“Bizdeki Riyazet Ayıklıktır” 

30. 12. 1990, Tepecik                 

Nefis alçaktır ve ceset süflidir zaten; ulvi olan da ruhtur. Biz ruhumuzu bilmiyoruz ancak cesedimizi biliyoruz. Eğer cesedimizin süfli olduğunu, nefsimizin adi olduğunu, aşağı olduğunu bilirsek o zaman ruhumuza kıymet, değer kazandırırız.

Nefs elinden kıl benim âzâdımı Allah için     

Ne kadar nefis zalim ki;

Nefs elinden kıl benim âzâdımı Allah için     

Defter-i uşşâka kayd et âdımı Allah için       

Nefis elinden kurtar beni, diyor. Kime?

Rabıtasına yalvarıyor.

Allah için, Allah rızası için nefisten kurtar. Nefisten kurtarmak için defter-i uşşaka kaydedeceksin.

Defter-i uşşak’takiler Allah'ı sevmek, Allah'a âşık olmak ile Allah muhabbetini kalbinde taşıyanlardır.

Evet, her kimde ki aşk-ı ilahi tecelli etmezse nefsini bilemez, nefsini yenemez, nefsine hükmedemez.

Cenabı Hak bizi ve her şeyi halk etmiş, nefsi de halk etmiş.

Cenabı Hak nefse sormuş emr-i fermanında:

— Sen kimsin, ben kimim?

Bu zalim nefis demiş ki;

— Sen sensin, ben de benim.

Rabbının ubudiyetini tabii tasdik etmemiş.

— Atın bunu cehenneme! Bin sene yansın.

Atmışlar. Cehennemde bin sene yanmış.

— Çıkarın, getirin!

Getirmişler. Sormuş gene:

— Sen kimsin, ben kimim?

— Sen sensin, ben de benim.

— Atın bu soğuk cehenneme! Bin sene de donsun.

Getirmişler. Sonra tekrar soruyor:

— Sen kimsin, ben kimim?

— Sen sensin, ben de benim.

Cenabı Hak o zaman:

— Aç koyun! Buna üç gün gıda vermeyin, aç koyun!

Üç gün aç kalınca o zaman Rabbısını tanımış demiş ki:

— Ya Rabbi, Sen ulu, azim bir Allah’sın, haliksın, bense senin bir mahlukunum.

Onun için burada riyazet tarikatları vardır. Açlıkla onlar nefislerini ıslah ederler. Ölmeyecek kadar verirler nefislerine, her istediklerini de vermezler.

Sevdikleri, arzu ettikleri bir şeyi yemezler, yedirmezler nefislerine…

Çok da az yerler, arzu etmiş olduklarını değil de arzu etmemiş oldukları bir şeyi çok az yerler, nefislerini ıslah ederler.

Ama bizde bu yoktur.

Bizdeki riyazet ayıklıktır.

Eğer sen rabıta sahibi isen, eğer rabıtanla yiyip içtinse, sen riyazet yaptın.

Eğer rabıtasız yedin içtinse o zaman nefsine yedirdin.

Bunun delili nedir?

Delili;

İblis aleyhi’lla’ne cennetten atıldıktan sonra, cennette Hz. Âdem, Havva anamız, yılan, bir de tavus kuşu vardı, iblis cennette yoktu.

Cenabı Allah Hz. Âdem’i halk etti, cennete koydu. Havva’yı Adem’in sol kaburgasından halk etti, ona eş etti.

Fakat onlara vaaz nasihat etmek için yılanı halk etmiş. Yılan cennette deve suretinde imiş, ayakları üstünde, sürünmüyor.

Bir de çok güzel tavus kuşu varmış,

Bunlar cennette zevklerinde, sefalarındalar.

Hz. Âdem (as), cennete girince şeytan aleyhi’lla’ne, öyle haset etti ki;

—Ben Âdeme secde etmedim, Cenabı Hak beni kulluktan reddetti, o, Rabbimden uzaklaştırdı, lanetledi. Hz. Âdem girdi cennete zevk ü safa içerisinde. Ben bu hali sana koyar mıyım,

diyerek dolanıyor. Niyeti, cennete girsin düşmanlık yapsın, kandırsın, aldatsın.

Giremiyor.

