"Mü'minin hayırlısı,

mü'minin kalbine sürur verendir."

18 Mayıs 1990

 

 

Cenab-ı Hakk :

"Biz velilerimizi yeşil kubbemizin altında gizledik." buyuruyor.

Hevâyı hûya tebdil ettik

Kötüleri iyi görüyor. Bütün kelamları güzel işitiyor.  Çirkin kelamları güzel işitiyor. İnsan öyle bir hale geldiği zaman aletlerin seslerini, çalgıların seslerini, meyhanenin seslerini zikir gibi duyar. Başka bir şey duymaz. Çünkü bunda tecelli eden binbir esmanın nuru zikir gibi duyulur. Aslında bütün bu sesler cisimden çıkıyor. Onlarda da cisim var.

Mevlevi tarîkatında olanların musikisi öyle mi oluyormuş? Tabii. Zikir sesi duyulur. Her kademesinde oluyor mu? Her kademesinde olmaz. Emirle olduğu için. Çalışa çalışa. İleri kademesinde. Say ede ede. Terakki edince o seviyeye geliyor. O safhaya geliyor.

Salih Baba divanında ne buyuruyor:

Daireyiz hem kudûmüz cismimiz neydir bizim

Daire diye hatmeyi temsil ediyor. Hatmeye oturduğumuz zaman bizim cismimiz neydir. Azalarımız Mevlevilerin zikir aletleri gibidir.

Daireyiz hem kudûmüz cismimiz neydir bizim

Aşk u sevdadır gıdamız bağrımız meydir bizim

Virdimiz İsm-i celâl'dir kalbimiz "Hay"dır bizim

Zikrimiz ihva-durur esrar-ı Kur'ân bizdedir

Nakşibendiler daireyi çevirip de hatmeye oturdukları zaman onların azaları zikir aleti olur. Daha neye, kudüme hacet kalmaz. Niçin? Bizim bütün gıdamız da aşk, sevdadır. Bu Allah aşkı, Resulullah aşkı, meşayih aşkı. Zikirimiz de lafza-i Celâldir. Allah zikri yapa yapa kalbimiz dirilir. Bütün azalarındaki damarlar kalbe bağlı. İnsanların kalbi dirilince kalbindeki hareket azalara aksediyor. Azalar zikir yapıyor. Bütün azalar zikir yapıyor.

Ney Mevlevilerin zikir aleti. Kudüm de Safavilerin veya Kadirilerin zikir aleti. Haktır. İnkar edilmez de yalnız bid'at karışmıştır. Alındığı gibi değil. Mevlevî tarîkatını Mevlana Celaleddin Rumi kendisi kurmuş. Gerçi Şems gelmiş onu irşad etmiş ama, tarîkatı kendisi kurmuş. Fakat o sema yaptığı zaman, ihvanlar da beraber dönüyormuş. O sırada yerden havalanıyormuş. Semaya yükseliyormuş. Bu şöhret olmasın diye emretmiş. Demiş ki :

- "Benim ayaklarımın yerden kesildiğini gördüğümüz zaman, bir tabak alın vurun. Ses çıkarsın ki şuğul olsun. Ben kendimi toparlayayım. Semaya yükselmeyeyim". Emir vermiş. Böyle yapmışlar. Fakat ondan sonra onu tebdil etmişler. Değiştirmişler. Daha başka ilâveler yapmışlar. Onun vermiş olduğu emir gibi kalsaydı, def girmeyecekti. Ama Nakşibendi tarîkatında, Peygamber Efendimizin Sıddık-ı Ekber Efendimize vermiş olduğu zikir talimi hiç değişmemiş. Zamanımıza kadar böyle gelmiş. Büyüklerimiz zikiri anlatırken ne diyorlar? Ağzınızı yumun, dişinizi dişinizin üzerine koyun. Dilinizi üst damağa yapıştırın. Kalbinizle Allah, Allah zikri yapın. Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Kerimde nasıl buyuruyor? Beni gizli, kalbinizden zikredin buyuruyor. Bu böyle. Peygamber Efendimiz, Sıddık-ı Ekber Efendimize de aynen böyle tarif ediyor mağarada :

- "Ya yar-i garım Ebu Bekir ! Ağzını yum. Dişini dişinin üzerine koy. Dilini üst damağına yapıştır. Sessiz zikir yap. Kalbine Lâ ilahe illallah dedirt."

İşte Nakşî tarîkatınde bu zikir değişmemiş. Ama diğer tarîkatlarda değişmiştir. Nakşînin diğer kollarında da bazıları cehrî zikir yapıyorlarmış. Nakşi demek hafî demek gizli demek. Azîzan Hazretleri büyüklerimizden. Cehrî ile hafîyi birleştirmiş. O da emirle olabilir. Emirsiz olmaz.

