Giriş
 
 Ey Allah’i tanimak isteyen, bilesin ki,
 
 Naksbendi büyüklerinin itikadi, ehl-i sünnet ve’l-cemaat itikadidir. Yani, Peygamberimizin sünnetine sarilanlarin inancidir.
 
 Bu tarikatin temeli, Rasûlullah’ in tertemiz seriatinin hükümlerini yasamak, hayatinda tatbik etmekdir.
 
 Bu yoldaki büyüklerimizden ikinci bin yilin müceddidi Imam Rabbânî Hazretleri, seriat ahkamina sarilmak konusunda buyurmuslardir ki: “ Âdabdan bir edebi dahi muhafaza etmek, mekruhlardan tenzîhî bile olsa bir mekruhu terk etmek; zikirden, tefekkürden, murâkabe ve teveccühden çok daha efdaldir.”
 
 Evet, bütün bu zikir, fikir, murâkabe ve teveccüh; seriat-i mutahharanin ahkâmina riâyetle beraber bir kimsede toplanirsa nur üstüne nurdur. O kimse hakikaten büyük bir kurtulusa ermistir. Ama bu da insanin yaratilis gayesi olan ibâdet ve ubudiyete ihlasla devam etmeksizin asla gerçeklesmez.
 
 Insanin ask ve mahabbet sahibi olmasi asil maksadlardan olmayip ubudiyyet makamina vâsil olmak için vesiledir. Bunun için insan masivadan, yani Allah’dan baska her seyden alâkasini kesmedikçe Allah’a gerçekten kul oldum diyemez.
 
 Bu yolda ask ve mahabbet sahibi olmasi, kulun masivadan alâkasini kesmesine vesiledir. Onun içindir ki ubudiyet, velâyet mertebelerinin en yüksegidir. Velâyet dereceleri içinde ubûdiyetten, yani Allah’a sartinca kul olmaktan daha yüksek bir makam yoktur. Bu makamdan düsmemenin tek sarti da ibâdete ihlâsla devam etmektir
 .
 Ibadet, insana her an kendini Allah’in huzurunda bilme suurunu kazandirmak içindir. Bu sebeple kulun tam istifade edebilmesi için ibâdet aninda Allah’ dan gayriyle alâkasini kesmesi ve Allah ‘in huzurunda olmanin ürpertisini duymasini lâzimdir. Bu büyük seadet de, Allah’in lûtfu ile kulun kalbinde ibadet sevkinin bulunmasiyla kazanilir.
 
 Bunu kazanmak için de en saglam yol, o aska sahip bir kâmil seyhin sohbetine devam etmektir.
 
 Bu konuda, seyh Ebû Ali ed-Dekkak demistir ki: “ Kendi basina biten agacin meyvesi olmaz. Sünnetullah, yani Allah’in degismez kanunu her seyi bir sebebe baglamak üzre devam edip gitmektedir. Nasil ki baba ve ana olmadan çocuk dünyaya gelmiyorsa, bir kamil mürsidin terbiyesine girmeden yeni bir âleme dogusta birçok özürler, sürçmeler ve yikilmalar olabilir.
 
 “Seyh-i Ekber Muhyiddin Ibni Arabî, “ Fütûhât-i Mekkiyye ” sinde, insanin “kâmil ve mükemmil bir seyhe baglanmasini zarûri ve mecbûri” görmüs ve “ Seyhi olmayanin seyhi seytandir ” demistir.
 
 “El-Hadîkatü’n Nediyye” kitabinda der ki: “Ilâhî bir cezbe sayesinde selim bir kalbe olmayan herkese, bâtin ilmini, bu yolda insani kurtulusa ve helâka götüren seyleri, seyr u sülûkün âdâbini ve muâmelatini ögrenmek farzdir.”
 
 Gerçi ilâhî cezbe, ledünnî ilim ve kudsî bir fitratla kalb-i selime sahib olanlar da vardir. Ama bunlar nâdirdir. Dinin hükümleri ise istisnâlara göre degil, bütün insanlarin durumlarina göre konulmustur
 .
 Zâhir ilmi tahsil etmek, insani batin ilmini tahsil etmekten müstagnî kilmaz. Yani zâhir ilmi tahsil eden, batin ilmine ihtiyaci olmadigini söyleyemez. Evvelkilerden ve sonrakilerden birçok büyük âlimler zâhir ilminden sonra bâtin ilmini, terbiye ve hizmet yoluyla tahsilin zaruretine inanmislar ve bu yolun sâlikleri olmuslardir.
 
 Meselâ: Hanefî imanlarindan Ibni Hümam, Ibni Siblî, Sürunbilâlî, Hayreddin Remlî, Hamevî ve emsali;
 
 Safiî imamlarindan Sultânü’l-ulemâ Izz’übnü Adbdisselâm, Imam Gazâli, Tâcüddin Subkî, Imam Süyutî, Seyhuislam kadi Zekkeriyyâ, allâme Sihab, Ibni Hacer el-Heytemî ve emsali;
 
 Malikî imamlarindan Ebu’l- Hasen Sazeli ve halifesi seyh Ebu’l-Abbas el-Mürsî, onun halifesi Seyh Ibni Atâullah el-Iskenderî, Ibni Ebî Hamze, Nâsiruddin el-Likaanî, muhakkik âlim Ahmed ez-Zerruk el-Berlesi ve emsali.
 
 Hanbelî imamlarindan Seyh Abdulkadir el-Ciylî, seyhulislam Abdullah el-Ensârî el-Herevî, seyh Ibnü’l-Buhârî el-Fütûhî ve emsali.
 
