“Meşayihimize makbul olanı güzel ahlak sahibi olmamız”

21.06.1992, İncek

 

 

(Sohbet öncesinde Salih Baba divanından 129 nolu beyiti,”Bir kimseye kim yâr ola tevfîk-i hidâyet”, bir ihvan tarafından gazel olarak okunmuştur.)           

Ey zühd ile veren bana tebşîre-i cennet        

Biz münkir-i Mevlâ değiliz nâra ne minnet   

Âşık olanın maksûdu matlûbesi rü'yet

Görün nice mahbûb-ı Hudâ var bu beşerde 

Sevdim seni seydâ-yı cihân hayır ve şerde

Yani âşıkların isteği, matlubu, maksudu Allah'ın cemalini görmek, Allah'ın cemalini müşahede etmektir. Rüyet bu demektir.

Bir yerde ki gül yoktur o gülşâneye varmam

Hem sohbet-i pîr olmadığı hâneye varmam

Aşk ehlinin ahvâlini pervâneye sormam

Yani bülbül nasıl ki gül olmayan bahçeye gitmezse ben de pîrimin sohbeti olmayan yere gitmem, diyor. Pervane kelebektir. Kendini ateşe atıyor yanıyor ya, aşk ehli de böyle kelebek yanar gibi yanmıştır.

Neyini yakmıştır?

Her şeyini.

Allah'tan başka gönlünde bir şey yokmuş.  Veyahut da pîrinden başka, rabıtasından başka gönlünde bir şey bırakmamıştır.

 Görün nice mahbûb-ı Hudâ var bu beşerde

Allaha şükür velilerin sıfatı, velilerin makamı, velilerin büyüklüğü var. Cenabı Hak "Biz velilerimizi yeşil kubbemizin altına gizledik. Onları bizden başka bilen yok[1]" buyurmuş.

Mahbub-ı Huda: Huda'nın güzelleri, sevgilileri. Mahbup: Sevgili, güzel. Allah'ın sevgilileri, güzelleri var.

Nerede?

Bu beşer, insanların içerisinde.

    Sevdim seni seydâ-yı cihân hayır ve şerde

Bir güzele hayırda da şerde de gönül verdim ki hepsi ne gelirse ondan gelir.

Burada hayır ve şer; hastalık-sağlık, varlık-yokluk, cefa-sefa, insanlardan görmüş olduğu itaat, insanlardan görmüş olduğu hürmet, iltifat.

Bunları nereden biliyor?

Oradan biliyor.

İşte tarikatı anlayan yaşayan öyle, mürit öyle, âşık öyledir.

     Âşık olanın ciğeri yanar da pişer de

Bu da görünen, bilinen bir şey değildir, bilinse de görünmez.

Bilen kim?

Ciğeri yananlar bilir, ciğeri yanmayan bilmez. Ciğeri yanıyor, biliyor ama görünmüyor. Öyle insanların kalbinde bir aşk, bir ateş vardır ki bilinmez, görünmez. Bunu bilmeyen de var, bilip de göremeyen de var. Öyle bir aşk ki bak kelamı kibarda ne dedi?

    Biz münkir-i Mevlâ değiliz nâra ne minnet           

Cehenneme de minneti yoktur, minnet duymuyor.

Niçin?

Ehli aşkın ateşi cehennemin ateşinden daha şiddetliymiş. Hadiste Cenabı Hak cehenneme böyle bir emir vermiş, “ey cehennem sen de bana isyan edersen sana azap ederim.

―Ya Rabbi bana neyle azap edersin?

Ehli aşk ile sana azap ederim”.

Demek ki bu ehli aşkı anlayamıyoruz, bilemiyoruz, yaşayamıyoruz. Tabii yaşayan bilir, yaşamayan bilmez. Söz ile anlaşılmaz, söz ile bilinmez. Daha çok kelamı kibarlarda da geçer;

Âh u zârım duysa râhibler çilîpâdan geçer   

Berri bahri yandırır efgânım Allah aşkına    

Ah u zarımı rahipler bilse kiliseyi terk ederler. Şimdi bu zamanımızda kiliseler, ibadethaneler kalktı ama kiliselerde rahipler yetişiyorlardı.

