"Sâdıklarla olun."

 13.9.1991

 

Dertsiz kimse yoktur. Herbirinizin bir türlü derdi vardır. Sıkıntısı vardır. Herkesten şikâyetler duyuyoruz. İşitiyoruz. Şikâyetsiz kimseyi görebilmek çok az. Çok ender. Allah Cenâb-ı Hak imanımızı, amelimizi muhafaza etsin. Dünyada müslümanların dertleri olur. Ama şikayetçi olmazsak daha hayırlı olur. Çünkü şikayetçi olunca Allah'tan gelene razı olmuyor. Razı olacak ki, şikayetçi olmayacak ki Allah'tan geldiğini bilsin. Madem ki biz Allah'tan gelene mani olamıyoruz, karşı duramıyoruz. Razı olalım. Sabredelim ki ecrini, mükâfatını bulalım. Bu zamanda insanlarda zillet çok, o da yine kendi eksikliğimiz. Kendi noksanlığımız. Kulluğumuzu tam olarak yapamıyoruz da onun için Cenâb-ı Hak çile veya belâ veriyor. Bizi bu dünya âleminde Allah müslüman halk etmiş. Neyse çilemizde olursa olsun. Belamız da olursa olsun. Allah imandan ayırmasın. Allah ona da hazım versin. Müslümanların dünyadaki çekmiş olduğu mihnetler, ya belasıdır, ya çilesidir. Eğer kulluğunu yapamıyorsa cezasıdır. Kulluğunu yapıyorsa çilesidir. Ceza demek; âhiretteki çekeceği cezayı burada çekiyor demek.

Çile âhirette makamını yükseltir. Onun için Cenâb-ı Hak Peygamberlere de büyük büyük iptilalar vermiş. Çileler vermiş. Onların kullukta eksiklikleri yokmuş, kulluklarını tamam yapmışlar. Fakat Cenâb-ı Hak onlara daha büyük belâlar çileler vermiş. Amenna saddakna. Öyle ki onların ahirette makamları yüksek olacak. Dereceleri yüksek olacak. Biz avam kısmıyız. Zaman icabı. Fitne zamanındayız, kurtaramıyoruz. Karşımıza çıkıyor. Sağımızda karşımıza çıkıyor. Solumuzda, arkamızda nereye dönsek karşımızda. Kulluğumuzu yapamıyoruz Allah bize ceza veriyor. O da Allah'tan geliyor. O da bir nimettir. Salih Baba Divânında:

Kalmadı gönlümün sabrı ârâmı

Mürüvvet bâbında eyle keremi

Burda temiz eyle her bir dâvâmı

Bırakma mahşer-i kübrâya bizi.

Râbıtasına söylüyor. Meşâyihine söylüyor. Çünkü râbıta sahibinin alması vermesi râbıtasındandır. Ne demektir? Ne geliyorsa râbıtasından bilir. Neyi varsa râbıtasına teslim eder. İlmi mi var? Ameli mi var? Daha güzel marifeti mi var, mahareti mi var? Hepsini râbıtasına teslim etmesi lâzım. Râbıtasına teslim etmezse, bir kelâm var:

Sarraflığı öğrenmeyen bu gevheri boncuk sanır.

Varın verir yok nesneye bilmez neye sattığını. 

Evet Allah emek zayi etmez. Çalışanın emeğinin karşılığını verecek Cenâb-ı Hak. Ama dünyada da verecek. Ahirette de verecek. Dünyada verince de onda güzel huylar, güzel sıfatlar tecelli edecek. Fakat bunları kendisinden bilirse eğer, işte o zaman ne yapar? Zayi eder. Sarraf değil, cevherin kıymetini bilmiyor, verilen cevheri zayi ediyor.

Bütün güzel hallerimizi, güzel amellerimizi râbıtamıza vermemiz lazım ki o muhafaza eder. Biz muhafaza edemeyiz. Niye muhafaza edemeyiz? Varlık olur bizde. Varlık olunca da benlik, gurur olur. Şeytanî sıfat olur. Benlik ve gurur da insanları helak ediyor.

Beni benlik harab etti.

Dilimde kuru davadır.

Râbıta sahibi herşeyini râbıtasından alır. Ne demektir bu? Her daraldığını, her bunaldığını râbıtasından ister. Şurda şu müşkül işim var. Bunu kolaylaştır. Şu derdim var. Derdimin dermânını ver. Zâhir de doktorların tedavi edemeyeceği hastayı evliyaullah tedavi eder. Nasıl tedavi eder? Derdi O veriyor. Bize derdi vermesi tedavi ediyor. Bizim anlayışımıza göre ne kadar yanlış. Derdi bize niye veriyor? Derdi veriyor ki terakkimiz olsun. Derdi veriyor ki: Noksanlığımızı bilelim. Eksikliğimizi bilelim. Ona yalvaralım. Allah'a yalvaralım. Resulullah'a yalvaralım. Bu da değişir. Müridden müride. Bir fark var mıdır? Yoktur. Evliyaullah da yetkili. Cenâb-ı Hak ona yetki vermiş. Evliyaullah'ta Cenâb-ı Hakk'ın sıfatları tecelli etmiş. Allah'ın onda tecelli eden sıfatı ile yetkisi vardır. Bir hastayı tedavi ediyor. Nasıl tedavi ediyor? Ruhunu tedavi ediyor. Ceset önemli değil.

