ALLAH: “isteki vereyim” buyuruyor.

  

       Ondan ne gelse yahşidir

       Zira ol dostun bahşidir

       Hep cümle O’nun işidir

İşte, hastalık ta geliyor O’ndan, sağlık ta geliyor O’ndan. Hani hastalık başka bir yerden gelmiyor ki. Hani zahirde seni bir insan dövse, ne yapıyorsun? Ondan daha güçlüsüne gidip diyorsun ki, bu insan bana zarar veriyor. Zararı yapa-na diyemiyorsun ki, “sen bana niye zarar veriyorsun.” Desen daha büyüğünü yapacak. Geleni ALLAH'tan bilecek-sin. O zaman senin için zarar da bir, kâr da bir. Sağlıkta bir, varlık ta bir, yoklukta bir. Sabredeceğiz.

Soru:

-“Mahkemelik olan bir konuda ne yapacağız?”

-“O seni vermişse sen onu verme.”

-“Haksızlık bize olmuşsa?”

-“Sen haksızlığı HAK'tan bildinse şikayet etmezsin. Fakat tedbirimizi alacağız.

-“O seni şikayet etmişse, zahiren tedbirimizi alsak bile gönülden de ki: “Ben buna müstehakım” de. “ALLAH bunu bana musallat etti” de. “Bu benim eksikliğim” de.”

       Medhe lâyık şeyhimiz var

       Zemme lâyık nefsimiz var

Sonra ikram ettiler, iyilik yaptılar. Bunları nereden bileceksin? Rabıtandan “Ben bunlara layık değilim. Pirim yaptı-rıyor” Bir insana insanlar hizmet verirler, hürmet gösterirler de “Ben ne iyi insanım ki, bana hizmet ediyorlar, hürmet gösteriyorlar?” diye kendisinden bilirse, o hizmet görenin bir zararı olmaz. Hizmet edilenin zararı olur.

Çünkü varlık olur. Varlıkta şeytanî sıfattır. Varlık ancak ALLAH'a yakışır. Azamet O'na yakışır.

“Ve bil kaderi hayrihi ve şerrihi ” sözünde kalmayalım. Özüne geçelim. Öyle olursa eğer, bütün kötülükleri nefsimiz-den bileceğiz, iyilikleri ALLAH'tan bileceğiz. Kötü bir şey işle-meyeceğiz. Kötülükle karşılaştığımız zaman: “Biz buna lâyık idik, ALLAH'a olan kulluk görevimizi yapamadık. ALLAH bunu bize ceza verdi” diye düşüneceğiz. Ceza ALLAH'tan gelir.

Evet:

       Hiç kuluna zulmeder mi Mevlâsı

       Kulun çektiği kendi cezası

       ...

       Hak kulundan intikamı kul eli ile alır

       İlm-i ledün bilmeyenler anı kul yaptı sanır

       ...

       Cümle işler Hâlık'ındır kul eliyle işlenir

       Hakk’ın emri olmayınca sanma bir çöp deprenir

ALLAH'ın emri olmayınca, bir çöp yerinden deprenmez.

       İzni Bâri olmayınca

       Ruhda gelmez bir ahed

ALLAH'ın emri olmayınca bir şey meydana gelmez. O'nun emri olmayınca sinek kanadını çıkarıp uçamaz. Herşeyi ALLAH'tan bilmek. Herşeyi ALLAH'tan bilmek.

Sevdiren ALLAH. Dövdüren ALLAH. (Bak: Gülden Bülbül-lere 1 Behlül-Divane hikayesi)

Biz bu cezaları kaldıramayız. Kaldıramayınca gizli şirk oluyor. Bunu kaldırmak için “vebil kaderi hayrihi ve şerrihi” fermanının sözünde kalmayıp özüne geçmek lazım. Özüne geçmiş olursak eğer, seven de bir olacak, döven de bir olacak. Hastalık ta bir olacak, sağlık ta bir olacak. Sana iyilik eden de bir olacak. Kötülük eden de bir olacak. O zaman sen hakikî mabudunu bulmuş olacaksın. Bunlar çok kolay, çok ta çetin.

Bilene, görene. Köre ne? Kör bir şey görmüyor. Görme-yince de bilmiyor.

       Şeriat, tarikat yoldur varana

       Hakikat, marifet andan içerü

 

       Bil şeriat emrü nehyi bilmek imiş ey gönül

       Hem Tarikat râh-ı Hakk’a girmek imiş ey gönül

Tarikat ALLAH yoluna girmek. Şeriatta olanlar da ALLAH yolunda. Ama onlar tek ayak. Tarikat olunca çift ayaklı. Veya tek kanat. Tek kanatlı kuş çırpına çırpına gider. Ama çift kanat olunca uçarak gider. İşte şeriat cesetle, tarikat ruh ile ilgilidir. İkisi de hizmette ikisi de nimetine ulaşacak. Ceset necasetten, pislikten kurtulmak için, ibadeti olacak. İbadeti olmayan hayvanî sıfatta kalıyor.

Hadesten taharet, necasetten taharet. Hadesten taharet: Gusül, abdest. Abdesti olmayan pis olur.

Necasetten taharette: Boya ile cilâ ile kendisini kapatıyor. Gusül olmuyor. Gusül olmayınca namaz da yok. Çünkü gu-sülsüz namaz olmuyor. Namazını kılamıyorsa pislik vardır. Abdesti olmayanda pislik vardır. Cesedi temizleyen taharettir. Yani boy abdesti ve abdesttir. Aynı zamanda namazdır. İbadettir cesedi temizleyen. Bir de insanlarda ruh vardır. Ruhu temizleyen nedir? Kalptir. Kalbi temizleyen ne oluyor? Zikrullah. Öyle ise şöyle düşünelim: Ceset bir ülke ise, kalp payitahttır.

