“Gam Gelmez Dememişler, Gam Eğlenmez Demişler”

Adana, 1990

Cenabı Allah “kulum iste ki vereyim” diyor (talebena vecedena). İsteklerimiz bizi aldatmasın. Gayemizi bilelim, isteğimizin ne olduğunu bilelim.

Bizim ruhumuz var, cesedimiz var. Ruhumuzun bir isteği vardır, cesedimizin de;

Nefis demek, ceset, cisim demektir,

Nefsin çok arzuları var, istekleri var ama bunlar aldatıcıdır.

Ama ruhun bir isteği vardır. O, aldatıcı değil. Fakat işte bu ameller gibi onu bilsek de, onu istesek.

Tarikat ruh ile, şeriat ceset iledir.

Mürit, Talib, cismiyle şeriatta, ruhuyla tarikatta, sırrıyla ila vuslatta olacakmış.

Talib kim?

Hani Cenabı Hak, “Kulum iste vereyim” buyuruyor.

Talib demek; Hakkı talep eden, Allah'ı talep eden.

Niye?

Allah’tan geldik, talebimiz odur zaten.

Niye derslerimizde tespihin her yüz başında imameye gelince “ilahi ente maksudî ve rızake matlubî” diyoruz?

Madem ki “yarabbi maksadım sensin, rızanı isterim” diyoruz. Sözümüzde sadık olalım, kâzib olmayalım.

Onun için işte burada talip demek: Hakkı talep edendir. Fakat Hak talibine şartlar vardır: Hak talebine şartlar koşmuşlar.

Nasıl şartlar koşmuşlar?

1. Daima vudu-abdestli olması gerekir. Şeriatımızda da zaten “Abdest Müslüman'ın silahıdır”. Abdestli olan bir Müslüman her ibadete hazırdır, gafil değildir. Allah’tan gafil değildir. Çünkü abdestli olduğu için, her ibadete hazırdır. Daima vudu-abdestli olması budur.

2. Lokmada ihtiyat

3. Hıfz-ı Nispet

Talibe bu üç şart koşulmuştur.

Talip kim?

İşte  bir mürit. Tarikata girmiş, Cenabı Hakka ulaşmak isteyen bir mürit.

Çünkü tarikatsız insanlar Allah'a ulaşamazlar.

Allah’tan ruhumuz gelmiş, yine Allah’a ruhumuz gidecek.

Ceset Allah'a gidecek değil. Cesedi Cenabı Hak topraktan halk etmiş, yine toprak olacak.

Ama ruhumuz Allah'tan gelmiştir, Allah'a dönecektir.

Bakın şimdi: Şeriat, tarikat, hakikat, marifet var.

Şeriattan başlıyor. Ama tarikat olmasa, insan hakikate ulaşamıyor. Hakikate ulaşamazsa, işte ruhu nereden geliyor? Ruh nimetine malik olamıyor.

Ruh nereden gelmiş? Allah’tan gelmiş, Allah'a gider. Hakikate ulaşırsa Allah'a gider. İnsan tarikatla hakikate ulaşıyor.

Onun için işte; hıfz-ı nispet var. Daima vudu, abdestli olmak, bir de lokmada ihtiyatlı olmak var.

Lokmada ihtiyat; helal kazanacak. Lokması helal olacak. Helal kazanıp, helal yiyecek ve şüpheden de sakınacak.

Bir var ki biliyoruz helal, onu yapıp işleyeceğiz.

Bir var ki biliyoruz haram, ondan kaçınacağız.

Bir de var ki helal mıdır, haram mıdır? Şüpheli. Zamanımızda bu çok işte! Helal lokma kalmadığı için, haram var, bir de şüpheliler var.

İnşallah Cenabı Hak haram lokma yiyenlerden etmesin.

Cenabı Hak haramdan bizi korusun, muhafaza etsin, zamanımız çetindir. Şimdi korunmak, helal lokma bulmak, çok çetindir. Ama işte şüpheliler var. Helal mıdır, haram mıdır, şüpheli. Ondan da sakınmak lazım.

Nakşibendi efendimizin emri kelamıdır. “ibadet on cüzdür, dokuzu helal lokmadır”.

Yani bir insan ne kadar yaşarsa yaşasın, ömrü boyunca Allah'a olan ibadetinin, itaatinin onda dokuzu helal lokmadır.

Bedeni amel, bir de mali amel var insanlarda değil mi? Gerek bedeni ameli olsun, gerek mali ameli olsun, ömrü boyunca yapmış olduğu ibadetin, itaatin onda dokuzu helal lokma.

Öyle buyuruyorlar ki bir insanın kursağına, yani midesine bir haram lokma gittiği zaman, onu kırk gün boyunca kanına aksediyor ya! Mideden kana geçiyor, kandan da iliğinden, damarından kırk günde temizlenirmiş. Kırk gün sürermiş. Onun için o kırk gündeki ibadeti makbul olmuyor. Helal lokma yemediği için.

Onun için “ibadet on cüzdür dokuzu helal lokma” buyrulmuş. Lokmada ihtiyat da budur.

Bir de hıfz-ı nispet vardır.

Hıfz-ı nispet de: sana verilen muhabbeti muhafaza edeceksin.

Madem ki tarikata girdin bu muhabbeti nereden aldın sen?

Meşayihten!

Çünkü meşayihe olan muhabbet Allah'adır, meşayihe olan sevgi Allah'adır.

Cenabı Hak öyle buyuruyor. “Kulum beni sev, sevdiklerimi sev, kullarıma sevdir”. Ey kulum beni sev ki, sevdiklerimi de sevesin. Sevdiklerimle beni seversin, kullarıma da beni sevdirirsin, buyuruyor.

Onun için burada Hıfz-ı nispet sana verilen, meşayih vasıtasıyla sana gelen muhabbeti muhafaza edeceksin.

Tabii muhabbet kalpte bir ışıktır, bir nurdur. Muhabbet, göremiyoruz ama, ancak biz bunun tadını tadıyoruz, seviyoruz değil mi?

Ama bunun cismi kalpte bir nurdur, ışıktır. Allah’ın nuru, yanan ışıktır. İşte bunu muhafaza etmek için, söndürmemek için,  hıfz-ı nispet, muhabbeti muhafaza etmek gerekir.

Bunun da iki yönü var: Birisi şu ki, muhabbeti, yine sözüyle, hareketiyle, hali, fiili, ameliyle muhafaza ediyor. Bir de hali, fiili, ameliyle terakki ediyor. Yani bu muhabbeti insan muhafaza ederse o büyüyor. Büyüye, büyüye, büyüyor. Muhabbetin büyüdükçe kalbi de büyüyor. Muhabbet çoğaldıkça, kalbi de büyüyor.

Çünkü insanlarda mide var ya, ne istiyor? Su istiyor. Peygamber efendimiz buyuruyor ki: Mideyi üçe taksim edin. Midedeki boşluğu üçe taksim edin. Bir payını ekmekle, bir payını suyla, bir payını teneffüsle. Hiç birinin hakkını birine geçirmeyin buyuruyor. Bir payını yemekle, bir payını suyla, bir payını teneffüsle. Madem ki böyleyse, demek ki midenin bir hazmı var. Herkesin midesi de bir olmaz. Bazı insanın midesi var ki fazla alıyor büyük, bazı insanın midesi var, küçük, cismi küçük, midesi de küçük. Bazısı cesedi büyük, midesi de büyük oluyor. Bazı insanlar var ki yüz gram bir şeyle doyar. Bazıları var ki bir kiloyla doyar. Bazıları da var ki bir kiloyla doymaz.

