"HAK'la oturanı ara, onunla otur"

18 Mayıs 1990

(Hanımlara)

 

Allah hayırlı mübarek günler geçirmek kısmet etsin. Allah hayırlı ibadetler nasip etsin. Cemiyeti, Hak hayırlı mübarek etsin.

Bir kimsenin kalbindeki muhabbetten cezbe olur. Muhabbet kalbine sığmıyor, taşıyor. O kalbi büyütmek lâzım. Taşırmamak lazım ki büyüsün... Taşırırsa büyümez. Geç büyür. Ağır ağır büyür. Eğer muhabbetini muhafaza ederse bir insan kalbi selim büyür. Büyüyünce muhabbeti daha çoğalır.

Her marızın derdine göre verirler şerbeti

...

Bir kimseye kim yâr ola tevfik-i hidâyet

İrfan ile derya oluben kalbi coşar da

Gönlünde tulû' eyler anun aşk u muhabbet

Görün nice mahbûb-u Hudâ var bu beşerde

Sevdim seni seydâ-yı cihân hayır ve şerde

...

Âşık olanın ciğeri yanar da pişer de

Bu kelâm çok anlamlı. Allah bu kelâmı anlamak yaşamak nasip etsin. Diyor ki: Bir kula Cenâb-ı Hakk'ın hidayeti olursa,  onun kalbinde zatının sevgisini, velilerin sevgisini, habibinin sevgisini doğdurur. Doğunca onun kalbi çoşar, taşar. Nasıl ki güneş doğması ile dünyanın karanlığı gidiyorsa, insanların kalbinde de Allah aşkı, Resulullah aşkı, meşâyih aşkı tecelli ederse, onun da kalbini nurlandırır, aydınlatır.

Görün nice mahbub-u Hudâ var bu beşerde

Mahbub-u Hudâ: Allah'ın güzelleri manasına. Hudâ: Allah.

Allah'ın güzelleri var. Bu beşeriyetteki insanların içerisinde. Kim bu güzeller? Allah aşkı ile yananlar. Allah aşkı ile kavrulanlar. Allah sevgisi ile kalbini doldurmuş. Kalbinden her şeyi atmış. Çıkarmış. İşte güzeller bunlar.

Sevdim seni seydây-ı cihân hayır ve şerde

Seyday-ı cihan: Ne kadar Allah aşkına ulaşanlar varsa, ne kadar tarîkat varsa  onlardaki talipler, müridler tasavvuf ehli olanlar. Bunların hepsinin meşâyihleri.

Cihan: Dünya, bu alem demek.

Seyda: Bu alemde seçkin insan. Seydanın manası seyyid.

Seyyidse insanların ulusudur. İnsanların kıymetlisi oluyor.

Demek ki mürit, ne gelirse Râbıtasından bilecek. Bir mürit şer işleyemez. Şer işlerse eğer zaten tarîkattan çıkar. Çünkü neden? Tarîkat şeriatın takva yönüdür. Şeriatta mekruh olan bir şey tarîkatta haram oluyor. Onun için :

İnceden incedir olunmaz hisap

ve yahutta;

Her bir kimse ehl-i irfân olamaz

Kırk yerden yarılmış kıl olmayınca

...

El çek masivadan bırak bu cahı

Masiva: Dünya.

Dünyayı seven dünyaya uyan, karanlığa girmiş. Kuyuya girmiş. Dünya sevgilerini gönlünden çıkar at. Dünya sevgisini çıkarmazsan sen karanlıktasın.

El çek mâsivâdan bırak bu câhı

Râz-ı derûnunda eylegil ahı

Cânân illerinin açılmaz râhı

Varıp bir kâmile kul olmayınca

Râz-ı derûnundan ah eyle. Niye eylemeyelim. Hz. Ademin evlatları değil miyiz? Hz. Adem babamız. Ne kadar ah etti! 200 sene ağladı. Niye ağladı? Çok yüksekten, çok aydınlık, çok sefalı bir yerden zemine indi.

Zemine indi me'vadan nice yıllar döküp kan yaş

Yalınız ağlayan Âdem değil Havva'da yangın var

Me'va: Yüksek yer. Zemin: Aşağı yer.

Hz. Adem'de yangın varsa, ağlamışsa, Havva anamız da ağlamış. Çünkü o da cennetten atıldı. O da kusur işledi. Esas kusura sebebiyeti o verdi. Hz. Adem Babamıza buğdayı o yedirdi.