Bu payitahta zalim bir hükümdar gelirse, o ülkeyi imar etmez. Yakar, yakar, tahrip eder. Halkına da eziyet eder, zulmeder. Ama bir âdil insan gelirse eğer, hizmet verir. Halkı rahat ettirir. İhtiyaçları gidermek için çok şeyler yapar.

İşte burada da kalp, cesedin payitahtıdır. O kalbe ruhu getirmek lâzım. Rûha teslim etmek lâzım. Yani ALLAH'a teslim etmek lâzım. ALLAH'a teslim edince orada iç ve dış temizliğin hepsi olur. Füze gibi gidersin. ALLAH'tan geldin. ALLAH'a gideceksin. Füze gibi gidersin ve yolculuğu da bitirirsin. Eğer bir insanın tarikatı olmazsa, iç temizliği olmaz. Cenâb-ı ALLAH buyuruyor ki:

“Kalbinizde neyi beslerseniz, sizin mabudunuz odur.”

Ancak ve ancak tarikatı olanlardır, kalbinden herşeyi çı-karabilenler. O kalp puthane değildir. Beyt-i hakikattir. ALLAH 'ın beytidir.

“Ben yerlere, göklere sığmam. Mü'min kulumun kalbine sığarım.” buyuruluyor. Bu mülk O’nundur.

Beyt: Ev demek. Beytullah ALLAH'ın evi. Beytullah ikidir. Bir var ki bütün müslümanların her yerden gidip o beyti zi-yaret etmeleri ALLAH'ın emriyledir. Beytullah'a değil. Bey-tullah sadece bir yöndür. Secde ALLAH'ın Zat'ınadır.

Vahiy gelmeden önce Peygamber Efendimiz Mescid-i Ak-sâ'ya doğru secde yapıyordu. Namazı o tarafa doğru kılı-yordu. Kıbleteyn Mescid vardır. İki kıbleli mescid. Hala duru-yor, yenilemişler. İşte o tarafa doğru namaz kılarken vahiy gelmiş. “Habibim dön Mescid-i Harâm’a.”

Mescid-i Aksâ Kudüs'te. Süleyman Aleyhisselâm'ın cinlere yaptırmış olduğu mescid. Vahiy gelmeden önce kıble orası.

Cin Mescidi başkadır. Peygamber Efendimiz orada cinlere sohbet edermiş.

Mescid-i Aksa şimdi Yahudilerin eline geçti. Müslüman-lara büyük bir hakarettir. Tarihler boyu Müslümanların olan bir yer Yahudilerin eline geçti.

Peygamber Efendimize 40 yaşında Peygamberlik geldi. 43 yaşında tebliğe başladı. 53 yaşında Medine-i Münevvere'ye geldi. Yani on sene sonra hicret etti. Her türlü baskıya ve zorluklara rağmen tebliğini orada yaptı. Peygamber Efendimiz on üç sene Mescid-i Aksâ'ya doğru namaza durmuş. On üç seneden sonra:

-“Habibim! Mescid-i Aksâ’dan, Mescid-i Harâm’a dön” diye emir gelmiş.

Gelen emir üzerine dört rekat olan namazın ikisini Mescid-i Aksâ'ya doğru kılmış, diğer ikisini de Mescid-i Harâm'a doğru kılmış. Onun için Beytullah ikidir. Bir vardır Halil'in yaptığı ev, bir de var ki, Celîl'in yaptığı ev. Celîl'in yaptığı ev insanların kalbi. Kafirlerin kalbi'de Celîl'in yap-tığı ev. Fakat onlar kalplerine putları doldurmuşlar. Peygam-ber Efendimiz'e peygamberlik gelmeden önce Beytullah'ta da putlar vardı. Peygamber Efendimiz o putlardan temizledi. Şimdi de Müslümanların ibadet yeri oldu.

       Kâbe'yi inşâ Halîl sendedir beyti Celîl

       Sensin ALLAH'ın delîli ruh-u sultân el-medet

Burada ne buyruluyor? Kâbe'yi Halîl yaptı. Ama sendeki beyt Celîl'in evi. Kim bu? Evliyaullah'ın kalbi. Mü’min kulumun kalbi deyince: Velî olmayanın kalbinde ALLAH'ın Es-mâ nuru vardır. ALLAH'ı hiç unutmuyor. Onda Esmâ nuru vardır. Fakat velîlerde ALLAH'ın Zat nuru vardır. ALLAH'ın Zat'ı vardır. Allah'ın sıfatları onda tecelli etmiştir.

Şeriatı-tarikatı yaşayanlar ALLAH'ı çok zikredecekler ki Esmâ nuruna ulaşsınlar. O zikri de erbabından alacak. Bir zikir de vardır ki laklaka-i lisanda kalır, kalbe girmiyor. Kal-be sevgi ile girer. Ancak erbabından alacak. Bir evliyaullah tan alacak.

Cenab-ı Hak: “Kulum beni sev. Sevdiklerimi sev, kulları-ma sevdir.” Buyuruyor.

Sevdiklerini seversen, kullarına sevdirir seni.

Derviş: Hak için herşeyden geçmiş. Derviş'in anlamını açıklayalım:

Azizan Hazretlerine ağır meseleler sormuşlar. Birisi de şu:

-“Sen müridlere cehri zikir yaptırıyorsun. Buradaki delilin nedir?”

-“Delilimiz şudur ki: Ahir nefeste kelime-i şehadet'i cehri okumamız. Cenâb-ı Hak'kın emri.”

