resulullah sevgisi, Meşayih sevgisidir.

Bundan da daha büyük nimet olamaz çünkü en büyük nimete bununla ulaşacağız. Cenabı Hak, “Kullarım için sayısız nimet halk ettim[8], kulu ben zâtım için halk ettim.” buyuruyor.

Buradaki anlam nedir?

Bu sayısız nimetlerden kullarım faydalansınlar, bana kulluklarını yapsınlar, bana gelsinler, beni bulsunlar, beni kazansınlar.

Nedir bu da kullar için? Ancak hakikate ulaşmasıdır.

Hakikate insan ne ile ulaşır?

Hakikate ulaşmazsa insan rabbisini hakkal yakîn bilmiş değildir. Allah’ı insanlar ilmel yakîn bilirler, aynel yakîn bilirler, hakkal yakîn bilirler.

İlmel yakîn kimler bilir? Âlimler.  Onlar avamlardan üstündürler. Allah’ı ilmel yakîn, âlimler bilirler. Fakat bu âlimler de hep müsavi midir? Ne kadar birbirinden üstün olurlar. İlim bir deryadır, ilmin nihayeti yoktur. Fakat bunlar Allah’ı ilmel yakîn bilirler.

Aynel yakîn bilen de abidlerdir. Abidler: ebrar, ibadet yapanlardır. Onları zaten Cenabı Hak Kur’an-ı Kerim’de methediyor. Ebrarlar, hem ilmi var, hem de ameliyle ilmini değerlendiriyor.

Çünkü ilim bildiriyor. İlmel yakînle biliyor ama arada bir mesafe var, bir uzaklık var. Amel ise o mesafeyi kaldırıyor, yaklaştırıyor. Yani ilim amel ile birleşiyorsa insan Allah’a yaklaşıyor.

Fakat bir de hakkal yakîn bilmek vardır.

Hakkal yakîn bilmek; aslında bakın, dikkat edin!

Allah’ı bildiren ilim, Allah’a onu yaklaştıran amel. Ama bunlar perde oluyor efendiler. İlim de perde oluyor, amel de perde oluyor.

Âlim olur ilminden geçmezse ilmel yakîn bilir, ama hakkal yakîn bilemez.

Abid de amelinden geçmezse, o da aynel yakîn bilir, ama hakkal yakîn bilemez.

Demek ilmel yakîn ne yapıyor, bildiriyor, aynel yakîn yaklaştırıyor, hakkal yakîn ne yapıyor?

Hakkal yakîn birleştiriyor. Seven ve sevilen birleşiyor. Bilen ve bilinen birleşiyor. Hakkal yakîn demek, bu demektir.

Cenabı Hakk’ı kimler hakkal yakîn bilirmiş?

Kim şeyhini Hak bilmedi Hakk'ı dahi bilmez

Yok eylemeyen varını maksûduna ermez      

Maksut nedir? Maksut, ruhun maksudu, ruhun isteğidir.

Bizim ruhumuzda bir maksut, bir maksat vardır. Ama ruhumuzu bilmiyoruz ki maksadımızı da bilelim. Niçin?

Nefsimizi bilmiyoruz ki ruhumuzu bilelim.

Nefsini bilen ancak nefsi ile ruhunu seçer, ayırabilir.

Ama ruhtan bahis yoktur. Ruhunu bilen zaten rabbisini bilir.

Ruhtan bahsedenler ve ruhları kelam söyleyenler ne oldu?

Zâhir âlimler onları hazmedemediler. Bak!, Muhyiddin Arabi Hazretleri’nin ruhu o kelamları söyledi, nefsi söylemedi. Ondan sonra Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri’nin ruhu söyledi, nefsi söylemedi. Niçin? Nemrut “Ene’l hak.” dedi kafir oldu. Mansur “Ene’l hak.” dedi de kâfir olmadı? İkisi de aynı kelamı söylemişti.

Kelamı kibarda da zaten geçiyor.

Mansûr "Ene'l Hak" söyledi

Gördü hakîkat dârını 

Mansûr değil cân söyledi

Cân içre cânân söyledi

Ol rûh-ı sultân söyledi

Keşf eyleyip esrârını  

Nemrut da hâşâ, “Ene’l Hak, ben Allah’ım.” dedi, Mansur da bu kelamı söyledi. Ama Nemrut’un nefsi söyledi, küfrü inadı söyledi. Mansur’un nefsi değil, Mansur’un ruhu söyledi. Mansur söylediği kelamdan hiç haberi yok ki bilmiyor ki çünkü Mansur’un kendisi söylemedi.

İşte insanlar, ne zaman ki Fenafillah, Bekâbillah, Seyr-i ilallah olurlar. Yani insan Allah’ta fani olursa ne oluyor?

Allah’ta fani olmak nedir? Allah’ta yok oldu.

Allah’ta yok olan bir insanın, onun da sözü var, kelamı var, şimdi ondan konuşan kim oluyor? Allah’ta fani oldu, Allahın varlığı onda var oldu.  Bu kelamı kim konuşur o zaman?

Ruh demek, ne demektir?

Ruh, Allah’tan ayrılmış bir parça, Allah’a birleşiyor yine.

Öyle değil mi? Buna muhalefet edilir mi? Çünkü ne buyuruyor Cenabı Hak “Biz Âdem’i halk ettik, kendi ruhumuzdan ruh üfledik.”[9].

Bunu niye ehl-i dil, dile getirmiş?

Te'âlallah ne hûb zîbâ yaratmış kâmil insânı           

"Nefahtü fîhi min rûhî" deminde kılmış ihsânı         

Allahü Teâlâ ne güzel yaratmış kâmil insanı diyor. Niye, ayet-i kerimesinde “Nefahtü fihi min rûhî, biz Âdem’i halk ettik kendi ruhumuzdan ruh üfledik.”, buyuruyor.

Evet, Allah’ı hakkal yakîn bilmek ruhunu bilmektir.

Allah’ı hakkal yakîn bilen bir kimse ne oluyor? O Allah’ta yok oluyor, Allah’ın varlığı onda var oluyor.

İlmel yakîn, demek ki bir mesafe bırakıyor, aynel yakîn yaklaştırıyor, fakat perde var.

Bu perde nedir? Amelidir. Niçin? “Hasenetül ebrâr seyyietül mukarrebûn” buyrulmuş? Ebrarların sevaptır diye işledikleri amellerini, mugarrepler, günahtır diye kaçarlar.

Bu nasıl anlaşılır şimdi? Ebrar ne yapıyormuş? Mesela namaz kılıyor da, ibadet yapıyor da, mukarrebûn bunu yapmıyor mu?

Ebrarların sevaptır diye işlediğini “hasanetül ebrâr”, mugarrebin günah diye kaçarlar onlar. Çünkü ebrar irade sahibi, mugarrebin iradesinden kurtulmuş.

Onun için niye kaçıyor?

Ebrar, ben yaptım, diyor; mukarrebûn, ben yapmadım, diyor.

Ebrar, ben yaparım, diyor; mukarrebûn, ben yapamam, diyor.

Bu ne demek oluyor?

Ebrar, işlemiş olduğu amellerden sevap karşılığı bekliyor, sevap umuyor.