Derman arardım derdime

Derdim bana derman imiş

Biz bunu da ters anlıyoruz. Hakikatını anlayamıyoruz. Halbuki insanın derdi derman olur mu? Derdinden kurtulmak için derman arar. Biz esas derdimizi bilsek; mühim olan derdimizi bilsek, bütün dertlerimiz derman olur bize. Esas bizim derdimiz Allah'tan ayrılmamız. Allah'tan ayrı düşmemiz. Budur bizim derdimiz. Biz bunu bilirsek; daha bizde dert kalmaz, yok olur gider. Öbür dertler bizim elimizde alet olur. Allah'a yalvarmamız için bize vesile oluyor. Cenâb-ı Hak ne buyuruyor? "Her hâlinizle biz Azimüşşana rücû edin. Bize sığının" buyuruyor Cenâb-ı Hak. Peki biz böyle yapamıyoruz. Dert olduğu müddetçe sığınacağız. Rahatlık olduğu müddetçe Rabbini unutur. Nefis nimetini takdir etmez. Ancak sıkıntıyı görünce Rabbini tanır. Yalvarır. Allah'a şükür. Çok şükür. Nihaî şükürler olsun. Bugünümüze çok şükür. Bu nimetimize çok şükür. Bu fırsatımıza çok şükürler olsun. Allah bu günleri aratmasın bize. Yevmi'l-beter vardır.

Kelâm-ı kibar:

Yılı yıldan iyidir derken

Günü günden beter gördüm.

Biz bunu anlayamıyoruz. Zâhire bakılınca bir zamanlar müslümanlar için sıkıntı vadı. Yurtlar, okullar, Kur'an Kursları yoktu. İmam-Hatip Okulları, İlahiyatlar yoktu. Şimdi bunlar var. Var ama kifayetsiz. Hürmet gidiyor, âdet gidiyor, şefkat gidiyor. Küçüklerden büyüklere saygı kalmıyor. Yine biz şükredeceğiz ki Allah bize mürşit nasip etmiş. Ama ona çok inanacağız. Çok seveceğiz. Çok teslim olacağız. İşte râbıta budur.

Râbıta'yı O'na bağlanmak. Rabt olmak. Bu da Allah'ın emri. Evliyaullah'ı sevmek, bağlanmak Allah'ın emridir. Bu bizi kurtaracak. Kelâm-ı kibarda geçer:

Bırak bu mâsivâ ile hevâyı

Mâsivâ: Dünya.                 Heva: Dünyadaki arzularımız.

Bunlar hepsi havadır boşunadır. Yok oluyor bunlar.

Pir-î Sami gibi bul Rehnûmâyı

Pir-i Sami'den mânâ meşâyihtir.

Her müridin meşâyihi kendisine göre delildir; eğer bağlanırsa.

Delil eyle o zat-ı evliyâyı

Bu berzah âlemin geçmek dilersen

Bekâ gülşanına göçmek dilersen.

Berzah: İnananlar için bu dünya âlemidir. Karanlıktır.

Peygamber Efendimizin emri, "Dünya müminin zindanıdır."

Demek ki: Dünya kâfirlere cennettir.

Talip: Talep eden, dileyen

"Talip, sayında doğan gibi olsun. Sebâtında da kelp gibi olsun." diyor. Allah doğanda da bir hassa hâlketmiş. Yani insanlarda da olsa, yani ne kadar bet (kötü) ahlâklı  insan olsa, onda da bir hassa vardır. Bilemiyoruz. Cenâb-ı Allah hâlk etmiştir. Bilemiyoruz. Madem ki Allah'ın zatından ayrılmış gelmiş. Ondan bir ruh taşıyor. Onda da bir hassa vardır. Bir insanda ne kadar güzel olursa olsun; ne kadar iyi huylu olursa olsun onda da bir noksanlık vardır. Çünkü noksan sıfattan beri olan Cenâb-ı Hz. Allah'tır. O noksanlığını o da bilemez. O başkadır.

Hayvanlarda da bir hassa halk etmiş Cenâb-ı Hak. Meselâ: Doğan kuşunda ne vardır. Bir sürat var. Öyle bir sürat ki: Görmüş olduğu avı alıyor. Av kurtulmuyor. Neden? Süratten dolayı. Kelpte de bir hassa halk etmiş Cenâb-ı Hak. Ne var? Onda da sebat var. Ağasının kapısını bekliyor. Aç da kalsa bekliyor. Onun için biz talip isek eğer; sayımızda doğan gibi; sebatımızda da kelp gibi olacağız. Bizden bu isteniliyor. Başka bir şey istenilmiyor. Rüya göreyim, hal göreyim, keramete ulaşayım. Bunlar yok. Bunlar varlık oluyor. Bunlar bizi oyalıyor. Yolumuzdan geri koyuyor. Bütün hizmetlerimizi öyle süratli, öyle istekli, öyle azimli yapacağız ki: Bu yaptığımız hizmetlerimizden de hiçbir şey beklemiyeceğiz.

