"İhmallikten korkalım. Tembellikten korkalım."

 1 Kasım 1991

 

Allah sonumuzu hayır getirsin. Allah iki cihan iyiliği versin. Cenâb-ı Hak aldanmışlardan etmesin. Dünya ile aldatmasın. Dünyayı sevenleri dünya aldatır. Sevmeyenleri aldatamaz.

Biz kul olarak hizmetimizi görmezsek, dünya bizi hizmetçi yapar.

"Biz insanları ve cinleri hâlkettik ki bize itaat etsinler." Nasıl ki insanlar mabudunu bilmemişler. Güneşe tapmışlar, puta tapmışlar. Buzağıya tapmışlar. Şirk koşmuşlar Allah'a.

Hz. İsa'ya Allah'ın oğlu demişler. Bir şirk var. Birde ehl-i küfür var.

1- Ehl-i Küfür: Allah'ı inkâr edenler.

2- Ehl-i Şirk: Allah'a ortak koşanlar. Allah'tan başkasını mabud edinip de ona tapınanlar. Bunların hiç kurtuluşu yoktur. Bunlar cehennemden hiç kurtulmayacaklar.

Biz ehl-i küfür değiliz. Ehl-i şirk de değiliz. Fakat bir de ehl-i azab var: Biz ehl-i azabtan korkalım.

Allah insanlara rızkı veriyor. Fakat insanlar kendi sayı ile, kendi çalışması ile rızkını helâl de ediyor, haram da ediyor. Helâlı da rızıktır, haramı da rızıktır. Mesela şu suyu getirmişler şuraya koymuşlar. Tertemiz, buz gibi su. Ben buna haram olan şaraptan affedersiniz bir damla bıraksam sonra içsem, helâl olan bu suyu haram yapıp içmiş olurum. İşte insanların rızkı böyledir. Kendi sayı ile kendi iradesinin katkısı ile helal rızkını haram ediyor. Onun için ibadet on bölüm. Dokuzu helâl lokma.

Bir insanın Allah'a olan inancını yaşaması için tabii  Allah'ın emirleri var. İbadetleri var. Bunların hepsinin on misli helâl lokma. Bu da şimdi bu zamanımızda yoktur. Bundan da sakınalım. Bundan da korkalım. Allah'a yalvaralım. Helâl lokma yoktur diye kendimizi böyle bırakalım mı? Havfını da mı çekmeyelim? Yine mümkün olduğu kadar haramdan kaçınalım. Bir haram var biliniyor. Bir de helâl var biliniyor. Bir de var ki haram mı, helal mı bilinmiyor. Niçin bilinmiyor helal, haram karışmış birbirine de onun için seçilmiyor, bilinmiyor. Seçilmiyor diye, her rast geleni yiyelim mi? Her rast geleni yapalım mı? Öyle ise bildiklerimizden kaçınalım. Bilmediklerimizden de Allah'a sığınalım. Korkusunu çekelim. Niçin? Dünyaya bir daha gelmeyiz. Ne için geldiğimizi bilelim. Allah 'a inanmışız. Ahirete inanmışız. Cennete, cehenneme inanmışız. Cehennemde azap var. Cennette mükâfat var, zevk var, safa var. Öleceğimize de inandık. Er veya geç öleceğiz. İnsan öldükten sonra az da yaşasa çok da yaşasa bir oluyor.Genç olmuş, ihtiyar olmuş. Bunlar önemli değil. Genç ölmekte de yine bir fayda var. Eğer bu genç azab ehli ise azabı az iken ölüp kurtuluyor. Allah'ın da lutfu ihsanı oluyor. Veyahutta onbeş yaşında öldü ise hiç azabı olmuyor. Çünkü onbeş yaşından sonra mükellef (sorumlu) oluyor insan. Peki altmış yaşına kadar yaşayan bir insanın kırkbeş yıllık günahı ile otuz yaşına kadar yaşıyan onbeş yıllık günahı bir olur mu? Olmaz. Onun için gençler şanslı oluyorlar. Eğer amel-ibadet ehli ise, onun kalması daha kârlı oluyor. Cennette herkesin yaşantısı bir değil. Cehennemde de bir değil. Aynı bu dünya misali gibi. Fakat bu sadece misal olarak. Yoksa dünya mihnetli yer. Meşakkatli yer. Ahiret öyle değil. Ahiretin azabı da bir bakımdan çetin, bir bakımdan kolay görünüyor. Azabın hafif yeri var, zor yeri var. Cehennemde birden yüze kadar dereceler var. Birbirinden farklı. İnsan azabın hafif yerinde olur da, dünya azabından biraz daha kolay olabilir.

Hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:

"Ana rahmindeki bir çocuğa, nasıl orası dar ise müslümana da bu dünya o kadar dardır. Ahirete inanmış. İman etmiş bir müslümana bu dünya o kadar dardır."

Onun için dünya, dârı-mihnet, dârı-meşakkat, dârı-berzah, dâr-ı fena gibi isimler verilmiş. "Berzah" ismini Peygamber Efendimiz vermiş.

"Bu dünya müminin zindanı, kâfirlerin cenneti" diye buyurmuş Peygamber Efendimiz. Bu dünya meşakkat âlemi. Bu dünya karanlık. Bu dünya berzah. Onun için kabir de bir insan için çok dar, çok geniş, o kadar geniş ki dünyadan geniş. O kadar zevkli ki, Cennet bahçesi. O kadar dar, o kadar dar ki sıkıcı bir yer. İşte bunları düşünmek lâzım. Madem ki müslüman olmuşuz kabir de bizim yolumuz. Kabirden geçeceğiz. Kabir: dünya ile âhiret arasında bir köprü. Oradan geçe-ceğiz. Bir şehirin ortasından akan bir nehrin bir tarafından diğer tarafına geçmek için köprü lâzımdır.

Kabirde, dünya sona eriyor, ahirete de başlangıç. Dünya hayatı sona eriyor. Ahiret hayatının başlangıcı. O köprüdür. Ordan geçecek insanlar. Ama bu kabir dediğimiz yer var ya orası çok uzunda olur. Çok kısa da olur. Orası çok safalı da olur, çok cefalı da olur. Peygamber Efendimiz öyle buyuruyor: "Kabir sizin için ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur." İkisinden biridir. Peki kim yapıyor bunu? Sen, ben. Cennet bahçesi de yapıyoruz. Cehennem çukuru da yapıyoruz. Bizi, Allah insan olarak halketmişse onu tanıyalım. Ona itaat edelim. Allah'ı tanıdık. Ona itaat ettiysek kabiri cennet bahçesi yaptık. Yoksa orası çok dar, çok sıkıcı bir yer.

Kabiri cennet bahçesi olursa bir insanın, orada ne kadar yattığını bilemez. Bin sene, on bin sene. Ne kadar yattığını bilemez. Oradan insan günün birinde kalkacak. Tamamen bu dünya yok olacak. Bütün rûhlar gelip, bu dünyadan geçecek. Bu insanlar yine dirilip kalkacaklar. Herkes olduğu yerden topraktan kalkacak. Cisim halkedilip kalkacaklar. Kabiri cennet bahçesi olan bir insan kalktığı zaman sanki oraya dün girdi. Bugün çıkıyor. Diyor ki:

- "Burası ne güzel yerdi. Niye biraz daha burada beni bırakmadınız" diye hayflanıyor. Eğer kabiri cehennem çukuru idiyse o da kalkınca seviniyor. Halbu ki nerden kurtulacak? Yağmurdan kaçarken, doluya tutulacak.

- "Heyhat ben kurtuldum zannettim ama burası oradan daha çetinmiş" diyecek.

- "Yarabbi bizi toprak halketseydin de bu günleri görmeseydim. Hayvan da olmayaydım da toprak olaydım" diyecek. O hayflanıp korkan insan ne yapacak cennete geçince.

- "Burası daha iyi imiş" diyecek. Bunlarla karşılaşacağız.İnandıysak böyle. Onun için şimdiden çâresine bakalım da, mihnete, meşakkate düşmeyelim.

Rûh hem ezelîdir, hem ebedidir. Cenâb-ı Hakk'ın Zat'ından ayrıldığı için kabire giden rûh yok olmuyor. Madde olan ceset yok oluyor. Mânâ olan rûh yaşıyor. Mânâ olan ruhu kurtarmak lâzım. Günahı bu ceset işliyor. Azabı rûh çekiyor. Onun için:

Bu garib illerde kalma âvâre

Can bedende iken kıl buna çâre

Isırdırlar seni çok semmi-mâre

Dahi nef'i vermez döktüğün kan yâş.

Sen gurbetçisin diyor. Dünyaya ahireti kazanmak için geldin. Avare olma, boş durma çalış. Kazan. Nereyi kazan? Kabiri kazan, kabir. Azabında ateşten yılanlar olacak. Yılanlar seni yerler. Sana sarılırlar. O zaman gözlerinden yaş yerine kan akar. Çaresi yoktur. Kurtulamazsın.