“Lâ ilâhe illallah” söylenecek.

“Muhammedün Resûlullah” yok.

Eşhedü en lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resulullah de-nilmeyecek.

Çünkü:

Peygamber Efendimiz bir vasıtadır. Biz Peygamber Efen-dimizi göremedik. Mürşit te bir vasıtadır. Mürşit Resûlullah'a vasıtadır. Resûlullah ALLAH'a vasıtadır. Can cesetten çıktığı zaman ALLAH'a vasıta kalmıyor. Onun için son nefeste.

“LA İLAHE İLLALLAH” var.

“Muhammedün Resûlullah” yok.

İşte Azizan Hazretleri “Lâ ilahe illallah” zikri yaptırırmış.

Sormuşlar ki:

-“Buradaki deliliniz nedir?”

O da buyurmuş ki:

-Bizim dervişler ölüme Hakke’l-yakîn inanmışlar. Her nefeslerine son nefes olarak inanmışlar. Onun için bu zikri yapıyorlar.

Herşeye hakke’l-yakîn inanmak lâzım. ALLAH'ı da hak-ke’l-yakîn bilirler insanlar. Ama göremiyorlar.

ALLAH'ı bilmek, ibadetle olur, hizmetle olur. Fakat ALLAH'ı görmek aşk ile olur. ALLAH aşkına duçar olmayan ALLAH'ı göremez. ALLAH aşkı olunca bütün perdeleri yakar atar. Bu perdeler insanın kalbindedir.

Mansur'un sözü hak oluyor. Fakat halk anlayamamış. Sonradan “Biz anlayamamışız” demişler. İşte:

       Kendini kendi göre kendi bile

       Bâkisini diyemezem gelmez dile

Yani:

Bir insan ALLAH'ı Hakke’l-yakîn bilirse, “O” “O” olur. “O”da “O” olur.

Bu cesette değil. Yanlış anlaşılmasın . RUH'TA!

ALLAH'tan geldiniz. Yine ALLAH'a döneceksiniz.

“Her şey aslına rucu edecektir.“

Topraktan gelen toprağa gidecek. Niçin Ruh ALLAH'a gitmesin? Gidecek ama o vasıtayı bulmak lazım. Tarikatsız, mürşitsiz oraya ulaşılmaz.

Aman sizi göreyim! Şeriatta bir eksikliğiniz olmasın. Vü-cudunuzu arındırasınız, temizleyesiniz. Vücut arınırsa bir cam olur. Arınmazsa, temizlenmezse bir duvardır. Bir siyah perde.

Bakınız! Yunus Aleyhisselâm balığın karnında zikre de-vam etti.

“Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minez zâlimîn” zikrine 40 gün devam etti. Ama 39 günde balık cam oldu, deryayı seyretti.

       Masivanın illetinden pak edip bu gönlümü

       Kıl Tarîk-i Nakşibendin hadimi Allah için

ALLAH rızası için, beni Nakşibendi tarikatına hizmetçi kabul et ki, gönlümden masivanın kiri, pası silinsin.

Yakub-u Çerhi Hazretleri büyük bir alim. Gitmiş. Nakşi-bendi Efendimize kendisini teslim etmiş. Daha önce rüya görmüş. Demişler ki: “Molla Yakup zahir ilmini bitirdin. Bir de Azîzler var. Azîzlerin ilmini oku” demişler. Rüyadan u-yanmış. Bu gördüğü rüya o kadar zevk vermiş ki, “Nurlu bir kimsenin söylediği azizlerin ilmi nedir? Nasıl bir ilimdir?” aramış sormuş (Not: Bu nurlu kimse Hızır Aleyhisselam) Neticede Nakşibendi Efendimizle görüşmeye gitmiş. Buha-ra'da tanıdıkları ile görüşmüş. Sonra Nakşibendi Efendi-miz'le görüşmüş. Ondan dua talep etmiş. O demiş ki:

-“Benden dua istiyorsun ama benim duam kabul müdür? Geçerli midir?”

-“Geçerli olması için ne lâzım?”

-“Delîl lâzım.”

-“Delîl nedir?”

-“Ayet, hadis.”

Onun için:

       Bu aşk bir bahri ummandır

       Buna haddi kenar olmaz

       Delilim sırr-ı Kur'ân'dır.

       Bunu bilende âr olmaz

       ...

       Süre geldik ezeliden

       Pirim Muhammed Ali'den

       Şarâb-ı lem yezeliden

       İçenlere hımâr olmaz

Evet delil istemiş. O da ayet okumuş:

-“Biz kulumuzu seversek, kullarımıza sevdiririz.

-“Biz sevdiklerimizi kullarımıza sevdiririz” demiş.

O da:

-“Biz azîzlerdeniz” demiş.

Nasıl demişse rüya aklına gelmiş. Rüya canlanmış. Nak-şibendi Efendimize tabi olmuş. Tabi olmuş ama çok bir havf duyaraktan. Bu hadise sırasında kendinden geçiyormuş. Sonradan ayılmış.

-“Bana azîzlerle ol dediler. Bana azîzlerle ol dediler. Ben kaç aydır bu azîzleri arıyordum, bulamıyordum.” demiş. Onu kendisine büyük bir suç kabul etmiş. Büyük bir kusur kabul etmiş. Ağlayarak geri dönmüş, gelmiş.

-“Efendim beni kabul edin” O da:

-“Biz geç kabul ederiz. Güç kabul ederiz” demiş.

Sabaha kadar ağlamış. Esrara bakınız ki. Dört mezheb-ten icazet almış zamanın alimi, yerlerde sürünmüş. Kendi-sini cırmalamış. Niye ağlamış?