Meşhur İbrahim Edhem Hazretleri Belh Padişahı 7 sene tacını tahtını bırakıp gitmiş. Süflî bir hayata girmiş. Bir defa Şeyh Efendisinden himmet istemiş. Süflî hayat derken haşa zâhirde görünüşte. Karnı doyacak kadar yemek yemiyor. Sırtı yeni elbise görmüyor. Bir pardüsüsü varmış sırtında (setr-i avret) vücudunu örtmek için. Doksan tane yaması varmış. Şeyh Efendisinin dergahına 7 sene odun çekmiş. Her sabah kalkıyor. Halatını boynuna atıyor. Dağa çıkıyor. Odunları alıp getiriyor dergaha. Yedi sene boyunca hergün bunu yapıyor. Bir gün. Beş gün. On gün. Bir ay değil, 3 ay, 5 ay değil 7 sene bu hizmeti görmüş.

Yedi seneden sonra yine aletini eline alıp oduna giderken Şeyh Efendisine demiş ki:

- "Efendim bana bir himmet edin." Şeyh Efendisi tenkid etmiş.

- "Yürü. Sen himmeti kazandın mı ki himmet istiyorsun. Haydi yürü. Bostancı bostanının su zamanını bilir." demiş. Azarlamış. Göndermiş. Başka bir dervişe görev vermiş. Demiş ki:

- "Ayaklarına mahmuz tak (Atlar da kullanılırdı, eskiden. Tabanlarına hallat atıyor. Ucuda sivri bir yere dokunduğu zaman acıyor.) Şu Belh Padişahı İbrahim Edhem gidiyor. Onun arkasından kavuş. Onun çıplak ayaklarını o mahmuzla vur gel. O döner sana bakar yüzüne tükür. Yüzüne tükürdüğün zaman elbet birşey söyler. Ne söylerse gel bana haber ver." O gidiyor zaten dervişler pek sağına soluna bakmazlar. Çünkü nazar-ı dikkate almazlar. Bu zamana göre değil. Eğer bu zamanda sağına soluna bakmazsan seni araba çiğner. Neyse. Derviş İbrahim Edhem'e kavuşuyor. Mahmuzlarla ayağına çarpıyor. Vurdukça kan atıyor. İki oluyor, üçüncüde dönüp bakıyor derviş. Yüzüne tükürüyor. Şöyle bir ifadede bulunuyor.

- "Git babam. Senin dediğini ben Belh'te bıraktım." Bu cevabı alıyor. Dönüp geliyor. Şeyh Efendi soruyor.

- "Yaptın mı görevini?"

- "Yaptım Efendim. Emriniz üzerine tabanlarına, çıplak ayaklarına vurdum, vurdum deldim. İki defa vurduğumda bakmadı. Üçüncü defa vurduğumda döndü. Baktı tükürdüm yüzüne. Şu ifadede bulundu. "Git babam senin dediğini Belh'te bıraktım." Şeyh Efendisi:

- "Halâ Belh'i unutmamış." diyor. Yani Belh'teki padişahlığını hatırlıyor. O zaman hiddet vardı. Gadap vardı. O zaman ki halimle ben sana birşeyler yapardım. Şimdi ben hiddetimi, gadabımı Belh'te bıraktım, demek istemiş. Ama o Belh kelimesi ağzından çıkmış. Gelince kovuyor.

- "Git. Sen Belh'i unutmamışsın. Himmet mi istiyorsun?" diyor. Onun için can gitmeyince cânân ele geçer mi? Candan mânâ rûhumuz. İnsanın canı çok kıymetlidir. Herşeyini canı için yok edebilir. Ama canını ne için yok edeceğini bilemez. İşte canını da yok etmesi lâzım ki cânanı bulsun. Cenâb-ı Hak öyle buyuruyor:

"Kulum ver beni de al beni"

Yani beni almak istiyorsan beni ver diyor. "Ben" den mânâ Cenâb-ı Allah bize rûh üflemiştir, odur. Benim sana üflemiş olduğum ruhu bana ver ki Beni bulasın. Onun için:

Kıyamazsın başa cana, ırak dur girme meydana.

Bu meydanda nice başlar kesilir, hiç soran olmaz.

Biz değil canımıza, malımıza da kıyamıyoruz. Evladımızdan da geçemiyoruz. Maddî zararımız olsa dayanamıyoruz veya evladımızın bir eksiği noksanı olsa; onda bir hastalık arıza olsa dayanamıyoruz.