Ama mukarrebûn, sevap beklemiyor da bir de nedamet duyuyor, bir de bir üzüntü duyuyor, bir de bir havf duyuyor. Niçin?

Cenabı Hak beni kulluk yapmak için, onu tanımak için halk etti, ama ben onu tanıyamıyorum, ben ona kulluğumu yapamıyorum.

Bütün mükevvenât kimin için halk edildi? Resulullah Efendimiz için halk edildi.

Cenabı Hak şanına, “Levlâke levlâk ve mâ halaktul eflâk”[10], buyuruyor. “Habibim ben seni halk etmeseydim bu varlıkları halk etmeyecektim.”

Varlık deyince, sadece insanlar değil, melekler, cinler, daha da başka mükevvenâtı diyor.

Mükevvenât ne demek? Mükevvenât, mesela cisim olarak gösteren canlı veya cansız varlıklar. Bir de görünmeyenler var.

Mesela cemadat; yer, yerlerde olanlar.

Semavat, semavatta göklerde olanlar.

Bunlardan bizim haberimiz var mı? Yok.

Evet, yerlerde olanlardan haberimiz var da, yer cisminde olanlardan bildiklerimizden çok bilmediklerimiz var. Neler var yerlerde? Her şey yerden, bütün bitkiler yerden, topraktan bitiyor.

Mükevvenât deyince üçe ayrılıyor. Mükevvenât, Allah’ın halk ettikleri.

Cemadat: yer cinsi, nebatat; bitkiler, mahlukat da canlılar.

Bu canlılar nerede var? Sadece biz miyiz canlılar?

Bütün arz üzerinde en ufak böcekten en büyük hayvana kadar düşünün, bunların hepsi mahlukattır. Denizde, karada, havada da bu canlılar var.

Bunları kim için halk etmiş? Cenabı Hak, “Levlâke levlâk ve mâ halaktü’l eflâk” buyuruyor.

Peygamber Efendimiz ne buyuruyor?

Mîraç yapıyor, Mîraç’ta Cenabı Hak bize ayetle bildiriyor: “Habibim sen bana iki kaşın yaklaştığı kadar yaklaştın.”[11], buyuruyor. Fakat Peygamber Efendimiz ne buyuruyor? “Ben bu kadar yükseldiğime rağmen Rabb’imin marifetini bilemedim.”

Biz nereden bileceğiz? Ama bizlerde olan yine ona ait.

Künh-i Zât'ı kimse bilmez bu yola etme heves          

Lâl olur dil bu arada bil ki katl olur nefes    

Sen mukayyed Zât-ı Mutlak'tan sakın eyleme bahs   

Fark'ı Cem'i anlamaktır bu muammâdan garaz      

Biz ancak fark’ı cemi anlayacağız.

Cemden mana Allah’tır.

Fark’tan mana ise halkiyattır.

Fark, halkiyatta vardır. Ne kadar halkiyat varsa, bunlarda farklılık var. İnsanlarda da farklılık var. Mesela eşyada farklılık var, hayvanatta farklılık var.

Bak, insanlarda hal görenler var. Eğer tarikatta bu hâl bir müride gösterirlerse, başlangıçtan ta ki nihayetine kadar onda tecellî eden hâller, ona verilen makamlar, onda olan kemâlâtlar, eğer gösterilecek olursa ne kadar farklılıklar çıkar.

Gerçi bizim tarikatımızda bir müride bunu göstermezler. Bizim tarikatımızda bizim büyüklerimizin kârı, kemâlidir. Bizim büyüklerimiz bizi hâlimizden haberdar etmezler.

Niçin hâlimizden haberdar etmezler? Bizi hâlimizden haberdar ederlerse biz hâlimize aldanırız, terakki edemeyiz, yol alamayız, yarıda kalırız. Çocuk gibi oyuncaklarla oynamış ve aldanmış kalmış gibi oluruz.

Mürit, müptedi âleminde çocuktur; müntehi âlemine geçmeyince kâmil olamıyor. Nasıl bir çocuk 15 yaşında baliğ oluyor, 15 yaşından sonra kendini biliyor ve mükellef de oluyor. Onun için insanların ruhu da böyledir. Ta ki fenafişşeyh olmadıktan sonra o, sabi misalinde, çocuk misalindedir. Öyleyse çocuk ne bilecek, çocuk daima oyuncaklarıyla oynar ve onlarla vakit geçirir.

Demek ki mürit hâlinden haberdar olursa hâlden geçemez. Çünkü hâl zevklidir, tatlıdır.

Ama bilemez ki onun duçar olduğu görmüş olduğu bir şey, onda tecellî etmiş olan bir nurdan başka onun daha büyüğü var, daha bunun üstünü var. O bilemediği için ondan kolay kolay geçemez.

Ama meşayihin yetkisidir, onu ona göstermez ki ondan geçirsin, götürsün. Bak, Reşahat okuyanlar rastlamıştır.

Saadeddin Kaşgari Hazretleri’nin bir macerası var, bir olayı var. Muzaffer Kethüda isminde başka bir tarikatın, Halveti tarikatının meşayihi ile Saadeddin Kaşgari Hazretleri’nin Nakşi halifeleriyle karşılaşmışlar da aralarında bir macera olmuş. Nasıl?

Saadeddin Kaşgari Hazretleri evlad-ı resulden. Otuz iki tane de halife irşat etmiş.  Birinde hastalanmış. Halveti tarikatından Muzaffer Kethüda isminde bir meşayih bunun hastalığını duymuş, ziyaretine gitmiş, bu sünnettir.

Peygamber Efendimiz nasıl yar-ı garı Ebubekir Sıddîk Ekber Efendimiz’le, hep onla berabermiş, meşayihin de yanında bir tane mürit bulunması sünnettir. Ama yanında iki de olur, üç de olur, beş de olur başka. Muzaffer Kethüda ismindeki meşayih, bir müridini almış beraber, Saadeddin Kaşgari Hazretleri hastalanmış, görmeye gelmişler. Müsaade almışlar, içeri girmişler, ziyaretlerini yapmışlar, hal hatır etmişler. Muzaffer Kethüda, Saadeddin Kaşgari Hazretleri’nden bir müsaade almış, demiş ki;

—Efendim biz Halveti tarikatındanız, biz zikrimizi cehrî yaparız, müsaade eder misin, burada kendi usulümüzce bir cehrî zikir yapalım.

—Yapın, hoş, demiş.

Bunlar müridiyle beraber cehrî zikre başlamışlar. Bir zaman zikir yapmışlar, tamamen istiğrak âlemine geçmişler, zikirden sonra uyumuşlar. Zikri hem hareketle hem de sesle yapıyorlar.

Saadeddin Kaşgari Hazretleri’nin de hizmetinde Alaaddin isminde bir müridi varmış. Yani otuz iki tane irşat etmiş olduğu halifelerin beraberinde, hizmetinde olanların en üstünüdür.

O meşayih de bir müridiyle gelmiş. Şeyhi ile müridi zikri yapmışlar, beyhutluk âlemine geçmişler, beyhutluk âleminden ayıldıktan sonra şeyh şöyle bir ifade de buyuruyor;

—Siz evlad-ı resulden misiniz?

—Evet.