-“Yâ Rabbi ben bir feraha ulaşmak isterken meşakkate düştüm. Ya beni kabul etmezse ne olurum?”

Sonra da diyor ki:

-“Ömrümde böyle bir sıkıntılı gece geçirmedim. Ya beni kabul etmezse ne olurum?” diye.

Sabah olmuş.

-“Kabul edildin” demiş.

Yakub-u Çerhi ondan sonra, Nakşibendi Efendimizin bir hizmetçisi gibi ona hizmet etmiş.

Bir günde O’na:

“Molla Yakup demiş ilim ikidir:

Bir ilim vardır ki: satır ilmi. Satırda yazılı olan. İnsanoğlu gider, medresede bir hocadan okur, icazet alır. Bu insan oğluna hüccettir.

Bir ilim de vardır ki, nebîler, velîler okurlar. Kalp ilmi, sadırda. İşte bu ilmi okumaya bak! Bu ilmi elde et!”

ALLAH makamınızı yüceltsin. Maddî-manevî, zahir-ba-tın. Dünyada ahirette Cenâb-ı Hak hüsrâna uğratmasın, za-rara uğratmasın. Cennetini, cemâlini nasip etsin. Cennette büyük annelerinize komşu etsin. Beylerinizle, evlatlarınızla, geçmişlerinizle, geleceklerinizle beraber cennette cem etsin.

Cennet kulların. Cenneti ALLAH kim için halketti? Kul-ları için. Kulundan esirgemez cennetini. Kul kendisini cennete lâyık görsün.

Cenâb-ı Hak:

“Talebenâ vecedenâ”

“İste ki vereyim.” buyuruyor.

“Ey Habibim! Nedir o? Senin benden istediğin nedir ki? Bir avuç toprak.” Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber Efendimize ne kadar bir sevgisi, ne kadar bir muhabbeti, ne kadar bir kıy-met vermesi var ki, şöyle buyuruyor:

“Habibim seni halketmeseydim, bu kâinatı, varlıkları, felekleri halketmeyecektim.”

Buyurmuşsa ne oldu? Peygamber Efendimiz Miraç yaptı. Mirac’a çıktı. Mirac'ta da ümmetini diledi. Her zaman üm-metini diledi.

Tıfl iken ol diledi ümmeti

O annesinden doğmuş, dünyaya gelmiş., yüzünü yere koymuş, ümmetini dilemiş. Başka bir şey dilememiş. Bütün mübarek gecelerde, bayramlarda, ALLAH'tan ümmetini di-lemiş. Mirac'ta da ümmetini diledi.

Gece-gündüz.

Cenâb-ı Hakk'a böyle münacaatta bulununca.

“Bir avuç toprağa minnet mi eyledin?”

Bir avuç topraktan manâ Hz. Âdem babamızı topraktan halketti. Bütün insanları ondan halketti. Sen onlar için ba-na niye bu kadar minnet ediyorsun? diyor. Ama ALLAH'ın hikmetlerine akıl yetmez.

Hz. Peygamber Efendimiz Cenâb-ı Hak'ka böyle bir dilekte, böyle bir bağışta bulununca Cenâb-ı Hak: “Onları bir avuç topraktan halkettim. Niye bunları kendine üzüntü edi-yorsun? Niye minnet ediyorsun?” diyor. Ama “O” ümmeti için istiyor, ümmeti kim? Sünnetini işliyen. ALLAH'ın kita-bına uyan. Kitaptan, sünnetten ayrılan ümmeti değil.

Kürre-i arz üzerinde bu kadar insanlar var. Hıristiyanı var. Ateşe tapan, güneşe tapan çeşitli şeylere tapanlar var. Bunlar değil. Hiç bir tapınağı olmayan.

“Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Resûlullah” diyen.

Evet İslâm'ın şartı beş.

“Eşhedü enlâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhamme-dün abduhû ve Resûlühü.”

Salat ta bunun içerisinde, Savm da bunun içerisinde. Ze-kat ta bunun içerisinde. Hac'da bunun içerisinde.

ALLAH'tan başka ALLAH yok. İnandık, ALLAH'a itaat etmek için dünyaya geldik. Şefaatçimiz Peygamber Efendi-miz, ALLAH bütün insanları, bütün kâinatı onun için hal-ketti. Ama Cenâb-ı Hak:

“Ey Habibim! Nedir o? Bir avuç toprağa minnet eyledin. Ben bunları bir topraktan halkettim. Sen bunlar için bana niye yalvarıyorsun?”

Bir de var ki:

“Habibim! Benim hidayet etmediğime sen şefaat edemezsin” buyuruyor.

Uyanmayanlar için. Peygamber Efendimiz uyanmayanlara üzülüyordu. Kendi kavmidir, Mekke halkı.

Daha da fazla üzüldükleri vardı. Halk için üzülüyordu. İnansınlar ateşten kurtulsunlar  diye.

Bir de var ki, kendi çok yakınları. Onu himaye edenler. Kim bunlar? Ebu Talip, Hz. Abbas, Hz. Hamza.

Ama sonunda Hz. Hamza'ya Cenab-ı Hak nasip etti. Hz. Abbas'a da, Ebu Talip için de “inandı, inanmadı” diyorlar. Fakat bize göre inanmıştır. Her ne kadar zahire göre inanmadı denilirse de bize göre inanmıştır. Çünkü o bir siyaset güdüyordu. Kâfirlere karşı Peygamber Efendimiz için diyordu ki “Gençtir, ben bunu vazgeçiririm.” Onları susturuyordu. Bir taraftan da altı tane oğlu vardı. Onlara diyordu ki:

-“Aman sakın Muhammed'e kimseyi söyletmeyin!” diyor-du.