Âh u zârım duysa râhibler çilîpâdan geçer   

Berri bahri yandırır efgânım Allah aşkına    

Ber-kara, bahr-deniz’dir. Denizi, karayı yakar yandırır diyor.

Hamdolsun ya hiç tanımasak, bilmesek hâlimiz ne olurdu? Buna da şükür. Allah, Cenabı Hak tam bilmemizi, tam inanmamızı nasip etsin. Kelamın başında ne buyuruyor?

Bir kimseye kim yâr ola tevfîk-i hidâyet        

İrfân ile deryâ oluben kalbi coşar da

Allah'ın fazlu tevfiki bir kuluna ulaşırsa, Allah onun kalbinden irfan verir. İrfan: kalp ilmi verir. Onun kalbi deryalar gibi coşar, taşar.

Gönlünde tulû' eyler anın aşk u muhabbet   

Tulu' güneşin doğmasıdır. Güneş doğunca arzdan karanlığı gideriyor. İnsanların kalbinden karanlığını ne götürür?

Allah aşkı.

Gönlünde tulû' eyler anın aşk u muhabbet   

Allah aşkı, Allah sevgisi onun kalbinde doğuyor. Allah bir kuluna zâtının sevgisini verirse o kulun kalbinde doğdurur. Doğdurunca onun kalbi karanlıktan kurtulur.

Gönlünde tulû' eyler anın aşk u muhabbet   

Görün nice mahbûb-ı Hudâ var bu beşerde 

Ama Allah hidayet edecek, Allah hidayet etmiş. Nimetimizin nankörü olmayalım da nimetimizin kıymetini bilelim. Yoksa Allah bize hidayet etmiş:

Allah bizi Müslüman halk etmiş, küfürde bırakmamış,

Allah bizi habibine ümmet etmiş,

Allah bizi varisine tanıtmış; varis-i enbiya olan velilerini sevdirmiş.

Bu zamanımızda Cenabı Hak tarikatı da bize nasip etmiş. Şeriatı bilmezken, şeriatı hâşâ hâşâ estağfurullah vahşilik sananlar var. Bunlar kim?

Bunlar Hıristiyan değil, bunlar Mecusi değil; bunlar İsevi, Musevi putperest değiller. Bugün bu memleketin evlatları, Müslümanların evlatları zahir şeriatı vahşilik zannediyor. Hâşâ hâşâ estağfurullah, neymiş şeriat adam kesiyormuş diye, hırsızın kolunu kesiyormuş diye vahşilik sanıyorlar. Halbuki Cenabı Hak “kısasta hayat, kolaylık vardır[2]”, buyuruyor.

Bu hayat, kolaylık ne ama? Kısasa kısas olsaydı bu kadar olaylar, bu kadar ölümler olmazdı, mümkün değil. Anarşinin başlangıcında bir iki tane assaydılar bir iki tane kesseydiler bakalım daha kimse kıpırdayabilir miydi? Niye? Çünkü korku yok, ölüm korkusu yok. Allah korkusu yok.

Allah'tan korkmayan, günahtan da korkmuyor, ölümden de korkmuyor. Ben öldürdüm, beni de öldürürler diye bir korku yok Allah'tan da korkmuyor. Ne yapıyor? Burada adam öldürülüyor götürüp o yanda serbest bırakılıyor. Hapis de yatmıyor, ceza bile vermiyorlar. Bu kadar hırsızlıklar oluyor. Hele bir tane hırsızın elini kessinler bakın. Başka şeyle hırsızlığın önüne geçemezler. Bir tane hırsızın elini kessinler bakın hırsızlık daha oluyor mu?

Allah'a şükür elhamdülillah, çok şükür pîrlerimizin duası, pîrlerimizin sayesinde Allah bize ihsan etmiş, büyük ihsanda bulunmuş. Onun için Salih Baba;

Çok ihsân var bu ihsândan içeru

Buyurmuş.

Bu ihsanın çoğunluğu nerede?

Bu ihsanın çoğunluğu tarikattadır.

Allah bizi Müslüman halk etmiş, ihsan etmiş.

Allah bizi sevdiği habibine ümmet etmiş yine ihsan etmiş.