 Bütün bu büyük alimler, zâhirî ilimlerle mesgul olup onlari tahsil ettikten sonra bâtinî ilimlerini ehillerinden sohbet, hizmet, seyr u sülûk, husn-i itikad, ihlâs, rezâili terk ve fazîletlerle zînetlenmek suretiyle tahsil ettiler ve hayrin en büyüklerine nâil oldular.
 
 Rivayet olunduguna göre bir âlim söyle anlatir:
 
 Yüzlerine hayir açikca görülen bir cemaat içinde Imam Gazzâlî’ yi gördüm. Üzerinde yamali bir elbise ve elinde bir ibrik vardi. Kendisine dedim ki:
 - Ey imam, Bagdad medreselerinde ders vermen bundan daha iyi degil miydi?
 
 Bana derin derin bakti ve dedi ki:
 
 - Seadet dolunayi, müridlik feleginde dogunca akil günesi vuslat yolunu gösterdigi
 için böyle yaptim.
 
 Seriat ve tarikat ilimlerinde büyük bir âlim bulunan Imam Sa’rânî, “ Mesâriku’l Envâri’l-Kudsiyye” kitabinda der ki: “Bütün tarikat ehilleri; insani Allah’in huzuruna kalb huzuruyla çikmakdan alikoyan kötü sifatlardan kurtulma yolunu gösterecek bir kâmil mürside baglanmanin zarûri oldugunda ittifak etmislerdir.”
 
 Fakat, insanin baglandigi mürsidin âlim, ârif, kemâle ermis ve kemâle erdirmege ehil bir mürsid olmasi lâzimdir. Huzurla namaz kilmayi insana bu mürsid ögretecektir.
 
 Bâtin hastaliklarinin ilaci; dünya sevgisinden, kibirden, kendini begenmekten, riyâkarliktan, insanlara kin beslemekten, hasedden, düsmanliktan, iki yüzlülükten ve bunlar gibi kötü huylardan temizlenmektir.
 
 Bunlarin hepsi de Peygamber Efendimizin hadîs-i seriflerinde birer birer beyan edilmis ve bu gibi kötü huylara tutulanlarin ve kurtulamayanlarin azablarinin agir oldugu haber verilmistir. Bu kötü hasletlerden kendisini terbiye yoluyla kurtaracak bir mürsid-i kâmile bagli olmayanlar, dolayli olarak Allah’i ve Rasûlünü saymamis olurlar. Çünkü bir mürsidin terbiyesine girmeyen kimse, bu kötü hasletlerden kurtulamaz. Isterse yüzlerce kitabi ezber bilsin.
 
 Böyle bir kimse, tibba dâir bir kitap ezberleyip de hangi ilâcin hangi hastalik için ve ne zaman tatbik edilecegini bilmeyen kimse gibidir. Bu kimse bu kitabi ders olarak da okutabilir. Bunu duyup da isin gerçegini bilmeyenler: “ Bu adam ne büyük bir tabib imis! “ derler. Fakat bir hasta ona halini anlatip, tutuldugu hastaligin adini ve çaresini sorsa, tabibligin sadece lafini ezberleyen o adam bunun cevabini veremiyecegi gibi bir ilaç da yapamayacaktir. O zaman böyle bir adama müracaatta bulunan hasta “ bu adamin tabiblikden haberi yok!” diyecektir.
 
 Bunun için ey mü’ min kardesim! Bu tavsiyeye kulak ver ve bir kâmil mürsidin terbiyesine gir!
 
 Sakin ola ki, Kur’an’in ve Sünnet’in ruhuna uymayan bir yola sufiyyenin yoludur demeyesin! Çünkü Kur’an’in ve Sünnet’in kabul etmedigi yol küfür yoludur. Bizim yolumuz ise tamamen ahlâk- Muhammediyye’yi, yani Rasûllah’in yüksek ahlakini yasamak ve bütün hayatimizi Kur’an’in emirlerine ve Rasûllah’in sünnetlerine göre düzenlemektir.
 
 Imam Sa’rânî yine bu kitabinda söyle demektedir:
 
 “Rasûllah sallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz, amel etmedigimiz ilimle kendimizi aldatmamak üzere bizden söz almistir. Bugün insanlarin pek çogu ise amelsiz ilimle kendilerini aldatmaktadirlar. Halbuki salih selefimiz , yani dine sözleriyle ve amelleriyle bagli geçmisleriniz böyle degillerdi. Bu ahde sâdik kalmak isteyenin bu yola girmesi lazimdir. Bu yolculukta, istenen maksada tehlikesiz ulasabilmek için bir kâmil mürside ihtiyaç vardir. Böylece mürsidi onu Allah‘in izni ve tevfîki ile murâkebe derecelerine ulastiracak, terbiyesiyle ilâhi hasyeti kalbinde duyuracaktir. Ilmiyle âmil olan âlimler böyle yapmislar ve böyle yapilmasini tavsiye etmislerdir.
 
 Seyhulislâm Zekeriyyâ el-Ensârî der ki: “ Ehlullah ile bir araya gelmeyen fakih, katiksiz kuru ekmek gibidir.”
 