Muhakkak her nefis ölecektir, ölümü tadacaktır. Öldükten sonra da bunlarla karşılaşacaktır.

Herkesin günahı kendi azabı olacak. Herkesin nimeti, kendi ameli olacak.

Âşık öyle buyurmuş: "Cehennemde tek bir dal odun yok. Herkes ateşini bile götürür." Cehennemde odun, kömür yanmaz. Cehennemde, ancak günah kazananların ateşi olur. Onu yakar. Onun için bu üç günlük dünya bizi aldatmasın. Aldanmayalım. "Üç günlük dünya" derler bu Hadis-i şerifin mealidir. Peygamber Efendimiz öyle buyurmuş. "Bu dünya üç günlük."

Bir gününü evvel gidenler götürüyor. Bir günü de yaşayanlar için. Bir günü de gelecekler için. Şimdi bizim bir günümüz var. Bir gününü bizden evvel gidenler götürmüş. Bir günü de bizden sonra  gelecekler götürecek. Yani bu nedir? Ölüm günü. Bu dünya âleminde bu günler. Bu aylar gelip gidecek. Bu bize çok görünen günler; bir de bakıyoruz ki yok olmuş. Beş yılda olsa yok oluyor. On yılda olsa yok oluyor. Ne kadar ömrümüz varsa hepsini geçirdikten sonra yok oluyor. Öyle ise senin bir günün var o yok olmaz. O ölüm günü yok olmayacak. Ne ile karşılaştınsa o seninle beraber. O yok olmaz. Bugün hasta idin yok oldu. Yarın hasta idin yok oldu. Nelerle karşılaştın... Kâr ettin, zarar ettin. Huzurlu oldun, huzursuz oldun, insanlardan eziyet gördün. Bunların hepsi yok oluyor. Yok, yok, yok, hepsi yok oluyor. Ya ölüm günü? "İnsanlar ölünce ayılırlar." buyuruyor Cenâb-ı Hak.