Çok ihsan; burada ihsanın çoğunluğu tarikattadır. Tarikattaki nimetlerin sonu nihayeti yoktur. Tarikatın nimetleri sonsuzdur. Tarikatın nimetleri de öyledir, amelle, parayla, pulla elde edilmez, himmettir. Niçin?

Haber verir hakîkat illerinden

Sana çok tuhfeler ihsân eder şeyh     

Hakikat ellerinden seni haberdar eder diyor. Oradan sana çok hediyeler verir. Bunlar hakikat illerinin hediyeleridir. Bunlar dünya hediyesi değil, bunlar insanların hediyesi değildir. Bunlar Allah tarafından, Cenabı Hak tarafından bir mürşit eliyle tarikatta doğan ihsanlardır. Onun için;

Çok ihsân var bu ihsândan içeru

Buyuruyorsa tabii ki bunun bir anlamı var. Niye öyle buyurmuş? Bunun anlamı işte;

Allah bizi Müslüman halk etmiş bir ihsan etmiş,

Habibine ümmet etmiş ikinci bir ihsan etmiş,

Tarikat üçüncü bir ihsan.

Bu tarikatın ihsanının da nihayeti yoktur, olamaz. Çünkü;

Himmet-i evliyâ bize yâr iken

Şâh-ı Nakşibendî ser-hünkâr iken     

Seyyid Tâhâ, Sıbgatullah var iken

"Kâbe kavseyn"e dek seyrânımız var

Bu tarikatın nimetinin sonu mu var? Sonu yok.

Sonu ne?

Sonu "Kâbe kavseyn ev edna[3]"dır. İşte sonu Kâbe kavseyn makamıdır. Buraya insanlar ulaşamaz, orası Peygamber Efendimizin makamıdır. Ama oraya kadar yol kapalı değil, açık. Onun için tarikatın nimetinin sonu yoktur. Onun için buyurmuş ki;

Çok ihsân var bu ihsândan içeru

Bir de;

Sâlih  ne yatarsın uyan dediler

Sıdk ile Allah'a dayan dediler

Bu yatma insanlardaki gaflettir. Uyku yatması değil, gaflettir. Mürşidi tanımayan, tarikatı olmayanlar gaflette kalıyorlar, uyuyorlar, uykudalar.

Allah bize ihsan etmiş, gafillerden etmemiş. Mürşidi olan gafil değildir, tarikatı olan gafil değildir.

Zannetmeyin ki bir gaflet var ki nedir?

Günah-sevap, helal-haram bilmeyenler, kitap, sünnet tanımayanlar bunlar büsbütün zifiri karanlıktalar.

Biri var ki zifiri karanlık, biri var ki mesela biraz aydınlık. Aydınlık bir gece olur, çok zifiri karanlık bir gece olur, bir de parçalı bulutlu, alacalı olur. Bunlar çok zifiri karanlık da değil aydın da değil. Biz işte onlardanız.

Ama çalışalım ki karanlığa düşmeyelim, aydınlığa çıkalım. Zifiri karanlıkta olanlar şeriattan mahrum olur. Aydınlıkta olanlar tarikatı da yaşamış hakikate geçmiş, gaflet küllerini tamamen atmış. Tamamen soyunmak, sıyrılmak şudur ki: Allah'ı insan hiç unutmazsa olur. Ayık odur işte.

Uyan gaflet meyinden kalk bu derdin çâresine bak

Kemendi boğazına tak ara bul kâmil insânı 

Kement bağdır. Bu bağ ise; Cenabı Hak zaten bir ayet-i kerimesinde buyuruyor ki: "Allah'ın ipine sarılın[4]" Hâlbuki burada zahir ulema bunu tevil ediyor, başka yorum yapıyor. Ama yapamazlar çünkü ne kadar yapsalar yapamazlar. Çünkü her ayetin karşısında hadis vardır, hadis onu açıklıyor. Her hadisin karşısında bir kelamı kibar vardır o da onu açıklıyor.

İşte Allah'ın ipine sarılın. Burada Allahın zahirde bir ipi yok ki herkes buna sarılsın. Gökten aşağı ip atmamış ki herkes sarılsın.

Bu nedir?

Sevgidir, bu ip sevgidir, sevgi.