 Aliyyü’l-Havvas söyle der: “Ilim ögrenmek isteyen, kâmil bir seyhe baglanmadikça kemale eremez. Çünkü böyle bir kimseyi ilmi magrur edecek, bu aldanisi ise gözüne birçok hakikatleri perdeleyecek ve göstermeyecektir. Kâmil mürside bagli oldugu takdirde ise, onu bu büyüklenmelerden ve nefsinin tuzaklarindan kurtaracak, dogru yolu gösterecektir. Tarikat ehilleriyle beraber yola girmeyen bir kimse her bir isini birbirine karistiracak, ilimsiz amel davasinda bulunacak, aslini bilmeden yaptigi yanlis ameli dogru yapiyorum diye iddiaya kalkisacak, kendisine “ibadetin az” diyene karsi nefsi kabaracak kendine ikazda bulunani bir sürü hatâlarla ithama kalkisacaktir. Bu sözümde süphesi olan varsa tecrübe edebilir.”
 
 Ey kardesim! Bu sebeple bir kâmil seyhin terbiyesi altinda yola koyul, ona hizmet et. Cefasina ve seni kendinden uzak kilip hasret çektirmesine sabret! O senin kendi hareketlerine ve amellerine dikkat etmeni, hayatina bir çekidüzen vermeni ister.
 
 Bu senin için büyük bir dönüstür. Fakat bu yolculukta dünyevî isler mazeret gösterilirse maksuda ulasilmaz. Kalbinle Allah’a dönmen lazim. Ilmin kendine has bir büyüklügü, insana verdigi bir gururu vardir. Nefis de hileleri ve tuzaklariyla bunu beklemektedir. Nice büyük âlimler zâhirî ilimlerine aldanarak bu gizli tehlikeleri görmemisler, birçoklari yikilip gitmislerdir. Henüz ilim tahsili çaginda olanlar ise bu tuzaklardan mürsidsiz nasil geçebileceklerdir?
 
 “ Allah, diledigini dogru yola ulastirir. “ ( Bakara / 213 )
 
 Ârif seyh Abdülganî Nablûsî, “ Miftâhu’l-Maiyye ” kitabinda söyle der: “ Bir kimsenin Allah’a giden yolda, seyhini Allah’in kapilarindan bir kapi, bâbu’llah olarak görmesi müridligin ilk mertebesidir.”
 
 Seyh Muhammed el-Bekrî, Peygamberimizin hakîkat-i Muhammediyye’si hakkindaki beytinde der ki: “ Sen Allah’in kapisisin ya Rasûlallah! Kim o kapiya varir ise sensiz huzura giremez! “
 
 Mürid, Seyhinden kendisine her geleni Allah’ dan bilmelidir. Gelen hayir ise Allah’in lütfü, ser gibi görünürse Allah’in imtihanidir. Müridligin ve seyr u sülûkun temeli budur.
 Yine mürid seyhini, Allah’in isim ve sifatlarinin mazhari olarak görüp, Allah’in emirlerini yerine getirmek, yasaklarindan sakinmak suretiyle kendini her zaman seyhini yaninda bilerek edeb ve ahlakini güzellestirmesi lazimdir. Bu da ikinci derecedir.
 
 Üçüncü derecede ise, mürid seyhini görmeyip, diledigini dogru yola erdiren, diledigini saptiran olarak ancak Allah’i görmesidir. Bu mertebe, mertebelerin en yüksegi olup Siddiyk-i ekber Ebû Bekir radiyallahu anh’in mertebesi ve makamidir. Her an Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile beraber olarak dinin hakikatlerini ondan ögrenen Ebû Bekir Siddiyk radiyallahu anh, Rasûllullah’in kim oldugunu anlamis olmasi sayesinde, Hazret-i Peygamber’ in vefatiyla müslümanlarin arasina fitne düsünce demistir ki: “Kim Muhammed’e tapiyor idiyse bilsin ki Muhammed vefat etmistir. Kim de Allah’ a tapiyorsa bilsin ki Allah Hayy’dir ve ölmez!”
 
 Bu konuda Mevlânâ, mürsidi Sems-i Tebrîzi hakkinda: “Mürsidim Hakk’in kapisidir. Çünkü Hakk’a onunla vâsil oldum” der.
 
 Aslolan sudur ki, seyhin suretinin, nefsinin ve aklinin ötesinde zâhir olan, kendisinden baska hiçbir ilâh bulunmayan Allah’ dir. Bütün varligiyla seyh, Allah’ in eserlerinden bir eserdir. Onun kendiliginden bir tesir kudreti, bir fiil veya hareket meydana getirmesi mümkün degildir. Ancak Allah’in dilemesiyle ve basariya erdirmesiyle bir is yapabilir.
 Eger bir seyhin talebesi, herhangi bir makamda onunla beraber bir mertebede bulunamiyorsa Allah’in müridi olmak makamlarinin disinda kalmis olur.
 
 1.Mürid, irâde sahibi, isteyen demektir. Müridin gerçekte muradi ve matlubu Allah’tir. Mürsid, müridi muradina götüren zâttir.
 
 Mürid, seyhini muradi ve matlubu olarak görürse -Allah korusun- sirke düser. Gerçekte murad ancak Allah’tir. Mürsid, bu yolda müride yol gösterir.
 
 Âyet-i kerimede bu husus açikça söyle bildirilmistir:
 
 Âshabini Allah’a götüren bir mürsid bulunan Rasûllah’a hitaben Cenab-i Hakk:
 
 “Sabah aksam rablerinin rizâsini isteyenlerle beraber nefsini sabrettir ve gözlerini onlardan ayirma.”buyurmaktadir. ( Kehf Sûresi / 28 ).
 
 Burada lafziyla müridin muradinin ancak Allah,lafziyla da mürsidin makam ve vazifesinin, muratlari olan Mevlâ olan bu müridlere rehberlik oldugu beyan edilmistir.
 