Halbuki evlat senin ama o sana emanet verilmiş. Onun Rabbi var. Onu dilerse hasta eder. Dilerse sağ eder. Dilerse sakat eder. Dilerse sağlam eder. Niye bizi etkiliyor. Etkilememesi lâzım. Ancak bizde bir can. Allah'a verebiliyor muyuz? Evlat O'nun, can da O'nun. Ceset de O'nun, hepsi O'nundur. Çünkü halk eden O; yoktan var eden O.

Evladımızı çok severiz. Her kim olursa olsun. Dünyada evlat sevgisi her şeyden fazladır. Yani bir anne-baba evladı için malını, her şeyini yok edebilir. Ama Cenâb-ı Hak evlada fitne diyor. Niçin? Evladımızı da Allah'tan çok seversek o da fitne olur. Halbuki evlat bize emanet verilmiştir. Emanete hiyanet yapmayacağız. Nedir bu? Evladımızı aç koymayacağız. Çıplak koymayacağız. Ata haklarımızı yerine getireceğiz. Ama bunu da yapmıyoruz biz şimdi. Bunu da yapamıyoruz. Bu cemaatimiz için değil. Peki yapmış olsa ne olacak? Evladımızın malından fazla, sıhhatinden fazla imanını düşüneceğiz. Onun âhiretini düşüneceğiz. Yani ona ilim ve iman aşısı yapacağız üç hak var. Üçüncüsü nedir? Doğunca güzel isim koymak lâzım. Ama şimdi nedir? Aykut, Beykut, Volkan vs. isimler koyuyorlar. Güzel isimler konacak. Sünnettir bu. Bize bazen tanımadığımız birisi geliyor. Cematimizin dışında. Gelen kişinin kıyafetine bakıyorsun ki bu sanki ecnebi diye düşünüyorsun. Dış görüntüsüne göre. Fakat, ismini sorduğunuz zaman İbrahim, Hasan, Ahmet, Mehmet diye söyleyince o zaman inanıyoruz ki bu müslüman çocuğuymuş da mahrum kalmış. Amelden, imandan, ilmî bilgisi yok. Birşey öğreten olmamış.

Bizim müslümanlar ne yapıyorlar? Güzel isimleri bırakıyorlar. Hiç manası olmayan isimleri koyuyorlar. Annenin babanın evladına olan birinci görevi ona güzel isim koymak.

İkinci görevi dinî ilmihâlini öğretmek, onu evlendirmek, istikbalini de düşünmek vardır. Ona köşk apartman koyacak değilsin. Tahsil yaptıracaksın. Önce maneviyat öğretilecek. Maddiyatla uğraşıyoruz. Maneviyat ona çocukken öğretilecek. Çok şükür. Allah'a bin şükür ki bizlere bu nimeti vermiş. Burada bu cemaatimiz toplanmış. Ama her aileden bir tane gelmiş. Aile denilince bir ev halkı da ailedir. Yakın akrabalarımız da ailedir. Teyzeler, dayılar, amcalar, kardeşler, halalar, bunlar da (rahim) değişmemiş. Bazen öyle oluyor ki aileler (80-100) nüfus olmuş. Bunlar düşünülecek. Bunlar dinî görevimizdir; vecibemizdir. Akraba hakkı düşünülecek. Akraba korunacak. Sadece maddiyatı değil. Onun da maneviyatı korunacak. Sen ve ben inanmışız inancımızı yaşıyoruz. Kardeşimizin de inancımızı yaşamasını isteyeceğiz. Onlar için de gönül azabı, vicdan azabı duyacağız. Bunların çocuklarından vicdanımız sızlayacak. Allah, Cenâb-ı Hak, Habibi hürmetine dalaletde olanları hidayete getirsin. Dalalette olan kim? Ameli olmayan, amel Allah'ın emridir. Bizim kulluk görevimizdir. İşte herhangi birimizin akrabasında dalalette olan varsa bunlara acıyacağız. Ama acıyamıyoruz. Bizdeki eksiklik, noksanlık ta budur. Büyüklerimizden Saadettin Kaşgari Hazretleri. Nakşî halifelerinden, büyük evliyaullahtır. Kendisi evlad-ı Resul'den, seyyidlerden babası Saraban.

Saraban'ın bir katar devesi var. Bunlarla ithalat, ihracat yapıyor. Ticaret yapıyor. Dolaşıyor. Oğlu da yedi yaşında. Bir tek oğlu. Sevdiği için, bu mesleği öğrensin diye beraber gezdiriyormuş. Gitmiş olduğu yerde almışlar, satmışlar, satış anında bir alevere, bir anlaşmazlık olmuş. Başlamışlar münakaşaya. Bu anlaşmazlık kuşluk vakti başlamış. İkindiye kadar devam etmiş. Bu çocuk da yanlarında ikindi vakti durup dururken yere kapanıp figan ediyor, ağlıyor. Bunlar tartışmayı bırakıp çocukla ilgileniyorlar. Özellikle babası onu alıp bağrına basıyor. O da:

- "Ben de birşey yok bırakın beni." diyor.

- "Niye ağlıyorsun?" diyorlar.