Cenabı Hak ne buyuruyor: “Beni sevin sevdiklerimi sevin”. Veyahut da “Habibim seni seven beni sever, seni sevmeyen beni sevemez[5]”. Bir de “beni sevin sevdiklerimi sevin”, buyuruyor. Demek ki burada o ip sevgidir. Zahirde bir ip yok. Birbirinizi Allah için sevin, Allah için birbirinizi sevin.

Burada ancak Allah için sevilen kimdir?

Meşayihtir ve meşayih vasıtasıyla meşayihe sadık olan müritlerdir. Bu böyle olunca işte;

Uyan gaflet meyinden kalk bu derdin çâresine bak

Kemendi boğazına tak ara bul kâmil insânı

Bu da görülmemiştir.

Tarihler boyunca tarikat için birtakım yanlış söyleyenler, yalan söyleyenler, tarikat sonradan icat edildi, diyenler olmuş. Hâlbuki  tarikat Peygamber Efendimizin zamanında Peygamber Efendimiz tarafından tarikat telkin etmiştir. Onun zamanında tarikat vardır, yok değildir. Bizim hatmemizi o ashabıyla birlikte yapmıştır. Efendim, zikrimizi Sıddık-ı Ekber Efendimize mağarada telkin etmiştir. Onun için tarikat evvelden vardır. İşte ta evvelden bu yana tarikatın başlangıcından (tarikatlar çok tabii) bu zamana kadar hiçbir tarikatta, hiçbir meşayihte, hiçbir meşayihin müridinde görülmemiştir ki bir iple kendisini bağlasın.

Bu kement niye zikredilmiş?

Kemendi boğazına tak ..

Bu da sevgi bağıdır. Ancak bu kement meşayihe sevgiyle bağlanmaktır.

Allah'a şükür işte Cenabı Hak bu nimetini bize ihsan etmiş, nimetinin nankörü olmayalım. Nimetinin nankörü olursak elimizden alır. Nimetimizin kıymetini bilirsek artırır.

Nimetimizin kadrini, kıymetini bilmek için yaşantımız olacak. Yaşantımız, almamız, vermemiz, ibadetimiz İslâm'a, kitaba, sünnete uyacak. Daha sonra  insanlara karşı çok iyi niyetli olmamız lazım. Onlara kötülük yapmayacağız, incitmeyeceğiz. Tarikatta terakki böyledir. Tarikatta terakki şudur ki: Mesela Cenabı Hak: "Her kim ki Allah için alçalırsa biz onu yükseltiriz[6]". Burada  demek ki terakki bu tevazudur.

Tevazu demek herkesi kendinden üstün görmektir, kendisini herkesten aşağı görmektir.

Tarikatın büyük ameli bundan başkası değil, tevazudur.

   Tevazu fetheder fettah babını

Öyle ki insan tevazu ehli olacak; tevazu ehli olmazsa yükselemez. Cenabı Hak: "Her kim ki Allah için alçalırsa biz onu yükseltiriz. Her kim ki tekebbür sahibi olursa onu da yoksul, hakir yaparız."

  • Onun için tevazumuz olacak,
  • Kinimiz de olmayacak, kimseye kin etmeyeceğiz,
  • Bağışlayıcı olacağız efendim,
  • İnsanları seveceğiz, insanları sayacağız.
  • Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat göstereceğiz.

Zaten şeriat da bunu emrediyor, tarikat da bunu emrediyor.

Ama şeriatın zahirinde kalanlar bunu biliyor ama yapamıyor. Yani tarikatı olmayan bunu biliyor ama sözde kalıyor özüne geçemiyor, bunları tatbik edemiyor.

Ancak bunları tatbik eden ehli tasavvuftur, tarikattır.

Çünkü niçin?

Onda bir Allah aşkı tecelli etmiş ki o aşk ondaki tefrikayı kaldırmış. İnsanlarda tefrika var.

Tefrika ne?

Tefrika şudur: Sana iyilik eden, kötülük eden var. İyilik edeni seviyorsun, kötülük edeni sevmiyorsun. İnsanlarda kusur görüyorsun, insanlarda iyiyi kötüyü seçiyorsun.

Bunlar nedir?

Mesela hayrı şerri…

Hayır, Şer ne?