Ama burada madem ki Peygamber Efendimiz her yerde Cenâb-ı Hak'tan bizi dilemiş, Peygamber Efendimiz'in şe-faati olmadan insanlar cehennemden kurtulamayacaklar. Şefaati olmadan cennete giremeyecekler. Cenâb-ı Hak Pey-gamber Efendimiz'i ayık bırakmayacak. ALLAH Peygamber Efendimize cemâlini gösterecek o bayılacak. Günahkâr üm-metlerin günahı bitince ayılacak “Hani benim günahkâr ümmetlerim?” diye baş açık, yalın ayak gidecek. Cehen-nemden onları kurtarmak için. Ve de kurtaracak.

Bir de buyuruyor ki:

       Zatım'a mir’at edindim Zatını

       Bile yazdım adım ile adını

Cenâb-ı Hak evvel Peygamber Efendimiz'in ruhunu hal-ketmiş.

Hz. Âdem'i ilk olarak halketti. Dünyaya inmeden cennet-te idi. Cennette yaşadı. Eğer cennetten atılmasaydı hepimiz cennette olacaktık. Cennette doğup, cennette büyüyüp, cennette yaşayacaktık. Onda da bir esrâr var. Esrârları topla-nıyor. İki şeyde bitiyor. Birisi Cenâb-ı Hakk’ın Cemâl sıfatı, ikincisi Celâl sıfatı. Celâl sıfatı azaptır. Cemâl sıfatı zevktir, sefâdır, mükâfattır.

Cemâl sıfatı Cennette tecelli ediyor. Celâl sıfatı Cehen-nemde tecelli ediyor. Bu dünyada Cemâl sıfatına sahip olanlar gider cennete, Celâl sıfatına sahip olanlar gider cehenneme. İkisi de hak‘tır

“Ve bil kaderi, hayrihi ve şerrihi.”

Hayır da ALLAH‘tan gelir, şer de ALLAH'tan. ALLAH'tan gelen hayır-şer bu dünya âleminde cennetliği, cehennemliği ayırıyor. Bir de sende olan hayır-şer vardır. O da seni cennete, cehenneme gönderiyor. Hayır-şerri bildirmiş. Günahı-sevabı bildirmiş, Günahların bizim için zararlı olduğunu bildirmiş. Kendi tatbikatımız kendi zararımıza veya yararı-mıza. Biz celâl sıfatına sahip olmayalım. Cemâl sıfatına sa-hip olalım. Senin önüne konulmuş iki çeşit yemek: Birisi tatlı, birisi ekşi. Hangisini seversen onu yersin.

Celâl sıfatı acıdır, Cemâl sıfatı tatlıdır. Harâmı-helâlı, ha-yırı-şerri bildiğiniz kadar tatbik edin. Bilmediklerinizi ALLAH size öğretecek. Cenâb-ı Hak ne buyuruyor:

“Herkes bildiğinin alimidir. Bildiklerinizle amel ederseniz, bilmediklerinizi biz Azimüşşan öğretiriz.”

Biz bilmediklerimizi kimden öğreneceğiz? Burada önemli olan imandır. İmanı olmayan, öğrenmek de istemez. Ona ALLAH'ın azaplarından ahiret gününden bir şey öğretilmez. İnanmayan dinlemez zaten. Burada bizim anlayacağımız, bilmediğimizi bilenden öğreneceğiz. Bildiğimizi işlersek bilmediğimizi öğreniriz. Madem ki Cenab-ı Hak bizi müslüman bir beldede, müslüman bir anneden babadan meyda-na getirmiş. Muhakkak ki bir bilgisi olur. Neyi bilecek? Gü-nah diye bir bilgisi vardır. Sevap diye bir inancı vardır. “Hayr” diye bir inancı vardır. “Şer” diye bir inancı vardır. Ama haramların hepsini bilmiyor. Bir tanesini biliyor. O bir tanesinden kaçmak, onu kurtaracak. Bir tane günahı bilip öğrenecek. Ondan kaçacak. Diğerlerini öğrenecek. Bunlar zahir şeriat emirleri. Bizim için ikisi de önemlidir. Zahir emirler cesede emredilmiştir. Kur'an cesede emredilmiştir. Cenâb-ı Hak Kur'ân'da: “Doğuştan ölünceye kadar öğrenin” diyor. Herşeyin bir öğrenme zamanı var. Yirmi yaşına kadar ilim öğrenilir. Yirmi yaşından sonra okula da almazlar. An-cak insan kendisi çalışır, öğrenir. Dışardan onu tamamlar. Bir diploma alır. Ama okula devam etmiş kadar bilgi sahibi olamaz. Bir fakülteyi okuyarak bitirenle dışardan gelen bir olur mu?

Dışardan bitiren ne olur? Ya maaşı artar veya makamına mevkisine etkisi olur. Bunların sayısı da çok azınlıktadır. Bugün yüz tane fakülte bitiren varsa doksan tanesi okumuş, bitirmiştir. O da nasıldır? Çok zekidir. Ya maddi gücü yetmediği için veya mahrumiyet bölgesinde olduğu için okuyama-mıştır. O ancak dışardan fakülteyi okuyup bitirebiliyor.

Bu sırada fakülte denilince sadece zahir fakülte değil, bir de batın fakültesi var. Bu da ne ile? İlimle, amelle, ihlasla. Nedir bunlar? Şeriat, tarikat, hakikat, marifet.