Onun için burada insanlardaki muhabbet de böyledir. Kalbindeki muhabbeti muhafaza ile o kalp büyüyor. Mide gibi değil ki, mide büyümüyor, ama kalp büyüyor. Kalbin de bir cismi var, midenin de bir cismi var. Ama midenin cismi büyümez. Yalnız kalbin cismi büyür.

Yine cisim olarak büyümez ama mana var onda. Cenabı Hakk’ın onda bir sırrı var, onda esrarı var. Gizli bir esrar var onda.

Sır ki nedir bu ondaki gizli sır, esrar?

Ondaki gizli sır, esrar şudur ki: Cenabı Hak hadis-i kutsi’de buyuruyor ki: “Ben arşa, kürse, levhe, kaleme sığmam. Mü’min kulumun kalbine sığarım[1]”. Demek ki bu ufacık et parçası, kalp ama, bu ne kadar manada büyüktür.

Mana ne? Madde ne? Madde görünenler. Mana görünmeyenler. Manada ne kadar bu kalp büyük ki artık yerlerden, göklerden, dünyalardan, her şeyden bu kalp büyük.

Hiçbir mekana sığmayan Cenabı Hak “Mü’min kulumun kalbine sığarım” buyuruyor. Fakat bu kalp büyüyor işte. Manada, kendi sırrında, esrarında büyüyor. Cisim olarak büyümez.

Ama insanlar da büyük varlık. İnsanlar kıymetli varlık, insanlar çok güzel varlık. Fakat yine bu güzelliğini, yine bu büyük varlık olduğunu, yine kıymetli varlık olduğunu göstermiyor. Çünkü cesedi örtmüş, perdelemiş onu.

İnsanlarda üç sıfat vardır. 1) Hayvani sıfat, 2) Beşeri sıfat, 3) Meleki sıfat. Üçünü de zahirdeki bu ceset ne yapmış? üçünü de perdelemiş.

Hayvani sıfatta olanı da perdelemiş, insan kılığında gösteriyor.

Beşeri sıfatta olanı da perdelemiş bir insan olarak gösteriyor.

Meleki sıfata geçeni de perdelemiş, bir insan olarak gösteriyor.

Eğer bir insan meleki sıfata geçince bütün varlıklardan büyük oluyor.

İşte Cenabı Hak, “Biz insanı kıymetli halk ettik, biz insanı büyük halk ettik, biz insanı güzellerin güzeli halk ettik[2]” buyuruyor.

Fakat, yine Cenabı Hak “o çok büyük insan, o çok güzel insan, o çok kıymetli insanı esfele safiline düşürürüz[3]” buyuruyor.

Niye?

Çünkü kulluğunu yapmazsa, görevini yapmazsa, Allah'a olan kulluğunu yapmazsa, düşer, kıymetini kaybeder.

Cenabı Hak buyuruyor: “insanlar ulvi, insanlar sufli”. Ulvinin manası, insanlar gökleri aşar, melekleri geçersiniz. Yani meleklerin üstüne çıkarsınız.

Melekler nerede?

Arş-ı Ala’da melekler var, Cenabı Hakkı zikr ediyorlar. Sayısı çok, Allah bilir.

Arş-ı ala büyük bir makamdır, böyle dünyalar gibi değil. Yüz bin tane dünya, yüz bin tane böyle kürre-i arz. On sekiz bin alem var, hepsi arş-ı alanın yanında yok oluyor.

Oradaki melekler, Allah'a ibadet yapıyorlar. Yalnız insanlar eğer meleki sıfata ulaşıyorsa büyük oluyor.

Meleki sıfat demek; yani hakikate ulaşıyorsa;

hakikate ulaşınca insan ne oluyor? Allah’ın sıfatı ile sıfatlanıyor. Cenabı Hakkın sekiz sıfat-ı subutiyesi o insanda tecelli ediyor.

Onun için bu insan ne oluyor o zaman? Bu insan, arş-ı aladaki meleklerden, melaike-i mukarrebinden, büyük meleklerden de büyük oluyor.

Onun için bak “arş-ı muazzam başıdır” buyurmuş.

Kim bu?

Velayet sahibi,  Evliyaullah, kamil insan.

Ama Cenabı Hak “biz insanı kıymetli halk ettik, biz insanı büyük halk ettik” buyuruyor.

Hangi insan?

İşte o sıfatla sıfatlanan insan. Allah’ın varlığına ulaşan insan. O zaman öyle büyük bir varlık oluyor ki; Allah’ın varlığından sonra en büyük varlık o insan oluyor. Allah’ın varlığından sonra en kıymetli varlık o insan oluyor.

Hem de niye olmasın? Cenabı Hak ne buyuruyor: “Habibim ben seni halk etmeseydim bu varlıkları halk etmeyecektim”.

Ama bu varlıklar nereden halk edilmiş? Peygamber efendimizin varlığından. En evvel Peygamber efendimizin nurunu halk etmiş, bütün varlıklarda onun nurundan halk etmiş.

Ama insanlar fenafişşeyh, fenafirresul oluyorlar mı? Oluyorlar. Ama evvel fenafişşeyh olacak ki sonra fenafirresul olsun.

Çünkü Allah’ın üç nuru var: esma nuru, sıfat nuru, zat nuru değil mi? Esma nuru Evliyaullahta’dır, sıfat nuru Resulullahta'dır. Zat nuru da Cenabı Hakk’ın zatının nurudur.

Ama yalnız Evliyaullah bu üç nuru da geçmiş. Esma nurundan da geçmiş, sıfat nurundan da geçmiş. Zat nurundan geçmiş ki buna ne deniliyor: fenafillah, bekabillah, seyrilallah.

Bir de var ki  fenafişşeyh, fenafirresul, fenafillah. Bir de böyle.

İnsanlar bu üç nurdan geçtikten sonra büyük varlık oluyor işte. Cenabı Hakkın en büyük varlığı o insan oluyor.

Fakat bu kadar, Cenabı Hak bu insan için büyük nimetler halk etmiş, insanı böyle kıymetli halk etmişse, bu insan, bu nimetlere malik olmazsa kendisine yazık etmez mi?

Ehli küfrü koyduk bir tarafa. Zaten Cenabı Hak da ilmi ezelide onları bir tarafa ayırmış, seçmiş. Allah ruhları üç sınıf üzere halk etmiş: ehli dünya, ehli ahiret, ehli huzur.

Ruhu'l-beyan tefsirinde yazıyor. Ne yazıyor orada? Cenabı Hak ruhları halk ettiği zaman “elestü bi-rabbiküm” fermanında bir takım ruhlar “bela” demişler. Demeyenler daha çok olmuş. Küfriler, inanmayanlar, yani ehli dünya ehli küfür olan “bela” dememiş. Ama ehli ahiret, ehli iman, ehli huzur olanlar “bela; evet sen bizim Rabbimizsin” demişler.

Fakat orada ehli dünya, ehli ahiret, ehli huzur olanlar nerede?

Taa ilm-i ezelide, Cenabı Hakk’ın bir iltifatı, orada ayrılmışlar.

Nasıl ayrılmışlar?

Cenabı Hak ruhları halk etmiş, bütün ruhları halk etmiş. Tabi ruhları on bölüm yapmış, Cenabı Hak bu ruhlara dünya hayatını keşfettirmiş, dünyayı arz etmiş. Dünya hayatı budur diye onlara göstermiş.

Bunu alıyor musunuz? Kabulleşiyor musunuz? İstiyor musunuz?

Orda isteyen olmuş istemeyen olmuş. Ama on safın dokuz safı istiyoruz demiş ayrılmışlar, dünyayı almışlar.