 Hazret-i Ebû Bekir de bunun için: “ Insanlari iki sinif gördüm: Bir kismi dünyanin müridi, bir kismi ukbânin. Yani bir kismi dünyayi istiyor, bir kismi ahireti. Ben ise ikisini terk edip Mevlâ’nin müridi oldum” demis ve Resullallah’ dan ayrilmamistir. ( Mütercem’in notu )
 
 
 Böyle bir mürid, Allah’in müridi degil, seyhinin suretinin müridi olmus olur. Bu durumda onun seyhi seytan olmustur. Müsâhedelerinde Allah’i görmekten , fiilerinde mutlak fâilin Allah oldugu görmekten gâfil kalmistir. Hadiseleri Allah’dan degil seyhinden bilir. Seyhini Allah’a perde yapar.
 
 Artik böyle biri mürid, Allah nazarinda söyle bir müriddir: Allah’in kapisindan kopmus, mürsidini Allah yolunda rehber kabul etmeyip Allah’in sifat ve tecellîlerine onu perde yaptigi için Allah’ dan uzaklasmistir. Bu durumda muradi Allah degil mâsivadir. Yani Allah’ dan baskalaridir. Bu mürid, seyhinin dis görünüsüyle mesgul oldugu için Allah’in zikrinden uzak yasar. Allah da zikrinden uzak kalan bu salike onu saptiracak bir seytan musallat eder. O salik onu seyhi olarak görür. Her yerde onun arkadasi olur ve onu basiretinden yakalayarak dâlaletten dalâlate sürükler. Halbuki o mürid onu dogru yolun rehberi zanneder.
 
 Bilmelidir ki, talebelerini Allah’ a vâsil eden, sülûklerinde onlara rehberlik eden mürsidler pek çok, fakat “mürid” çok azdir.
 
 Çünkü bütün fiiler Allah’in ef’ âli, O’ nun tasarruflari olmasi sebebiyle apaçiktir. Kâmil seyh bunlari göstermek suretiyle Allah’a irsad eder. Fakat mürsidin de Allah’in eserlerinden, O’ nun tecellîlerinden oldugunu gören ve irâdesinde sâdik bulunan kaç mürid vardir?
 
 Seyh, Allah’ in tecellîlerindendir. Her fiil, Allah’in fiilerindendir, tasarruflardandir. Bu yönden bakildigi zaman insan ve sair mahlûkat mâsivâdir. Yani Allah’ dan baska seylerdir.
 Bunun için Seyh-i Ekber Muyhiddin ibni Arabî, “Rûhu’l-kuds” kitabinda der ki:
 “Âhiret yolunda kendilerinden istifade ettigim mürsidlerimin içinde Fas sehrinde gördügüm Kâbe oluguna benzer bir oluk da vardir. Onu görünce, ibadetini ve halini müsâhedeye daldim. Belki bu sebeble ecir kazanirim diye ümitlendim. Ondan istifade etmege çalistim.
 
 Ikinci olarak vücudumun uzayip giden gölgesinden, bunun sebebini müsebbibiyle beraber düsünerek iki kat ibâdet zevki duydum.
 
 Üçüncü olarak hayvanlari müsâhede ettim ve onlardan istifade etmege çalistim. Çünkü onlarin ibadetleri son derece dikkate sayandir. Sâhin, kedi, köpek, pars ve benzeri hayvanlarin ibadetleri o kadar hayret ve ibret vericidir ki, onlarin yaptiklari derecede ve sekilde ibadet etmege güç yetiremedim. Güç yetirebildigim son mertebe, onlar gibi sadece birkaç vakit ibâdet edebilmek oldu. Fakat onlar her an ve hiç bir sekte vermeden Allah’ a ibadet ediyorlar. Kendimizi onlardan üstün görme halimiz beni azarladi.
 Onlar kendi ibâdetlerinin durumuna göre benim noksanligimi gördükleri için hepsi de beni reddettiler. Nice defalar birçoklari benim ibâdetlerimdeki noksanligima öfkelenerek üzerime saldirdilar. Onlarin bu hallerini, Allah’ in dininde gayrette bulunma halleri perdeliyor. Üzerime saldirmalarinin sebebi onlarin bu hallerini bilmeyip eza vermemdi. Allah ile olan muâmelelerimdeki münasebetsizliklerimden ve günahlarimdan dolayi beni kinadilar. Ibadetlerimin pek çogu bu sebebe zâyi olup gitti. Onun için bu hususta onlari mazur görüp Allah’ a ihlasla ibadet ettikleri için onlara teslim oldum.
 
 Çünkü Ebû Bekir Siddiyk radiyallahu anh hilafete geçince:
 
 “ Ben, Allah’a ve Rasûlüne itaat ettigim müddetçe bana itaat edin. Ben Allah’a ve Rasûlüne itaatta kusur edersem bana itaat etmekle mükellef degilsiniz” buyurdu.”
 
 Muhyiddin Ibni Arabî, yukarida naklettigimiz sözünün devaminda diyor ki :
 
 “ Bak nasil Ebû Bekir gibi bir zât kusur etmemek için titriyor ve kendini kusurdan münezzey saymiyor! “
 
 Bunun için bil ki, Cenâb-i Hakk’i arayan, her seyi kendi mürsidi bilir. Yeryüzündeki her seyden dersini almaya çalisir. Her an uyanik bulunur. Eger bu sadakatini ve uyanikligini mûhafaza ederse bu hali onu Allah’a vâsil eder. Kim de Cenâb-i Hakk’i ararken sâdik olmazsa Allah’a vâsil olmaz. Bin mürsid-i kâmil bir araya gelseler bile bu adami Allah’a vâsil edemezler. Çünkü sadâkati yoktur. Görmüyor musun ki, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem mürsidlerin en kâmili oldugu halde bir kisim insanlar ona sadâkatla baglandilar ve Allah’ a vâsil oldular.
 