İnsanlar uykudadır. Ölünce dirilirler. İşte senin bir günün var. Ölüm gününde. Ne çıktı ise karşına onunla berabersin. Düşün işte. O bir gün için. Allah'a şükür, çok şükür. İnananlar için bu sözlerimiz. Siz inananlardansınız. Sizi inancınız buraya getirdi. Neye inandınız: Allah'a inandınız. Peygambere inandınız. Varis-i enbiya olan velilere inan-dınız. Günaha-sevaba, hayıra-şerre inandınız. Şeriata-tarîkata inandı-nız. Bu inancınız sizi toplayıp getirdi buraya. Ama şimdi zamanımızda yollar çok. Bir tane sağlam bir yol var. Onu seçmek lazım. Hepsi sakat yollar, bir tane sağlam yol var. O da kitap-sünnet. Şeriat-tarîkat budur. Şeriatsız, tarîkatsız yol da sağlam değil. Kitapsız sünnetsiz yol sağlam değil. Ama şimdi bu zamanda bizim şeriatımız tarîkatımız, kitabımız, sünnetimiz: Mürşidimiz. Meşâyihimiz. Çünkü neden? Sünnetlerin yerini bidatlar almış. Kitap yaşanılmıyor. Kitaba tâbi olamıyor. İnsanlar şimdi olamazlar. Hür olanlar değil. Memur olanlar vazifeli olanlar, görevli olanlar. Bunlar kitaba uyamıyorlar. Kitap, şeriattır, şeriata uyamıyorlar. Kitap şeriatın kanunu. Şimdi şeriatın bahsi de olmuyor. Halbuki, islâmı yaşayan şeriat. Şeriatı yaşayan İslâm. Bir meşâyihin peşinden gidebiliriz. Meşâyihin maddiyatla alakası yoktur. Meşâyih devlet memuru değildir. Meşâyih te sadece maneviyat vardır. Ama onda da bir siyaset vardır. Evliyaullah'ta da siyaset vardır. Evliyaullah'ın zâhiri halk ile bâtını Hak ile. Zâhiri halk ile yani halka uyuyor. Zâhiren zaten kendisi halk ile ama bâtını Hak ile. Hiç ayrılmıyor Hak'tan. Zâhir, Hakk'ı bâtını seçmiyor. Bâtını kabulleşiyor. Niçin bu böyle oluyor? İki kimse kavga yaptığı zaman. Birisi inanan, diğeri inanmayan iki kimse kavga yaptığı zaman İslâm uğrunda mahkemelere düşseler. Dini savunanı cezalandırıyorlar. Dine hakaret edene ceza vermiyorlar. Böyle değil midir? Ama böyle kalmayacak tabii. Bu dünyanın ömrü varsa, din inkılâba uğramıştır. Bundan kurtulur. Ömrü yoksa küfürle durur. Tâ ki ilerden beri, tarihler boyu. İnkılâplar olmuş... Ama çok şükür. Bin şükür. Allah'a şükür, çok şükür. Bin şükür. Öyle sıkıntılı zamanlar vardı ki, Kur'ân-ı elimize alamıyorduk. Kur'ân okuyamıyorduk. İki müslüman bir araya gelince Allah kelimesi konuşamıyorduk. Şimdi çok şükür... Kurtulmaya doğru gidiyor. İnşaallah kurtulacak... Neyse bunlar Cenâb-ı Hakk'ın hâlkıyetidir zaten. Cenâb-ı Hak şerri de halkediyor. Hayırı da halkediyor. Ama şerre rızası yok. Rızası olmayan şeyi niye işleyelim. İşlemeyelim. Rızası olmayan bir şeye de rıza göstermeyelim. Biz şer işlemiyoruz ama işleyenlere rıza göstermeyelim. Onun için dinde cihad var: 1- El ile cihad. 2- Dil ile cihad 3- Kalp ile cihad. İnsan eli ile cihad yapamazsa dili ile yapacak. Dili ile cihad yapamazsa kalbi ile cihad yapacak. Bu devreler geçti. Eli ile cihad yapamaz insanlar. Dili ile yaparken, onu da yapamadı. Onlar geçti. Ondan sonra kalbi cihada düştü. Onu da yapamadı, insanlar. Eksikliğimiz bu. Ama şimdi Allah'a şükür. El cihadı yok. Açılmadı. Bunu nerden anlıyoruz. Bundan 15 sene evvel Şeyh Efendimiz evlerde gizli gizli hatme yapardı. Hatta nerede olduğunu bile bilmiyorduk. Öyle bir zaman geldi ki, biz de öyle yapıyorduk. Hatme için yer değiştiriyorduk. Evlerde okuyorduk. Yerimiz belli olma-sın diye. İki hatmeyi aynı yerde okursak bilinirdi. Yer değiştiriyorduk. Sohbetimizi gizli yapıyorduk. Ama şimdi Allah'a şükür, sohbetimiz de aşikâr, hatmemiz de aşikâr, teveccühümüz de aşikâr. Camide yapı-yoruz. Allah'a şükür. Bundan 8-10 sene evvel Bayburt Müftüsü camide hatme okumaya müsaade etmiyordu. Şimdi bize korku yok. Baskı yok, şimdi de biz Allah'tan korkalım. İhmallikten korkalım. Tembellikten korkalım. Allah'a sığınalım. En büyük felâket bu. Tembelleri Cenâb-ı Hak sevmiyor, tenkid ediyor. Buradaki tembellik amel tembelliğidir. Niçin? Cenâb-ı Hak:

"Vel asrı innel insane, lefi hüsr. İnsanlar zarardadır." Allah'ın emri. "Biz kulumuzu mallarının azalması ile de imtihan ederiz. Korku ile imtihan ederiz. Mallarının, canlarının azalması ile de imtihan ederiz." Mal ne ile azalır? Büyük büyük zararlar gelir, mal azalır. Malların azalması ile de imtihan ediyorsa bu zarar maddî zarar. Bir de zarar manevî zarardır. Bu da amel de olan eksiğimiz. Yalnız Cenâb-ı Hak insanların yapamıyacağı şeyleri emretmemiştir. Yapabileceklerini emretmiştir. Allah âlimdir, Allah kâdirdir. Bilmiyor mu? O bizi bizden iyi biliyor. Onun için hep yapabileceğimiz şeyleri emretmiş. "Nafile ibadet ile bana yaklaşabilirsiniz" demiş. Ancak nafile ibadeti kimler yapar? Görevi olmayanlar boş vakti olanlar yapar. Meşgul olanlar nafile ibadet yapamaz. Onun için Peygamber Efendimiz:

"Meşguliyet gelmeden boş vaktinizin kıymetini bilin." diyor. Değer-lendirin. Demek ki meşguliyet zamanında nafile ibadet yapılmıyor. Farz olan amel yapılır. Farz olan amel meşguliyeti dinlemez. Hasta bile olsa, ayakta iken namazını kılamıyorsa, oturduğu yerde kılsın. Daha çok kılamayacak durumda ise işaretle kılsın. Onu da kılamıyorsa kalp ile kılsın. Düşünerek kılsın. Bir de devamlı çalışan kimseler, "Ben çalı-şıyorum. Çalışmakta ibadettir" diye düşünebilirler. Eğer namaz kılmı-yorlarsa, çalışmak ibadet olmaz. Çünkü 8 saat ibadet var.  8 saat ça-lışma ibadet sayılabilir. 8 saatte istirahatinizi yapın. Ölçü bu, sınır bu.