Bir gün tavus kuşu cennetin kapısında, dışarıya çıkmış.

Cennetin kapısında iken tavus kuşunu görmüş.

Tavus kuşuna şöyle bir ifadede bulunmuş, kâfir:

— Ey tavus kuşu, çok güzelsin, çok süslüsün ama bu güzellik, bu süs sende kalmaz.

— Eee ne olacak?

Demiş tavus kuşu.

— Ölürsün.

Demiş şeytan.

— Ölüm nedir? Ölüm nasıl bir şeydir?

— Ölüm; senin canın cesedinden çıkar, cesedin çürür yok olur gidersin.

— Bunun çaresi nedir? Ölmemek için.

— Onun cennette ilacı var, ölmemek için çaresi var diyor, onun cennette ilacı var. Beni cennete sokarsan, ben o ilacı söylerim, yersin, bir daha ölmezsin.

Tavus kuşunun cesedi küçük olduğu için gücü yetmiyor, şeytan  aleyhi’lla’neyi cennete sokamıyor.

Ama yılanın büyük cesedi var. Gidiyor yılana anlatıyor. Yılanı çağırıyor “gel diyor, cennetin kapısında böyle birisi var böyle böyle…” diyor, yılanı kapıya getiriyor. Şeytan yılana da aynı ifadeleri, sözleri söylüyor.

Yılan da kanıyor onun sözüne ve yılan da soruyor.

— Seni nasıl cennete sokayım?

“Sen” diyor, “ağzını aç ben küçülürüm, senin ağzına girerim, beni cennete sokarsın.”

Yılan ağzında şeytanı cennete sokuyor.

Hz. Âdem’i öyle sefa içerisinde görünce:

— Ya Âdem zannetme ki bu keyif, bu sefa, bu sürur sende kalsın…

— Ne olacak? Diyor.

— Ölürsün, diyor.

— Ölüm nedir?

Duymamış, bilmemiş, Cenabı Hak bildirmemiş.

— Ölüm, senin cesedinde canın var, O çıkınca cesedin çürür, yok olur gidersin.

— Bunun ilacı şu buğday tanesidir. Yersen ölmezsin.

Hz. Âdem hiç inanmıyor.

Diyor ki: “Rabbim bunu bana yasakladı.”

Cenabı Hak Hz. Âdem’e “Bu cennette sayısız nimetler var, hepsi senin için helaldir Ya Âdem. Hepsinden ye, iç; fakat bu buğday tanesinden yeme” demişti.

Buğday da ağacın başındaymış o zaman, taneleri yumurta kadarmış,

— Bundan yeme!

Cenabı Hak bunu emretmiş, yemiyor.

Hz. Havva anamız kanmış, buna kanıyor. “Ya Âdem” diyor, “gel yiyelim, ölmeyelim” diyor.

Hz. Âdem itiraz ediyor:

—Ya Havva, Rabbim bunu bana yasakladı.

Fakat o şeytan nefsine vesveseyi veriyor, ümidi veriyor, ye ki ölmeyesin diyor.

Hz. Havva yemeye teşebbüs ediyor, en evvel de Hz. Âdem’e yedirmek istiyor, koparıyor buğday tanesini ona veriyor.

Hz. Adem yemiyor.

Hz. Havva kendisi yiyor.

Onların inançları, itikatları; buğday tanesini, Cenabı Hak, bizatihi kudreti lisanı ile “Ya Âdem, buğday tanesini yeme” demiş, emretmiş.

Tabi yiyince, sanki aniden onlara bir afat, bir bela geleceğini biliyorlar.

Hz. Âdem bundan korkaraktan buğday tanesini yemiyor, Hz. Havva anamız yiyor.

Bekliyorlar ki Hz. Havva’ya şimdi Cenabı Haktan bir gazap gelecek…

Biraz bekliyorlar ki bir şey olmuyor, bir şey yok…

Hz. Havva bundan cesaretleniyor, ikinci bir buğday tanesini koparıyor Hz. Âdem’e sunuyor:

— Ye Yâ Âdem!

— Yemem ya Havva, Rabbim yasaklamıştır.

İkinciyi de yiyor, yine biraz daha bekliyor, yine bir şey olmayınca, bir değişiklik olmayınca diyor ki “Sen ne kadar korkaksın, bak ben iki tane yedim bir şey olmadı”.