Fakat o bir saf almamış yani yüzde onu almamış, kabulleşmemiş. Onlara Cenabı Hak bu sefer ahireti keşif ettirmiş. Ahiret alemini, cennet alemini. Onların da dokuzu ayrılmış ahireti istemiş. Fakat bir tanesi ahireti de almamış istememiş, istemiyorum ya rabbi demiş. Bunlar hep cilve-i rabbani.

Şimdi yüzde doksanı ehli küfür, ehli nar ayrıldı. Kaldı on’u. On’da dokuzu da ehli ahiret ayrıldı cenneti istedi onlar. Kaldı yüzde bir’i. İşte rakam büyüdükçe bu çoğalıyor. Yüzde bir olunca binde on olur değil mi? İşte böyle bunlara Cenabı Hak tekrar fermanı celili soruyor:

— Ey kullarım! Siz dünyayı almadınız, ahireti de almadınız.

— Ne istersiniz?

— Yarabbi biz senin rızanı isteriz.

— Evet siz benim rızamı istersiniz ama, benim rızam nerede, yine dünyada gidip kazanacaksınız.

Dünyada ruhlar ayıklanıyor çünkü. Orada ruhlar Cenabı Hakk’ın ancak kendi ilminde, kendi zatında, kendi azametindeydi. Ama eğer o ruhlar bu dünyaya gelmeseydi Allah’ın varlığı bilinmezdi. Çünkü Cenabı Hak “Biz insanları, cinleri halk ettik ki, bizi mabud bilsinler [4]”. Bize itaat etsinler. Bir hadis-i kutsi var: Burada da buyuruyor ki: “Biz bir gizli hazineydik. Aşikar olmamız için insanları halk ettik[5]”.

Yani, biz bu insanlar, Allah’a şükür bak, Müslüman’ız, inanmışız. Fakat inanan var, inanmayan var. Bakın inanmayan Allah'ı inkar edip, tabiattan biliyor, tabiattan diyorlar. Ama inananlar için bütün bu varlıklar Allah’ın varlığına bir ispattır, bizim için delildir. Bunlar olmasaydı, biz olmasaydık, bu kainat olmasaydı, Cenabı Hak zatıyla beraber kalırdı, onun varlığı bilinmezdi.

Demek ki bütün bu mükevvenatın halk edilmesi, Allah’ın varlığını evvel bildiriyor, sonra da aşikar ediyor.

Ama şeriat bildiriyor, tarikat aşikar ediyor.

“Biz bir gizli hazineydik. bilinmemiz için insanları halk ettik” buyuruyor. Bu tarikattır işte.

Çünkü ancak “Bir gizli hazineydik”  fermanında nerededir? Bu gizli hazine Allah ise, bu gizli hazine nerededir?

Cenabı Hak: “Ben arşa, kürse, hiçbir yere sığmam” diyor. Ama yalnız bak amentü billah ben Allah'a inandım, Allah vardır, birdir, ortağı, şeriki yoktur, mekandan münezzehtir değil mi? Böyle ama, Cenabı Hak “hiçbir mekana sığmam, mü’min kulumun kalbine sığarım” diyor. Onun için burada Allah ilmiyle de eşyayı ihata emiştir, azametiyle de ihata etmiştir.

Ama, ne zaman ki insanlar şeriat, tarikat, hakikate malik olursa, hakikate ulaşırsa bir insan, fenafillah olursa bir insan. Neye benzer biliyor musunuz? Bir nehrin gidip deryaya karışması gibidir. Nehir deryaya karışmadan evvel onun bir cismi vardı, gücü vardı, sesi vardı, hareketi vardı. Deryaya karıştıktan sonra bunun daha gücü var mı? Var ama deryadan alıyor o gücünü. Gücü de derya, sesi de derya, vücudu da derya değil mi? Öyle oluyor. İşte insanlar da; Allah'tan gelen ruh Allah'a ulaşırsa, işte insanlar ne oluyor o zaman? Büyük varlık ve kıymetli varlık oluyor. Ki Allah’ın zatından sonra o insan büyüktür.

Böyle bir insan için işte vahdet-i vücut deniliyor. Vahdet-i vücut olmuş böyle bir insan için ne olmuş?

“Ölmeden önce ölmüş”. Böyle bir insan için ne olmuş?

Cem’ü’l-cem olmuş. Allah’ın azametinde birleşmiş.

Evet. Bu insan için bu eşya, bu kainatta  her şey yok oldu.

“Küllü şeyin halikün illa vechehu[6]” emr-i fermanı onda tecelli etti. Bu ferman bir afakta tecelli eder, bir de enfasta.

Enfas demek yani her nefiste, her şahısta.

Afak demek de, yani bütün kainatta tecelli eder.

Bu nasıl?

“Küllü şeyin halikün illa vechehu” emr-i fermanı; İsrafil aleyhi’s-selamı Allah iki görev için halk etmiş.  Bir üfürmesinde bütün her şey yok olacak. Tekrar ikinci bir üfürmesinde var olacak. Ama bu afakta, mükevvenatta, halkiyatta.

Cenabı Hakkın halkiyatı, mesnuâtı kaça ayrılıyor? Üçe ayrılıyor. Cemadât, nebâtat, mahlukât.

Cemadât: Yer cinsi, Nebâtat: Bitkiler, Mahlukât da canlılar.

Canlı olarak haşarattan, vahşi hayvanlardan, insanlardan, cinlerden, meleklerden, yani bütün bunlardır. En ufak böcekten başlar bunlar en büyük bir cisim sahibine kadar canlılardır, mahlukattır.

Ama insan da bir mahluk değil mi?

Mahlukatın hepsinin ma fevki insandır.

İnsanlar tecelli-i suriyi, Allah’ın sıfat nurunu gördüğü zaman, eğer bu hal olarak görecekse, başlangıcında nerden başlarmış? Yer cinsinden başlarmış, yani yerde olan madenlerden tecelli-i sûrî görürmüş. Bu madenlerden terakki edermiş. Yerde çok maden var, renkli renkli, değişik madenler var. Fakat yerde olanların hepsinin başı neymiş? İnci. Çünkü inci yerden inci olarak çıkıyor. Bugün altın var ama, altın taştan topraktan ayırt ediliyor. Ama bütün ne kadar kıymetli mücevherat varsa, bunların hepsini taştan topraktan ayırt ediyorlar. Ama inci, inci olarak çıkıyor. İncinin hakikisi altından daha kıymetli, fakat bu tecelli inciden sona ermiş.

Tecelli sûrî ondan sonra cemadâttan nebâtat geçiyormuş. Bu sefer de bitkilerden. Bitkilerden hepsinden hal sahibi, tasavvuf sahibi görüyor bunları. Allah’ın nurunu bu sefer de nerede buluyor? Bitkilerde, mesnuatta. Bunları terakki ile bunların hepsinden geçiyor. Hepsinde görebiliyor. Fakat bunların en sonu hangisi? Hurma ağacı. Hurma ağacında da nihayete, sona eriyor. Yani nebâtatın hepsinin ma fevki de hurma ağacı, hurma.

Ondan sonra hayvanata geçiyor. Mahlukata yani, canlılara geçiyor. Bunlarda da insanlar, tecelli surî, büyükte, küçükte, cisim olan her canlıda görebiliyor, fakat bunların en sonu da hangisi? Hayvanatın da en kıymetlisi at imiş. Attan insana geçiyormuş.