—Bu nesebinizi izhar edeceksiniz, aşikâra geleceksiniz ki hürmet edebilelim. Size evlad-ı resule hürmet Resulullah’a hürmettir. İnsanlar size hürmet etsinler. Evlad-ı resulü sevmek, Resulullah’ı sevmektir. İnsanlar bilsinler, hürmet etsinler, sevsinler de amel işlemiş, sevap kazanmış olsunlar. Siz bu nesebinizi izhar, aşikâr edecekken niye gizliyorsunuz, demiş.

—Evet, babamdan kalan bana bir evlad-ı resulden olduğuma dair şecere vardı. Tarikata girince baktım ki o bana varlık oluyor. O şecereyi götürdüm varlık olmasın diye bir duvarın deliğine soktum, çamurla kapattım, kaybettim.

Bizim tarikatın büyükleri şöhretten varlıktan kaçınmışlar.

Buyurmuş ki:

—Bizim evlad-ı resulden olduğumuzu nereden bildiniz?

O da diyor ki:

—Ben şimdi bu murakabemde, zikirden sonra beyhutluk âleminde Risaletpenah Efendimiz’le görüştüm. O bana dedi ki, “Saadeddin bizim evladımızdır ve iki taneyi de bize ulaştırmıştır, halife çıkarmıştır.”

Ama bu otuz iki taneyi, şeyh hazretlerinin kulakları ağır işitiyormuş, iki anlamış.

—Lâ, hayır, diyor. Onu hazret fazla söyleyecekti, niye iki olsun fazla söyleyecekti.

O zaman müridi ne diyor?

—Efendim, bizim şeyh efendinin kulakları ağır işitir, ben de duydum. Risaletpenah Efendimiz otuz iki dedi de efendim bunu iki anladı.

—Saddakna, sen doğru söylüyorsun, diyor.

Şimdi, burada Saadeddin Kaşgari Hazretleri’nin otuz iki halifesinin en üstünü, en ileride olanı, ilmiyle, her yönüyle hizmetinde olanın bundan bir haberi yok. Gönlüne geliyor ki,

—Acaba bizim şeyh efendimizin otuz iki tane yetiştirdiklerinde ben de var mıyım, diye düşünmüş.

Zaten öyle, bu tarikatta bütün kârı, kemali her talip rabıtasına atfeder. Görmüş olduğu bir şeyleri, ulaşmış olduğu bir şeyleri, kârı, kemali hepsini rabıtasına verir.

Çünkü bu yol mahviyet yoludur, varlık yolu değil.

Bizim tarikatımızda; ben şöyle yaptım, ben şöyle geldim, ben böyle yaptım, demek yasaktır. Ya ne denir? Rabıtasına atfedebilir. Çünkü niçin?

Medhe lâyık pîrimiz var zemme lâyık nefsimiz          

Rabıta methedilebilir, büyütülebilir, onun her kemali söylenebilir. Ama ben şöyleydim, ben böyleydim demek yasaktır, olmaz.

Nakşibendî Efendi niçin buyurmuş ki:

—Eğer arz üzerinde Havece Abdulhâlik manevi evlatlarından, yetiştirdiklerinden bir tane bulunsaydı, Mansur’u dar’da astırmazdı, oradan geçirirlerdi.

Halbuki kendisi Abdulhalik Gücdüvani Hazretleri’nin manevi evladıdır. Abdulhalik Gücdüvani Hazretleri onun manevi şeyhidir. Onu zâhirde görmemiş, aralarından iki buçuk asır zaman geçmiş.  Ama Abdulhalik Gücdüvani Hazretleri’nin ruhu Nakşibendî Efendimiz’in ruhunu yetiştirmiştir. Dikkat edin;

Mansur için ne diyor:

Mansûr değil cân söyledi

Cân içre cânân söyledi

Ol rûh-ı sultân söyledi

Keşf eyleyip esrârını  

Halbuki, Mansur Fenafirresul âleminde yanmış, nuru nübüvvete dahil olmuş. Peygamber Efendimiz’in nübüvvet nurunda yok olmuş, daha ileri geçememiş. Daha ilerisi vardır tabii, bir de Cenabı Hakk’ın zâtına mahsus bir gayyumiyeti vardır. Cenabı Hakk’ın zâtının nuru vardır.

Peygamber Efendimiz’in nuru da Cenabı Hakk’ın nuru, Evliyâullah’ta da bir nur var, o da Allah’ın nurudur.

Evliyâullah denilince onun beşeriyeti değildir. Velî denilince biz Evliyâullah’ın beşeriyetini mi anlayacağız? Hayır. Beşeriyeti insandır; ama o beşeriyeti ona perdedir, o beşeriyeti onu perdelemiştir.

Çâr-anâsır perdesini zâtına kılmış nikâb      

Çar, dört demek. Dört anasır; insanların dört maddeden halk edilen, dört maddeyle yaşayan cesedidir. Bu örtmüş insanları. Evliyâullah’ı da örtmüş.

Hayvanı sıfatta kalan, ehl-i küfürde kalan birisinin de beşeri bir sıfatı vardır. Halbuki o ehl-i küfürde olan kimseyi o beşer görünür sıfatı ne etmiş? Perde etmiş, örtmüş. Neyini örtmüş? Hayvani sıfatını örtmüş.

İnsanlarda Ruh-u hayvani var, ruh-u sultani var.

İsyan edenlerin ruhları ruh-u hayvani; ama itaat edenlerinki ruh-u sultani, ruh-u nurani de oluyor.

İnsanlar, ruh-u revani, ruh-u sultani, ruh-u nurani oluyor.

Ruhun da üç makamı var, üç rütbesi var. Bu nedir?

Ruh-u revani demek: Fenafişşeyh oluyor. Ama yine bir beşer olarak bir cisimle görünüyor. Beşeriyetten zaten geçmezse ruh-u revani makamına ulaşamıyor. Fenafişşeyh olunca, zaten cüzî iradeden küllî iradeye geçiyor. Ne oluyor? Nefs-i mutmainneye dâhil oluyor.

Cenabı Hak “Ela bi zikrillahi tadmainnül gulub”[12], buyuruyor. Yani ancak sizin kalbiniz ancak neyle doyar? Zikrullah ile doyar. Zikrullah ile doyarsa, sen veya ben beşer olarak hani yiyeceğimiz bir şey var. Bir maddeyi yedik doyduk, daha yer yok, ikinci başka bir şey yiyebilir miyiz? Yiyemeyiz. Ama her yediğimiz maddeden azar azar yesek, çok şeyler yeriz. Burada şimdi demek ki insanların kalbi ancak zikrettikçe doyar.

Kalp çok büyüktür, zâhirde bir ufak et parçası ama kalp kadar büyük bir varlık yoktur, kalp kadar büyük geniş bir âlem yoktur.

Ama hangi kalp? Açılan kalp.

Neyle açılır bu kalp? Zikrullah ile açılır.

Demek ki zikrettikçe bu kalp açılıyor, kalp açıldıkça ona Allah’ın, bin bir esmanın nuru geliyor. Bin bir esmanın nuru onu doyuramıyor, bir seferde bir boşluk kalıyor yine. Ondan sonra ne oluyor? Ondan sonra Cenabı Hakk’ın sıfat nurları tecellî ediyor. Bununla bir zaman için yine büyüyor kalp. Çünkü bu da nedir?