Cânân illerinin açılmaz râhı

Canandan mana Hz. Allah'tır. Ruhların hepsi ondan geldi. Yine ona gidecekler ya.

Ama: Bir kamile kul olmayınca, canan illerinin yolu açılmaz.

Herkesin meşâyihi kendisinin mürşididir. Meşâyihlere "PİR" denilmiş. "Hz. Pir", "Pirlerimiz" diye isim verilmiş.

Pir-i Sami gibi sahib-irşâdı

Pirler irşad sahipleri. Onlar insanı şâd ederler. Sana bir daire mi verip sevindirecek? Hayır. Sana bir araba mı alıp sevindirecek? Hayır. Ve yahutta başka bir şey mi alacak? Hayır, hayır... Senin kalbini açacak. O zaman sevineceksin.

Kalbin açılmazsa sen şâd olamazsın. Çünkü insanların bütün meşakkatlerini kim duyuyor? Kalp duyuyor. Sefâyı, zevki hep insanların kalbi duyar. Fakat bu maddiyette böyle. Maneviyatta kalbi açılırsa bir insanın, ne ile açılır kalbi? Evliyaullahın himmeti ile. İşte o kalbi açınca hiç bir mekana sığmayan Allah o kalbe sığıyor. O kalbe Allah girince daha o kalbe hiçbir şey giremez ki. Senin vücudunu parça parça etse dahi acısını duymazsın. Bu acıyı kalp duyuyor. Kalbi sahibine teslim ettinse hiç bir şey girmez. Bunlar haktır. Hakikattır.

Pir-i Sâmi gibi sâhib- irşâdı

Bulup kapısında kılak feryadı

Hiç birimiz bulamazık necâtı

Bizim delîlimiz  Ol olmayınca

Necattan mana ateşten kurtulmak. Azaptan kurtulmaktır. Hiçbirimiz kurtaramayız. Bizim delilimiz O olunca amenna O kurtarır.

Kırk yerden yarılıp kıl olmayınca

Kıl kırk yerden yarılır mı? Yarılır. Bu nedir? Tasavvuftur. Takvalıktır. Kim tasavvuf ehli ise takva olacak. Takva olmazsa tarîkatı anlamış, yaşamış olamaz. Tarîkatta terakki etmiş değildir. Şeriatın fetva yönü var, takva yönü var.

Fetva yönü kolaylaştırıyor. Fakat takva ise, bir kılın üzerinden geçeceksin. Mümkün mü o kılın üzerinden geçilsin?

Bir de vardır ki bir büyük nehir üzerinde geniş bir köprü var. Oradan herkes geçer. Bir de var ki kıl gibi ince bir köprü, onun üzerinden geçebilir mi insan ? İşte tarîkat böyle.

Mesela sol elinle bir şey yemen mekruhtur. Şeriata göre mekruh. Ama tarîkata göre haram oluyor.

Mesela sen helal lokman var yiyorsun. Bunu Allah'ı unutarak yersen mekruh olur şeriata göre. Tarîkata geçince haram olur. Tarîkatta riyazet haktır. Ama riyazet ikidir:

1. Nefsini, gıda vermeyip aç koymak.

2. Nefsini râbıtanın karşısında eritmek. Terbiye etmektir. Mürit yediğini içtiğini râbıta ile yiyorsa ruhuna yediriyor onu. Çünkü râbıta sahibinin ruhu mürşididir.

Efendim sultanım ruh-u  revânım

İnsanlarda ruhun üç makamı var.

1. Ruh-u revânî makamı,

2. Ruh-u sultânî makamı,

3. Ruh-u nurânî  makamı.

Öyle ise ruhu revânî makamı tarîkatta birinci makamdır. Yani meşâyihe tamamen gönlünü vermişse, sevmiş, inanmış, ona hizmet etmiş sevilmişse râbıta sahibidir. Râbıta sahibi şudur ki, hiç unutmaz. Her işinde, her anında hayali gözünde. Nereye giderse sanki karşısındaymış gibidir. İşte bu böyle. Yerken kime yediriyor? Ruhuna yediriyor. Daha da doğrusu mürşidine yediriyor. Mürşidinden gafil yerse kendi nefsine yedirmiş olur.