Cenabı Hak bunları böyle sıralamış. Demek ki yani cemadat, nebâtat, mahlukat. Cenabı Hakkın halkiyatı üçe ayrılıyor. Fakat bu cemadatta olan farklılık var. Nebâtatta da farklılık var, mahlukatta da farklılık var.

İşte mahlukatında ma fevki olan at. Attan sonra insana geçiyor. İnsana geçince tecelli sûrî, Allah’ın sıfat nuru insanda görününce, bir insan tecelli surîye ulaşınca, Allah korusun, işte o zaman ene’ye  (benliğe) düşüyormuş. Ene’ye düşüyor, eğer ondan geçiyorsa tamam kurtuldu. Geçemiyorsa orda helak olmak var. Orda ayağı sürçüyor.

Fakat burada ne olur? Oradan geçerse eğer, daha terakki edecek. Allah’ın sıfat nurundan nereye geçecek? Zat nuruna geçecek. Bir böyle…

Bir de Cenabı Hakkın tecelli-i surî, tecelli-i manevî, tecelli-i zâtî var. Yani tecelli-i suri nuru, tecelli-i manevi nuru, bir de tecelli-i zatının nuru. Bunlar talib için.

İşte tecelli-i suri; çok tehlikeli bir şey.

Eğer oradan geçiyorsa tecelli-i maneviye ulaşıyor. O tecelli-i manevi lafza-i celaldir. Yani bütün her eşyada lafza-i celal görünüyor. Onlar mesela o yazılar geldiği zaman, o yazılar canlanıyor. Böyle işte bütün eşyada o lafza-i celal nur halinde görünüyor. Bu tecelli-i manevi olur.

Fakat tecelli-i zatı ise Cenabı Hakkın isimsiz, cisimsiz görünür. O zaman, sadece Cenabı Hakkın tecelli-i zatına mazhar olanlar, ancak ve ancak ne oluyorlar? İşte cem’ü’l-cem oluyorlar, deryaya karışıyorlar. Bir nehir işte nasıl deryaya karışıp, yok oluyorsa, ama deryada, bu deryadan dışarı değil. Derya değil ama, deryadan da hariç değil. Deryada yok oldu ve gücünü de deryadan alabiliyor.

Sohbetimiz nerden başladı?

Talibe terakki olması, talebine ulaşması için üç şart koşulmuş:

Daima vudu, abdestli olması

Lokmada ihtiyat

Hıfz-ı nispet

İşte bu hıfz-ı nispetini de muhafaza edecek. Nelerden muhafaza edecek? Ona verilen bir muhabbet vardır onun kalbinde. Bunu muhafaza edecek. Muhafaza edecek ki o büyüsün. Bunu muhafaza etmesinin iki yönü vardı: Birisi çok dikkat edecek, hali, fiili, ameliyle. Fiiliyatında eksik bırakmayacak. İnsanlarda bunun en ziyade zıttı da muhabbetin sönmesinin zıttı da gazaptır. İnsan gazabını yenmezse, bu söner. Yani gazaplanır, hiddeti gelir, herhangi bir kimseyi kırar, incitir, ona hakaret ederse ne olur? O muhabbet söner. Bir muma nasıl üfürürsen, sönerse, o söner. Onu muhafaza ederse o bir mum ışığıysa bile büyür. Bunu neyle büyütecek? İşte hali, fiili, ameliyle.

Fiiliyatı elinde, ameliyesi elinde, hal iradesinin dışında. Onu biz bilemeyiz, anlayamayız.

Yalnız bileceğimiz şu ki; insanlarda kabız hali var, basıt hali var. Bu hal sahibinden, rabıtadan tecelli ediyor. Müridin hali rabıtadan tecelli eder. Müridin gönlüne gelen şey haldir. Gördükleri şey haldir. Rüya görse veya bir uyur uyanık ne görse haldir. Bu rabıtadan tecelli eder.

Ama fiiliyatı elinde, iradesinde. Ameli de elinde.

Ameli ne? Ameli: İbadeti ve tarikattan almış olduğu hizmeti. Bunları yapıp işleyecek, bunlarda eksiklik bırakmayacak.

Fiiliyatı da; hareketi, yaşantısı, sözleri, işleridir.

Bunları da şeriat terazisi elinde, onunla tartacak. Eğer söylemiş olduğu söz, Kitap’a, Sünnet’e uygunsa söylesin. Düşünsün, baksın, sözleri uygun mu değil mi? Uygunsa söyler, uygun değilse söylemez. Sözlerini ve işlerini kitaba, sünnete tatbik edecek. Oturması, kalkması, yemesi, içmesi, alması vermesi, giyinmesi bunları hep şeriata tatbik edecek. Fiiliyatı da budur.

Hal deyince; iradesinin dışında, onun kalbinde, gönlünde tecelli eden hallerdir.

Müridin bazı zamanları olur ki, çok sıkıntılı olur. Kalbi sıkılır, bunalır efendim. Her şeyi çok düşünür, çok vesveseli olur, vesvese onun gönlüne gelir. Fakat ister ki onları atsın, atamaz, ama bu işte cihattır, atacak. Atmaya çalışacak, bu cihattır.

O basıt hali geldiği zamanda, gönlünde böyle bir aşk, şevk, muhabbet var. Hiçbir şeyi dert etmiyor. Daralmıyor, sıkılmıyor. Sanki dünyalar onunmuş.

Kabız halinde de öyle zararlı çıkıyor ki, insanları kusurlu görüyor, insanların ayıplarını araştırıyor. Şu ayıp var, bu ayıp var.

Ama basıt halinde öyle değil, insanları hoş görüyor. İnsanların sözleri, hareketleri onun hoşuna gidiyor, nasıl olursa olsun, nasıl söylerse söylesinler. Bu ehl-i zakire, Ehl-i Zikir kim? Zikir yapandır.

Bunlar hep bir haldir. Bunlardan hep geçer. Neticede insanlar eşyanın hakikatine ulaşır. Nasıl ki kelamı kibarda;

Bilinmez âlemin sırrı nihândır        

Dört şâhın hükmüyle döner cihândır  

Ârif olanlara özge  seyrândır

Kâmile her eşyâ olmuş bir evrâd

Dikkat edin! bak “Arif olanlara”, kim bunlar?

“Bilinmez alemin sırrı nihandır”. Yani Cenabı Hakk’ın sırlarına, hikmetlerine, Cenabı Hakkın cilvelerine akıl yetmiyor.

Sade bizim bildiklerimiz mi var?

Bildiklerimizden çok bilmediklerimiz var.

Gördüklerimizden çok görmediklerimiz var.

Bildiklerimizde de var! Bildiklerimizde de var ki, halk etmiş olduğu bir bölükte bir maharet halk etmiş, bir hüner halk etmiş, onu insanlar, fakülte bitiren insanlar yapamıyor, işleyemiyor, akıl erdiremiyor ona değil mi? Bak işte bunlar:

 Bilinmez alemin sırrı nihandır

 Dört şahın hükmüyle döner cihandır

Bu cihan ne? Bu dört şah ne?

Cihan senin cesedin.

Senin cesedinin eğer anasır-ı zıttıyetini değiştiysen, sen ne oldun?

Eğer sen varlığından kurtuldun, hakikat varlığına ulaştınsa ne oldun?

Sen işte büyük bir cihan oldun. Küçük bir cisimken, büyük bir cisim oldun.

Bilinmez alemin sırrı nihandır

Dört şahın hükmüyle döner cihandır

Dört şahtan mana: Edille-i şer’iyye.

Cihandan mana: İnsanın hem dünya alemi, hem de insanın cesedidir.