Dikkat edin, zâhir ulema, bâtın ulema var. Âlim bir insan ne kadar âlim olursa olsun bir yere kadar bahis var.  Hani kelamı kibarda ifade edildi ya:

Künh-i Zât'ı kimse bilmez bu yola etme heves          

Allah’ın bin bir isminden ve bin bir isminin nurundan bahis var ve insanlar buna ulaşabiliyorlar. İlimleriyle, amelleriyle bu nurlara ulaşabiliyorlar. Allah’ın sekiz sıfatı var, sekiz sıfatından bahis vardır, ulema bu sekiz sıfatından bahsederler. Bu sekiz sıfatının nuruna insanlar yine ulaşırlar ama Allah’ın zâtının nuru var, zâtının nurunu hiç kimse bilemez ve ondan bahis yoktur, bunun sınırı yoktur.

İşte onun için Peygamber Efendimiz, bu kadar yükseldiğime rağmen ben rabbimi marifet ile bilemedim, buyuruyor.

Demek ki; insanlar ne zaman Allah’ın bin bir esma nuruyla, bir esma ile üç esma ile beş esma ile zikir yapar, ama ahiri o tamamen esmanın nuru onda tecellî ederse, o zaman bin bir esmanın nurunun hepsi onda tecellî eder. 

Fakat esma nurundan sıfat nuruna geçiyor, Eğer esmanın nuru o kalbi doyurmuş olsa, doldurmuş olsa, daha niye sıfat nuruna geçiyor? Geçmesin. Bir zaman ondan sonra sıfat nuruna geçince, Cenabı Hakk’ın sekiz sıfatının nuru kalbinde tecellî eder. Bu da doyurmaz, bu da kâfi gelmez. Bir zaman için gelir, ama bir zaman için gelmez.

Onun için burada Fenafişşeyh, Fenafirresul, Fenafillah âlemi var. Onun için burada insanların ruh-u revani, ruh-u sultani, ruh-u nurani makamı var.

Ruh-u revani makamı, meşayih, velâyet makamıdır. Yani bir insan ruh-u revani makamına ulaşırsa, şeyhinde fani oluyor.  Kelamı kibarlar haktır:

Efendim, sultanım, ruh-u revanım

Vermezem terkibi bir kanım olsa

Ne mümkün ayrılmak çıksa da canım

Âlemde kâinat düşmanım olsa

Ruh-u revani makamına ulaşırsa bir insan, işte müptedi âleminden müntehi âlemine geçiyor. Cüzî iradeden küllî iradeye geçiyor ve Allah’a giden vasıtayı buluyor.

Allah’tan gelen ruhumuzdur, Allah’a ruhumuz bir vasıtayla gider. Cenabı Hak, “İleyhil vesilete”[13], buyuruyor. Ruhumuz vasıtayla gelmiştir ancak vasıtayla gider. Vasıtasız gelseydi vasıtasız giderdi.

Allah’tan gelen ruhumuza vasıta kim oldu? Annemiz, babamız.

Allah’a götürecek vasıtamız kimdir? Meşayihimizdir.

Zâhirde bizim annemiz, babamız vardır.

Tarikatta, maneviyatta bizim esas babamız meşayihimizdir.

Nakşibendî Efendimiz Hazretleri mübarek, onun babası sert mizaçlıymış, dergahta hizmet veren dervişlere biraz sert kumanda ediyormuş.

—Gelin, gidin, oturun, kalkın.

Nakşibendî Efendimiz, tabii Evliyâullah’tır, Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlaşıyor, onda bir merhamet sıfatı tecellî etmiş, babasının bu tazyikine sabredememiş, demiş ki:

—Babacığım bak, bu dervişler Allah için gelmiş burada hizmet veriyorlar, sen bunlara böyle sert olma, biraz yumuşak ol.

Babası celallenmiş mübarek:

—Sen mi benim babamsın, ben mi senin babanım? Sen bana akıl mı öğreteceksin? demiş.

—Evet, zâhirde sen benim babamsın ama maneviyatta da ben senin babanım. Sen benim tenimin babasısın, ben de senin ruhunun babasıyım.

Onun için burada işte “Ela bi zikrillahi tadmainnel gulub” ayet-i kerimesinde “Sizin kalbinizi ancak zikrullah doyurur, başka bir şey doyurmaz.” buyrulmuş.

Cenabı Hak bin bir ismiyle zikir yapılıyor ama bütün bu bin bir isim Allah’ın sıfatlarına mahsus olan isimlerdir.

Allah’ın zâtına mahsus olan isim lafza-i Celal’dir, Allah’tır.

Burada bâtın ulema, Cenabı Hakk’ın gaybiyetteki zâtına mahsus olan bir ismi alıyor.

Neymiş o? Allah’tır. Evet, Allah’ın zâtına mahsus olan isim, Allah.

Fakat bu Allah kelimesinde ne var?

Üç harf var. Bir “elif” var, iki tane “lam” var, iki “lam” bir demektir, bir de “he”  var.

Allah denince, burada “elif”, “lam”, Allah’ı tarife işarettir. Üzerindeki müşeddid üç dişli şedde var ya, o da tarifte mübalağaya işarettir. Esas Allah’ın gaybiyetteki zâtına mahsus olan, o lafzayi celalin ahir gerisindeki “he”’dir.

Bu “he” bütün mahlukatta cârî, onsuz hiçbir şeyde hayat yoktur.

İşte, insanlar “Men arafe nefsehu fakad arafe rabbehu“[14] emir fermanıyla nefesinden haberdar olan Allah’tan haberdar oluyor. “Nefsini bilen rabbisini biliyor.”.

Allah’ın zâtına gaybiyetteki görünmeyen zâtına mahsus olan isim neymiş? O “he” imiş.

Onu her alırken, her verirken Allah’ın zâtını düşündüysen, alırken verirken Allah’ın zâtını unutmadıysan işte sen arif oldun.

Ariflik de tarikatın en yüksek makamıdır. Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin elkabını şimdi teveccühte okuyacağız, ne okuyacağız? Kutbul Ârifîn, “ve ila ruhu kutbul ârifîne..”.  Âriflerin başı, kutbu.

Ârif kim? Ârif, Allah’tan ayık olan.

Ama nasıl ayık? Her yatarken de, kalkarken de, gezerken de, tozarken, alırken, verirken; o nefesinden haberdar ve nefesi “he” ile çıkıyor, nefesi “he” ile giriyor. Her alırken verirken Allah’ın zâtıyla muhatap.

Bu nimetlere insanlar nerede malik oluyor, işte bu gibi teveccüh denilen büyük amellerimizde malik oluyor.

Teveccüh olunca herbir ihvâna

Mürde kalblerimiz gelirler câna       

Mürde kalp nedir burada? Ölü kalp.

Teveccühte ölü kalpler dirilir.

Zaten öyle, teveccühte kalplere zikir tohumu ekilirmiş.

Yalnız, mesela ziraatçılar en evvel ekeceği tohumun bitmesi için, o ekeceği araziye, tarlaya bir hizmet görüyor ki o tohumu bitirecek duruma onu getiriyor. Otunu, kökünü paklıyor, sürüyor, hallediyor. Ondan sonra ekiyor, ya değilse tohumu bitirmez. Bu da nedir?