Mevlânâ'dan önce onların silsilesi nereden geliyor? Mevlânâ kendisi kurdu. Şemsi Tebrizi onu irşad etmiş. Ona yetki vermiş. Yetkiyi alınca o da tarîkat kurmuş. Meselâ Nakşibendi Efendimiz de Emir Külal Hazretlerinden emir almıştır. Tarîkatta zahir önemlidir. Zahir şeriattır. Bir delil lâzım. Nakşibendi Efendimizi Emir Külâl'den müsaade alması hüccet olmuş ona. Şems'in Mevlana'ya izin vermesi bir hüccet olmuş ona.

Şems'in kendisi hangi tarîkattanmış? Bilinmiyor. Cehri mi, hafi mi? Bilinmiyor. Hangi tarîkattan olursa olsun. Mevlânâ tarîkat kurmuş. Mevlevi tarîkatını kurmuş. Seyyid Ahmet Rufai Efendi, Rufai tarîkatını kurmuş.

Nakşibendi Efendimizin ismi Muhammed idi. Niçin Nakşi ismi verildi? Tarîkatına ve kendisine niçin Nakşibendi denilmiş?

Bunda harikuladelikler var. Görülmüş de onun için verilmiş, bu emir ona. Emir Külal Hazretlerine hizmet görüyor. Hizmetinde hiç eksiklik bırakmıyor. Bedenî ve malî hizmetini görüyor. Bedeni ile tekkede çalışıyor. Sadık bir şekilde çalışıyor. Emir Külal Hazretleri Evlad-ı Resulullah.

Emir'in annesi diyor ki:

- "Emir benim karnımda iken şüpheli birşey yediğim zaman o karnımda beni rahatsız ederdi. Ondan sonra anladım ki bu sıradan bir insan değil. Büyük bir insan olacak".

Sonra genç iken güreş maydanında yine kerametini göstermiş. Nakşibendi Efendimiz, Emir Külal Hazretlerinin elinden tutup ders almamış. Her zaman onun sohbetine gidiyor. Sohbetini dinliyor. Hizmetini görüyor. Tekkenin iç işlerini dış işlerini görüyor. Sohbetlerini dinliyor. Zikir yapılacağı zaman kaçıp gidiyor.

Emir Külal Hazretleri ona emir vermeseydi, tarîkatı kuramazdı. Zahirde bir hücceti, bir delili olacak. O zamanın meşayihi ve uleması, yine de itiraz etmişler. Kurmuş olduğu zikir usulüne itiraz etmişler:

-"Şeyhimiz Emir Külal Hazretleri bunu böyle yaptırmıyordu. Nereden alıyorsun böyle" demişler.

Tarîkat reislerine Peygamber Efendimiz emrediyor. "Zikri şöyle yap"  diyor. Ama Nakşibendi Efendimiz doğmadan önce onun büyük bir âlim olacağını tasavvuf alimleri haber vermişler.

Muhammed Baba varmış. Emir Külal Hazretleri onun müridi. Emir Hazretlerini Muhammed Baba güreş meydanına çekmiş getirmiş. O da güreşçi. Herkes çok görüyor, uygun bulmuyor güreş yapmasını. Çünkü Fatıma evlatlarından geliyormuş. Bir tanesi vurgulamış. "Neden bid'at işliyor" demiş. "Ne lüzumu var" demiş. Güreşi seyrederken o anda gaflet gelmiş. Uyur uyanıklık arasında bir hâl oluyor. Kendisi çamura batmış. Sıçradıkça batıyor. Sıçradıkça batıyor. Güreşteki Emir Külâl Hazretleri geliyor. Elinden tutup, çamurdan çıkarıyor. O anda gözünü açıyor. Açıyor ki Emir yakınına gelmiş onun yüzüne bakıyor ve diyor ki :

- "Fatıma evlatlarının gücünü bu yönde de kullanıyorlar ki, çamura düşenleri kurtarsınlar."

Peygamber Efendimiz de güreş tutmuş. Ebu Cehil ile güreş tuttu. İbni Mesud ufak tefek biriymiş. Bir deve çobanının oğlu. Müslüman olmuş. Ebu Cehil güçlü kuvvetli. Buna kızıyor. Kulaklarını koparıp eline vermiş. O da ağlayarak Peygamber Efendimize gelmiş. Herkes üzülüp ağlarken Peygamber Efendimiz gülmüş. Hikmetini açıklamış.

Demiş ki:

- "Ya İbni Mesud üzülme. O senin kulağını koparttı. Ama sen onun başını keseceksin. Hem de yakın zamanda başını keseceksin."