 Bir kismi sadakat göstermediler münafik oldular. Bir kismi da O’ ndan yüz çevirdikleri için helak oldular. Halbuki hepsine yapilan irsad ayni sözlerle ve ayni hareketlerle yapilmistir. Fakat Allah diledigini dogru yola kavusturur.
 
 “Hadîka”’da der ki: “ Bütün bu tarikatlar Allah’a götürmesi bakimindan ele alinirsa birbirlerine müsâvîdir. Yani hepsi aynidir. Fakat hangisinin daha kolay ve kisa yoldan Allah’a vâsil etmesi yönünde ele alinirsa en yakin ve en kolay yol Naksbendî mürsidlerinin gösterdikleri yoldur. Çünkü bu yolun temeli tasarruf ve cezbedir.
 
 Rasûlullah’in hakîki vârisi olan mürsid, müridi böyle terbiye eder. Tasarruf ve cezbe bu yolun baslangicidir.”
 
 Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’ in su hadîs-i serifi bunun esasidir:
 
 “Allah Teâla benim sadrima neyi koymussa, ben de aynen Ebû Bekir’in sadrina aktardim.”
 
 Hazret-i Ebu Bekir Siddiyk, bu yolu Rasûlullah’ a baglayan halkadir. Bastan basa seref olan mubarek yol, Rasûlullah’ in sünnetine sarilmak, bid’ atlardan sakinmak, azîmetlerle amel, bütün kötülüklerden uzaklasmak, güzel ahlâk ve fazîletlerle süslenmek üzere bina edilmistir.
 
 Hakkin, hakikatin ve dinin yüceligini, yüksek seciyye ve fezailiyle gösteren Muhammed el-Üveysî el-Buhârî Sâh-i Naksbend hazretlerinin, “yolumuzdan yüz çeviren dinen büyük bir tehlike içindedir” sözünün manasi budur. Çünkü bu yol, Rasûlullah’in ve Ebû Bekir’in yoludur. Bu yoldan yüz çevirenin ise tehlike içinde oldugu meydandir.
 
 Bahâuddin Naksbend yine diyor ki: “ Bâyezid Bistâmî’nin yolunun sonu, benim yolumun basi degilse marifetullah Bahâeddin’ in kalbine haram olsun.”
 
 Hâce Ubeydullah Ahrar der ki: “ Selef-i sâlihin itikadini yanlis anlayis bazilarini bu sözü inkara götürdü. Halbuki söyledigimiz, dinimizin akaid esaslarindan hiçbirine zid düsmez. Çünkü Râsulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz: Ümmetim yagmur gibidir. Basi mi daha hayirlidir, sonu mu bilinmez.” buyurmuslardir.
 
 Yine bu yolun özelliklerinden birisi, en kisa yol olmasidir. Âdâbina riayet edenin menzil-i maksuduna ulasacaginda süphe yoktur. Hazret-i Sâh Naksbend: “Yolumuz en kisa yoldur” buyurmuslardir.
 
 Yine buyurmuslardir ki: “ Allah’ dan, beni kendisine vâsil edecek bir yol istedim, istedigimi verdi.”
 
 “Resahat’ da Ubeydullah Ahrar’ dan söyle nakledilir: “ Bu yol, öyle bir yol iken nasil olur da sâliki Allah’ a vâsil etmez ? Nasil olur da sonu basinda dürülü olmaz ? Fakat bu yola girip de istikamet üzre bulunmayan ve istifâde etmek için gayret göstermeyen, nasibini aramayan kimse her zaman mahrum kalacaktir. Gören bir göz olmadiktan sonra günesin günahi ne, sâlik noksan bir adamin eline düstü ise tarikatin günahi nedir ?”
 
 Bu yolun özelliklerinden biri de, baslangicinda bir tad alinmasina, türlü nâliliyetler olmasina ragmen, sonunda lezzetin yok olup mahrumiyettin gelmesidir. Halbuki diger tarikatlarda baslangiçta lezzet ve tad yoktur son menzillerde vardir. Ayni sekilde bu tarîkin basinda kurbiyyet ve müsâhede vardir. Sonunda uzaklik ve mahrumiyet vardir.
 Burasi, tariklarin ayrilis noktasidir. Bu târikin büyüklügü de burada gizlidir. Çünkü kurbiyyet, müsâhede, lezzet ve bazi nâiliyetlerin sonu onlardan ayrilmaktir, mahrumiyettir. Daha önce aldigi lezzeti yitirmek, kurbiyyetin sonuna varliginin delilidir.
 
 Bunu anlayan anlar. Bu sirri da bu kadarcik açiklamak yetisir. Insana kendi nefsinden daha yakin kimse yoktur. Kurb, suhud, lezzet, nâiliyet, insanin kendine nisbetle yok sayilir. Fakat insan kendinden baskasina göre ölçülürse bunlar mevcuddur. Ârife bir isaret yeter. Çok söze lüzum yoktur.
 
 Bu tarikatin büyükleri, hal ve nâiliyyetleri seriatin hükümlerine bagli kalmislardir. Zevkler, kabiliyetler, hünerler ve marifetler dînî ilimlere bagli oldugu ölçüde makbuldür. Büyükler, kiymetli cevherleri çocuklar gibi geçici hallere, basit nâiliyyetlere degismezler. Sufiyyenin bazilarinin girdigi dar ve çikmaz sokaklarla, küçük islerle gurura kapilmazlar. Basit isler sebebiyle fitneye düsmezler. Ser’ an haram kilinmis seyleri ve sünnet-i seniyyeye muhalif amelleri irtikab etmekten asil olan halleri de istemezler, bunlari hiçbir suratle kabul etmezler.
 