Üçüncüyü koparıyor ona ısrarla ağzına veriyor,

Üçüncüyü Hz. Âdem yiyince, hemen mübarek vücudunu bir titreme alıyor.

Cenabı Hakkın gazabı geliyor.

Öyle elbiseleri varmış ki, hülleleri Hz. Âdem’in, başında bir taç varmış, bütün dünya, dünyanın bütün varlıkları o tacın kıymetinde olamazmış.

O taç gidiyor başından, belinden hülle, kemer gidiyor.

Üzerinden elbiseleri hep soyulup alınıyor.

Hep götürülüyor, üryan kalıyor.

Üryan kalınca kendisinin edep yerini muhafaza etmek için ağaçlardan yaprak bile alamıyor.

İncir yaprağından bir tane koparıp edep yerine tutuyor, bir yere gizleniyor.

Cenabı Hak soruyor:

— Ya Âdem kimden kaçıyorsun? Niye gizleniyorsun?

— Ya Rabbi, sen padişahtan kaçmam, ama isyan ettim, günahımdan utanıyorum, onun için gizleniyorum.

— Niye yedin ya Âdem, ben sana buğdayı yeme dedim, niye yedin?

— Havva yedirdi Ya Rabbi.

Havva’ya:

— Niye yedirdin?

Havva:

— Şeytan dedi.

— Benim düşmanımı niye soktunuz bu cennete?

— Kim soktu?

— Yılan soktu.

Yılana da:

—  Sen niye soktun?

Yılan da diyor ki:

— Tavus kuşu getirdi.

Hep birbirlerine suç atıyorlar, hepsi suç ortağı oluyorlar.

Cenabı Hak bunların dördünü de cennetten atıyor, iblisi lanet kapısından atıyor, yılanı hışım kapısından atıyor.

En büyük cezayı yılana veriyor Cenabı Hak, diyor ki:

—Git yeryüzüne ayaklarını senin yok ettim, sürün yerde! İnsanoğulları da senin taşla başını ezsin.

Onun için işte yılanın insana böyle soğuk gelmesi, düşmanlığı oradan geliyor.

Hz. Âdemi de Hindistan’da Serendip dağına indiriyor, Hz. Havva’yı Cidde’ye indiriyor. Ceza veriyor.

200 sene Hz. Âdem ağlayıp sızlayıp geziyor. Nedenleri,

Bir taraftan günaha, yapmış olduğu kusura,

Bir taraftan cennet gibi çok zevkli, sefalı yerden indiği bu süfli âleme, dünyaya,

Üçüncüsü de Hz. Havva’yı çok seviyordu, ondan ayrıldığı için. Allah bir muhabbet vermişti, Hz. Havva’yı sevdirmişti.

Bu üçü birleşince, Hz. Âdem’i 200 sene ağlattı, inletti, sızlattı.

200 seneden sonra, Arafat dağında (hacılar farz olarak gidip de o mekânda, o günde, vakfeye duruyorlar,) Cenabı Hak onu affediyor.

Hz. Âdem’i affediyor ve Hz. Havva ile de orada buluşuyorlar.

Hz. Âdem Hindistan’dan Serendip dağından geliyor. Arafat dağı Mekke’nin 25 km mesafesinde, küçük, ufak bir dağ, ama çok kayalık, büyük kayalar var.

Hz. Havva da Cidde’de. Mekke’ye 70 km’dir. Arafat dağı da 25 km. hepsi 100 km.yi bulur.

O ancak o kadar gelebilmiş. O da Hz. Adem’i arıyor.

Orada buluşuyorlar. Cenabı Hak da bunların günahından geçiyor, bağışlıyor.

Ama işte, hikmet bunlar…

Hz. Âdem 200 sene ağlıyor da, cennette görmüş olduğu bir yazı hatırına gelmiyor, O:

“Lâilahe illâllah Muhammedür Resulullâh.”

yazısını cennette okumuştu, görmüştü. Hatırına gelmiyor.

Cenabı Hakkın muradı ilahiyesi, 200 seneden sonra, demek ki tamamen takdiri ilahi böyle, o yazı aklına geliyor.

Peygamber efendimizi şefii getiriyor.