Bedir muharebesinde Ebu Cehil düşmüş inliyor. İbni Mesud buna rastlıyor.

- "Ya Eba Cehil, nedir senin bu iniltin ?"

Bakıyor ki İbni Mesud:

- "Ya İbni Mesud, ölmem bir şey değil. Ama senin gibilerin elinden ölmem bana ar geliyor. Senin baban benim deve çobanımdı" diyor.

İbni Mesud :

- "Sen yine mi konuşuyorsun?"diyor. Kesmeye başlıyor.

Ebu Cehil :

- "Boğazımdan kesme. Ensemden kes ve bir ricam var. Beni boynumdan kaldır. Bu Ömer İbni Zişan Vaht yolunda ölmüş gitmiş. Bunu da bildir" diyor.

- "O benim bileceğim iş" diyor ve İbni Mesud başı kesiyor. Kesiyor ama götüremiyor. Gücü yetmiyor. Yuvarlaya yuvarlaya götürüyor. Diyor ki :

- "Ya Resulallah işte Ebu Cehil'in başı." Baş yuvarlanmış şeklini kaybetmiş, tanınmıyor.

Peygamber Efendimiz diyor ki :

- "Ben oğlan iken güreştim, arkası yaralandı. O yaranın izi vardır muhakkak. Cesedini göreyim de iz varsa odur. Her nebinin bir firavunu vardır. Benim firavunum da Ebu Cehildi."

Peygamber Efendimiz geliyor. Cesede bakıyor. Çocukken güreştikleri yerde taş varmış. Taşla arkası yarılmışmış. Orada yara izini görünce:

- "Tamam, bu Ebu Cehil" diyor.

Ebu Cehil'in ismi Ömer Bin Haddam. İki Ömer vardı. Gavur oğlu Ömer. Hattab'ın oğlu Ömer. Peygamber Efendimiz, şöyle dua etti :

- "Bu iki Ömer'in biri ile dini yücelt."

Hattab'ın oğlu Ömer'e nasip etti Cenab-ı Hakk. Fakat ikisi de güçlüler. Kuvvetliler. Ama Ebu Cehil zenginlikte daha güçlü. Ülkenin en zengini o imiş. Ondan sonra Sıddık-ı Ekber Efendimiz. Babası Zişa, Ebu Cehil'e diyor ki :

- "Oğlum bunlara, gençlere, sen yedir, giydir. Bunlara kendini ağa olarak tanıt. Büyüdükleri zaman sana hizmet etsinler hizmetinden çıkmasınlar."

O zaman Mekke'de kim güçlü, kuvvetli ise o bey oluyormuş. İlim, tahsil vesaire yok. Böylece Ebu Cehil gençlere yediriyor, içiriyor. Onlara kendisini o kadar sevdiyor ki 366 tane genç tâbi oluyor ona. "Yat" derse yatıyorlar. "Kalk" derse kalkıyorlarmış. Bir gün Peygamber Efendimiz'e diyor ki :

- "Ya Muhammed senin elbiselerin eskimiş, sen de gel, benim oğlanlarıma karış, sana elbise alayım." diyor.

Peygamber Efendimiz gitmedi.

- "Senin zenginliğin var, ama nesepte ben senden üstünüm. Ben sana tâbi olamam. Senin elbiseni de istemiyorum." dedi. Ebu Cehil ona :

- "Sen akıldanesin. Benden üstün isen niye sana tâbi olan yok."

Peygamber Efendimiz:

- "Beni sevenler varsa gelsinler yanıma." dedi.

Bu söz üzerine ilk defa Sıddık Efendimiz ayrıldı. Peygamberimizin yanına gitti. Ona bakarak 40 kişi daha ayrıldı. Peygamber Efendimizin yanına geldiler. Peygamber Efendimizin kabilesi geniş. Benî Haşim kabilesinden geldiler. Peygamber Efendimizin taraftarları artınca Ebu Cehil bunlara haset etti. Gitti hurma getirdi. Bu 360 oğlana dağıttı. Yetmedi. Hurmayı saçtılar. Bu sefer de kimisi aldı, kimisi alamadı. Sonrada dedi ki :

- "Ben bana tabi olanlara hurma getirdim, yedirdim. Sen de sana tabi olanlara getir, yedir."

Peygamber Efendimiz yıllardır hurma vermeyen kurumuş bir hurma ağacının dibine gitti.

- "Ya Rabbi bana bu ağaçtan hurma ver. Ben de dağıtayım. Onlara karşı mahçup olmayayım." diye yalvardı.