 Bu sebeble, Naksbendî büyükleri, sêma ve raksa müsaade etmezler. Cehrî zikre önem vermezler. Halleri devamli olarak Allah ile beraber olmaktir. Vakitleri her an zâti tecellî ile doludur. Baskalarina simsek çakmasi gibi göz açip kapanincaya kadar olan tecellî, onlar için her an devam eder. Yine Naksbendi büyükleri gaybet halinden huzur haline itibar etmezler. Onlarin içinde bulunduklari dâimi huzur hali gelip geçici tecellîlerden çok daha üstün ve hayirlidir.
 
 Ubeydullah Ahrar Efendimiz buyurmuslardir ki: “ Bu yüce silsilenin büyükleri cehrî ve zâhirî seylere çok önem vermemislerdir. Onlarin her an bulunduklari huzur hali en büyük haldir.”
 
 
 Hadîka kitabinda nakolunduguna göre bazi büyükler derler ki: Sâlikler iki kisimdir:
 1. Sâlik, 2. Meczub
 
 Sâlik, önce ilâhî tecellilerî müsâhede eder, sonra onlarin delâletiyle esmâyi anlar. Esmâ-i ilâhhiyye ile sifât-i ilâhiyeye, sifât-i ilâhiye ile de Zât-i Bârî’ye vâsil olur. Ekserî sâliklerin durumu budur. Kitab ve sünnette pek çok hitablar bunlaradir. Mesela: “ Göklerin ve yerin yaratilisinda, gece ile gündüzün birbiri ardinca gelmesinde ince zekâ sahipleri için muhakkak birçok ayetler vardir. “ ayeti bunlara hitâb eder.
 
 Meczub ise, Zati evvelâ müsâhede eder. Istidad ve liyâkatine göre kendine bazi esrar açilir, sonra sifât-i ilahiyyeyi müsâhede eder, sonra esmâ-i ilahiyyeye gelir. Daha sonra âsâr-i ilâhiye ile mesguliyete dalar.
 
 Sâlikin baslayisi, meczubun baslayisinin tam aksidir. Sâlikin son vardigi yere meczub daha yolun basinda iken varmistir
 .
 Sâlikin hali, esyâyi Allah’a vâsil olmak için müsâhede etmek, meczubun hâli ise esyayi Allah ile beraber müsâhede etmektir.
 
 Meczubun seyr u sülûkü mahv u fena ile, Sâlikin seyr u sülûkü de sahv u beka ile son bulur.
 
 Bunlar bir noktada karsilasirlar. Çünkü birisi asagidan yukariya, digeri yukaridan asagiya gitmektir.
 
 Meczublarin seyr u sülûkü mahv u fenâ ile son buldugu için onlar mürsid olamazlar. Bir kimsenin mürsid olabilmesi için sülûk edip, Hakk’a vasil olup fenâ fillâh makamindan sonra beka-billah makamina ermesi lazimdir ki bu hal peygamberlerin ve onlarin hakîkî varisleri olan kâmil ve mükemmil mürsidlerin makamidir. Sahv u beka makami, mahv u fenâdan üstündür.
 
 Naksbendî büyüklerinin halleri de evvela sülûk, sonra cezbe-i ilahiye ile Hakk’a vuslat, sonra bu usul üzre insanlari Hakk’a götürmege çalismaktir.
 
 Naksbendi büyüklerinin su sözünü ancak düsünce ve idrak sahipleri anlayabilir: “Bizim yolumuz daire gibidir. Sonu basina dürülüdür. Digerlerinin yolu mustatildir. Yani uzayip giden bir yoldur. Sonu, basindan görünmez.”
 
 Allâme seyh Ibni Hacer el-Heytemi “el-Feteva” sinin hatimesinde söyle der: “ Tarîkat-i aliyye-i Naksbendiyye, yüksek bir tarikat olup lüzumsuz seylerden arindirilmis tertemiz bir yoldur. Câhil sûfilerin bulanik sözlerinden tamamen uzaktir ve baskadir. Artik bu kadarini anlamalisin, çok söze lüzum yoktur.”
 
 
 
 Allâme seyh Aliyyü’l-Kaarî der ki: “ Bir kimse dünya maîsetini temin için çarsiya giderken kelime-i tevhîdi söylese, yani ‘Allah’ dan baska hiçbir ilah yoktur. Ancak O vardir.
 Seriki yoktur. Mülk O’nundur. Hamd O’na mahsustur. Dirilten ve öldüren O’dur. O, Hayy u lâ-yemutdur. Yani daima diridir ve hiçbir zaman ölmez. Hayir ancak O’nun elindedir. O, her seye kadirdir.’ derse Allah ona binlerce hasene yazar, binlerce günahini magfiret eder, derecesini binlerce defa yüceltir ve onu bütün tehlikelerden muhafaza eder.” Bu hadîsin sehrinde diyor ki:
 
 “ Burada ecrin bu kadar fazla verilip bunca günahin magfiret edilmesine sebep, bu zikirleri bilhassa çarsiya giderken söylemesindendir. Çünkü çarsi-pazar gaflet yerleridir.
 