“Onun hürmetine beni affet[1]” diyor.

Cenabı Hak ‘da “Ya Âdem, sen bunu nereden bildin?

Hz. Adem diyor ki:

— Cennette senin isminle ismi yazılmıştı, ondan anladım ki senin hazretin indinde Ondan daha sevgili kimse olamaz.

Hz. Âdem affediliyor.

Hz. Âdem’e 10 tane suhuf iniyor, geliyor.

O şeriatı, evlenmesi, çalışması, yemesi, içmesi.

Buğday taneleri cennetten geliyor, ekiliyor. Hz. Âdem’in ziraatı, çiftçiliği, onunla başlıyor.

       İşte buradaki maksadımız; bir noktaya getirmek istiyoruz, bize lazım olan, çok mühim, çok önemli bir noktaya getirmek istiyoruz.

Hz. Âdem’e suhuf indi; her şeyi Cenabı Hak emrediyor, yemesini, içmesini, ibadetini.

İblis aleyhi’lla’ne de, evvela Cenabı Hak’tan şunu diledi:

— Ya Rabbi ben Hz. Âdem’in yüzünden bu felakete uğradım, gadaba dücar oldum, Rahmetinden uzaklaştım.

Rahmetinden uzaklaşmak demek, yani ebedi cehennem, en büyük azap ona olacak, daha hiç de kurtuluşu yok.

Bunu bildiği halde, “Ya Rabbi dünyada benim isteğimi ver, muradımı ver, ahirette bana en büyük azabı yap[2]

Cenabı Hak’tan bunu istedi, onun için Cenabı Hak, “iste vereyim”, diyor (talebena vecedena), şeytan bunu istedi.

Cenabı Hak “peki, sana kıyamete kadar ömür verdim[3]” dedi.

Şeytan  bir de şunu istedi:

— Bana bir fırsat ver, mühlet ver, Hz. Âdem ve Âdemin zürriyetinden intikamımı alayım.

Onu da verdi.

Onu da verince, işte burada Hz. Âdem:

— Ya Rabbi ben cennet gibi emniyetli mülkünde bunun şerrinden kurtulamadım. Ya Rabbi, sen ona, o yetkiyi verdiysen ben ve evlatlarım nasıl kurtulurlar?

Cenabı Hak kurtulması için şöyle buyurdu:

— Benim ve habibimin ismini anarsanız, bu ona karşı sizin silahınızdır, size yanaşamaz, bir şey yapamaz.

Cenabı Hak şeytana o yetkiyi verdi, ama Hz. Âdem’e de bu yetkiyi verdi.

Bizim için önemli; şeytanın vesvesesinden, cin, şeytan bunların şerrinden- vesvesesinden kurtulmak için “kul eüzü bi rabbinnas” suresinde Cenabı Hak cinler ile şerli insanları, isyan eden, günah eden insanları bir zikrediyor, bunlardan da sakınmak lazım.

Ancak

Dedi tevhîdin ile kurtulasın

Evlatların nasıl kurtulacak bunun şerrinden Ya Rabbi?

Yazıcıoğlunun eserinde böyle geçiyor.

Dedi tevhîdin ile kurtulasın,

Resulümdür Muhammed hak bilesin

Bir de şeytan şunu sordu:

— Ya Rabbi ne yiyip ne içeceğim? Kıyamete kadar yaşayacağım dünyada benim yiyeceğim içeceğim ne olacak?

Ona da bak şöyle buyurdu:

— Ya mel’un, senin yediğin ve içtiğin de; benim ve habibimin ismini anmadan yiyenlerin içenlerinki senin olsun.

İşte demek ki burada biz eğer gafil yersek, nefsimize yediriyoruz.

Şeytana, nefse yediriyoruz.

Şeytan deyince, iblis deyince ikidir: Surî ve Manevi.

Surî, o iblis aleyhillane. Surî yani surette olan, dışarıda, zahir.

Manevi şeytan da bizim nefsimiz, kendi arzuları, nefsimizin arzuları, gayrimeşru arzularıdır.

Onun için biz de şimdi gafletle yersek nefsimize yedirmiş oluruz.

Eğer rabıta ile huzurla yersek nefsimize yedirmiyoruz, ruhumuzun gıdası oluyor.