Ellerini sürünce (bu konuda rivayetler var. Mucize hurması diye bir hurma. Kilosu 70 riyalden satılıyor.) Cenab-ı Hakk o kuru ağacı yeşertmiş. Ağaçtan taze hurmalar oluşmuş. Hurma mevsimi olmadığı halde o hurmaları toplamış. Sıddık Efendimize demiş ki :

- "Sen benim vezirimsin. Al bu hurmaları dağıt."

O da almış. Onları sıraya geçirmiş. Saçmadan güzelce bunları taksim etmiş, öbür tarafın karşısında. Onlar hurmayı saçmıştı, birbirlerini çığnemişti. Alan oldu, alamayan oldu. Sıddık-ı Ekber Efendimiz güzelce dağıtınca buna daha çok hasetleniyor kafir:

- "Muhammed'e uyan çocukları döveceksiniz" diyor.

Diğerleri hemen hücum ediyor. Bunlar 40 tane. Onlar ise 320 kişi. Peygamber Efendimize uyan çocuklar çok dayak yemişler.

İşte Peygamber Efendimizin eline o zaman mübarek bir hurma dalı geçiyor. Peşine sarıpta o çocukları nasıl çelmişse 320 tane oğlanı evlere sokturuyor. Hep kaçıyorlar. Evlere giriyorlar. Bunu görünce Mekke halkında bir şaşırma oluyor. Gencinde kocasında. Bu ne kuvvet! Bu ne azamet!

Ebu Cehil bu durumu görünce:

- "Niçin şaşırıyorsunuz. Gelsin güreşelim." diyor.

O zaman Ebu Cehil'e itibar eden çok. Diğer tarafta Benî Haşim kavimlerinden, Peygamber Efendimizin amcaları :

- "Ya Muhammed böyle bir teklif var. Ne dersin ?"

- "Bizi mahçup eder misin?" diye soruyorlar.

O da :

- "İnşaallah mahcup etmem amca." diyor.

Bunlar şimdi güreşe karar veriyorlar. Ama öyle rastgele değil. Gün tayin ediyorlar. Şart koşuyorlar. Şartları da şu. Hangi taraf yenilirse Mekke halkının tümüne ziyafet verecek. Mekke halkı buna seviniyorlar. Kararlaştıkları gün geliyor. Ebu Cehil soyunmuş. Güreş elbiselerini giyinmiş. Peygamber Efendimiz normal elbisesi ile geliyor. Hiç değiştirmiyor. Amcaları diyorlar ki :

- "Oğlum bak, Ebu Cehil giyinmiş hazırlanmış. Eğer korkuyorsan vazgeçelim."

Peygamber Efendimiz :

- "Hayır korkmuyorum. Ben böyle gideceğim." diyor.

Ebu Cehil soruyor :

-  "Sen güreşmeye gelmedin mi ? Eğer korkuyorsan güreşmeyelim."

- "Hayır korkmuyorum. Yalnız ben senin dediğin gibi güreşmeyeceğim." diyor.

Beline bir kemer bağlıyor.

- "Sen de bağla." diyor.

- "Evvela sen benim kemerimden tut. Sen beni ileri, geri, sağa, sola yerimden kaydırırsan, sen beni basmış olacaksın. Ben de senin kemerinden tutacağım. Seni yerinden kaydırıp yere vurursam ben seni basmış olacağım." diyor.

Bu karar da aralarında fark var.

Herkes şaşırıyor. Ebu Cehil Peygamber Efendimizin kemerinden tutuyor. Sanki orada kurşunlanmış gibi. Bir türlü kımıldatamıyor. Zorluyor, zorluyor... Kuvveti kesiliyor.

- "Otur! Bir saat dinlen." diyor Peygamber Efendimiz.

Bir daha zorluyor. Yine:

- "Bir saat daha dinlen" diyor. Sonra burnundan kan geliyor Ebu Cehil'in. Peygamber Efendimizi yerinden oynatamıyor. Sıra Peygamber Efendimize gelince babası ve tarafları kılıçla yürüyorlar. Peygamber Efendimize tutturmak istemiyorlar. Hamza hemen kılıcının çekip yürüyor.

- "Ölme olacaksa hepinizden önce ben öleceğim. Durun burası er meydanı, güreş meydanı. Benim yeğenim onun hırkasını bir tutsun. Kılıç mı vuracağız yoksa sulh mu olacağız."

Hz. Hamza'dan çok yılmışlar, çok korkmuşlar. Hepsi geri duruyorlarmış.

- "Ya Muhammed tut. Sen de tut hasmından" diyor.

Peygamber Efendimiz, onu tutunca kaldırıyor. Başını çeviriyor, çeviriyor. Arkasını yere vuruyor. Bu kafirin ondan sonra küfürü artıyor. Peygamber Efendimize karşı düşmanlığı artıyor.