Hakikate ulaşan ruhî bir tahsil yapmış olur. Ama ha-kikate geçmek için tarikat var. Tarikat bir mekteptir. Şeriat ta bir mekteptir. Ama şeriat yazı ile oluyor. Hocadan oluyor. Tarikatta bir mekteptir. Onun ne yazısı var, ne de hocası var.

Okuruz ders-i “âref”ten Hızr'ın olduk mahremi

Bülbülü bağ-ı hakikat güllerinin şebnemi

Nûrumuz Nûr-u Muhammed nefhâmız Âdem demi

Hemdemiyiz Sûr’a hâcet kalmadı Îsrâfil'e

Bu kelâmlar çok manâlı kelâmlar. Tasavvuf kelâmları, bunlar haktır. Ancak tarikata girenler, tarikatı olanlar, tari-katı tadanlar bunları anlar. Tarikatı olmayanlara roman gibi, hikayete gibi gelir. Ama hakikat olan bir şey, hikâyeyi kabul eder mi? Hikâye insanların uydurması. Ama hakikat aslı ile birdir. Burada geçer ki:

       Hâk i bâd ü âb ı ateş bünyadım

       Sûret-i beşerde âdemdir adım

       Bilmem cinnîmiyem yoksa dîv-zâdım

       Aslımdan bir haber veren yok bana

Bu da nedir? İsyan edene de, etmeyene de Cenab-ı Hak bir cisim halk etmiş. Onlara bir ruh üflemiş. Hepsinin cisimleri dört maddeden halk edilmiş. Bu dört maddeden halk edilen ceset suflîdir. Bu dört madde hamdır. Onu tebdil et-mek lazım. Onu hasa çevirmek lazım. Herşeyin bir hammaddesi var. Bir de hâsı var. Ama herşeyin, bütün bu mü-kevvenatta kullanmış olduğumuz herşeyin bir hammaddesi var. Bir hası var. Meselâ bu sehpanın hammaddesi ne idi? Ormanda bitmiş bir ağaç. Bu ağacı bulmasaydı ustası ne ile yapacaktı? Eğri büğrü bir ağacı ustası getirmiş. Böyle güzel yapmış. Öyle ise bizim de bu dört maddemizi çevirmek lâ-zım. Nasıl çevireceğiz? Onun fabrikasında çevireceğiz. Evli-yaullah'a teslim olan onun fabrikasına girmiştir. Nasıl gir-miştir?

Bu görünen bir fabrika değil. Ya? Görünmeyen bir fabrika. O ruhu yetiştiriyor. Ruhu terbiye ediyor. Ruhu ulaştırıyor. İnsanlar rüya görürler. Rüyada ne görürler? Çok güzel şeyler görürler. Ruh gitmiş. İstanbul'da neler görüyor? Dünyanın öbür tarafında neler görüyor? Ama güzel rüya gören bakar ki, bir zevk var onda. Bir şevk var onda. Bir tad var. O rüyayı gördüğü için seviniyor. Ve rüyayı tabir ettirmek ister. Ama zahir tabir edemez onu. Rüyanın da zahiri var, batını var, hakikatı var. Zahirini zahir bilir. Batınını batın bilir. Ha-kikatını hakikat ehli bilir. Rüyanın batını meşayihe aittir. Ama rüyayı açıklamazlar. Yalnız derler ki rüyayı nasıl gö-rürsen gör. Hayıra yor. Hadis-i Şerif. Peygamber Efendimizin emri bu. “Rüyayı nasıl görürseniz görün, hayıra yorun.” Ha-kikatini tabir ederlerse, birde bakarsınız ki o kötü görmüş olduğunuz rüyalar tecelli eder. Ama “hayıra yorun” demek Peygamberimizin emri. ALLAH tebdil ediyor hayıra yorulunca.

Hz. Yusuf Aleyhisselâm hapishanede iken ona iki tanesi gidiyor, rüya söylüyor. Onun da mucizesi rüya tabiri idi.

İki kişiye rüya tabir etti. Birisi yalandan söyledi. Birisi de doğrusunu söyledi. Birisine dedi ki:

-“Sen hapishaneden kurtulacaksın. Padişahın sakası olacaksın. Yani içki masasında hizmet yapacaksın?”

Şimdiki zamanda içki haram, yasak. Peygamber Efen-dimize inen kitapta içki haram oldu. O zamana kadar ha-ram değildi ve de Cenâb-ı Hak içkiyi birden bire yasaklama-dı. Önce zararlarını bildirdi. Çünkü alışkanlıkları birdenbire kesemezsin, yavaş, yavaş.

O zamanlarda Şam'a bir gün kervanla gittiler. Hatice Va-lidemiz'in malını sattılar. O maldan çok kâr kazandılar. Pey-gamber Efendimiz Hatice Validemizin ücretlisi. Fakat o ma-lın yanında Peygamber Efendimizin bulunması, mala çok kâr kazandırdı.

Yol üzerinde konakladıkları yerde Hıristiyanların büyük bir kilisesi vardı. O kilisenin papazı, ruhbanı şimdikiler gibi olmuyordu. Yetişkin idi. Hakiki İncil'i okuyorlardı. Kerâmete ulaşıyorlardı. İşte o İncil âlimi İncil'i okuğudu zaman ağ-larmış. Ona niçin ağladığı sorulunca şu cevabı veriyor:

-“Burada bir yazı var. Onu görebilir miyim göremez mi-yim diye ağlıyorum” dermiş.