- "Ben size acıdım da onun için ağlıyorum." diyor.

- "Bizde ne var? Bize niye acıdın?" diyorlar.

- "Niye acımayayım. İşte şu saatten şu saate. Dünya için çeneleriniz yoruldu. Bir tane salavat-ı şerîfe, kelime-i şehadet getirmediniz. Bir taneniz Allah'ı anmadınız. Niye ağlamayayım?" diyor.

Şimdi bizler de akrabalarımız için, aile efradımız için ağlamamız gerekirken ağlayamıyoruz. Ağlayacağız. İçimiz sızlayacak. Yoksa haşa estağfirullah cemaatimiz, inanmış. İtikat etmiş. Takvadır inşallah. Ama zamanımıza göre. Cenâb-ı Hak: "Muttaki olun! Muttaki olmayan kurtulamaz. En çok muttaki olan en çok Allah'tan korkan."

Biz de inşaallah! Bir müridde Allah havfı da vardır. Allah sevgisi de vardır. Biz de letaif makamları vardır. Her tarîkatta olur da. Letaif makamlarında olanlardan bir tat duyma olur. Letaif makamları onda açılır. Veya  açılmaya yüz tutar. Bir de havf makamı vardır. Havf bir haşarattan, bir hayvandan korkmak değil.

Havf Allah havfi. Acaba biz Allah'a kulluğumuzu yapabiliyor muyuz? Allah'ın rahmetini kazanabiliyor muyuz? Vermiş olduğu bu kadar sıhhatin, nimetin karşılığını veremezsek; Allah bizi mesul eder. Bir de akrabamızın, çevremizin havfini duyacağız. Allah, Cenâb-ı Hak hepinizden razı olsun. Hepimizin Allah'a karşı olan havfini artırsın. Allah'a karşı olan sevgisini artırsın. Allah'a karşı olan ibadetini Cenâb-ı Hak sıhhatli artırsın.

Bunları yapacağız. Madem ki tarîkata girdiysek, tarîkat bu işte. Ahlâkımız güzel olacak. Merhametli, şefkatli olacağız, insanlara acıyacağız. Onlara iyilikte bulunacağız. Kim olursa olsun kimseyi incitmeyeceğiz. Sadece akrabamız, komşumuz değil, gayrî müslim de olsa, incitmek yok. Haset, gurur, kibir yok.

Tarîkattan insan hakikate ulaşır. Hakikate ulaşmak için bunlardan, hepsinden geçecek. Hırsından, tamahından, gadabından geçecek. Tevazu ehli olacak, büyüklere saygılı, küçüklere şefkatli olacak. Fakirlere acıyacak. Eğer bunlar olmazsa yerimizde sayarız. Tarîkatı anlıyamamış oluruz. Yaşamamış oluruz. Tarîkattan maksat Hakikat'e ulaşmak. Ahlâk-i hamîde sahibi olacağız.

Kelâm-ı kibarda buyuruyor:

Erit cismin çıkar zubûrlarını

Sedef ol lû'lû mercâna gel gel.

Dil ile göz kulak kapılarını

Kapayıp sohbet-i Cânân'a gel gel.

Sohbet-i Cânân işte burası. Burada çok faydamız, çok yararımız var. Bilelim veya bilmeyelim. Bu sohbetler, hatmelerimiz, amellerimiz. Bizi ne yapıyor? Safileştiriyor. Sadeleştiriyor. Ahlâk-ı zemîmeler çıkmadan ahlâk-ı hamîde gelmiyor. Bir kelâm-ı kibar var:

Sögütte hiç biter mi bir tatlı elma

Yarılıp, sarılıp aşlanmayınca

Bir sögüt ağacında elma olur mu? Olmaz ama erbabı onun başını keser. Aşı yapar. O zaman meyvasını verir. İşte ahlâk-ı hamîdeler, ahlâk-ı zemîmeler böyledir. Bunu da kim yapıyor? Evliyaullah yapıyor. Aşıyı o yapar. Kötü huylarımızı atmak bizim kârımız değil. Onu ancak onlar yapar. Bizim görevimiz hizmet görmek. Hizmet görelim ki himmet alalım.

Seni hayvan iken insan eder şeyh

İnsan hayvan olur mu? Ameli yoksa hayvandır. Kötü ahlaklarını atmamışsa yine hayvandır. Cenâb-ı Allah insanı güzel halketmiş. İnsanın güzelliği yüz güzelliği değil. Ahlâk güzelliği. Zâhirde cismi ne kadar çirkin olursa olsun; o çirkin cismin içinde bir güzel cisim var. Zâhirde de ne kadar güzel olursa olsun. O güzel cismin içinde çirkin köpek sıfatlı bir cisim vardır. Onun için insanlarda ruh-u hayvanî, rûh-u sultanî var.

Rûh-u sultanî kim: Şeriatı, tarîkatı olan.

Rûh-u hayvanî kim: Şeriatı, tarîkatı olmayan.