Nasıl ki fertler kendisini düzeltiyor.  Fertler kendisini neyle düzeltiyor? Şeriat, edille-i şer’iyye: Kitap, Sünnet, İcma, Kıyas.

Bunlar ile herkes kendisini düzelttiği zaman bak, alem-i mülk (mülk alemi), düzeliyor. İnsanlar, cemiyetler düzeliyor, toplumlar düzeliyor.

Bir de eğer insan kendini düzeltirse, cesedini ne yapıyor?

Cesedini tebdil ediyor.

Ney bu? Hayvani sıfattan beşeri sıfata geçiyor.

Bir de: şeriat, tarikat, hakikat, marifet.

Bir de: muhabbet, ihlas adap, teslimiyet.

Bu dört şarttan murad bunlardır. Fakat şeriat, zahirde, cisimde. Cisminizle şeriatta, işte o zaman demek ki bizim cismimiz ile kitap, sünnet, icma, kıyas; eğer bu oluyorsa; farz vacip, sünnet, müstahap oluyorsa ceset değişiyor; hayvani sıfattan beşeri sıfata geçiyor.

Fakat bir de mademki tarikata girdiysek, inandıysak bunlar tarikatın şartlarıdır; bu dört şahtan mana tarikatın şartlarıdır: muhabbet, ihlas adap, teslim. Bu da ne yapıyor? Bu da işte beşeri sıfattan meleki sıfata geçiriyor.

Meleki sıfata geçince bir insan o zaman büyük insan, büyük varlık oluyor. İşte o zaman Allah’ın:

“mûtû kable entemûtû” sırrına mazhar oluyor,

Cem’ü’l-cem oluyor, vahdet-i vücut oluyor.

Allah’ın sıfatları onda tecelli ediyor. Allah’ın ahlakıyla ahlaklanıyor değil mi?

Hakikate geçenler işte böyledir. Hakikate tarikattan geçiyor.

Ama tarikatın esasları neymiş? Tarikat dört esas üzerine kurulmuş: Muhabbet, ihlas, adap, teslim.

Muhabbet: muhabbet, meşayihi çok sevmektir.

Niye sevmesin? Allah için sevmiş. Bu Allah’ın emri. Cenabı Hakk’ın emri. Çok sevin diyor “beni sevin sevdiklerimi sevin” buyuruyor. Meşayihini çok sevecek. Muhabbet budur.

İhlas: meşayihini büyük görecek. Ki ne kadar büyük görürse, meşayihini o kadar sevebilir.

Adap: meşayihinin zahirini, batınını bir bilecek. Meşayihi ne kadar uzakta olursa olsun, onu ırakta değil yakınında görecek.

Niye görmesin? çünkü bak kelamı kibarda, tasavvufi kelam:

“bir yerdesin her yerdesin”. Yani, sen Allah’ın birliğine dahil olduysan sen her yerdesin. Amenna ve saddakna, sen de mekandan kurtuldun, zamandan kurtuldun.

Cenabı Hak Evliyaullahı zamandan mekandan kurtarmıştır.

Onun için divanda bir kelam var, Salih Baba'nın divanını okuyorsunuz; bazı kelamlar belki sizin beyninizi meşgul eder, anlayamazsınız. Bu nedir acaba? Veyahutta muhalif gelir size. Bunu böyle niye söylemiş dersiniz. Bak ne buyuruyor:

Âlâda ednâda yoktur matlabı

Kime demiş? Rabıtasına. Bu bir Evliyaullah’a söylenmiş.

Öyle zaten. Cenabı Hakk’ın sıfatları onda tecelli ediyorsa, “Settaru’l-uyûb” sıfatı da onda var. Bak kelamda öyle:

Âlâyı ednayı seçmek mürşidi kamilin kârı değildir.

Böyle buyuruyor. Bir de diyor ki:

Senin gördüğün ayıpları, veliler setr eder cümle

Mademki varis-i enbiyadır; Peygamber efendimiz setr etmiyor muydu? ashabının içerisinde, yüzüne zahirde inanmışlar, fakat düşmanlık besliyorlar Peygamber efendimize, sevmiyorlar. Ona garaz ediyorlar. Yani fırsat bulsalar ona hakaret edecekler, canına da kıyacaklar, öldürecekler de. Ama gene de Peygamber efendimiz onları aşikar etmiyordu. Sen şöylesin sen böylesin demiyordu.

Evet onun için işte…

Âlâda ednâda yoktur matlabı

Yani Evliyaullahın bu âlâymış (âlâ yüksek), bu alçakmış, böyle şeylere matlubu yoktur.

Niye? çünkü onun için zerre ile katre, zerre ile kübra bir olmuş.

Evet divandadır,

Âlâda ednâda yoktur matlabı

Derya-yı zatı olmuş cümle meşrebi

Allah’ın zatına ulaşmış, Allah’ın zatının nuru onda tecelli etmiş. İşte arşa, kürse, hiçbir yere sığmayan Cenabı Hak onun kalbinde tecelli etmiş.

Âlâda ednâda yoktur matlabı

Derya-yı zatı olmuş cümle meşrebi

Vücudu hak olmuş, kün’dür maksadı

Her sıfattan zatın ilan eyledi.

(beyit okurken orada “gün” diye okuyorlar. “Gün” değil “kün” dür.)

Mademki Cenabı Hak Evliyaullah’ı zamandan mekandan kurtarmışsa, onun da her işi “kün”, “ol” demesi ile oluyor. Yani Evliyaullah için zaman yoktur, mekan yoktur ve ona işlem yoktur.

Onun için her yerde mevcut “bir yerdesin her yerdesin”. Her yerde ispatı vücud eder, her yerde görünür. Cesedi, her yerde bir cisim olarak görünür.

İnsanlarda tayy-ı rical, tayy-ı mekan makamı var. O makama insanlar ulaşınca Cenabı Hak onları zamandan mekandan kurtarmakta. Onun için zaman mekan yok, onun için işlem de yoktur.

İrade sahibi ne kadar güçlü olursa olsun, aletiyle veya sanatıyla, işlem görüyor. Diyelim ki bir dozeri alet etmişler, bir dozer bin kişinin işini görüyor. Halbuki yine bunda da bir işlem vardır. 

Ama Evliyaullahın işinde işlem yoktur. “Kün”, “ol” demesiyle her şey oluyor.

Niye? Allah’ın sıfatı ile sıfatlanmış. Cenabı Hak buyurmuyor mu kutsi hadisinde? “Biz velilerimizi yeşil kubbemizin altında gizledik. Onları bizden başka kimse bilmez[7]”.

Diğer bir kutsi hadisinde de buyuruyor ki: “O veli kulumuzun gören gözü, bizim gözümüz, işiten kulağı, bizim kulağımız, konuşan dili, bizim dilimiz, uzanan eli bizim elimiz[8]”.

Eğer konuşan dil Cenabı Hakkın diliyse, Cenabı Hakkın “Kün” emriyle her şey var oluyor. Evliyaullah da Kün’dür. Yani “Kün” emri onda tecelli etmiştir. Neye “Ol” dese oluyor, işleyecek değil. Bin senede olacak olayları bir saniyede yapar. Yapamaz mı? Yapar, olur bunlar.

Nasıl ki bak… Tasavvuf kitaplarını okuyorsunuz. Onlar yazılmış, galat değil onlar, haşa. O tasavvuf kitaplarında okuduklarınız Evliyaullahın kârıdır. Cenabı Hakkın ona ihsan etmiş olduğu bir kemaldir, kârdır.

Evet. Demek ki mürit bir hali, fiili, ameliyle terakki eder.

Ameliyesi ibadetidir.