Bir rüyada ahir zaman Peygamberinin Mekke'den Şam'a sefer yapacağını görmüş. O sefer yaptığı, yol üzerinde ko nakladıkları yerde bir kuyu varmış. O kuyunun su vermesini kitapta gösteriyor. Orada kurumuş bir ağacın yeşereceğini gösteriyor. Birde o kervan üzerinde bir bulutla gelecekler. Bunu görüyormuş. Tabii kendi ilmine göre bunun zama-nının yakın olduğunu biliyormuş. Ama yaşlı olduğu için, “görebilir miyim, göremez miyim” diye ağlarmış. Her İncil'i okuyuşunda ağlarmış. Onlara dermiş ki:

-“Ne zaman ki Hicaz'dan gelen, güneyden gelen bir kervanın üzerinde bulut görürseniz gelin bana müjdeleyin”

İşte gelmişler:

-“Ya Ulu! Bir kervan geldi. Üzerinde de bulut var” de-mişler.

Bakmış, görmüş, sevinmiş. Bayılır gibi olmuş. Bayılmış, ayılmış, bayılmış, ayılmış. Bu ne kadar aşk! Ayılınca demiş ki:

-“Bu bir rüya mı? Yoksa gerçek mi?”

-“Rüya değil, geliyorlar.”

Gelmişler hepsi ağaçların dibine inmişler. Peygamber Efendimiz kuru ağacın dibine iniyor. Ve rahip bunu da gö-rüyor. Sonra susuz kalıyorlar. Orada kurumuş bir kuyu var, suyu yok. Peygamber Efendimiz ona ağzını değdirince su ge-liyor. Rahip cennetten müjdelenmiş gibi bayılıyor, ayılıyor. Bayılıyor, ayılıyor. İşte o rahip o kervanı çok bir masrafla da-vet ediyor. Davet edilince hepsi davete gidiyorlar. Peygamber Efendimiz gitmiyor. Oradaki eşyalara bir bekçi lâzımmış, hepsi gidiyorlar. Peygamber Efendimize de çok ısrar ediyorlar. Fakat o gitmiyor, o orayı bekliyor. Gidenleri de rahip kar-şılıyor. En önce şarap ikram ediyor.

Sonra misafirleri inceliyor. Kitabı açıp bakıyor.

-“Eyvah aradığım bunların içinde yoktur” diyor. Soruyor:

-“Eşyaların yanında kimse kaldı mı?” Ebu Cehil:

-“Bir yetim kaldı orada” diyor.

Hz. Hamza ona bir yumruk vuruyor.

-“Niye demiyorsun ki, hepimizin akıllısı orada kaldı?”

Rahip, Ebu Cehil'in sözüne çok üzülüyor. Hz. Hamza'nın sözüne de seviniyor. Tekrar rahip, Peygamber Efendimizi çok hürmet ederekten, yerlere, ayaklarına eğilerekten davet edip getiriyor. Ona da şarap ikram ediyor, içmiyor. Süt getiriyor, sütü içiyor. O zamana kadar daha yasaklanmamamıştı şa-rap. Peygamber Efendimiz zamanında yasaklandı. Böyle olduğu halde Peygamber Efendimiz şarabı ikram edilince içmiyor. Cenâb-ı Hz. ALLAH en evvel onun nurunu halk et-miş, Onun nurundan zatını seyretmiş.

       Zatıma mir’at edindim zatını

       Bile yazdım adım ile adını

Mir’at: Ayna. Ben senin nurunu halk ettim. O nurda ayna gibi zatımı seyrettim.

Cennette de “Lâ ilâhe illâllâh, Muhammedün Resûlul-lâh” yazısı yazılı. O yazıyı Hz. Âdem Babamız dünyaya in-meden gördü.

ALLAH'ın Cemâli cennette tecelli etmiş. Fakat cennetin yanında bir de cehennemi halk etmiş.

Makam-ı nazda olan birisi öyle ALLAH'a kulluk etmiş ki... Yaklaşmış. Yaklaşmış. Naz makamında ki insan ALLAH'tan ne dilerse ALLAH kabul eder. İşte o makamda birisi yalvarıyor:

-“Yarabbi bu cenneti halk ettin, güzel. Bu cehennemi ya böl ya kaldır ortadan” Böyle yalvarıyormuş.

Musa Kelîmullah’ta Tûr-i Sinâ'ya gidermiş, Cenâb-ı Hak'la kelâm konuşmaya. Bir âbide rastlamış. Selâm ver-miş. Âbid selâmını almamış, Hz. Musa'nın dikkatini çekmiş. Halbuki selâm vermek ve almak büyük bir amel, farz âbid olduğu da belli, ibadet yapıyor.

Tûr-i Sinâ'da ALLAH'la konuşurken:

-“Ya Rabbi herşey Sana âyan. Bir âbid kulunu gördüm, selâm verdim, selâmımı almadı.”

ALLAH'u Teâlâ:

-“Yâ Kelîmim! O kulum bir haftadır bana yalvarıyor.

“Yarabbi bu cenneti halkettin, fakat bu cehennemi kaldır ortadan”, diye yalvarıyor. Kendinde değil.”

“Yâ Kelîmim, sen dönüşte giderken ona bir tokat vur” de-miş.

Hz. Musa dönüşte orada onunla karşılaşıyor. Bir tokat vu-ruyor. Çokta güçlü imiş. Celâlli imiş. Tokattan çok acı duyu-yor âbid. Hz. Musa'nın yüzüne bakıp secdeye kapanıyor. Ve diyor ki:

-“Yâ Rabbi vazgeçtim ben niyetimden cehennemi kal-dırma, kaldırma! Cehennemi nimet halkettin ki, böyle zâ-limleri terbiye etmek için.”