İnsanlarda işte herkeste bu kalp var. Bu et parçası ama insan, zaten her şeyi, bak, hayalde kalbinden geçiyor ve her şeyi kalbiyle düşünüyor.

Eğer bir insan velî oluyorsa, velâyete dâhil oluyorsa ne oluyor?

Onun kalbi açılıyor.

Onun kalbi açılınca ne görüyor?

Neler görüyor, Neyi görüyor, neyi biliyor, neyi buluyor?

Nakşibendî Efendimiz:

—Kalbini bilen, maksudunu bildi, buyuruyor.

O çok âlim olan Yakub-u Çerhi hazretlerinin ayaklarına basmış ve kalp âlemi onda açılmış. Başka bir mürit ona kalbinden bir şeyler söylemiş bu da ona söylemiş ki:

 —Hayır, onun kalpten ne haberi olacak, onda tecellî eden ufak bir hal, demiş.

Yakub-u Çerhi hazretlerinin ayağına basmış, ayağına basınca kalp âlemi açılmış. Kalbi büyümüş bütün dünya, yerler, gökler, ay, güneş hepsini almış kalbinin içerisinde, derununda kalbinde seyrediyor.

Korkmuş, çekmiş ayağını, o hal ondan geçmiş, üç defa daha basmış ayağını ve demiş ki:

—Bak, Molla Yakup, işte kalp âlemi budur. O derviş bir ufak halinden bahsetmiş, nerede kalp âlemi? Kalbini bilen maksudunu bildi, kalbini bulan maksudunu buldu, kalbine eren maksuduna erdi, demiş.

Burada maksut nedir?

Bilinecek Allah’tır, bulunacak Allah’tır, ona ulaşılacak Allah’tır.

Zaten Cenabı Hak ne buyuruyor: “Küntü kenzen mahviyyen, biz bir gizli hazineydik, aşikâr olmamız için insanları halk ettik.”[15].

Ama bu gizli hazine nerede?

İnsanların kalbinde, başka yerde bulunmaz. O gizli hazine “kenz” başka yerde bulunmaz.

Teveccühte ihsanlar olurmuş. Sonra bu da olmazsa teveccühte yine müridin ruhu bir muamele görüyor, burada bir manevi muamele görüyor.

İnsanlarda yetmiş dokuz ahlakı zemime, kötü sıfatlar var. Bunlar zâhirde cisim göstermiyor ama kalpte bunların hepsinin bir cismi var.

Teveccühte onlara ne yapılıyor? Onlar ayıklanıyor. Onların en muzır olanları, onların yaramaz olanları, bizim terakkimize mani olan herhangi bu ahlakı zemimelerden bir tanesini veya bir olsun, iki olsun, beş olsun, bunları alırlar.

Bunların hepsini birden niye almıyorlar? Hepsini birden de almazlar çünkü bunlar da nefsin sıfatlarıdır.

Mesela bir insanın vücudunda çok arızalar olur. Hepsinde de bir ameliyat icap ediyor, görünüyor. O doktor bunların hepsini birden alırsa o hasta ölür, öleceğini biliyor ve kanaat ediyor ki:

—Oğlum sende şu hastalıklar, şu dert ve şunlar var. Bak, en zararlı olan da budur. Önce bunu alalım, ondan sonra bu iyileşsin, sonra diğerini alalım, diye böyle sıralamıştır.

Onun için burada, nefis de bir mahluktur.

O ölmez zaten, bu ıslah olur, terbiye olur.

Evliyâullah, Allah’ın sıfatıyla sıfatlanmıştır. Nefis Allah’ın mahluku olduğu için ona bir merhameti vardır. Ona, yavaş yavaş terbiye yoluyla, ıslah yoluyla muamele ediyor, onu öldürmüyor,  kesmiyor, atmıyor.

Zaten nefis ölür mü? Nefis ölünce, yemek olmaz, içmek olmaz, beşeriyet olmaz. Onun için bu nefsi ıslah ediyorlar.

Bu nefsi, senin ruhuna tabî, senin ruhuna mûti olacak bir hale getiriyor. Bunu zaman zaman, işte bu gibi amellerde, hatmelerde, teveccühlerde yapılıyor.

Onun için “Baba himmet, oğul hizmet.” buyrulmuş. Bu büyüklerimizin kelamı, hizmetsiz himmet olmaz.

Bizim hizmetimiz nedir? İşte bizim virdimiz, yirmi dört saat içerisinde yapacağın virdin, salatı evvâbîn namazın, teheccüt namazın, hatmelerin. Hatme de teveccühün bir küçüğüdür.

Teveccüh yapıyoruz ama o da haşa Estağfurullah, Allah’a sığınırım bize emredilmiş, biz yapıyoruz.

Teveccüh emirsiz yapılmaz.

Emirsiz yapılmadığı gibi, hatme teveccühün bir küçüğüdür. Hatmede de aynı amel işleniyor, teveccühte de aynı amel işleniyor. Hatmeye dikkat edin, hatmesiz olmaz, hatmesiz terakki olmuyor, bizim tarikatımızda hatme büyük ameldir.

İşte bunları yaptınsa hizmetini ettin, himmetini aldın. Baba himmet, oğul hizmet. Hizmetsiz himmet alınmaz.

Himmet alıyorsan eğer, ne oluyor işte? İşte senin ruhun terakki eder. Her ne türlü muzır, sana mani olan sıfatlar varsa bunları birer birer, ikişer ikişer senden alırlar. Yalnız sen de…

Evvelâ derdi kazanıp sonra gel dermân ara

Derdi olmayan tabîb dükkânına basmaz kadem    

Hasret-i hicrâna yanıp Hazret-i Lokmân ara           

Bunu biz nasıl anlayacağız şimdi? Bu kelamı kibar ama kelamı kibar haktır. İşte ayetler de rumuzludur, bazı ayetler var ki rumuzludur. Hadisler rumuzludur. Kelamı kibarlar da rumuzludur. Kelamı kibarsa:

Evvelâ derdi kazanıp sonra gel dermân ara

Her bir insan dertten kaçar, dert kazanmak istemez, kaçar. Ama bir dert var ki kazanılacak, aranılacak bir dert var. Onu da bilemez. Onu nasıl bilecek? Onu ancak bak;

Derdi olmayan tabîb dükkânına basmaz kadem    

Hasret-i hicrâna yanıp Hazret-i Lokmân ara           

Hicran, ayrılık. Senin derdin ayrılığındır, diyor. Bundan haberin yok. Hazret-i Lokman olan manevi bir doktora git ki o senin için büyük derdin ayrılığın olduğunu sana bildirsin.

Bu ayrılık ne? Bu ayrılık, ruhun Allah’tan gelişi ve bu ruhun Allah’a gitmek isteyişidir. Yine bundan bizim haberimiz yok.

Ama olmuş, Allah’a şükür. İşte siz tarikata inanmış girmişseniz olmuştur.

O zaman demek ki burada tarikata giren bir insanın nefsi ıslah oluyor, bir de ruhu bir eğitim görüyor, yetiştiriliyor.

Ruhun yetiştirildiğinden bizim haberimiz yok, göremeyiz ama nefsin terbiyesinden haberimiz var.

Senin zâhirde işin rast gitmez, hastalıklar gelir, yokluklar gelir, işte şuradan şu bela, şuradan şu dert, büyük büyük zahmetler. Bunlar nedir?