Zahir şeriata göre, Kitap, Sünnete göre olan ibadetidir.

Bir de bu tarikattan almış olduğu hizmeti, ibadetidir.

Fiiliyatı da yaşantısı, hareketi. Bunlara dikkat edecek.

Hal denince ne kalmış? Bunlar bunun iradesinin dışında. Yani senin gönlüne gelen bir şey, gelmesini istemediğin halde geliyor, işte hal bu. Elinde değil ki, geliyor.

Onun için “gam gelmez dememişler, gam eğlenmez demişler”.

Yalnız dikkat edin. Eğer insan kalbine gelen bir şeyi, muhalif, kitaba, sünnete uymayan, bir şeyi gelmesini istemiyor, fakat geliyor, nefis getiriyor, şeytan getiriyor. Onun aklına gelmesini de istemiyor, ama bunu atıyor, gene geliyor, atıyor, o gitti, bu sefer de başkası geldi, geliyor. Bunu atarsa bu cihattır.

Burada onun bir terakkisi vardır. Hal olduğu halde, elinde olmadığı halde, onu atar cihat yaparsa, yine terakkisi vardır. Hem de onun muazzam bir terakkisi vardır. Akıla, mizana sığmayacak kadar onun muazzam bir terakkisi vardır.

Neye benzetiyorlar onu? Cari, akan bir nehir var. Bazı nehirler var ki şehirlerin içinde akıyorlar. O nehirlerin akmış olduğu şehirde hiç pislik olur mu? Olmaz. Niçin?

Çünkü o nehir götürüyor hepsini. Bütün ev kirlerini, sokak kirlerini, nehire atıyorlar, nehir alıp, gidiyor. Nehir kirleniyor mu? Kirlenmez. Çünkü gücü var, kuvveti var. Atılanı alıp götürüyor, bırakmıyor ki.

Peki ama bir göl suyu düşündüğümüz zaman, göl suyuna insanlar tarafından ne atılırsa atılsın, o orda kalır, götürmez, yok olmaz, orda kalır. Kala kala ne olur? Paslanır, yosunlanır, gölü kirletir.

Demek ki burada cihat yapan bir kalp, cari bir nehir gibidir. Cihat yapmayan bir kalp, bir göl suyu gibidir.

Onun için, kalbî cihat var, nefsî cihat da var. Hatta bu cihat-ı ekberdir. İşte kabız halinde, böyle istemeyerek sizin kalbinize gelen muhalif şeyleri, ne yapmanız lazım? Onu atacaksınız.

Atarsanız kalbiniz kirlenmez, o cari bir nehirdir. Eğer atmazsanız, kirlenir, yosunlanır, orada ne olur? Mülevves eder onu. İşte kabız hali böyle, zaman zaman geldikçe, insan onu attıkça azaltıyor.

Bir de basıt hali var ki zaten onun gönlüne geldiği zaman, Allah, Resulullah, meşayihten başka bir şey gelmiyor. Başka bir şey yok onun gönlünde, gelmez, gelmiyor zaten. Öyle ferah, öyle geniş, hiçbir şeyi dert etmiyor. Ne açlığı düşünüyor, ne çıplaklığı, ne hastalığı hiçbir şeyi düşünmüyor.  Hep insanları çok seviyor, insanların sözü ona dokunmaz, insanların hareketi onun zoruna gitmez. Basıt hali böyledir.

Bunda ne yapacak? Neyle elde etmiş bu hali? Ya Allah var onun gönlünde, ya Resulullah. İnsanların meşayihi gönlüne geldiği zaman, hiç şüphe yoktur Resulullah, Allah’la beraberdir. Çünkü onu Resulullah için, Allah için sevmiştir.

O zaman demek ki basıt hali olduğu zaman, onun kalbi, geniş, ferah, rahattır. Fakat onu muhafaza edecek. O anda bakar ki bir hatarat  geldi gelecek, ona fırsat vermesin. Yine onunla meşgul olsun. Bu rabıtadır. Bu da bizde en ziyade rabıtayı hayal var.

Şimdi bu ameli burada biz işliyoruz. Sohbetimiz var, teveccühümüz olacak, işleyeceğiz.

Bunu sair zamanlarda buradan geçtiğiniz zaman, en sıkıntılı hallerinizde, en dar bunaltılı hallerinizde, bu ameli hayal edin, canlandırın, muhakkak genişleyeceksiniz. Muhakkak o kabız halini böyle atacaksınız. Kabız halini atarsınız. Ama bu hal geldiği zaman, mümkün olduğu kadar, yürürken, gezerken, alırken, verirken, yerken, içerken, hayalinizde tutun bunu, mümkün olduğu kadar. Bu ne? Bak burada kabız halini azaltıyorsun, basıt halini çoğaltıyorsun.

Bu ikisi birbirinin zıttı, kabız hali gelince, basıt hali gidiyor, basıt hali gelince kabız hali gidiyor. Karanlıkla ışığın, geceyle gündüzün birbirine olan zıtlığı gibidir. Kabız halinde insanın kalbi karanlık bir gece gibidir. Nasıl karanlık gece insanları sıkıyor, bunaltıyor, ışık olmazsa eğer. Ama basıt halindeki müridin kalbi, aydınlık, ferah, güneşli bir hava gibidir.

Bir de ne var bizim için? Şükür, fikir, zikir var.

Şükür bizim nimetimizi artırır. Cenabı Hakkın emri öyle değil mi? “Ben kuluma vermiş olduğum bir nimetin, o kulum kadrini bilirse ben onu büyütürüm, yükseltirim, arttırırım. Bilmezse onun elinden alırım[9]”.

Ama burada bizim için büyük nimet:

Allah bizi inananlardan Müslüman halk etmiş,

Ehli dünya değiliz, ehli ahiretiz. Nimetimiz budur. Allah'a inandık, ahirete inandık.

Ama bu inancımızı yaşarsak, bu sefer de ehli huzur oluruz.

Allah’ın zatını kazanırız.

İşte onun için Cenabı Hak “Kulum ver beni de al beni. Benim vermiş olduğum canı Bana ver ki Beni alasın” diyor.

Allah’ın zatını alan, Allah’tır.

Ama bu ne demek?

Cenabı Hak “Sana bir ruh verdik, o ruhu ancak Allah'a ulaşmak için canını vereceksin” terk-i can olacaksın. Terk-i can olmadan insan cananı bulamaz. Onun için kelamı kibarda buyruluyor:

Başını top eyleyip gir vahdetin meydanına

Kıl kaza-yı Kerbela’yı gir kendi nefsin kanına

Seyr  kıl uşşak-ı Mevla nice kıyar canına

Terk-i can etmektir ancak aşk u sevdadan garaz

Demek ki insanlar terk-i can olmayınca cananı bulamaz.

Terk-i dünya; dünyayı terk eder ki ahireti kazansın. 

Terk-i ukba; ukbayı terk eder ki Cenabı Hakkın cemalini kazansın.

Bir de terk-i cisim var insanlarda.

Bir de terk-i can var insanlarda. Canını veriyorsa cananı buluyor.

Çünkü o zaman ne oluyor. Canını veriyor, canından da geçiyorsa, ölüyor. İşte o zaman Cenabı Hak “ölmeden evvel ölün” buyuruyor. Varlığından kurtuluyor, her şeyi terk ediyor.

Varlık denince insanların malı varlıktır, zenginliği, maddi varlığıdır. İlmi varlıktır, ameli varlıktır, asaleti varlıktır, güzelliği varlıktır, gücü varlıktır, sanatı varlıktır veya ibadet etmiş çalışmış, Allah da vermiş kerameti, keramet varlıktır.