Evet Hz. Âdem babamız cennetten atılıyor. Bu dünyadaki bütün kafir, mümin onun evladı. Onun için dünyada cennetlik cehennemlik ayrılıyor. ALLAH'a şükür. Biz cehennemlik değiliz. Cenneti de kazanmış değiliz. Ama inşallah cennet yolundayız. Cennet yolunda olalım. Cehennem yoluna düşmeyelim. Her kim ki, günah-sevap bilmiyorsa, helâl-ha-ram bilmiyorsa o, cehennem yolundadır. Cennet ve cehennem cesede değil, ruhadır. Aman canım ruhu göremiyoruz edemiyoruz. Rüya tabir ediyoruz. Sıkıntılı korkulu rüya gö-rünce, terleyip bunalıyorsun, uyanınca seviniyorsun. Birçok kimseler de ruh hastalığına yakalanıyorlar. Korkulu rü-yaların etkisi ile akıllarını kaybediyorlar.

Bir de rüyada çok zevkli birşey görür onu yaşamış gibi olur. İşte bu muameleler ruha oluyor. Sen uyuyorsun senin ayağını çekseler, sürükleseler, hiçbir şeyden haberin olmu-yor. Ama ruh görünüyor. Onun için rüyanın zahiri vardır ki, zahirini zahir ulema tabir eder. Batınını batın ulema tabir eder. Zahir ulemanın tabiri batın ulemanın tabirine uymaz. Niçin? Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:

“Rüyayı nasıl görürseniz görün, hayıra yorun.”

Niçin? Meselâ:

Bir damla su sert bir yüzeye düşünce orada top gibi kalır. Ama elimize bir çöp alır da onunla çekersek o damlayı, ne tarafa çeksek o tarafa kayar.

İşte Yusuf Aleyhisselâm zindanda iken iki kişi rüya söylü-yorlar.

Birisi demiş ki, şöyle gördüm rüyayı:

-“Hapishaneden kurtulacaksın. Padişahın sakisi olacaksın.”

Öbürünün rüyasında. Sini içerisinde ki yemeği başında götürürken, kuşlar onu yediler. Ona da demiş ki:

-“Seni asacaklar kuşlar beynini yiyecekler” demiş:

-“Ben yalan söyledim.” Yani hükmü de yalan olsun isti-yor. O da:

-“İster yalan olsun, ister doğru olsun. Rüyayı tabir ettir-din. Rüyanın tabiri budur.”

Sonra cezası bitmiş. Hapisten kurtulmuş, gitmiş. Mısır sultanının sakisi olmuş. Yani içki masasında hizmet görürmüş. Yusuf Aleyhisselâm ona demiş ki:

-“Böyle birisi var. Suçsuz yere hapis yatıyor de padişaha.”

O da unutmuş söylememiş yedi sene zindanda kalmış. ALLAH ona bildiriyor.

-“Ya Yusuf kurtuluşu padişahtan dilediğin için yedi sene kaldın hapiste, yoksa tez kurtulacaktın.”

O hapisten çıkan da yedi sene Mısır Sultanına gece gün-düz hizmet ediyor.

Diğerini de asıyorlar, kuşlar beynini yiyor. Hikmetlere ba-kın. Yusuf Aleyhisselâm'ın yedi sene zindanda kalmasına da o sebep oluyor, kurtulmasına da o sebep oluyor.

Evet yedi seneden sonra Mısır Sultanı bir rüya görüyor. Rüyayı hiçbir zahir ulema tabir edemiyor. Sultanın sakiliğini yapan kişi, padişaha diyor ki:

-“Sultanım, hapiste yatan Yusuf isimli bir kişi var. O rü-yayı nasıl tabir ederse öyle çıkıyor” diyor.

Ona gönderiyor rüyayı anlattırıyor. O diyor ki:

-“Beni hapisten çıkarın ki, rüyayı tabir edeyim” diyor.

Çıkarıyorlar.

-“Haydi tabir et” diyor. O da tabir ediyor.

Rüya şöyle:

Yedi tane buğday başağı, kalın, güçlü. Yedi tanesi de zayıf cansız. Zayıf olanları güçlü olanlar yutuyor. Yok oluyor. Bir de yedi tane sığır çok güçlü kuvvetli. Yedi tanesi de zayıf. Onlar da onları yiyor. Şu şekilde tabir ediyor:

Mısır'da yedi sene bol mahsul olacak. Ekinler, meyvalar herşey çok olacak. 7 seneden sonra kıtlık olacak. Bunu öğre-nince Padişah o yedi sene bolluk içerisinde olan sürede am-barlar yaptırıyor. Mahsulleri stok yapıyor. Kıtlık başlayınca biriktirilen yiyecekler altın gibi oluyor. Böylece çok büyük bir zenginlik varlık oluyor. O varlıkta Yusuf Aleyhisselâm'a kal-mış.

Dedikleri nasıl ki aynen çıkıyorsa, Yusuf Aleyhisselâmı baş vezir alıyor kendisine. Kendisi öldükten sonra Mısır'a Sultan oluyor.

Evet rüyayı nasıl görürsek görelim, hayıra yoracağız. Çünkü rüyanın asıl manasını bâtın uleması bilir. Fakat onlar söylemezler. Aynen çıkacağı için.

Yusuf Aleyhisselâm tabir ettiği zaman adam “Yalan söyle dim” dedi. O da dedi:

“İster yalan olsun ister doğru olsun olacağı bu.”

Ama şer de olsa yoruma göre hayıra tebdil eder ALLAH. Rüyanın zahirine bakarsınız çok kötü gibi görünür ama tarikatta onun manası çok kıymetli olabilir.

Bir insan rüyasında içki içiyordur. Tarikata göre onun manası AŞK'tır. Çünkü rüyayı, uyku uyurken görüyor. O halde mesul olan ruhtur. Cesedin ondan haberi yok.

Ruh masumdur.