 Böyle bir yerde Allah’i unutmayip zikreden kimse gaziler içinde mücâhid gibidir. Naksbendî büyükleri bu hadîs-i serifi kendilerine delil tutup söyle buyururlar: “Kalabalik içinde kendini yalniz ve Allah ile beraber bilip bir müddet insanlardan uzlet etmek gerekir. Sûfi, insanlara zâhiren beraber oldugu halde kalben onlardan uzak, insanlar içinde fakat yalniz, Allah’a yakin ve O’ nunla beraber, kalbiyle Ars’ da, kalibiyla fersde yani dünyadadir.
 
 
 Rasûlullah sallallahu ve sellem’in hallerini ve haberlerini ancak O’nun hadîs’i seriflerini devamli takib edenler bilirler. Rasûlullah’ in neyi nerde söyledigini bilenler, O’ nun buyurduklarini daha dogru anlarlar. Bunu anlayanlar suna kesin olarak inanmislardir ki: Bu yol, Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in bizzat kendi ümmeti için hazirladigi yolun ta kendisidir. Ashâb-i kiram ve ehl-i sünnet bu yolda yürümüsler, bu yoldan sapanlar da bid’atlara düsmüslerdir.
 
 Seyh Muhammed Murad el Özbekî “ Risâle”sinin basinda der ki:
 
 Allah’in mahlûkati yaratmasindaki sir ve en büyük gaye; Islâm’in, Îmânin ve ihsânin kemâliyle, hakîkate ermektir. Bu hakka’l yakin mertebesidir. Bu da, hakikat ehli bir mürsid-i kâmilin huzurunda in’ikâs yoluyla bütün varligini Allah’a kulluga vakfetmekte gerçeklesir. Eger mürsid-i kâmille beraber bulunamiyorsa, onunla beraber bulunanlara sevgi besleyip sohbetlerine devam etmekle gerçeklesir. Bu güzellikler, mürsid-i kamilin mücellâ kalb aynasindan onunla beraber olanlara böyle geçer. Sâlik in’ikas yoluyla yetisir ve mürsidin rengine boyanir. Bastanbasa bütün sûfîler bu yolla yetismislerdir.
 
 
 Özellikle bu noktaya dikkat edilmesini isteriz: Mürsidin terbiyesinden ona en fazla sadakat gösteren en fazla istifade eder. Bu da, salîkin, Allah’in zâtina olan muhabbetinin cezbesi kadardir. Bu yolun sonu, basinda dürülüdür. Naksbendi büyüklerinin yolu bugüne kadar böyle gelmistir. Onlar hakikate ermek için sünnet-i seniyyeyi azîmetle yasarlar. Bid’adleri tamamen, ruhsatlari güçleri yettigince terk ederler ve kendilerini dâima huzurda bilirler. Kalblerine feyzin aksetmesi için kendilerini bu yola vakfederler.
 
 Onlar, Rasûl’i Ekrem’in sünnetine sartinca ittiba eder ve onun rengine boyanmak için bütün varliklarini verirler. Gözlerini gönüllerini her seyden çekerek bütün varliklariyla bu yola koyulurlar. Neticede mürsidlerinin halleri onlarda tecelli eder, zevkine ererler, yolun tadini alirlar.
 
 Allah’in bu kopmaz ipine simsiki sarilanlara ne mutlu!
 
 Naksbendî tarîkati, ashâb-i kirâmin yolu olup Rasûllullah’in koydugu esas üzerinedir. Naksbendiyye büyükleri bunun üzerine ne bir sey ilâve etmisler, ne bir sey eksiltmislerdir. Rasûlullah’in sünnetlerini aynen muhâfaza edip Allah’a vuslat yoluna koyulmuslardir.
 
 Vuslat, Rasûlullah’in sünnetine azimetle baglanarak her halinde bid-atlardan ve kudreti yettigince ruhsatlardan sakinarak zâhiren ve bâtinen kullugunu devam ettirmekte gerçeklesir. Âdetlerinde, ibâdetlerinde ve muâmelelerinde her zaman kendini Allah’in huzurunda bilerek devamli olarak sünnete tâbi olanlar buna nâil olurlar. In’ikâs ve insibag tarîki budur. Yani feyzin kalbden kalbe aksederek ve müridin mürsidinin rengine boyanarak yetismesinin yolu budur.
 
 Bagliligin saglam olmasi sarttir. Bunun temeli muhabbettir. Insanin kendi içinde devam ettirdigi bu mûcadele ve mücâhede onu kemâle erdirecektir. Bu yola girdikten sonra, feyz alma konusunda ihtiyarlar ve çocuklar, dirilirler ve ölüler müsâvidir. Yani gösterilen âdâba riayet eden hiçbir kimse feyzinden mahrum kalmaz. Bu yolun sonu basinda, basi sonunda dürülüdür. Yeter ki sâlik, zâtî mahabbetin cezbesine tutulmus olsun. Hazret-i Siddiyk-i Ekber radiyallahu anh’in efdaliyyeti bundandir.
 
 Bu yolun iki temeli vardir. Kime bu iki sey verilmisse ona her sey verilmistir:
 
 Birincisi: Rasûl-i Ekrem’in sünnet-i seniyyesine tam sarilmak,
 
 Ikincisi: Mürsid-i kamile muhabbet etmektir.
 
 Bunlar zorla elde edilmez. Zorla elde edilebilecegini iddia etmek dogru degildir. Rasûlullah’in sünnetine tâbi olmakla mürsid-i kâmile muhabbet beslemek bir Allah vergisidir. Bunlari kullarindan dilediklerine verir.
 
 Bu sartlara riâyet edilerek yapilacak sohbet, feyz almak ve mürsidin rengine boyanmak için kâfîdir.
 