Bunlar işte senin terbiyen, senin nefsini bunlar ıslah ediyor.

Bu nereden geliyor? Bu Evliyâullah’ın, meşayihin parmağıyla, reyiyle oluyor.

Niçin?

Kakıyıp döğerse artır hubbunu         

Sevdiği deriyi çok çiğner debbâğ

Celâlî  Baba’da buyurmuş:

Kazayı beladan kurtulmaz başım

Gün be gün artıyor yürekte coşum

Bak, böyle buyurmuş. Allah bana dert, bela iptila verdikçe, benim Allah’a olan sevgim, muhabbetim daha da çoğalıyor, diyor. Diğer bir kelamda da:

Kakıyıp döğerse artır hubbunu         

Sevdiği deriyi çok çiğner debbâğ

Sana hoş, tokat mı vuracak zâhirde? Yok. Sana bir dert verilecek, bir meşakkat verecekler, gönül meşakkati verecekler.

Kakıyıp döğerse artır hubbunu         

Yani seni birisi kalkıp dövse sever misin? Sevmezsin.

Ama burada sevilecek, burada senin bu dövülmen, bu tokat yemen, Şeyh Efendinden sana gelen bir çiledir. O çileyle seni ne yapıyor?

İşte o dabakçı deriyi nasıl çiğniyor, vuruyor, eziyor, aletleriyle ne yapıyor? Deriyi ıslah ediyor.

Deri ıslah olmazdan evvel nasıldı? Pis idi, affedersiniz. Neyi pis? Sadece temiz hayvanların mı, mesela ayının, bir tek çatal tırnak hınzır’ın derisi dibağât kabul etmiyor, onun haricinde bütün ne kadar yırtıcı vahşi pis hayvanlar varsa hepsinin derisi dibağ oluyor.

Peki, bu deride bir pislik var, bu deride bir sertlik var, bu deride bir çirkinlik var.

Deri dibâğata girdikten sonra ne oluyor? Ne sertliği kalıyor, ne pisliği kalıyor, ne çirkinliği kalıyor. Sertliği de gidiyor, pisliği de gidiyor, çirkinliği de gidiyor, güzelleşiyor.

İşte müridin de zâhirde çekmiş olduğu bu çileler, onun nefsini ıslah ediyor.

Kakıyıp döğerse artır hubbunu         

Sevdiği deriyi çok çiğner debbâğ      

Türlü türlü renklere boyar anı

Taşlara çalar ta olunca dibâğ          

Böyle:

Meşâyıha gerektir tabi erler  

Sülûke giriben tevbe ederler

Böyle yapar ama meşayihe lazım olan neymiş? Tabi, dibağ eri ki yani dibağâtçıya teslim olan bir deri gibi, bir mürit de meşayihine öyle teslim olacak ki o da ona gerekli işlemini yapsın. Onun için bak;

Kıyamazsan cana başa ırak dur girme meydana

Bu meydanda nice başlar kesilir hiç soran olmaz

Hangi başı kesiyor?

Babası, İsmail Aleyhisselam’ın boğazına bıçağı sürdü. Cenabı Hak ne buyurdu? “Yâ İbrahim, İsmail’i kes demedim, İsmail’den sevgini kes, İsmail’e olan sevgini kes.”. İbrahim Aleyhisselam bıçağı İsmail’in boynuna koydu ki İsmail’e olan sevgisi ondan kesildi. Onu çok seviyordu, Cenabı Hak da İsmail’i çok sevdiğine rıza göstermedi.

Sevilecek Allah’tır, evlat sevilmez, evladı da Allah vermiştir. Allah’ın vermiş olduğu bir evlat, Allah’tan fazla sevilir mi? Sevilmez.

İşte onun da İsmail’e bir sevgisi vardı. Cenabı Hak ona rüyasında “İsmail’i kes, sevdiğini kes, sevdiğini bana kurban et.” Rüyayı görüyor, bakıyor, yüz tane koyun, koç seçiyor, içlerinden en iyilerinden, yüz tane koç kesiyor. Yine “Yâ İbrahim sen vaadini yerine getirmedin.” diyor. Vaadi neymiş İbrahim’in? İbrahim Aleyhisselam yaşlanmış, çocuğu yok, olmamış.

-Yâ rabbî! Bana bir oğul ver, ben sana sevdiğimi kurban edeceğim, demiş.

Cenabı Hak da İsmail Aleyhisselam’ı veriyor. İsmail Aleyhisselam olunca onu çok seviyor.

İbrahim Aleyhisselam Peygamber Efendimiz’den sonra çok çile çeken bir peygamber. Cenabı Hak ona “dostum” demiş. Çünkü en çok Allah’ın indinde kıymet kazanan, Allah’a en çok sevilen Halil İbrahim Aleyhisselam’a, Allah, en çok çileyi de ona vermiş. Onunki hep çileyle geçmiş. Ta doğuşundan başlamış çilesi.

Anası doğurdu, götürdü mağaraya attı, mağarada büyüdü. Çünkü doğan çocukları kesiyorlar. Annesi haftada bir defa mağaraya gidiyor. Mağaranın ağzını taşlarla ördü ki dışarıdan bir canavar girip de bir şey yapmasın. Haftada bir defa gidip bakıyor; öldü mü, kaldı mı? Yok, çocuk çok bakımlı, melekler bakıyor, öyle sıhhatli ki yalnız baş parmağını ağzında emiyor. Her gittiğinde böyle görüyor. Ta ki üç yaşına girince güçlendi, mağaranın taşlarını atmaya gücü yetti.

Tarttı taşları ve dışarı gece çıkıyor, yıldızları görüyor, rabbım mı? Ayı görüyor, rabbım mı? Güneşi görüyor, rabbım mı? Diye soruyor, Sonra:

—Bunların hepsi mahluk, bunların hepsini halk edendir benim rabbım, diyor.

Allah’ı böyle buluyor. Ondan sonra büyüyor, annesi getiriyor. Azer babası da Nemrut’un en yakın itimat ettiği adamı. Zaten ondan meydana geldi. Azer’e itimat ettiği için ona karşı bir tedbir alamadı, ondan meydana geldi. Nemrut’un tedbiri neydi?

O sene kâhin ilmini bilenler;

—Bu sene doğan çocuklardan senin elinden saltanatını alacaklar. Büyüyecekler, seni öldürüp saltanatını elinden alacaklar, demişler.

Kendi itimat ettiği adamlarından idareciler tayin etti ki beylerini hanımlarının yanına koymuyorlar, ayırıyorlar. Azer, babası, Nemrut’un çok yakın adamı olduğu için, o da idarecilerdendi, o duramadı gitti, onun yanına kendisi gitti. İbrahim Aleyhisselam ondan kaldı. 

Doğan çocukları kesiyorlar, onu da kesecekler. Fakat İbrahim Aleyhisselam’ın annesinin hâmile olduğunu Allah bildirmedi. Çünkü hâmile olanlar biliniyor, ebeler var, hane hane geziyorlar, isim isim bakıyorlar, eğer hâmileyse onun başına birisini, bir polis dikiyorlar, doğdu mu kesiyorlar.