Hayır, şer burada hayır ve şerri işlemek değildir. Sana gelen hastalık-sağlık, sana olan fakirlik-zenginlik veya başında bulunan fakiri-zengini başındaki hastayı-sağı veya karşındaki işte sana iyilik yapan sana kötülük yapan, seni seven seni sevmeyen, seni metheden seni zemmeden. Bak bunlar nedir?

Bunlar işte tefrika tabii.

Ama bunu şeriat kaldıramıyor. Ancak ehli tarikat bu tefrikayı kaldırır atar.

Niçin, neden kaldırıyor?

Ya dersin bir-durur Hallâk-ı âlem    

Beğenmezsin filan oğlu filânı

Sen bu âlemleri halk eden Halik bir diyorsun ama niçin beğenmiyorsun Ahmet böyle Mehmet böyle; şu şöyle, bu böyle diye niye diyorsun? Halbuki onun birliğini, Allah'ın birliğini birlesen Allah halk etmiştir hepsini müsavi göreceksin.

Yaratılmışı hoş gör yaratandan ötürü

Demek ki insan aşka duçar olmazsa, Allah sevgisi bir insanın kalbinde olmazsa tefrika kalkmaz. Bak ne buyurdu kelamında;

Sevdim seni seydâ-yı cihân hayır ve şerde

Sana öyle sevgimi verdim ki hayır da senden geliyor şer de senden geliyor.

Hasta da etsen sen veriyorsun yine severim,

Sağlık da versen senden geliyor yine severim,

Cefa da geliyorsa senden geliyor yine severim, sevdiğinden dolayı seni yine severim,

Sefa da gelse senden seni yine severim.

Celali Baba onun için buyurmuş ki;

Belâ-yı kazadan kurtulmaz başın

Gün-be-gûn yürekte artıyor cûşun

Celâli yâd ile görülmez işin

Bu dertli sinemin dermanı geldi        

Hizmet eden himmet alıyor, himmet alan hizmeti daha çok azimli, hareketli oluyor. Hizmet himmeti cezp ediyor, himmet  hizmet yaptırıyor.

Hizmet deyince burada sade senin şahsi hizmetlerin değil, amelin hizmetin değil. Bir de sen hizmet görüp himmet alırsın bir de sana makam mevki görev hizmeti verilir. Bu hizmeti başardınsa gördünse, ciddi ve samimi olman lazım, bu sefer hizmetin daha büyüğünü sana verirler. Onu da başardınsa daha büyüğünü verirler. Onu da başardınsa daha büyüğünü verirler.

Hizmet deyince sade zahirde şeyh efendimizin emirlerini tutmaktır. Tutup da yani ne? Dersimizi yaptık, hatmemizi okuduk işte teheccüd namazımızı kıldık zikrimizi yaptık. Bunlar da hizmet tabii, bunlarla terakki ediyor. Bir de sen bunlarla almış olduğun bir hizmet sana manevi bir terakkin oldukça o hizmet büyüyor. O hizmet de ciddi olunca daha da büyüyor.

Nasıl mesela?

Velayette bizim bu Nakşî tarikatı askeriyedir. Görevi askeriye, kıyafeti askeriye, eğitimi askeriye, makamı askeriye, rütbesi askeriye, hepsi askeriye.

Şimdi askeriye denilince er de bir asker, rütbeliler de asker, onbaşı da bir asker, çavuş da, uzman çavuş sonra astsubaylar da bir asker. Zaten rütbeleri var onlar da asker. Subaylara geçince teğmen, üsteğmen, yüzbaşı bunlar da asker. Binbaşı, yarbay, albay bunlar da asker. Tuğgeneral, tümgeneral, orgeneral bunlar da asker. Değil mi? Bunlar hep neyle terakki ediyor? Mesela bir yüzbaşı binbaşı olmak için başarılı olur hizmetinde, hizmetini görüyor ki terfi edebiliyor. Hizmetini görmese onu terfi ettirmezler.

Aynen bizim tarikatımız da böyle terfi olur (şeyh efendimizin sohbetleri bu), bizim tarikatımız da askeriye tarikatıdır. Askeriyede bir disiplin var, askeriyede bir kuvvet var.