O cismin içerisindeki sıfat hayvan sıfatındadır. Ölür. Kalkarken o sıfatla kalacak.

Gönüller şehrine mihmân eder Şeyh.

Mihmân: Misafir

Öyle bir gönüle mihmân olursun ki, bir evliyaullah'a sevildinse. Gönlüne girdin, misafir oldun. Onun gönlüne girdi mi; tamam. Sen nimetine ulaştın. Ama onu sevmekle sevilirsin. Onu gönlünde sen öyle bir zaman yaşatacaksın ki O'nun gönlüne de sen girebilesin.

Bir kimse elli yaşına girmiş. Altmış yaşına girmiş. Allah'a hiçbir ibadeti olmamış. Allah'a kulluğu yok. Oruç tutmamış. Namaz kılmamış. Üstelik günahlar işlemiş. Fakat altmış yaşında ayılmış. Uykudan uyanır gibi uyanmış. Bu da Allah'ın lütfudur. Kulluğunu bilmiş. Eksiğini bilmiş. Benim bu eksiğim nerede tamamlanır? Yaşını isyan ve günahla geçirmiş bir insan hayvan sıfatında. Eğer bir meşâyihi tanırsa, Allah hidayet ederse, derse ki benim derdimin dermanı meşâyihte. Edersem tevbe Allah'ta beni kabul edecek. O zaman sıdk u sadakatla gelip, ondan ders alırsa, boy abdesti alıp tevbe namazı kılmakla, vücudundaki günahlar onu hayvan sıfatına sokmuş. Boy abdesti almak ve tevbe namazı kılmakla o günahlar vücudundan silkiniyor. Dökülüyor. Hayvan sıfatından kurtuluyor insan.

İçirir bir kadeh aşkın meyinden

Aşkın meyi: Allah sevgisi verir sana.

Meşâyih mi verir sana? Amenna meşâyih verir Allah sevgisini. Çünkü Cenâb-ı Hak ne buyuruyor? "Beni sevin. Sevdiklerimi sevin." Tabii ki meşâyih verecek.

Beni sevin ama, sevdiklerimle seversiniz beni diyor.

Gedâ iken sultan eder Şeyh.

Gedâ: Kul.             Sultan: Padişah.

Olursun menaref sırrından ağah.

Nefsini bilen Rabbini bildi. Nefesinden ayık olan Rabbinden ayık oldu. Nefesinden haberi yoksa, Allah'tan da haberi yoktur. Nefesinden haberi olan kim? Nefesi çıkarken Allah; nefesi girerken Allah! Bundan haberdar olan Allah'tan haberdar olur. Allah'ı hakke'l-yakîn o biliyor. Allah'tan gayri değil. Allah'tan ayrı değil.

Âriflerin kıyameti daimdir.

Kulubu hep mâsivâdan saimdir

Kulub: Kalb.                      Saim: Oruçlu demek.

Onların kalbleri masivadan oruçludur. Onların kalbine masiva girerse kalbi bozulur.

Biz inanmış olarak Ramazanda orucumuzu tutuyoruz. Orucumuz bozulur diye ne kadar dikkat ediyoruz. Hatta kokulu birşey bile koklamıyoruz, orucumuz bozulur diye. Ağzımıza birşey alamıyoruz. Niye? Orucumuz bozulur diye. Bozulursa ne olur? Cezalanırız. 60 gün cezası var. İşte âriflerin kalpleri de masivadan korunmazsa bozulur. Bunların cezası nedir? En azı, boy abdesti alıp 24 saat ağlıyorlarmış. Hatta üç gün ağlayan, 5 gün ağlayan oluyor. Bir nefesini boşuna geçirmiş unutmuş diye. Eğer bir nefesini boşuna geçirirse ârif sayılmıyor.

Biz gaflette isek, Pirim kaimdir.

Bırakmaz berzah-ı süflâda bizi.

Allah'a şükür bu bize yeter. Biz hepimiz ârif olamayız. Ama Allah nasip etmişse, çalışmamız olursa, hizmetimiz olursa, himmet almışsak biz de oluruz. Onların halkiyeti farklı değildir. Onlar da bir ayırım yoktur. Ancak ayrımları: İmanları-amelleri. Yoksa ceset olarak bir fark yoktur. Bizde ne varsa âriflerde de var. Onlarda ne varsa bizde de var. Onlar kemâl sıfatlarla muttasıf oluyor. Noksan sıfatlardan kurtarıyor. Onlar gönlümüze bir sevgi verirler. O sevgi girince gönlümüze, dünya sevgisi çıkar. Ârifler: Kıyamete de Hakke'l-yakîn inanmışlar. Halbuki kıyâmetin kopacağı hak, ama ne zaman kopacağı bildirilmemiş. Peygamber Efendimize defalarca sormuşlar. Ama ne zaman kopacağına dair bir tarih bildirmemiş. Yalnız kıyametin alâmetlerini açıklamışlardır.

Peygamber Efendimiz; en son görüşmelerinde: Cebrail'e sormuşlar:

- "Ya garındaşım, bizden sonra yeryüzüne inecek misiniz?"