Nefsin gıdası zulmettir, ruhun gıdası da nurdur.

Nefis nurdan gıda alamaz. Zaten Ruh da zulmetten gıda almaz. Ruh istemez zulmeti. Onun gıdası zulmet değil, istemez.

Ama nefis de ruhtan gıda alamaz.

İşte insan gafil yerse nefsine yedirmiş oluyor, ayık yerse ruhuna yedirmiş oluyor. Çünkü rabıta ile huzurla yenilen içilen nimetin zulmeti gideriliyor.

Bakın bu o kadar önemli ki;

Ehli tarik olan bir kimse, şüpheli olan bir nimeti, gerçi şüpheden sakınacak, şüpheli bir şey yemeyecek ve sakınacaktır.

Ama icabında, yani şüphesiz bir şey bulamıyor.

Herhangi bir gayrimüslimin evine misafir gitmiş,

Ya terki salat, beynamaz, yani namazsız, abdestsiz olanın evine misafir gitmiş. Onun neyse yemeğini yiyecek.

Ne yapması lazım?

Küçük silsileyi okunduğu zaman, o nimet temizleniyor.

Bu kadar önemlidir.

Rabıta ile olunca o temizleniyor. Sonra rabıta, huzur, yenen bir nimetin önündeki zulmetini gideriyor.

Kendi kazancı olsun, başkasının kazancı olsun, ama başkası değil, şüpheli değil kendi kazandığını da, helal kazanmış olduğu nimeti de gafil yerse, yine o da nefsinin gıdası olur.

Bizim büyüklerimizden, şah dedelerimizden, Abdurrahman Tagi hazretleri, 

(Bitlisin Nurşin kasabasında oturanların hepsi bunun talebeleridir, onun halifelerinin halifeleri, evlatları, torunlarıdır)

evvela başka bir tarikata, cehri tarikata, riyazet tarikatlarından birine hizmet ediyormuş.

Hangi tarikatta ise, riyazeti çok yapmış.

Kendisi de zaten büyük bir âlim, ismi asrın müceddidi geçiyor. Her asırda bir müceddid geliyor. Bir asrın müceddidi  imiş.

Silsilede geçiyor:

“Ve ila ruhi sultan’l- arifin ve kutbil aktabil vasılin....Müceddidi asar’s- selefi vet tabiine,…..”

Müceddid geçiyor.

Böyle olduğu halde kendisi mübarek, riyazet tarikatında çalışmış, uzun yıllar boyu nefsinin istediklerini yedirmemiş ve nefsine doyuncaya kadar ekmek de yedirmemiş.

Neticede Gavsı Azama gelmiş ve Gavsı Azam Seyyid Sıbgatullah Arvasi Hazretlerine mürit olmuş.

Fakat O mübarek (Sıbgatullah Arvasi Hazretleri) tebliğe çıkmış. Halk arasında Abdurrahman Tagi Hazretlerine ise Molla Abdurrahman deniliyor.

Beraber tebliğe çıkmışlar, kırk gün kırk köyden geçmiş ve kırk köye uğramışlar, her gün bir köyde kalmışlar. Meşayih için tebliğ sünnettir.

Her köye gittiklerinde, bizim orada meşhurdur, usuldür, alışkanlıktır, bir büryan, yani bir kuzuyu veya koyunu keserler, yüzerler, hiç parçalamadan, tandır vardır yere gömülü, oraya asarlar üzerini kapatırlar, hiç hava almaz. Orada onun buharı ile büryan pişer. Altına da bir kap korlarmış, yağı akarmış oraya, onunla da pilav yaparlarmış. Çok lezzetli oluyormuş, Etlerin içerisinde en lezzetlisi oymuş. Her gitmiş olduğu köylerde bunu yapmışlar.

Abdurrahman Tagi Hazretlerini alıyor yanına, “Gel Abdurrahman buraya otur diyor”, sağına veya soluna neyse, alıyor, o büryanın yumuşak yerlerinden mübarek elleri ile koparıyor ve önüne yığıyor. “Ye Abdurrahman” diyor. “Sen uzun yıllar boyu et yemedin, et hasretini çektin ye” diyor. Buna kırk gün kuzu döşü yediriyor, yumuşak etin yanlarını yediriyor.