Hz. Âdem babamız cennetten atılınca zemine indi. Onunla beraber kim indi? Havva anamız indi. Başka kim indi? Şeytan indi. Sonra yılan, bir de tavus kuşu indi. Şeytan cennette yaşamıyordu. Ama onları kandırdı indirtti. Âdem, Havva, yılan ve tavus kuşu. Bu dördü cennette yaşıyormuş. Tavus kuşu çok güzelmiş. Yılan da Hz. Âdem babamızla, Havva anamıza hizmet ediyormuş. Onlara nasihat ediyormuş. Çok âlimmiş. Cennette iken yılanın dört ayağı varmış. Deve suretinde imiş. Fakat o da Allah'a isyan etti. İblisi o soktu cennete. Allah'ın gadabına uğradı. Allah onun ayaklarını yok etti. Ona sürünmeyi bir azap olarak verdi. İşte Âdem babamız ve Havva anamız cennetten atıldıkları zaman tam 200 sene (rivayete göre 300 sene diyenler de oluyor) ağladılar. Günahlarını Allah affetti. Birbirleri ile buluştular. Hac zamanı Arefe günü Arafat dağında buluşmuşlardır. Günahları orada bağışlandı. Ama Adem babamız 200 sene ağladı, sızladı. Sade günahı değil, üç şey onu ağlatıyordu :

1. Noksanlık işledi cennetten atıldı.

2. Cennet çok zevkli bir yerdi. Allah'ın cemâlini cennette müşahade etmişti.

Cemâlini görüyordu. Ondan çok haz duyuyordu. Allah ile konuşuyordu. Cennetten atılınca ondan uzaklaştı. Onunla görüşemiyor da, buluşamıyor da.

3. Çok yüksek, aydınlık bir yerden bir karanlığa indi. Onun için işte 200 sene ağladı.

O cennette kalsaydı biz hep cennette olurduk. Kâfir müslüman olmazdı. Kâfir olmasaydı, cehennem olmazdı zaten. Hepimizi cennette halk ederdi. Bunlar Allah'ın hikmetleri. Hikmetlerden sual edilmez.

İnanan inanmayan bu dünyada ayıklanıyor. Çünkü cennete imansız girilemiyor. Oraya amelsiz girilemiyor. Demek ki orada olsa insanlar, hep imanlı amelli olacaklar.  Öyle ise bu dünyaya insanlar kâfirmü'min seçilmesi için gelmişler. Adem babamızın dünyaya inmesindeki tek sebep de budur.

Hz. Adem 200 seneden sonra cennette bir yazı hatırladı. Bu yazı:

"La ilahe illallah, Muhammedün Resulullah."

Bunu cennetin en yüksek yerlerinde görmüştü. Ama bu yazıyı unutmuştu. 200 seneden sonra aklına geldi. Gördüğü yazıyı hayal etti:

 "Yarabbi ben cennette iken gördüm ki bu isimle senin ismin birlikte yazılı idi. Anladım ki sana bundan daha kıymetli isim olamaz."

İşte o zaman Cenâb-ı Hakk affediyor. Tabii günahları bağışlanıyor. Âdem babamıza Cenâb-ı Hakk suhuf indiriyor. Suhuf semavî kitap. İşte onun ameli, ticareti... Öyle ibadet yapacaksın, şöyle kazanacaksın diye emrediyor. İblis de dünyaya indi. Cenâb-ı Hakk'tan mühlet istedi.

- "Ya Rabbi, Ben Hz. Adem'in yüzünden bu felâkete uğradım. Senin gadabına uğradım. Beni dergâhından uzaklaştırdın. Beni kulluktan reddettin. Benim bir dileğim vardır senden."

- "Nedir senin dileğin?"

- "Bana kıyamete kadar ömür ver. Bana fırsat ver. Yetki ver. Âdem'den ve Âdem'in evlatlarından intikamımı alayım. Onların yüzünden ben kovuldum."

Verdi Cenâb-ı Hakk o yetkiyi ona.

Hz. Âdem babamız bunu görünce çok mahsun oldu. O da Allah'a sığındı.

- "Ya Rabbi cennet gibi emniyetli mülkünde ben kendimi bundan kurtaramadım. Geldi orda beni kandırdı. Cennetten attırdı. Sana isyan ettirdi. Buna bu yetkiyi verdinse, benim evlatlarım nasıl bundan kurtulacak?"

O zaman Cenâb-ı Hakk ne buyuruyor:

- Tevhidim ile kurtulasın. Resulümdür Muhammed Hak bilesin. Sen ve senin evlatların "Lâilahe illallah Muhammedün Resulullah" derlerse iblisten kurtulurlar. O onlara birşey yapamaz."