Zahirdeki askeriye gibi değil. Bu zahirdeki askeriyeye göre; o maneviyat askeriye şöyledir ki:

Hazreti Ömer (r.a) Şam'a gidiyor. Medine'den çıktı kölesiyle. Bir devesi var, kendisi biniyor kölenin devesi yok. Köleye diyor ki;

—Biz yolcuyuz, arkadaşız. Artık burada kölelik, halifelik, ağalık kalktı, kaldırdım ta ki Şam'a girinceye kadar.

Bineği bir tane deve sırayla binecek.

—Bir saat sen bineceksin bir saat ben, beş saat sen bineceksin beş saat ben.

Böyle sırayla binerekten gidiyorlar. Şam'a gireceği zaman köleye sıra geliyor. Köle diyor ki;

—Efendim Şam'a giriyoruz sahabeler de orada, yeni Müslümanlar Şam'ın halkı da var, hepsi sana karşı gelirler ben devede olur mu? Sen bin.

—Yok, hayır, diyor. Sen de bir köle ben de bir köle. Allah'a karşı sen de bir köle ben de bir köle. Sıra sana geldi sen bineceksin, diyor.

Köle devede Şam'a giriyorlar. Şamlıların hepsi elini öpmek için devenin yanına koşuyorlar köle feryat ediyor. Diyor ki;

—Yahu ben halife değilim, halife O.

Askeriye deyince erin giyimi başka, generalin giyimi başka; erin elbisesi, yemesi başka değildir. Ancak burada bir görev var, bir de rütbe vardır. Yaşantıya gelince er de, mareşal de birdir. Maneviyatta böyle, zahir gibi değil.

Allah'a şükür işte biz de tarikata girince bir asker olduk, asker elbisesi giydik, asker karavanası yiyoruz. Bir kıyafet taşıyoruz. Bu asker kıyafeti taşımakla bu askerliğin disiplinini muhafaza etmek lazımdır. Muhafaza edersen terakki edersin bir de edemezsen askerde divan-ı harbe veriyorlar asıyorlar, kesiyorlar.

Bu da nedir?

Tarikata girer de tarikatı inkâr ederse onu maneviyatta divan-ı harbe verirler, asarlar. Yani onun imanı gider.

Tarikata giren şeriatsız olmayacak. Şeriatta eksiklik varsa tarikatta zaten onun yeri yok. Tarikat onu kabul etmez. Az bir eksiklik olsa tarikat onu kabul etmez, etmiyor.

Ama girmiş de şeriatı namazını kılıyor, orucunu tutuyor, ibadetini yapıyor, ama dersini yapmıyor. Salât-ı evvabinle, teheccüdden başkalarını yapıyor da bunu yapmıyor. Dersini yapmıyor, hatmelere gitmiyor, gelmiyor. O kimse dersini yapmasın, hatmeye gelmesin. Namazını kılıyorsa, ibadetini yapıyorsa, tarikatı da inkâr etmiyorsa onun kârı da yok zararı da yok. O tarikatta terakki de edemiyor fakat bir seviyede duruyor. Terakkisi de yok kaybı da yok.

Ama bir de var ki tarikatı inkâr ediyorsa geceleri kaim gündüzleri saim olsun. Tarikata girdi veya girmedi. Veya girdi de tarikattan çıktı, ya da çıkmadı da inkâr etti. Başladı tarikatı, meşayihi zammetmeye, o zaman onun ne kadar ameli olursa olsun, orucu namazı onu kurtarmaz.

Çünkü bak İslam'dan dönenlere mürtet deniliyor, mürtet. Bunlar Peygamber Efendimizin zamanında oldu değil mi? Onun gibi Müslüman olanlar Peygamber Efendimiz dünyadan göçtükten sonra döndüler, mürtet oldular. Mürtet; pis, yani imansız oldular.