Kırkıncı gün hangi köyde ise teveccüh yapılıyor, işte bizim yapmış olduğumuz teveccüh gibi, işte buna teveccüh edince, evliya eli sırtına vurunca fethi bâb oluyor, kalp gözü açılıyor. Kalbi açılınca o kendisi ne yapıyor? Ellerini dizine vurup hayıflanıyor.

— Eyvah, yıllar boyu ben riyazet yaptım, boşunaymış. Kırk gündür bana kuzu döşü yediriyor, bir şaplakta (teveccühte sırta el vurma) beni arzuma, bir şaplakta beni nimetime ulaştırdı.

Onun için burada bizim için rabıta çok önemlidir.

Bizim tarikatımız rabıta tarikatı, yani şeriatsız bir halimiz olmayacak.

Asla şeriata mugayir hiç bir halimiz olmayacak, sözümüz, hareketimiz olmayacak.

Ondan sonra,

Bizim tarikatımız sohbet tarikidir.

Hatmemiz büyük emir, hatme tarikidir.

Bizim tarikatımız rabıta tarikatıdır.

Zahir şeriatta bir noksanımız olmayacak, buna dikkat edin, çünkü şeriatsız olmaz. Bir insanın şeriatta eksiği oluyorsa tarikatta ona yer vermezler. Hiç ona bir ayaklık yer vermezler.

Tarikata, şeriatın tekemmül etmesi ile insan tarikata giriyor.

Şeriat ne?

Şeriatta ilim, amel ve ihlâstan ibarettir.

İlim de, şimdi dersiniz ki “biz alim değiliz”,

İlimden mana, Allah’ı bilmek, Allah’ı bulmaktır.

Allah’ı bilmek Allah’ı sevmek ile Allah bilinir.

Allah aşkı ile Allah bilinir ve Allah aşkıdır Allah’ı bulduran.

Onun için evet, tariki hatmeye devam ederse ihvan, o zaman ne olur? Sohbet olur.

Hiçbir sohbet olmazsa, madem ki bizim hatmede silsile okunuyor, o büyüklerin isimleri okunduğu zaman teşrif ederler, revhaniyetleri gelir. Boşuna gelmez onların ruhları.

Niçin?

Bak divanda Salih Baba Hazretleri ne buyuruyor:

Haber verir hakîkat illerinden

Sana çok tuhfeler ihsân eder şeyh

Tuhfe: hediye, sana çok hediyeler ihsan eder.

Seni hayvân iken insân eder şeyh

Gönüller şehrine mihmân eder şeyh 

Bunun anlamı şu bir insan 60 yaşına gitmiş her melâneti işlemiş, bütün günahı kebairleri işlemiş, o kadar isyanı yapmış.

Hiç alnı da secde görmemiş, Rahmana secde etmemiş.

Allah hidayet etmiş. Onun gönlünde Cenabı Hak bir muhabbet, Allah sevgisi, Allah – Resulullah sevgisi tecelli etmiş.

O zaman ne olmuş?

Meşayih haktır, tarikat haktır, inanaraktan gelmiş, girmiş.

Girince ne yapıyor? Bak meşayih onu ne yapıyor?

Ona boy abdesti aldırmakla tövbe namazı kıldırmakla ne oluyor?

Bütün 60 senelik isyanı yok oluyor, gidiyor. Allah bağışlıyor.

Ne kaza namazı kalıyor. Niçin kaza namazı kıldırmıyor bizim büyüklerimiz?

Ama evvabin namazını kılın, teheccüd namazını kılın deniliyor, kaza namazı kıl diyen çıkmıyor.

Çünkü sen dünyaya daha yeni gelmiş gibi oluyorsun.

Buhara’da olan çok mühim bir şey, mezar taşlarına tarikat yaşlarını yazarlarmış.

Bizim tarikatımızın kaynağı Buhara’dan geliyor, Nakşibendi efendimiz orada medfundur.

Buhara’da mezar taşlarında yazıyormuş:

3 yaşında, 5 yaşında, 8 yaşında, 10 yaşında, 15 yaşında, 30 yaşında… 30 u geçen yok!

Bunu bilmeyen gitmiş, mezara bir fatiha okurken kabristanda, yazıları görmüş, taaccüp etmiş,

 — Bu insanlar böyle genç ölüyorlarsa bu nesil nereden geliyor?