 İnsanların şeytana karşı en büyük silahı bu. Şeytan bunu duyunca kaçıyor. Ama bir şeytanımız var ki yüz bin defa "Lâ ilahe illallah" desek kaçıramayız. Nefs-i emmaremiz. Nefsimiz. Bunu neyle kaçıracağız? Bunu ancak bir evliyaullahın yumruğunun altına vermek lazım. O onu terbiye etsin. Ondan ancak böyle kurtulabiliriz.

Kur'an-ı Kerim'de bildiriliyor: İskender Zülkarneyn Hazretleri Çin seddini bağlamış. Çekmiş. Herkesin Yecüc Mecüc'ü vardır.

Bunlar nefsin sıfatları. Nefsin aveneleri.

Pirim İskender olup Yecüc seddim bağladı

Görmedim böyle cihangir Sami-i Mevlâ gibi

Demek Evliyaullah ne yapıyor? Ama bu ruha muhafazadır. Zâhirde birşey yoktur. Cesedimiz zâhirde. Bize bir emir var. O emiri tutarsak, ona teslim olursak eğer, ne oluyor? Ruhumuzu muhafaza ediyor. Dört büyük düşmandan muhafaza ediyor bizi. Meşâyih yapıyor bunu.

Pirim İskender olup Yecüc seddim bağladı

Görmedim böyle cihangir Sami-i Mevlâ gibi

Bir de buyuruyor ki :

Nefsim bana râm ol düşme teşvişe

Hep fasittir bu kurduğun endişe

Sürüsün yedirmez kurt ile kuşa

Pir-i Sâmi gibi sultanımız var

Hz. Âdem babamız da Cenâb-ı Hakk'tan böyle dilekte bulununca Cenâb-ı Hakk buyurdu ki :

- "Sen ve senin evlatların, Ben ve Habibimin ismini anarsanız, şeytan size bir şey yapamaz."

Hz. Âdem'e suhuf indi. Bu da cennetten geldi. Orada nasıl ekeceğini, nasıl dikeceğini, yemesini, ibadetini bildirdi Cenâb-ı Hakk. Bunun üzerine şeytan :

- "Yarabbi ben ne yiyeceğim?"

Cenâb-ı Hakk buyurdu :

- "Ya mel'un! Senin yediğin de, Benim ve Habibimin ismini anmadan yiyenlerin de yediği senin olsun."

Demek ki bir insan gâfil yiyorsa şeytana yediriyor. Nefsi emmaresine yediriyor. Eğer râbıtayla yiyorsa, tefekkürle yiyorsa, huzurla yiyorsa onu nefis yiyemez? Nefis gıda alamaz. Nefsin gıdası zulmettir. Ruhun gıdası nurdur. Demek ki râbıta ile yenilip içilirse bu nimetin zulmetini gideriyor. Nurunu bırakıyor. Nuru ise ruh alıyor.

Hak olan riyazet tarîkatları var. Ne buyurmuş Peygamber Efendimiz:

- "Az yiyin, az uyuyun, az konuşun" buyuruyor.

Ama bizde bu yoktur. Fakat bize de buyurulmuş ki:

"24 saat içerisinde 8 saat çalışın, 8 saat ibadetinizi yapın, 8 saat de istirahatinizi yapın"

Bir de buyurulmuş ki:

"Midenizin boşluğunu üçe bölün. Bir payını yemekle doldurun. Bir payını su ile doldurun. Bir payınını da hava yeri olarak bırakın."

Bize emir böyle. Ama her insanın midesi aynı olmaz ki... Bir payını su ile doldurun. Bir payını da hava yeri olarak bırakın. Bize emir öyle. İşte bu da hadistir. Hiç birinin boşluğunu diğerine geçirmemek lazım.

Öyleyse şu unutulmamalı: Her şeyi râbıtayla yemeliyiz. Eğer bir insan sol eli ile bir şey yer içerse bu insan gâfil. Sol eli ile bir şey yemek içmek yasaktır. Şeriatın fetva yönü bu oluyor. Takva yönüne geçince haram oluyor. Niçin haram oluyor? Gafletinden dolayı.

Bizim tarîkatımız râbıta tarîkatıdır.