 Imam Rabbânî kuddise sirruh, sünnet-i seniyyeye tâbi olmaya tesvik hususunda ve bu sünnetlerin sahibi Rasûl-i Ekrem’e salât ü selâm getirme konusunda söyle buyurur:
 
 “ Naksbendi büyükleri, sünnet-i seniyyeye saglamca yapistilar. Azîmetle amel etmeyi tercih ettiler. Sünnete sarilmak ve azîmetle amel etmekte gösterdikleri ciddiyet neticesinde kendilerine bazi hal ve kerâmetler geldi. Onlar bunun için bir nimet oldugunu bildiler fakat maksad ve gaye olarak görmediler. Hatta bunlarla mesgul olmayi kusur saydilar. Vâkia Hindistan’da brahmanlar, hiristiyan papazlari ve filozoflari bazi riyazatlara dikkat ederek sûrî tecellîlerden, misalî mükâsefattan ve tevhid ilimlerinden bazilarina nâil olabilirler. Fakat bunun neticesinde onlarin eline geçen sey fesad ve azginlikdan baska bir sey degildir. Ayrica bunlarin Allah tarafindan da bir nasibleri yoktur. Bu sûrî tecellîler ile Allah’dan uzaklasirlar ve hakdan mahrumiyetleri artar.”
 
 
 Ey kardesim! Bu mübarek yolun büyüklerinin terbiyesine irâdesini teslim etmis bir hak yolcusu olarak bu yola girdi isen muhakkak surette onlara tâbi olacak ve emirlerine karsi gelmekten sakinacaksin!
 
 Bu seni, onlarin kemâlâti ile kemâle ermege hazirlayacak, onlarin halleriyle müserref kilacak ve seâdete erdirecektir.
 Bunun için, önce ehl-i sünnet ve’l cemaat itikadina göre itikadini düzeltmelisin.
 Sonra, dinin hükümlerini, yani farz, vacip, sünnet, mendub, halâl, haram, mekruh ve süpheli seyleri kisaca fikhini, ilmihalini ögrenmelisin.
 Ondan sonra sûfiyye yoluna girmelisin.
 
 Bu zâhirî ve Batinî vazifelerini yerine getirmezsen âlem-i Kuds’e kanad açman mümkün degildir. Bunlari ehillerinden saglamca ögrenip yola girmedigin takdirde helâk olacagini aklina koymalisin. Akaidini ve fikhini ögrenip amel ederken bunlari hallere ermek, kesf ü kerâmet sahibi olmak için degil Allah emrettigi için yapacaksin. Sâyed sana Allah’ in bir ikrami olarak böyle haller gelirse çok dikkatli olup onlarla mesgul olmayacaksin ve kendini kaptirmayacaksin.
 
 
 “Hadîka”da der ki:
 
 “ Tarîkat-i aliye büyüktür. Çok dikkatli olmak gerekir. Çünkü sünnet-i seniyye temeli üzerine binâ edilmistir. Din büyükleri tarafindan reddolunmus bid’atlarin bu yolda yeri yoktur.
 
 Ey baktigi seylere ibret nazariyla bakan kimse! Bu fakirin bu hususda israr edip sözü o kadar uzatmasini çok görme. Çünkü bu letâfetli yol, esi bulunmaz bir cevherdir. Onun kiymetini ancak tadan ve Kur’an’la sünnete simsiki bagli olanlar bilirler.
 
 Bilindigi gibi, peygamberlerden sonra bu ümmetin en üstünü Hazret-i Ebû Bekir radiyallahu anh’dir. Bu yolun temeli, sünnet-i seniyyeye tam baglanmak, kesfi sahih Naksbendi büyüklerinin tavsiyelerine kulak vermek apaçik hakikatlara dikkat etmektir. Bu yolun sonu basindan görünür.
 
 Sonunun ise sonu yoktur.
 
 Hazret-i Bahâeddin Naksbend kuddise sirruh buyurmustur ki:
 
 “ Azim sahipleri azimleri ölçüsünde azimetle amel ederler. Yüksek seciyeli insanlara da ilâhi ikramlar ona göre gelir.”
 
 Bu yol, yollarin aslidir. Siddikligin esrari ve hakikatlerinin madenidir. Bu tarikata giren âlimler de, girmeyen âlimler de bu yolun istikamet ve itidal yolu oldugunu itiraf etmege mecbur olmuslardir. Bu yolda, raks ve semâ’in yeri olmadigi gibi, câhil sofularin uydurduklari bid’atlerin de yeri yoktur. Çünkü bu yolun temeli de, süsü de sünnet-i seniyyedir. Sâlikler mürsidlerinin irsâdina kulak vererek dinin hakikatlerini ögrenirler ve ögrendikleri seyi ihlâsla yaparlar. Allah’a vusulün yolu da budur.
 
 Bu yol en yakin yoldur. Bu yol en saglam yoldur. Gecesi bile gündüzlü gibi aydinlik ve açik yoldur. Soguk-tatli su gibi berrak yoldur. Her türlü münkirin inkârindan, saptirmasindan korunmus tertemiz yoldur.
 
 Ne kadar söz söylesek, bu nurlu yolun yüksek özelliklerini saymakla bitiremeyiz. Allah Teâlâ bize, cennet ehline içirecegi kapla içirsin. Bu ilimlerin sirlarini ögretmekle bizleri mükerrem kilsin. Haddini bilip büyük söylemeyenleri ve hakki bilip ona tâbi olanlari rahmeti içine alsin.
 
 Allah dünyada bizi Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin ve onun yolunda gidenlerin izinden ayirmasin. Âhirette onlarin livâlari atinda hasretsin. Âmin, yâ-râbbe’l-âlemîn…