Oranın halkının birine sormuş,:

— Niçin buranın insanları böyle genç ölüyorlar?

— Sen ne anladın bu yazılanlardan?

—Onların gerçek yaşları değil, tarikata girdikten sonraki yaşlarıdır. Tarikattan evvel geçen ömürlerini saymıyorlar.

Allah’ın emirleri tutulmadığı zaman ne cezası, ne günahı var bunları bileceğiz.

Dikkat edilecek, günahtan kaçınacağız, vebalden kaçınacağız, haramdan kaçınacağız. Namazımız bulunacak, sünnetleri işleyeceğiz, zikrin tespihin hizmetini göreceğiz.

İcabında insan beşerdir hasta olabilir yolcu olabilir ve bu nedenle namazını kaçırabilir. Onu kaza edecek,  sonraya bırakmayacak. 

Seni hayvân iken insân eder şeyh

Gönüller şehrine mihmân eder şeyh

İçirip bir kadeh aşkın meyinden

Gedâ iken seni sultân eder şeyh

Geda kuldur, köledir, O ise mürebbidir. Ama bilsen de söylenmez bunlar.

Muhakkak ve muhakkak ki bizim silsilede okunduğu zaman, O isimler, okunan büyük zatlar, büyüklerimiz, büyük şeyhlerimiz, hep teşrif ediyorlar.

Olârın ruhlarının yok karârı

Dolaşırlar zemîni âsumânı    

Olar bu âlemi devran ederler

  Ararlar derde düşen nâ-tüvânı

Yeter ki biz dertli olduğumuzu bilelim.

Dertli olmak nedir?

“Kusurumuzu bilmemiz, noksanımızı bilmemiz”.

Bilelim ki, ondan sonra biz onların himmetlerini cezb edelim.

Onlar boşuna hatmi haceye teşrif etmiyorlar.

Bizim tarikatımız şeriat tarikatı, zahir şeriate dikkat edin eksiklik bırakmayın bildiklerinizi yapın bilmediklerinizi Allah size bildirir.

Cenabı Hakkın vaadi var. “Herkes bildiğinin âlimidir herkes bildikleri ile amel ederse bilmediklerini biz azimuşşân ona öğretiriz[4]” buyuruyor.

Zaten rabıta sahibi eğer rabıtasına sımsıkı sarılmışsa, bağlanmışsa, onun hakkında hayırlı olmayan bildikleri varsa unuttururlar, hakkında hayırlı olan bilmedikleri varsa onu da bildirirler, öğretirler.

Biz sahipsiz değiliz, biz sahipliyiz.

İşte tariki şeriat, tariki hatme,

Hatme tarikatımızın büyük amelidir. Hatmeye devam eden bir mürit sürüden ayrılmış olmuyor.

Hatmeye gitmezse sürüden ayrılıyor, sürüden ayrılanı da  kurt yer.

Nefsim bana râm ol düşme teşvîşe      

Hep fâsiddir bu kurduğun endîşe        

Sürüsün  yedirmez kurt ile kuşa

Pîr-i Sâmî gibi arslanımız var

Evliyaullah bir manevi çobandır, müritler ise onun sürüsüdür.

Hatmeye ihmallik etmeyin, hatmeye gidince orada muhakkak sohbet vardır. Sohbet olunca rabıta kuvvetlenir, rabıtaya olan sevgi artar.

Bir ihvan amelini işlemezse, hatmeye gitmezse, ihvanlardan ayrılırsa Allah korusun onun muhabbeti azalır.

Ama ihvan hatmeye giderse, hatme amelini işlerse, onların tarikata meşayihe olan sevgileri muhabbetleri çoğalır, rabıta kuvvetlenir.

Bizimde vasıtamız rabıtadır.

Al benliğimizi gitsin irâde

Arz eyle cemâlin irgör murâde

Vasıtamız sensin iş bu arâde        

Eriştir menzil-i a'lâya bizi 

Kul ile Allah arasındaki rabıtayı Evliyaullah sağlıyor. Kulu Allah’a sevgi ile bağlıyor ve kulu Allah’a o sevgi ile götürüyor.