1. Tarîk-i şeriat.

2. Tarîk-i hatme.

3. Tarîk-i sohbet.

4. Tarîk-i râbıta.

Ne demek oluyor? Yani şeriatımızda hiçbir eksiklik olmayacak. Bakın hak olan zikirler var. Cehri zikirler de yapıyorlar. Bu bizde yasak.

Biz de şu vardır. Eğer mürşidimiz varsa, o mahrem değildir. Ama ondan başkası mahremdir. Meşâyih bir müridin babasıdır. Nasıl zâhirde babası mahrem değilse, tarîkatta da babası mahrem değildir. Onun için meşâyihinizden ve kendi mahreminizden başka bütün erkekler yasaktır. Ama başka tarîkatlarda beraber zikir yapabiliyorlar, bir arada yemek yiyebiliyorlar. Fakat dikkat edelim. Bir insan nefisini öldürmüş, şehvet kalmamış, karşısındakine anne, bacı, kardeş gözü ile bakıyor. Böyle bakan gözlere olmaz yasak. Fakat bu bizde yine yasak. Niçin ? Sen öylesin ama öteki seni öyle bilmez ki. Fitneye yer bırakmayacağız. Bizim tarîkatımız şeriat tarîkatıdır. Şeriatta asla ve asla eksiklik bırakmayacağız.

Muhabbetü'l-mevlâ, Muhâlefetü'l-hevâ var.

Bazı tarîkatlar muhabbetü'l-mevlâ'da başlar, muhâlefetü'l-hevâ'da biter. Bazıları da muhâlefetü'l-hevâ'da başlar, muhabbetü'l-mevlâ'da biter. Sair tarîkatlar tamamen nefsin arzularını terk etmedikten sonra, meşru değil. Nefsi arınmış değil. Onda muhabbetullah tecelli etmiyor. Nefsini arındırmışsa bir insan, büyük olana anne nazarı ile bakar. Yaş emsali ise kardeş nazarı ile bakar. Küçük ise evlat nazarı ile bakar.

Onun için :

Her neye bakarsan Hak gözüyle bak

Böyle bakan gözlere olmaz yasak

Muhâlefetü'l-heva ile başlayanlar böyledir. Bir de muhabbetü'l-mevlâ'dan başlıyor ki, O'na bir aşk veriliyor. O aşk arzusundan bütün muhâlif hallerini terkediyor. Ta ki terk edinceye kadar, bu muhabbeti muhafaza etmesi gerek. Tamam muhabbetini muhafaza etti. Bütün muhalif hallerini de terketti. Yine de zâhir şeriata göre yasak olan bir şeyleri yapmayacak. Halbuki sana göre yasak değil. Ama karşıdaki senin kalbini bilir mi? Gerçi sende şehvet kalmamış. Sen gördüğünü kardeş nazarı ile görüyorsun. Baba nazarı ile görüyorsun. Yasak olur mu? Olmaz. Diğer tarîkatlar da nefisi ölmeden bir arada bulunuyorlarsa günah işliyorlar. Günah-ı kebair işliyorlar. Zaten bizde, öyle olsak da olmasak da, müsaade etmiyorlar.

Molla Abdurrahman daha evvelce riyazet tarîkatında hizmet görmüş. Yıllar boyu her istediğini yememiş. Nefsinin her istediğini almamış, vermemiş. Çok az yemiş. Etlisini, tatlısını yememiş. Riyazet yapmış yani. Neticede Gavs-ı Azam Seyyid Sıbgatullah Arvasi Hazretlerini bulmuş. Buna yeniden ikinci meşâyih olarak sarılmış. Evvelki tarîkatının meşâyihini bırakmış. Yenisine öyle bir şekilde sarılmış ki, O'nu ilk gördüğünde gönlü akmış. Daha ayrılmak istememiş. Kış mevsiminde. O yörede de çok kış oluyormuş. Gece gündüz muhabbeti gelince çıkıp geliyormuş. Şeyh Efendisini görmek için. Veya akşam geldiği zaman bakıyormuş ki sohbet bitmiş. Hatme dağılmış. Tekkenin kapısının önünde bekliyormuş. Huzur yapıyormuş. Kar yağıyormuş, karın altında kalıyormuş. Kar onun üzerini kapatıyormuş. Sabahleyin tekkenin dervişleri karları temizleyerek yol açmak isterlermiş. Seyyid Sıbgatullahi Arvasi onları ikaz edermiş:

-"Aman dikkat edin. Şu kar tümseğinin altında Molla Abdurrahman var. Onu incitmeyesiniz" dermiş.