- "İneceğim Ya Resulullah."

- "Bizden sonra nübüvvet yoktur. Niçin ineceksiniz?

- "Yine görevli ineceğim, Ya Resulullah."

- "Nedir göreviniz?"

- "On defa ineceğim, vazifeli olarak."

- "Nedir bu vazifeler?"

1- Birinde ineceğim, ulemanın ilmini götüreceğim. "Âlim bozulmazsa âlem bozulmaz." Ne kadar âlim olursa olsun; ilmini az bir maddiyata yaslarsa olmaz.

2- Birinde de geleceğim. Mülkî-âmirlerin adâletini götüreceğim.

3- Birinde de geleceğim zenginlerin kanaatini götüreceğim.

4- Birinde de ineceğim fakirin sabrını götüreceğim.

5- Birinde de ineceğim hayır-bereketi götüreceğim.

6- Birinde de ineceğim hürmeti, itaati götüreceğim.

7- Birinde de ineceğim şefkati, merhameti götüreceğim.

8- Birinde de ineceğim edebi, hayayı götüreceğim.

9- Birinde de ineceğim Kur'ân-ı götüreceğim.

10- Birinde de ineceğim imanı götüreceğim.

Şimdi bunlar tamam olmuş. Ulema menfaatlarına göre karar veriyor. Müderris yok. İlmi kavrayış yok. Mülkî âmirde adâlet yok. Zenginlerde kanaat yoktur. Fakirde sabır yoktur. Hürmet yok, büyükten küçüğe şefkat yok. Bunların hepsi tamam. Ne kalmış? Kur'ân'la iman. Kur'an da yok. Var ama, satırda var. Hükmü yok. Tatbikatı yok. Bir tek iman kalmış. İmanda çok azalmış. Divanda şöyle geçiyor.

Bu halkın çoğu kal ehli.

Kal ehli: Ameli yok. (Hayvanî sıfatta)

Kimi olmuş vebâl ehli.

Vebal ehli: Alimi, hacısı, hocası vebalden kurtaramıyorlar kendilerini. Halkın hakkı geçiyor onlara. Niçin? Menfaat düşündükleri için. Az da olsa geçiyor.

Gayet azdır kemâl ehli.

Dertli yürek ah eyleme

Derdine dermân ara bul.

Her yerde derdin söyleme

Derdine derman ara bul.

Bir kamil insan ara bul.

Senin derdini her yerde bilemezler. Ancak bir kâmil insan ara bul. O'na söyle. Senin derdinin dermânı O'dur. Bu dertli yürek, manevî dert.

Bu halkın çoğu cinnîdür.

Mümin olanlar kinnîdür

Bazıları var sünnîdür.

Cinnî bırak can ara bul

Bir kâmil insan ara bul.

Bize iki şey lâzım: 1- Çok şükredeceğiz. Bu zamanda bu nimeti Cenâb-ı Allah bize vermiş. 2- Bir taraftan da çok havf duyacağız. Cenâb-ı Allah bu nimeti bizden almasın. Amin.

Bir de biz tamamen bu tarîkat nimetini tadamıyoruz. Tarîkatın nimetini tatmak amelini işlemek. Tarîkatın 4 şartı var. Adab (Edeb) denilen şartından hiç haberimiz yok. Onlar manevî doktorlarımız. Bizim derdimizi bilmişler. Derman vermişler. Nedir bu derman? Zâhir âdâbını kaldırmışlar, âdâbtan mesul olmuyoruz. Ama zâhir âdâbımız olmayınca nimetimiz büyümez. Azalabilir, küçülebilir. Ama gönülden olsun yapacağız. Zâhir âdâbını gönülden yapmak için, her zaman, her yerde, her işimizde râbıtamız karşımızda olsun. Onun karşısındayız. Her hareketimizin düzgününü yapalım, söylememiz, yememiz, içmemiz, almamız, vermemiz, çalışmamız gâfil olmasın. Gâfil yapmayalım. Ayık olalım. Meselâ: Bu bardağı alıp, koyacağız. Tak!.. diye koymayalım. Şeyh Efendimizin karşısında nasıl koyarsak öyle koyalım. Her işi böyle düzenli yapmak, sessiz, sakin yapmak. Çok terbiyeli, nezih, kibar işlemek lazım. Her sözü, her hareketi işte zâhir âdâbımız budur. Bu şart olacak. Zâhir âdâbını kaldırmışlar. Kolaylaştırmışlar. Ama bâtın âdâbı kalkmamıştır. Râbıta-yı hayâlin önemi bu. Nedir bu? Meşâyihimiz zâhir cismini, zâhir hareketlerini düşünmek, hayal etmek bütün hareketlerimizi de onun hareketine benzetmeye çalışalım. Çay içtiğini, su içtiğini gördün. Nasıl içiyorsa sen de öyle iç. Oturmasını gördün nasıl oturuyorsa sen de öyle otur. Yemek yemesini gördünse sen de öyle ye taklid et. Bunlar bâtın âdâbıdır. Allah'a şükür, bin şükür. Müslüman halk etmiş. Tarîkatımız var. En büyük amel meşâyihlerimizi sevmek. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın emri bu.