Çünkü insanlarda kemalat varlıkta değil yokluktadır. Onun için kim yok oldu ise kemale ulaştı. Kim yok olduysa hakiki varlığı buldu. Hakiki varlığı bulunca o zaman kemale ulaşıyor. Kemal sahibi oluyor.

İşte onun için Cenabı Hak “Kulum ver beni de al beni. Benim vermiş olduğum canı Bana ver ki Beni alasın” diyor.

Başını top eyleyip gir vahdetin meydanına

Kıl kaza-yı Kerbela yı gir kendi nefsin kanına

Seyr kıl uşşak-ı Mevla nice kıyar canına

Terk-i can etmektir ancak aşk u sevdadan garaz

Aşk ise.. aşk ne?

Allah sevgisi, Resulullah sevgisi, Meşayih sevgisi.

Bu sevgiler insanda tecelli ederse, ve bu sevgileri büyütürse, çoğaltırsa, o zaman ne olur?

Terk-i can olabilir. Her varlığını yok eder. Her varlığı yanar gider, gönlünde durmaz.

Fakat bizim bu varlıklarımız var ya… ilim dedik, amel dedik, maddi zenginlik dedik bunların zahirde cismi olduğu gibi, sevdiğimiz için kalbimizde de onların bir cismi var, onların bir yeri var. Öyleyse bu sevgiler, bunlar kalpte olduğu müddetçe...

Onun için  “Neyi seviyorsanız, kalbinizde neyi besliyorsanız o sizin putunuzdur, mabudunuzdur” buyruluyor.

Gönlümün put hanesinden hubb-ı dünya nakşını

Pûte-i aşkında yaktı nârına pervâ gibi

Ne demek istiyor?

Gönlümde olan puthane idi, çok arzular vardı, çok istekler vardı, bunlar orayı hep meşgul etmişti, işgal etmişlerdi.

Ama pute-i aşkı nedir?

Yani Cenabı Hakkın aşkı; hakiki bir mabudumuz var, o hakiki mabudumuzu bulduksa, hakiki mabudumuzun sevgisi onları hep yakar yok eder.

Ama bu hakiki mabudumuzu neyle bileceğiz? Neyle bulacağız?

Cenabı Hak insanların her maksadına bir kapı tayin etmiştir. Allah'tan gelen insanlar, Allah'a gitmek için yine Cenabı Hak arada bir vasıta halk etmiş.

Çünkü zaten biz vasıtayla geldik, vasıtasız gelmedik ki; zaten biz bir böcek gibi topraktan çıkmadık ki, bir ottan, bir taşın deliğinden çıkmadık ki, bir ot gibi yerden bitmedik ki, arada bir vasıta var.

Ne bu vasıta? Annemiz, babamız vasıta oldu. Bizi ulvi alemden getirdi bu aleme. Fakat yine bir vasıta lazım ki yine o ulvi aleme çıkarsın bizi. Zaten ayet-i kerimede “ileyhil vesilete” buyuruyor Cenabı Hak. Bir vasıta arayın kendinize, bir vesile bulun kendinize. Onun için burada vasıta nedir?

Al benligimizi gitsin irâde

Arz eyle cemâlin ir gür murâde

Vasıtamız sensin işbu arâde    

Eriştir menzil-i a'lâya bizi        

İşte vasıta budur.

Bunlar kelamı kibardır. Bu ayete, hadise temas eder. Ayet, hadis mealidir. Ki vasıta neymiş?

Al benligimizi gitsin irâde

Arz eyle cemâlin ir gür murâde

Bu ne?

Evliyaullah insanları iradesinden kurtarıyor. Ehli tasarruf bu zaten. Keramet bir şey demek değil! Önemli olan tasarruftur.

Sana keramet gösterir bir kimse, çok kerametler gösterir. Seni çocuk yerine kor, cinciğinen, boncuğunan seni aldatmış olur.

İş odur ki senin iradeni alsın da, seni iradenden kurtarsın da, seni varlığından kurtarsın da, seni nimete ulaştırsın. Tasarruf budur.

Tasarruf insanı ne yapar? Öldürür.

Evliyaullahın manevi bir gücü var. Seni öldürür, diriltir.

  Hayâtı memâttır memâtı hayât   

  Yüz bin renk gösterir aslı bir nevât        

      Aslâ sözlerinde bulunmaz sebât  

Bir böyle buyuruyor. Bir de buyuruyor ki:

Sekiz sıfat üzre gördüm bir cemal

Her bir sıfatında vardır bin kemal

Bir de böyle. Kim için bu?

Bunlar hep meşayiha, velayete söylenmiştir. Velayete buyrulmuştur. Evliyaullaha buyrulmuştur. Cenabı Hak Evliyaullaha o yetkiyi vermiştir. O selahiyeti vermiştir.

Ki ne yapıyor? Seni evvela öldürecek.

Ne o? Kılınç ile kesecek değil, senin başını kesecek değil, bu öldürmek. Ne demektir bu?

Hazret-i Pîrim delîlimdir Halîlimdir benim    

Dil sarâyı ravza-i beyt-i celîlimdir benim        

Ana teslîm ettiğim nefs-i zelîlimdir benim       

İnkıyâd ettim bıçağa uymuşam İsmâîl'e          

Bu kelamların şimdi anlaşılanları var, anlaşılmayanları var.

Malum “Hazret-i şeyhim, halilimdir, delilimdir benim” yani İsmail (as) nasıl babasının bıçağına boynunu verdi, teslim oldu, sen de meşayıhına öyle teslim ol. Bu anlaşıldı.

Ana teslim ettiğim nefs-i zelilimdir benim”. Bu da anlaşıldı.

Inkiyad ettim bıçağa uymuşum İsmail’e”. Bu da anlaşıldı.

Dil sarayı ravza-i beyt-i celilimdir benim”.

Bu ne?

Evliyaullahın kalbine bir insan girerse, ravza-i mutahharadan içeri giriyor.

Evliyaullahın cismi ravza-i mutahhara imiş.

Evliyaullahın kalbi de Allah’ın beyti, evi beyt-i celil.

İşte kutsi hadisinde “Ben hiçbir mekana sığmam, mü’min kulumun kalbine sığarım” buyurması budur.

Her kim ki Evliyaullahın gönlüne girdiyse, maksuduna ulaştı, maksudunu buldu, aradığını buldu.

O aranan var ya, afakta bulunmaz, gönüllerde bulunacak. Gönüle girmek lazım.

Onun için Yunus Emre buyurmuş ki:

 Yunus eydür ey hoca

 İstersen var bin hacca

 Hepisinden eyice

 Bir gönüle girmektir.

Boşuna mı buyurmuş bu kelamı?

“Bir gönüle”. Bu gönül kim?

Bu gönül işte Evliyaullahın kalbi. Evliyaullahın kalbi açılmış çünkü, Evliyaullahın kalbi açılmışsa, Cenabı Hak estaizü billah: “Senüriyhim ayatina fil afaki ve fi enfüsihim hatta[10]” buyuruyor.

Bu ayet-i kerime ne için nazil olmuş, niye inmiş? Nüzul sebebi ne? Niçin varit olmuş, gelmiş? Evliyaullahın kalplerinin buyruğu hakkında, ululuğu, büyüklüğü hakkında.

Onun için öyle bir kalbe girerse bir insan, işte aradığını orada bulur. Onun için kelamı kibarda buyuruyor:

Dilersen dilberi dilber,

Kılarsan dilberi dilber

Sana da keşf olur dilber

Mühim esrar-ı dervişan

“mühim esrar-ı dervişan”, dervişler için mühim olan bir esrar imiş.