İbrahim Aleyhisselam’ın annesi de bunlara hiç görünmedi, bilinmedi. O çocuk dünyaya geldi. O çocuğu öldürmesinler diye mağaraya koydu. Mağarada büyüdü.

İbrahim Aleyhisselam’ı Azer oradan getirdi. Fakat bir zaman Azer babasından İbrahim Aleyhisselam, bihuzur oldu, üzüntü çekti. Babası puthanenin müdürü. Bir türlü bundan vazgeçiremedi, o zaman böyle üzüldü.

Bir zaman Nemrut’un hadiseleri çıktı.

Bir zaman Mısır’ın hadisesi meydana çıktı. Mısır’da Sara validemizi elinden aldılar. 

Ondan sonra Hacer validemiz geldi. Ondan sonra Hacer validemizden İsmail Aleyhisselam oldu. İsmail Aleyhisselam’ı, öldür deniyor, Sara validemiz ne diyor?

—Hacer ile bu çocuğu kaybet. Öyle bir yere götür ki görünmesinler, isimleri cisimleri kalmasın, diyor.

Ondan sonra İsmail Aleyhisselam’ın boğazlanması.

Ondan sonra Nemrut’un ateşe atması.

Bütün hayatı çile ile geçmiş.

İşte İsmail Aleyhisselam’la ilgili her rüya gördükçe bakıyor, yüz tane koç kesiyor, yine rüyayı görüyor. Yüz tane sığır boğazlıyor, yine rüyayı görüyor. Yüz tane deve boğazlıyor, yine rüyayı görüyor. Yüz tane at kesiyor, yine rüyayı görüyor. Ondan sonra Cenabı Hak, “Yâ İbrahim! Sen vaadini işlemedin, sevdiğini bağışlamadın. Sana oğlan verdim ama senin bir vaadin vardı, onu işlemiyorsun. Neyi çok seviyorsan, onu benim için kurban keseceksin.” diyor.

İsmail Aleyhisselam’ı çok seviyor. İsmail Aleyhisselam’ı kesmeye götürüyor. İsmail Aleyhisselam’ı bıçak kesmiyor, taşa vuruyor taşı bıçak ikiye yarıyor. Bıçağa celalleniyor;

—Taşı kestin, yumuşak eti niye kesmedin?

Bıçak hal lisanıyla söylüyor:

—Yâ İbrahim, niçin bana kızıyorsun? Halil, kes, diyor, Celîl, kesme, diyor. Niçin bana celalleniyorsun?

Bunda bir esrar vardır, bunun sırrı nasıl aşikar olur, diye beklerken Cebrail Aleyhisselam koç ile havadan:

“Allahu Ekber, Allahu Ekber” diyerekten gelirken, 

İbrahim Aleyhisselam da:

“La ilahe illallahü vallahü ekber.” diyor.

İsmail Aleyhisselam da, bıçak boğazında, o da:

“Allahü ekber velîllahil hamd.” diyor.

Sonra Cenabı Hak; “Yâ İbrahim, ben İsmail’i kes demedim, sana İsmail’e olan sevgini kes dedim.”

Ne zaman İsmail’e olan sevgisi kesildi?

Bıçağı boğazına vurdu ki İsmail’e olan sevgisi kesildi.

Şimdi bunlar niye yazılmamış? Bıçak taşı kesmiş de, eti kesmemiş, bıçak söylemiş de. Tabiî beşeriyetin aklı almayacak şeyler yazılmamıştır. Bunlar var mıdır? Vardır.

Cenabı Hak, İbrahim Aleyhisselam değil de, bir Evliyâullah, bir Ehlullah da her eşyayla konuşabilir. Her eşya bir kâmil insanla konuşabilir. Niçin kelamı kibarda buyuruyor:

Bilinmez âlemin sırrı nihândır          

Dört şâhın hükmüyle dönen cihândır           

Ârif olanlara özge seyrândır

Kâmile her eşyâ olmuş bir evrâd      

Demek ki kâmiller için her eşya zikir yapıyor.

Teveccühü bir tarif edelim de belki yeni ders alanlar, belki teveccühe katılmayanlar vardır.

Teveccüh büyük ameldir ama bu büyük amel ne istiyor bizden?

O ki geldiniz ıraktan, yakından, neyse sabahtan erkenden tatlı uykunuzu bıraktınız, işinizi bıraktınız geldiniz. 

Ne istiyor bu amel? Bu amel kalbi selim istiyor. Bu amelde, başlangıcından nihayetine kadar kalbi selim istiyor demek;

Kalbinizi boşaltacaksınız, geleni kalbinizden atacaksınız.

Allah’ı düşüneceksiniz.

Kalbinizi Allah ile meşgul edeceksiniz. Bu amel bunu istiyor. Çünkü:

Eriş kalb-i selîm içre huzûra 

İnsanlar huzur isterler ama huzuru kim bulur? Kalbi selim olan.

Kalbi selim kim? Her şeyi kalbinden atmış, boşaltmış, Allah’ı almış kalbine.

İşte, bidayetinden sonuna kadar kalbinizi muhafaza edeceksiniz.

Teveccühün bir oturma usulü var, oturtturacaklar.

Teveccüh başlarken “Estağfurullaaaah” diye bir nida olur, gözler yumulur.

Dikkat edin, bak! Defalarca, tekrar tekrar söylüyoruz, göz açmak yasak. Teveccühte açık gözler görüyoruz. Fakat her kim açarsa gözünü, hem kendine zulmetmiş olur, hem de cemaate kadretmiş olur.

Niçin? Burada bir amel işlemeye geldi, sevap kazanmaya geldi günah kazanıyor. Yasak olan bir şeyi işlerse insan, cezalanmaz mı? Bu da amelimizde göz açmak yasaktır. Gözünü açarsa cezalanıyor. Bunun cezası nedir? Bir tokat yer ama o tokadın nereden geldiğini bilmez. Buradan gelir ama başka yerden bilir. Bir tokat yer. Onun için yasak olan bir şeyi yapmamak lazım. İşte teveccühte de göz açmak yasaktır, gözlerinizi açmayın. Gözünü açan herhangi bir kimse olursa, bir amel işleyeyim, sevap kazanayım derken günah kazanır. Bir de bütün buradaki cemaatin vebalini üstlenir. Göz açılınca feyiz, muhabbet, tecellî eden nur çeker, gider. Feyiz gelmez, muhabbet gelmez. Onun için bak, göz açmak yasaktır.

“Estağfurullah” nida olunca herkes gözünü yumar.

Yirmi beş defa istiğfarı, derslerinde yaparken nasıl okuyorsa öyle başlangıçta yirmi beş istiğfar okuyacak. Usul, kendi işiteceği kadar, sağındaki, solundaki duymayacak şekilde istiğfarı okuduktan sonra, daha yapacağı bir şey yoktur.

Rabıtasını alacak karşısına, Allah’ı alacak kalbine, kalbinden Allah’ı unutmayacak.

Kalbine gelen bütün şuğul düşünceler olur. Hastanız vardır, borcunuz vardır veya bir ağır işiniz vardır görülecek; alacağınız, vereceğiniz bunlar gelir kalbinize, bunlar gelsin, ama bunları atın, tutmayın.

Bunları atınca ne olacak kalbinizde? Allah, Allah’ı unutmayacaksınız.