"Sâdıklarla olun." âyet-i kerîmesi. Bu emri. Bir de müjdesi var.

"Dünyada kimi sevdinizse ahirette de onunla beraber olacaksınız."

Allah aşkınızı, muhabbetinizi artırsın. Allah cemâl'inden kandırsın sizi. Allah Habibi'nin, Resulullah Efendimizin nübüvvet nurundan kandırsın. Hz. Pirimizin velâyet nurundan kandırsın. Allah korktuklarımızdan emin etsin. Korktuğumuz da var. Umduğumuz da var. Korktuğumuz imansızlık olsun. Amelsizlik olacak. Fakir olacağız. Hasta olacağız. Değil. Cenâb-ı Hak ne buyuruyor:

"Dünyada havf duyan, ahirette ona korku yoktur."

Yani dünyada benim azabımdan, gadabımdan korkan, ahirette azap ve gadap duymaz. Zaten Allah'ın azabından, gadabından korkarsak; günah ta işlemeyiz. İbadetimiz de olur. Allah'ın emirlerini tutarız. Yasaklarından da kaçarız. Cenâb-ı Hakk'ın gadabı cehennemde cezadır. Cenâb-ı Hakk'ın rızası da, cennette sefâdır. Kazanmak için cehennemden korkacağız. Cenneti de umacağız. Cehennemden korkmak günahlardan kaçınmaktır. Cenneti ummak ise amelleri işlemektir. İslâm dini: Duymak, işitmek değildir. Tatbikat dinidir.

Tarîkat ve şeriat Allah'ın emri. Tarîkatı ve şeriatı Peygamber Efendimiz bize bırakmış. Bu cemaatte ikisi de var. Ama yalnız ne var?

"Utlubul-ilme minel-mehdi ilel-lahd." Bu hadis çok geçer.

Peygamber Efendimiz ne buyuruyor: "Doğuştan, ölünceye kadar, ilim öğren." Madem ki şeriatı yaşıyacaksak, amellerimizdeki eksikliklerimizi tamamlayalım, işlemiş olduğumuz ameli bilerek yapalım. Gençler öğrenebilir. Yaşlılar da hiç olmazsa kendisine yetecek kadar. Meselâ: almış olduğu abdesti nasıl alacağını öğrensin. Namazını nasıl kılacağını öğrensin. Bunlardan kurtuluş yoktur. Bizim tarîkatımız şeriat tarîkatı. Yasak olan şeylerden tam kaçmak. Mesâlâ hanımlar için ne vardır? Tesettür. Tesettürümüzü tam yapalım. Daha ne var? Hanımlar için, başta geliyor, beylerine hürmet.

Tabii beyin de hanımına göre bir hakkı var. Hanımın da beyine göre bir hakkı var. Beyi de ne yapacak? Aç koymayacak, çıplak koymayacak, dövmeyecek, rahat ettirecek. Açılmasına rıza göstermeyecek. Rıza gösterirse yine mesul olur. Cenâb-ı Hak Kudsî Hadisinde buyuruyor ki: "Hanımlar için ikinci bir secde emretseydim beylerinize secde edin diye emrederdim." Onun için biz Allah'ın kanununa uyalım. Meselâ inanmış bir hanım. Allah'ın emri olan ibadetini yapacak. Tarîkat onların da hakkıdır. Madem ki tarîkat rûh ile ilgili ise rûhta erkeklik, dişilik yoktur. Hanımın rûhu ne ise erkeğin rûhu da odur. Akılda biraz noksanlık halketmiş Cenâb-ı Allah. Bu da hanımlar için kolaylıktır. Fakat rûh tarîkatla ilgilidir. Onların rûhuna olan iltifat hanıma da olur. Erkeğe de olur. Şimdi ne oluyor? Bir hanım geliyor. "Ben ders alacağım ama beyimin haberi yok" diyor. Alırsın diyoruz. Burada şunu ifade edeceğim; beylerimizi iki yerde dinlemeyeceğiz:

Birincisi: Böyle vaaz nasihat hususunda dinlemeyin. Din nasihattır. İlim öğrenmede dinlemeyin. Eğer vuruyor, dövüyor, baskı yapıyorsa, o zaman da gizli yapın. Bu cemaatin içerisinde beyinden gizli gelen varsa söylemesinler. Ben beyimden gizli geldim. Makbul olur mu? Olur. "İlim öğrenmek gizlenebilir."

İkincisi: Amel işlemek. Namaz kılmak. Meselâ: Tarîkata girdi. Beyinin haberi yok. Zikrini gizli yapar. Tarîkata girebilir. Onun haricinde nerede olursa olsun beyini dinleyecek.

Bu zamanda tarîkatı inkâr edenler vakti saadette olsalardı, nübüvvete de inanmazlardı.