Neymiş bu esrar?

Sen diyor, eğer güzel olmak istiyorsan, güzeli bul.

Güzeli bulmayınca güzel olamazsın. Güzeli buldunsa, güzel seni güzel eder. Dilberin manası güzeldir. Güzel seni güzel eder, o zaman sen güzel olunca her şey güzel, daha çirkin bir şey kalmadı, her şey güzel.

Niye bunlar güzel?

Bütün eşyada Cenabı Hakkın sıfat nurunu görüyorsun da onun için güzel oluyorsun. Her bir eşya senin için bir mirat oluyor. Allah'ın nurunu gösteriyor da onun için güzel oluyorsun.

Tasavvufun gayesi budur. Tasavvufu anlayan, yaşayan, tasavvuftan geçen, hakikate ulaşanlar için ne var?

Hakikate ulaşan bir insan, bütün eşya onun miratı olur. Nasıl mirat? Allah'ı gösteren bir ayna oluyor. Ona bütün eşya, kendisi de zaten ayna oldu.

Evet bir de bizim için şükür, fikir, zikir lazım.

Şükür nimetimizi arttıracak. Nimetimiz nedir?

Apartmanımız, fabrikamız da nimet, bunlar da maddi nimetler. Onlar bizim için nar da olabilir, nur da olabilir. Altınımız, incimiz, gayrı menkullerimiz, yani maddi ne kadar zenginliğimiz varsa, bunlar da tabi bir nimettir. Ama kullanana, taşıyana, yaşayana nimettir.

Bu dünya, maddi ya nardır, ya nurdur. Bu dünya varlığı insan için nar da olur, nur da olur. Eğer bu dünya varlığını Allah için kazanıyorsa. Bunu bana Allah verdi, ben malımın çobanıyım, ben Allah için bunu harcayayım diyor, bu gönülde, bu niyette, bu ameldeyse, bu da mâlî amele giriyor ve sadaka-i cariye oluyor ki, o varlık onun için nur. Ama bunu bir de gayrı meşru yerlere harcarsa, bu seferde nar olur.

Demek ki bu zenginlikte, dünya zenginliği de insanları nara da götürür, nura da götürür. Nardan mana cehenneme götürür, nurdan mana cennete götürür. Evet onlara da şükür lazım.

Ama burada şükür ne?

Malın, zenginliğin şükrü nedir? Nimete nasıl şükür edilecek?

Allah'ın olduğunu bileceksin, Allah yoluna harcayacaksın. Ki onun da şükrünü eda etmiş olasın.

Ama bunların hepsi nereye dayanıyor?

İlim var şükür edeceksin, Amelin var şükür edeceksin, malın var şükür edeceksin, sıhhatin var… hepsini neyle?

Hepsini; İslâm olduysan, İslâm'ın şükrünü ödediysen, onların da şükrünü ediyorsun.

Müslüman olduğumuz için çok şükür edeceğiz. Gece, gündüz şükür secdesinde olacağız. Gönülden yüzümüzü yere koyacağız.

Bütün insanların ayağının altına yüzümüzü koyacağız. Çünkü niye bunu böyle yapıyoruz? Madem ki biz bu insanları bilemiyoruz, kalplerini bilemiyoruz, ancak insanların kalbini bilen Allah’tır. Peygamber Efendimiz Cenabı Hakk’ın Kullarının kalbine nazar ettiğini haber veriyor.. Boyuna, soyuna, zenginliğine, güzelliğine, bir şeyine bakmaz, kalplerine bakar. Ama senin o fakir gördüğün, senin cahil gördüğün insan inanan bir kimse olabilir.

Cahil nedir?

İsyan edendir. Niye?

Bu denli ilme mâlik iken iblîs

Senin ilmini bilmedi o telbîs

Cahil isyan edendir, yoksa inanan bir kimse, inancını yaşayan bir kimse cahil değildir. Ümmi olabilir. Ümmi denir de cahil denemez.

O zaman demek ki İslâm olduğun için şükür edeceksin. Bunun şükrünü edersen, bütün nimetlerin şükrünü eda etmiş olursun. İşte sen Müslüman olduğuna şükür edersen, bilmiş olduğun Allah'ı bulursun. Cenabı Hak “Nimetinizi büyüteceğim” buyuruyor.

—Müslüman olduğun için şükür et,

—Peygamber efendimizin ümmeti olduğun için şükür et,

—Tarikatta olduğun için şükür et,

—Meşayihin olduğu için, kamil, mükemmil bir meşayihi bulup da ona inanıp, bulup, teslim olduğun için şükür et ki,

Cenabı Hak nimetini büyütecektir. Sen nimetin şükrünü bildikten sonra Allah vaat etmiş “büyüteceğim, yükselteceğim, çoğaltacağım” diyor. Bunun çoğunluğu nedir? Onun için divanda buyruluyor:

Salih ne yatarsın uyan dediler

Sıdk ile Allah'a dayan dediler

Hak gizli değildir ayan dediler

Çok ihsan var bu ihsandan içeri

Cenabı Hakkın hikmeti, cilvesi;

Allah Cenabı Hak evvel, zatını insanlara verip bildiriyor,

Ondan sonra da kulun Allah'ı zikir etmesi, Cenabı Hak “Kulum sen beni zikir et ben de seni zikir edeyim[11]” buyuruyor.

Kulun Allah'ı zikir etmesi, kulun Allah'a şükür etmesi, kulun fikir etmesi, ne yapıyor?

O bilinen Allah'a bunlar (zikir, şükür, fikir) ulaştırıyor.

Şükür edecek ki nimeti büyüsün. Müslüman halk ettiyse Cenabı Hak, buna şükür etsin ki, Allah'ın zatını kazansın, cemalini kazansın, değil mi?

Fikretsin ki o, Allah'ın zatına gidecek bir yol var. Allah'ın cemaline onun bir hedefi var, o hedeften, o yoldan kaymasın. Niçin duaları yapıyorlar? Hocalar daima ki, tarik-i müstakime getirsin, tarik-i müstakimden ayırmasın? Tarik-i müstakim nedir?

Peygamber efendimize “festakim kemaa ümirte[12]” Ayet-i kerimesi gelince, Peygamber efendimizin, mübarek sakalında hiç ak yok iken, sakalına ak düşmüş. Niye? Bu ayeti celilenin ağırlığı basmış ona. Havfı basmış. Ama bu havfı kimin için çekmiş? Ama zaten O mahbubu hüda, Rabbil alemîn tarafından, on sekiz bin aleme rahmet edici olarak gönderilmiş. Niye bu havfi çekiyor? İşte senin, benim havfimi çekiyor. Ona gelen emir bize geliyor. Nedir? “Habibim istikametten, doğruluktan ayrılma”. Eyvah benim ümmetim istikamet üzerine olamazlar. Benim ümmetim emredildiği gibi doğru olamaz, diye onun üzerine bir havf çökmüş.

Bir de Zikir vardır.

Fikirse senin o yolunun vasıtasıdır. Sen o yolu fikirle gideceksin

 


[1] Alusi Ruh’ul  Me’ani XX.101

[2] Tin 95:4

[3] Tin 95:5

[4] Zariyat 51:56

[5] Fususül Hikem  Trc. C.1 S.43

[6] Kasas 28:88

[7] Eşrefoğlu Rumi Müzekkin Nufüs S.309

[8] Buhari Rikak 38

[9] İbrahim 14:7

[10] Fussilet 41:53

[11] Bakara 2:152

[12] Şura 42:15