Bizim tarikatımızda kalbî cihat var ya, kalbî cihat, cihadı ekber, büyük muharebe, büyük cihattır.

Buradaki cihat ne?

İşte kalbe gelen bütün şuğul düşünceleri atıp kalbinle Allah’ı zikredeceksin. Çünkü gönül Allah’ı zikredecek bir yerdir. Cenabı Hak “Hiçbir mekâna sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım.” [16] buyuruyor.

Ama hangi kalp? Allah’ı zikreden kalp.

Cenabı Hak “Nahnü akrabu, kulum ben sana şah damarından daha yakınım.” buyuruyor. Şah damarı nerede? Kalpte. Hangi kalpte bu? Allah’ı zikreden kalpte. Demek ki:

Estağfurullah nidası ile gözlerinizi yumacaksınız, yirmi beş istiğfar okuyacaksınız, ondan sonra daha yapacağınız bir şey yoktur. Kalbinizi Allah’la meşgul edeceksiniz, kalbinize geleni atacaksınız, ta ki amelin sonuna kadar.

Sonu ne zaman?

Sonu da işte siz istiğfarı okuduktan sonra, üç defa sonradan bir istiğfar sesi daha duyacaksınız, onu siz işitmeyin, onu teveccüh yapan bu günahkar yapıyorsa, bunu biz okuyoruz, onu siz okumazsınız.

Hatta yirmi beş istiğfarı okuyoruz da, üçünü aşikâr, yirmi ikisini gizli okuyoruz.

Ondan sonra duaları var, gizli, aşikâr okuyoruz.

Namazı var kılıyoruz, o bize ait, size değil.

Ondan sonra teveccühü yapmaya başlıyoruz.

Teveccühte saflar arasında geziyoruz, gönlümüze ne doluyorsa, ne himmet oluyorsa, kelamı kibar, ehli dilin kelamlarını okuyoruz.

Sırtlarınıza el vuruluyor. İşte teveccühün yapılışı budur.

Bu sırta el vurmak var ya, hikmet-i ilahi, bu büyüklerimizin emri, insanların o iki kürek kemiğinin arasındaki çukur derin olan yerde kalbin bir penceresi varmış, oradan şeytan vesvese veriyormuş, orası kapanıyormuş.

Bu kelamı kibarlar okunduğu zaman, bu kelamı kibarların da hakikati insanların kalbinde canlanıyormuş. Artık tarlana sen tohumu ekiyorsun, onu bitirmek için bir zamanı var, zamanı gelecek ki bitsin.

O tarlaya atılan tohumu çürütmemek lazım, onu muhafaza etmek lazım. Öyle olmazsa zaten bizim say’ımızın bir kıymeti olmaz. Say’ımızın bir kıymeti varsa tabii ki ne var? Tarlaya ekilen tohumu muhafaza etmek lazım.

Bir defa tarlayı tohumu bitirecek hale getirmek lazım. Ektin, bir de ona sahip olacaksın ki bitirsin. Hani artık tohumu ne gibi şeylerden, zarar verecek şeylerden koruyacaksın ki tohum bitsin. Bittikten sonra onu muhafaza edeceksin ki büyüsün. Bir de büyümesi var.

Onun için burada, işte en azından bu teveccühümüzde senin yaramaz sıfatlarından birer ikişer alınır, alacaklar.

Kimler içindir?

İnananlar içindir, niyeti halis olanlar içindir.

Çünkü, “İnnemel a’mâli binniyât” emri fermanı var. Bir de iman demek, inanmak demek, tarikata inanmak demektir. Tarikata inandıysan tarikatın amellerine de inanmaktır.

Burada biz bir de manevi bir ameliyat görüyoruz. Kalbimiz bu manevi ameliyatı görüyor.

Mademki, Peygamber Efendimiz’in kalbi bir ameliyat görmüşse, ”Elem neşrahleke”[17] süresi ne için nazil oldu? Peygamber Efendimiz’in kalbinin ameliyat görmesi üzerinedir. Müridin de kalbinin göğsünün yarılması lazım, kalbinin temizlenmesi lazım.

Bu görülmez, ama görenler vardır. Ben şimdi desem ki ben gördüm, işte: “İbrahim beyin şeyh Efendimiz göğsünü yardı kalbini temizledi.” İnanılır mı buna? İnanan da olur, inanmayan da olur. İnanan sadakatindendir.

Niçin Peygamber Efendimiz Mîraç yaptığı zaman:

“Yâ rabbî! Ben Mîrac’ımı söyleyeyim mi insanlara?”

“Söyle Habibim.”

“Kim inanır Yâ rabbî?”

“Sıddık kulum inanır. Kimse inanmazsa o inanır.”[18]

Demek ki inanç ne kadar kıymetli bir şey. Cenabı Hak “Sıddık kulum inanır Habibim.” diyor.

Şimdi teveccühe başlayacağız.

Şimdi dikkat edin, bir de cezbe alanlara, yani Allah diye bağıracak, hıçkıra hıçkıra ağlayacak ve vücudu şiddetli bir hareket ile sallanacak, icap eder ki belki hoplar, zıplar, kendini duvara vurur, bunlar cezbedir, olur. Sohbetimizin bidayetinde ifade ettik ya:

Gelin  dergâha dervîşler

Kılalım zevk ü cümbüşler

Zevki cümbüş demek işte bu demektir. Cümbüş demek, hareket demek, zevktir, tatlı hareket demektir.

Hudâ'nındır kamu işler

Bu tatlı hareketler, Huda’dan, Allah’tan gelir, Allah’tan tecellî eder, diyor.

Onun için burada cezbeli olanlara bakmayın. Adam bağırıyor, ‘Bu bağıran kimdir?’ diye gözünüzü açıp bakmayın. Adam ağlıyor, ‘Bu ağlayan kimdir?’ diye gözünüzü açıp bakmayın. Adam çırpınıyor, işte kendini vuruyor yerlere, ses şamata, hareket, ‘Kimdir?’ diye gözünüzü açmayın, bakmayın, yasaktır.

İşte safların arasında gezilir, sırtlara el vurulur, ondan sonra kelamı kibarlar okunur.

Bu teveccüh bittikten sonra hoca efendilerin bir tanesi bir aşır okur. Bu aşrın peşinden de “Sadakallahil azim, lillahil Fatiha” der.

O zaman işte bir Fatiha okur gözlerinizi açarsınız.

Estagfurullaaaaah....

 


[1] Araf 7:172

[2] Tahrim 66:8

[3] Al-i İmran 3:31

[4] Camiu’s Sağir 1/384

[5] Sahih-i Muslim, İmaret 155, Ebu Davud Talak 11

[6] Kaf 50:16

[7] Fususül Hikem  Trc. C.1 S.238

[8] Mutaffifi 83:22-24, İnfitar 82:13

[9] Sad 38:72

[10] Keşfü’l-Hafa, c.2, s.164

[11] Necm 53:9

[12] Ra’d  13:28

[13] Maide 5:35

[14] Eşrefoğlu Rumi Müzekkin Nufüs S.527

[15] Fususül Hikem  Trc. C.1 S.43

[16] Alusi Ruh’ul  Me’ani XX.101

[17] İnşirah 94:1

[18] Mustafa Necati Bursalı, Hz. Ebubekir S:41