Ebu Bekir Sıddık Hazretlerinin hilafetinde Halit Bin Velid'in kumandasında bütün köyler, şehirler, kasabalar tarandı, tetkik edildi. O mürtet olanların hepsini tek tek kılıçtan geçirdiler. Hatta sahabeden Cebele bin Eyham’ın otuz bin kişi askeri vardı. Bir çöl beyi, Müslüman olmuş, çok da savaşlara katılmış. Hazreti Ömer Hazretlerinin hilafet zamanında Hazreti Ömer (r a) Hazretleri Hicaz'da Hac da tavaf yaparken kölenin birisi Cebele bin Eyham'ın ayağına basmış. Sen benim ayağıma bastın diye vurmuş yumruğu köleye ağzındaki dişlerini kırmış. Bu da gitmiş Hazreti Ömer'e şikâyet etmiş. Hazreti Ömer demiş ki;

—Kısasa kısas. Sen bu kölenin dişlerini kırdın o da senin dişlerini kıracak. O da demiş ki;

—Sen beni bir köle ile bir mi tutuyorsun? Askerim var, gücüm kuvvetim var, sonra bu kadar savaşlar yaptım. Hazreti Ömer de demiş ki;

—Savaşı yaptınsa kendi amelin. Allah indinde sen de bir köle ben de bir köleyim. Allah'ın emri kısasa kısas. Senin dişlerin kırılacak.

Bakmış kurtulamıyor,

—On dakika müsaade et.

Demiş, bir mazeret göstererek izin istemiş. Ama izin almakla beraber otuz bin kişiyi alıyor, Rum'a dönüyor, sığınıyor, Hıristiyan oluyor. Hülefa-i Raşidin zamanında onunla savaşılmış. Rumlarla savaş olduğu müddetçe Rum komutanı onu cephe kumandanı yapıyor, çok da savaşçıymış. Müslümanlara çok zayiat veriyor. Müslümanlar zaferleri onun tesiriyle çok çetin kazanmışlar. O mürtet işte.

İşte o şeriattan, İslamiyet’ten dönene mürtet deniliyor. Tarikattan dönene ise münkir deniliyor, aynı şey. Münkir, inkârcı demek. Tarikattan çıkar, inkar etmezse münkir olmaz ama tarikatta da hiçbir terakkisi olmaz.

Tarikattan maksat terakkidir.

Nakşibendî Efendimizin dört tane Seyfettin isminde müridi varmış. Belki müritleri çoktur ama Seyfettin ismindeki bu dört tanesi normalde de ileride. Bunlar; Mahbub: Seyfettin, Makbul: Seyfettin, Makul: Seyfettin, Merdut: Seyfettin’miş.

Makbul Seyfettin zaten makbul olmuş. Evliyaullah'a makbul olan Resulullah'a da makbuldür, Allah'a da makbuldür. Yani Nakşibendî Efendimize makbul olan Allah'a da makbuldür, Resullullah'a da makbuldür.

Mahbub olan da, sevilen de güzel zaten. Evliyaullahın güzel dediği Allah'ın indinde de, Resulullah'ın indinde de güzeldir.

Bir de makul. Makul de hoş görülmüş.

Bir de Merdud, Merdud Seyfettin varmış. O Merdud Seyfettin ise; Nakşibendî Efendimizin zamanında davetler varmış. Artık maddiyatı olanlar Nakşibendî Efendimizin ashabını davet ediyorlarmış. O merdud Seyfettin de ticaretle çalışıyormuş. Fakat bu davetteki maksadı;

— Ben davet edeyim de bana dua etsin, malım artsın, on iki bin altın sahibi olayım.

Niyeti buymuş. On iki bin altın sahibi olmak. Develeri var, işte adamları var. Tüccar, memleketten memlekete mal götürüyor, satıyor. Oradan oraya götürüyor, ihracat ithalat neyse yapıyor. Bu bir gün Nakşibendî Efendimizi müritleriyle beraber davet etmiş. Çok bol yemekler, çok çeşitli leziz yemekler de yaptırmış. Nakşibendî Efendimizin zamanında da ziyafetlerde yemeklerin peşinden tatlı geliyormuş. Çeşitli çeşitli tatlı geliyormuş. O da tatlıyı yapmamış. Masrafı çok güzel, yemekler çok, çeşitli bol yapmış; tatlıyı yapmamış, tatlı yok. Şah-ı Nakşibendi Efendimiz latife ile demiş ki;

—Mevlana Seyfettin, hani tatlı da yokmuş, tatlıyı niye getirmedin?

Deyince hoşuna gitmemiş, bu kelam ağırına gitmiş. İçerinde bir itiraz kaynamış.