Meşâyihin emri Resulullah'ın emridir. Resulullah'ın emri Allah'ın emridir. Meşâyih'in emri aslında Allah'ın emridir. Madem ki Cenâb-ı Hak bir kuluna ilhamî olarak bildiriyorsa... Veysel Karani Hazretlerine  sahabeden bir tanesi ziyarete gidiyor. Hazret-i Ömer'in medh ü senâsı üzerine, gitmiş görmüş. Gittiği zaman hemen ve aleyküm selam, filan oğlu filan. Sahabe şaşırmış:

- "Daha yeni görüşüyoruz. Benim filan oğlu filan olduğumu nerden bildin" demiş.

- "Bana O kimse haber verdi ki ondan gizli nesne yok." Ondan gizli nesne olmayan kim olur? Allah. Nasihat istemiş.

- "Sana nasihat ölümü düşün. Sana nasihat: Annen gitti, baban gitti, çevrenden tanıdıkların gitti. Âhir zaman Peygamberi gitti, Ebubekir gitti, Hz. Ömer gitti." Deyince, şaşırıyor. Çünkü sahabe Medine'den ay-rılırken Hz. Ömer sağ imiş.

- "Hayır O sağ" demiş.

- "Hayır gitti, gitti o da gitti. Senden sonra o da gitti." demiş. Tekrar sormuş:

- "Sana bunları kim haber veriyor?"

- "Bana O kimse haber veriyor ki: Ondan gizli nesne yok." Onun için burada: Evliyaullah'ın sözü, Allah'ın sözü Allah'ın emri demek. İşte bu oluyor. Allah ona ilhamî olarak bildiriyor. Meşâyih emri ile olduğu için bizim tarîkatımız Hak bir tarîkattır. Tarîkatların hepsi haktır. Meşâyih haktır. Allah yolu Hak'tır. O yolun bilgilisi, bilicisi olduğu için. Bizim tarîkat hizmetlerimiz de meşâyih emri ile olduğu için haktır. Bizim 24 saat içerisindeki 8 saat ibadetimiz tamam oluyor. Nasıl tamamlanıyor? Dikkat edelim: 5 vakit namaz, (5 saat) 3 saati nerden alacağız. Eğer günlük dersinizi yapmazsanız (8) saat ibadeti yapmış sayılmazsınız. Teheccüd namazınızı kılmazsanız 8 saat tamamlanmış değil, hatmeye oturmamışsanız 8 saat ibadet tamam değil. Evvabin namazı girmiyor, 8 saat ibadete. Evvabin namazı akşam namazı ile beraber kılındığı için ayrı bir saat sayılmıyor. Ama teheccüd namazı başlı başına bir namazdır. Günlük dersimiz ayrı zaman içerisinde, hatmemizin saati ayrı. Böylece 8 saat ibadet tamamlanmış oldu. Bunlardan başka ne var?

"Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşır" buyuruyor. Bunlar nafile ibadet ama bunlar emir hududunda. Bunlar farz gibi oluyor. Zaten Cenâb-ı Hakk'ın emri. 8 saat ibadet emrediyor bize. 8 saatin 5 saati 5 vakit namaz ise, üç saati de tarîkatımızın hizmetleri. Hizmet gördü-ğümüz saatler. Bunlar emir hududunda olduğu için farza giriyor. "Ku-lum bana nafile ibadetlerle yaklaşır."

Cenâb-ı Hak herşeyi zıddiyetli halk etmiş. İki zıt bir arada yaşamaz. Herşeyi çift halk etmiş, o çift şeyler bir arada bulunmaz. Nasıl? Bakınız: Gece ile gündüz. Hastalıkla sağlık, varlıkla yokluk, sefâ ile cefa, acı ile tatlı, karanlıkla aydınlık. Bunlar hep birbirinin zıddı. Ateşle barut. Bunlar bir arada yaşamazlar. İnsanda sefâ olursa cefâ olmaz. Cefâ olursa, sefâ olmaz. Zenginlik olursa, fakir olamaz. Fakirlik olursa, zengin olamaz.