Meşâyih için tebliğ sünnettir. Gavs ile beraber 40 gün tebliğ de gezmiş. Kim Peygamberimizin varisi ise tebliği yapar.

Biz kendimizi meşâyih olarak görmeyelim. Fakat bize bir emir vermişler. Biz emir kuluyuz. Meselâ bu akşam burada çok izdiham vardı. Herkes bunalmıştı. Bütün insanlar ayakta idi. Bir abdest için ayrıldım buradan. Sonra meyva getirdiler yemedim. Dedim ki Ramazan beye:

- "Bu cemaat bu kadar sıkıntı içerisinde. Ben bu meyvayı nasıl yiyeyim?"

Çünkü vicdan azabı duydum. Bana gerek Hacı Hanım, gerekse başkaları işte şöyle yoruluyorsun, böyle yoruluyorsun diyorlar. Ben aldırış etmiyorum. Çünkü bu vazife bize verilmişse bundan iki türlü korkumuz var. Birincisi vazifemizde noksanlık yaparsak, Allah korusun bize büyüklerimiz kahır yaparlar. İkincisi de vebal var. Ben gitmesem. Bir yerde otursam. Maddî durumu müsait olanlar gelir. Sıhhati mani olmayanlar. Bir de zamanı müsait olanlar gelir. Biz gelemiyenlerin vebalinden korkuyoruz. Ders alacak ihtiyar bir kişi gelebilir mi? Gelemez. Onun için tebliğ vardır. Gezmemizin sebebi budur. Ve de sünnettir.

İşte Gavs Sıbgatullah Hazretleri de 40 gün doğuda dolaşıyor. Molla Abdurrahman da yanında. Her köyde bir gün kalmışlar. Doğuda büryan denilen bir yemek vardır. Kuzuyu keserler, gövdesini parçalamadan bir kuyu vardır. Orada ateşi yakarlar. Küpün etrafını sıvıyorlar. Hiç hava almadan orada o pişiyor. Altında pilav yapıyorlar. Çok lezzetli bir yemek oluyor. Buna büryan derler. İşte her gittikleri köyde büryan yapmışlar. Getirmişler. Piri Tagi Hazretleri müritleri ile beraber yiyorlar.

O sırada:

-"Gel Abdurrahman, yemeğin yumuşak ve lezzetli yerlerinden ye Abdurrahman, ye Abdurrahman. Sen yıllar boyu hiç et yemedin. Sen ye bu etleri" diyor.

40 günden son teveccüh yaparken Abdurrahman Taği'ye de el vurmuş. Sırtına vurunca kalp gözleri açılmış. O zaman elini dizlerine vurmuş. Hayıflanmış:

 -"Eyvah. Boşuna yıllardır açlık çektim. Boşuna susuzluk çektim. Boşunaymış. 40 gündür Gavs ile beraber geziyorum. 40 gündür Gavs bana kuzu döşünü yediriyor. Bir saklamda beni maksadıma ulaştırdı."

Demek ki ifademiz şu: Bizde riyazet yok. "Yiyin, için israf etmeyin." Yalnız midenizin haklarına tecavüz etmeyin. Midenizin boşluğunu üçte birini  yemekle dolduracaksınız. Gâfil yemeyeceksiniz. İşte biz böyle yapıyorsak riyazet yapıyoruz. Nefsimize yedirmiyoruz. Niçin?

Efendim sultanım ruh-u revânım

Yani râbıtaya teslim olmuşuz.

Cenâb-ı Hakk râbıtada öyle bir ihsan halk etmiş ki, hayalî râbıtayı yapa yapa nakşe geçiyor insanlar. Hayâlî nedir? Suyu almış içiyor râbıtası ile. Yiyor râbıtası ile. Geziyor râbıtası ile. Her bir işini gördüğü zaman râbıtası ile. Bunu böyle yapa yapa nakşe geçiyor.

Nakşe geçince ne oluyor? Kendisi oluyor râbıtası. Bakıyor ki kendisi yapmıyor. Râbıtası yapıyor. O zaman ruh-u revân makamına ulaşıyor bir mürit. O zaman fenafişşeyh oluyor. Ancak ne ile olur? Meşâyihini çok sevecek. Nefsinden çok sevecek. Meşâyihini büyük görecek. Meşâyihi ne kadar uzaklarda olursa olsun. Onu uzaklarda değil yakında görecek. "Beni görüyor. Her sözümü işitiyor. Her hareketimi görüyor" diye düşünecek. Ne kadar uzakda olursa olsun.