Yani, Allah’ı kula sevdiriyor ve kulu Allah’a ulaştırıyor.

Cenabı Hak buyuruyor, “kulum beni sev, sevdiklerimi sev, kullarıma sevdir.”

Çok dikkat edin, gafil olmayın, ancak ayık olmak için rabıtayı hiç unutmayacaksınız. Bak bizde “rabıtayı hayal” var.

Niye rabıtayı hayal?

Hayal demek, düşüncedir.

İnsan neyi düşünebilir?

Görmüş olduğu bir şeyi düşünebilir. Görmemiş olduğu bir şeyi düşünemez, hayal edemez.

Onun için Halikımız Allah, bütün mükevvenatı yoktan var etmiştir. Cenabı Hakkı biz düşünemeyiz.

Nasıl düşüneceksin, düşün bakalım?

Nerede düşüneceksin? düşünmek için ona bir mekan tayin edeceksin ki düşünesin, ona bir sıfat tayin edeceksin ki düşünesin.

Bu iman mıdır?

İman; Allah, Cenabı Hak, noksan sıfatlardan beridir. Ona hiç bir sıfat isnat edemezsin, bu küfürdür. Ona hiç bir mekan isnat edemezsin, bu küfürdür.

Onu nasıl düşünüp, nasıl hayal edeceğiz?

Ancak Evliyaullahı düşünebilirsin.

“Evliyaullah Cülus-ı Hüdadır”.

Cenabı Hak, Evliyaullahın kalbindedir, gönlündedir.

Onun için Evliyaullahın kalbine girmek, Allah’ı bulmaktır. Aynı şekilde Evliyaullahın kalbine girmek Resulullahı bulmaktır.

O da ne ile?

Çok sevmekle,

Çok itaat etmekle ve

Evliyaullahın şerefini muhafaza etmekle, mümkündür.

Şeyhi şeyh eden mürididir,  Müridi mürit eden de şeyhidir.

Bunun anlamı şudur ki, bir mürit bir meşayihten ders aldığı zaman, tarikata girmezden evvel, ders almazdan evvel ne kadar beğenilmeyen hoş görülmeyen sözleri, hareketleri, neleri varsa onları terk etmesi lazım ki, o zaman şeyhini beğendirirsin, o şeyhini kazanç kâr sahibi etsin.

Yalnız mürit mürşidini kazanç kar sahibi edemez, ama ne olur?

Teşvik olur, meşayihe mürit toplar.

Meşayihe mürit toplamakla meşayihinin ne kârı olacak? Vardır.

Peygamber efendimiz buyuruyorlar ki,

­­“Ben ümmetimin çokluğu ile iftihar ederim. Evlenin çoğalın, ümmetimin çokluğu ile iftihar ederim. Benim ümmetim bütün peygamberlerin ümmetinden daha fazla çoğalmasıyla iftihar edeceğim, sevinç duyacağım, sevineceğim”.

Öyleyse,  Evliyaullah da müridinin çokluğu ile iftihar ediyor ancak kârı bu oluyor.

Ama bir mürit de meşayihine mürit toplamak için örnek olacak, halkı teşvik edecek.

Kendisi tarikata girdiği zaman, o tarikatın ve meşayihinin şerefini muhafaza ederse, işte halk onun etrafı, çevresi ne yapar? Der ki:

—Ahmet efendi veya Mehmet efendi bak tarikata girdi ne kadar düzeldi bu adam,  ne kadar ahlak-ı hamide sahibi oldu, ne güzel sözleri var, ne güzel işleri var, ne kadar hürmet ve tevazulu, ne itaatli insan oldu.

Bunun denilmesi meşayihine sekiz, on tane mürit getirmektir. Demek ki insanın çevresi var, o getirmiş olduğu sekiz on tane müridin her birisi, geldiğinde sekiz, on tane daha getirirse, yekun teşkil ediyor.

Onun için tarikatımızda amelimiz ve hizmetimizden (amelimiz ve hizmetimiz olacak) daha da önemli olanı ahlakımızdır.

Amelimizin, hizmetimizin makbuliyeti ahlakımızla, güzel ahlakımızla olacaktır.

 


[1] Taberani

[2] Bakara 2:201

[3] Hicr 15:37

[4] Camiül-ûlüm vel Hikem C.1 S.342