Boş vakitlerimizin kıymetini bilelim. Sinemaya, parka gideceğimize, hanımlar olsun erkekler olsun, hanımların da zevkleri var, gezmeleri var, oralara gidecekse, oturup ibadet yapsa, zikir etse, Kur'ân okusa namaz kılsa olur. Yani âhiret dünya ile, amel ile kazanılıyor. Bu dünya misafirhanedir. Kelâm-ı kibarda geçer:

Biz misafiriz ve lakin bizde mihmân bekleriz.

Kâmil insan bulmuşuz, babında ihsân bekleriz.

Mihmân: Misafir demek.

Allah'ın ihsanı kâmil insanın kapısındadır. Allah ihsânını, kâmil insanın kapısında bahşedecek. O da meşâyihimiz. Meşâyihe olan inancımız, meşâyihimize olan teslimiyetimiz. Büyük ihsan bundan dolayı olacak. Biz bu dünyaya misafir geldik gideceğiz. Ama bizim de bu dünyada misafirimiz var. Kim o misafirimiz? Hangi haneye kondurabiliriz o misafiri? Dünya hanesine değil. Gönül hanesine kondurmak, gönül hanesine davet ettiysek. Evliyaullah'ta Cenâb-ı Hakk'ın mevcut olan velâyet nuru var. O nur bizim kalbimizde. İşte râbıtanın önemi bu. Râbıtanın kıymeti bu. Yoksa râbıtanın zâhirine aldanmayalım biz. Her kim ki meşâyihi insanlardan farklı görmüyorsa o da bir insandır, beşerdir, diye görüyorsa, o tarîkatı anlamamış, yaşamamış. Ama evliyaullah insanlardan seçilmiş kul. Allah'a yakın gitmiş, Allah'ın sevdiği kul olmuş, Allah'ın sıfatları onda tecelli etmiş. Onun kalbi olmuş Allah'ın evi. Evliyaullah'ın kalbi Allah'ın evidir. Hakikatte Beytullah insanların kalbidir. Cenâb-ı Hak Kudsî hadisinde buyuruyor ki: "Ben mekanlara sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım."

Kelâm-ı kibarda:

Kâbe'yi inşa Halil

Sendedir Beyt-i Celîl

Sensin Allah'a delil

Rûhu sultan el meded.

Diyor ki:  Kabeyi Halil yaptı, Halil İbrahim Peygamber Beytullah'ı yaptı. Beytullah ne demek? Allah'ın evi. Diyor ki o evi Halil yaptı. Senin evin Evliyaullah'ın kalbidir, onu sen yaptın. Sen ancak oraya sığarsın. Başka bir yere sığmazsın.

İşte dünyaya misafir olarak geldik gideceğiz. Bizim misafirimiz, gönül hanesine. Gönül bir mülktür. Gönül sahibini bulup oturtturduysak, hanemiz de misafirini buldu. Biz de misafirimizi, mihmanımızı tanıdık. Eğer bulamadı isek yazık olsun bize eyvah! Allah korusun, Allah muvaffak etsin. Onun için Allah'a şükür bu nimet hepimizde var. Bunu bü-yültmeye çalışın. Evliyaullah'a olan inanç insanlarda aynı değildir. İnsanların hulûsuna bağlı. İnsan evliyaullah'ı ne kadar büyük görürse O'na o kadar yaklaşabiliyor. O'nu ne kadar büyük görürse kendisi de o derece feyiz alıyor. Kalbi büyüten muhabbettir. Kalbe sahibini getiren muhabbettir. Mecnun ne demiş?

Ararken Leylâ'yı, buldum Mevlâ'yı.

Bil ki muhabbet sana Mevlâ'dan gelir.

Muhabbetimiz yok demeyin. Eğer buraya bir taklid için gelen varsa korksun. Allah'tan korksun. Gideyim bakayım ne yapıyorlar diye gelip bakıp da sonra da taklid edip anlatıyorsa. Allah'tan korksun velilerimizden korksun, bir tokat yer. Eğer inanarak geliyorsa Allah için toplanıyorlar diye düşünüyorsa o güzel, o gelsin. Bir muhabbet vardır. Azda olsa o muhabbet onu getirmiştir.

Tarîkat haktır. Tarîkat sohbet haktır. İnsanların kalbini safileştiren ta-rîkat sohbetidir