Saadettin Kaşgarî Hazretleri Nakşi Halifelerinden. O'nun bir müridi  çok ırak yerden gelmiş. Ondan ders almış. Şimdiki gibi değil ki otobüslerlerle, uçaklarla, gitsinler.

Demiş ki :

- "Şeyh Efendimi çok sevdim. Çok mübarek. Ben gideceğim. Bir daha şeyh efendimi göremem. Başıma bir hal gelirse ben ona hâlimi arz edemem. O benden nasıl haberdâr olur?" diye gönlüne gelmiş. Lisana getirmemiş.

O zaman ne buyuruyor şeyh efendisi :

- "Ne tereddüt ediyorsun. Benim şimdi bir müridim var. Çok uzakta. Kendisi Kaşgar da, dükkanında tezgahının başında. Ben şimdi onu kendisinden daha iyi görüyorum" diyor. İşte o anda o tereddüt çıkmış o müritten.

Gala eski Erzincan'dadır. Pîr-i Sâmi Hazretlerinin müritlerinden Molla Bilal isminde bir hoca varmış. Âlim. O da askermiş orada. Üç tane asker varmış. Birisi Ahmet, birisi Mahmut, birisi de Muhammed. Hikmete bakınız. Ahmet, Muhammed, Mahmut isimleri ile seçkin olan bunlar demişler ki :

-"Erzincan, Erzincan derler ama, böyle bir büyüklerden kimseleri göremedik" demişler. O sırada bu demiş ki :

-"Siz subaylarınızdan, komutanlarınızdan izin alın. Ben sizi bir yere götüreyim bu akşam."

İzin almışlar. Pîr-i Sâmi Hazretlerinin sohbetine götürmüş bunları. Sohbeti dinleyince tabii bunların gönüllerine bir sevgi doğmuş. Çok sevmişler. Demişler ki çok mübarek adam. Ama biz burdan ders alırsak bir daha birbirimizi göremeyiz. Biz taa Zile'deyiz. Mübarek Ercincan'da. İki tanesinin gönlüne böyle gelmiş. Bir tanesinin gönlüne hiç gelmiyor. Piri Sami Hazretleri sohbet esnasında şöyle buyurmuş, demiş ki :

-"Bir meşâyihin dört tane müridi olsa. Birisi şarkta, birisi garpta, birisi şimalde diğeri de cenupta olsa. Dördü de aynı saatta aynı dakikada can veriyor olsalar. Şeytan Aleyhillâne bunların imanlarına musallat olsa, o anda o dördünü de o şeytanının elinden kurtaramayan o şeyhin başına topraklar insin. Nerde kaldı ki, Ahmet, Muhammed." O zaman ayıkmışlar. İkisi de ders almışlar. Mahmut ders almamış.

Bizim büyüğümüz sohbetinde buyurdu ki :

-"Bizim meşâyihlerimizin bir milyon müridi olsa. Bir milyonu da arz üzerine serpilmiş olsa, Vallahi de billâhi de hepsinden haberdâr olur." Hepsinden haberdârdır. Hepsini görüp gözetmektedir. Bu böyle ama kime bu? Görene, bilene. Yani inanana ve teslim olana.

Sermaye bu yolda heman

Teslim ol şeyhine inan

Sıdk ile Allah'a dayan

Gör olmaz mı ihsân sana

Sen bir yerde isen her yerdesin. Bir meşâyih Allah'ın varlığına ulaşamazsa zaten meşâyih olamaz. Allah'ın birliğine ulaştı ise onun görüşü Allah ile, bilişi Allah ile. Cenâb-ı Hakk kudsî hadisinde buyuruyor :

"Veli kulumun gören gözü bizim gözümüz. O veli kulumun işiten kulağı bizim kulağımız. O veli kulumun konuşan dili bizim dilimiz. O veli kulumun uzanan eli bizim elimiz."

Ancak inanmak lâzım. Şeyh efendilerimiz böyle imiş. İtimat ediniz. Bizim şeyh efendimizin zamanında, Erzincan'da. Erzincan'ın etrafı dağlık, ortasında düz ovalar uzanıyor. Çok güzel bir tabii güzelliği var. Yumurta şeklinde düz bir arazi uzanıyor. Ortasında Fırat nehri akıyor. Uyumuyorum, ayık da değilim. Hâl içerisindeyim. O Fırat nehri baharda coşar. Geçmek mümkün değil. İnsan geçit yerlerini bilmezse geçemez. O nehir daha da büyümüş. Fakat çok çirkin siyahımsı bir su. Batak gibi pıhtılaşmış. Oraya giden nereye gittiğini bilmiyor. Halk toplanmış onun başına. O su doğudan batıya uzanır. Kuzey tarafta halk. Mübarek Paşam da orada. Benim nefsimde orada. Bu toplanan halkın hepsi geçecekmiş. Geçmek mecburiyeti varmış. Ama halkı bir korku almış. Zangır zangır titriyorlar. Ben halkın ne olduğunu bilmiyorum. Ama suya giren kayboluyor. Giren kayboluyor. O sırada beni de bir korku aldı.  Mübarek Paşam bana şöyle buyurdu :

-"Bak oğlum Abdurrahim. Ben gidiyorum, sen de tam izlerime basacaksın. Eğer izimden ayağını kaypıtırsan sen de kayarsın, batarsın. Eğer tam izlerime basarsan batmazsın."

Böylece tam izlerine basaraktan geçerken korkuyorum ki tam izine basamazsam, yine batacağım, boğulacağım, diye. İzine basa basa geçtik. Vefatına yakın zamanlarında idi. Bu nedir ?

-"Oğlum ben gidiyorum. Dünyayı değişiyorum. Sen tamamen benim izimden yürü. İzimden yürümezsen batarsın, yok olursun."

İşte bunun korkusundayız. Bunun havfindeyiz. Bundan dolayı ben de sizin duanıza, himmetinize sığınıyorum.

Onun için diyorum ki :

-"Ya Rabbi Pirimize lâyık bir hâlimiz yoktur. Hâlimizi arz etmeye de yüzümüz yoktur. İhvanlarımızı sen Pirimize bağışla. Bu günahkâr kulunu da ihvanlarına bağışla" diye dua ediyorum. Çünkü niçin:

Küllî boş değildir aşka düşenler

Katre düşmeyince sel uyanır mı

Bu çırpınmalar, bu bağırmalar boşuna değil.

Kınamayın bizi Hakk'ı sevenler

Allah'ı seven kul kınanır mı

Bu cemaat buraya niçin geldi? Bu kadar parklarda gezmelerde zevkinde sefâsında olanlar var. Burada ter dökerek bu sıkıntıya katlanıyorlar.

Demek ki bu cemaatte bir arzu var. Boş değil. Öyle ise Yarabbi ihvanların muhabbetine bağışla bizleri. Allah arzunuza ulaştırsın. Allah iki cihanda korktuklarınızdan emin etsin. Allah iki cihanda umduklarınıza nail etsin. Dünyada birbirimizi sevdik tanıdık. Allah âhirette de bizi birbirimizden ayırmasın. Allah bizi velâyet dairesinin altından ayırmasın.

Allah'ın üç emri var :

1. Sâdıklarla olun.

2. Allah için birbirinizi sevin.

3. Allah için konuşun.

İşte Allah'ın üç emri burada birleşmiş.

Sâdık kim? Meşâyihimiz. O'nun kanadının altında toplandık.

Kibrit-i ahmerdir şeyhin nefesi

Yakar dil şehrinde bırakmaz pası

Beraberdir Pir-i Tagi Mevlâsı

Burada ise :

Beraberdir Dede Paşa Mevlâsı

Daim cezbederler buraya bizi

Bunların muhabbeti bizi buraya topluyor. Herbirimiz bir memleketteniz. Kim topladı buraya bizi? Eğer Şeyh Efendimizi biz tanımasaydık, o vasıta olmasaydı, acaba devlet kuvveti bu cemaati buraya toplayabilir miydi? Bunlar aşikâr olan şeylerdir. İdrak edelim.

Allah'a çok şükür geliyoruz. Bir araya toplanıyoruz. Siyaset konuşmuyoruz, ticaret konuşmuyoruz. Allah için konuşuyoruz. Yeter ki birbirimizi unutmayalım. Sürüden ayrılmayalım. Sürüden ayrılanı kurt yer. Bizim sürümüz ihvan topluluğudur.

Sürüden ayrılan da râbıta hafifliği olur. Amel azlığı olur.