—Ben bu kadar masraf ettim bir de tatlı yok dedi. Cemaatin ortasında bunu bana nasıl söyler?

Bu itiraz büyümüş büyümüş sohbetinden kesilmiş. Sonra Nakşibendî efendimiz buna demiş ki;

—Senin maksadın on iki bin altın sahibi olmak, on iki bin altın sahibi ol.

Olmuş ama Nakşibendi Efendimize de itirazı büyümüş büyümüş ve bu sefer de inkar etmiş.

Onun için biz de dikkat edelim. Allah bu nimeti bize nasip etmişse münkiri olmayalım, nimetimizin kıymetini bilelim.

Neyle bileceğiz bu nimetin kıymetini?

Amellerimize, hatmemize devam edeceğiz, günlük dersimizi yapacağız. Evvabin namazını, teheccüd namazını, yani o kitapta ne yazılmışsa onları tatbik edelim bizden ondan fazla bir şey istemiyorlar. Ama onları eksik bırakmayalım.

Bir de ihvanları sevelim, ihvanlarda kusur görmeyelim.

Gazabımızı yenelim. Gazap; bizde mademki bir muhabbet varsa bu muhabbetin zıddı gadaptır. Nasıl ki bir ateşe suyu serpersin sönerse; yanan bir ateşe veya yanan bir ışığa, muma üflersen sönerse, gadap da ne yapıyor? Muhabbeti söndürüyor.

Sonra bir de bizim ahlak-ı hamide sahibi olmamız lazım. Bütün amellerimizden daha da çok meşayihimizin hoşuna giden, meşayihimize makbul olan amel; güzel ahlak sahibi olmamızdır.

Bunlar öyle ki bir mürit birisini incitirse onların hoşuna gitmez, onlar da incinirler. Hatta bak buyurmuşlar, büyüklerimizin emirleri, mübarek Şeyh Efendimiz “iki ihvan birbiriyle irdeleşirse bir tanesi ölür, bir tanesi yok olur”.

Ama bu kim, hangisidir?

Hangisi haksızsa o ölür.

Evet, ihvanları seveceksiniz. Meşayihimizin en çok hoşuna giden, ona sevilmemiz için, biz de ihvanları seveceğiz.

  • İhvanlar birbirini sevecek,
  • Birbirinde kusur görmeyecek,
  • Kimseyi incitmeyeceğiz,
  • Kimseden de incinmeyeceğiz.

Bir incitmemek var, bir de incinmemek var. Kimseyi incitmediği gibi kimseden de incinmeyecek. Çünkü niçin?

Birisinde olur, imtihan için olur, veyahut da her ne kadar gelmiş tarikata girmiş ama tarikatı anlayamamış, bilememiş sana eliyle diliyle hoşuna gitmeyen bir söz yapmıştır, belki seni incitmiştir, kırmıştır. Sen ona kırılırsan eğer içinde ona bir kin olur. Bu kin de seni terakki ettirmez.

Bizim için en büyük gönlümüzü meşgul eden, bizde gönül kârıdır. Hep kârı, kemali gönlüne bağlamıştır, kalbe. Kalbinizden Allah'ı unutmayın, Allah'ı zikredin. Allah sevgisi, Allah zikri, Resulullah sevgisini gönlünüzden eksik etmeyin.

Ama insanda kin olursa, kin olunca onu ne yapar?

Kin o muhabbeti, kalbi meşgul eder. Demek ki o zaman kimseden incinmemek için, kimseye kin de tutmacağız. Zaten Cenabı Hakk'ın, Allah'ın indinde en çok hoşuna giden de budur.

Duada bak: “Allahümme inneke afüvvün kerimün tuhibbul afve fağfü annî[7]” Bu çok makbul bir duadır. Bunun Türkçe meali şöyle: Ya Rabbi sen affedicisin, affetmeyi seversin; affedenleri de seversin, beni de affet.

Demek ki Cenabı Hak affedici olduğu için affedenleri de seviyor. Affetmek için kimseden incinmeyeceğiz. Olur, adam seni diliyle eliyle belki incitmiş olur veya bir hakkına tecavüz etmiş olur. Bunları gönlünden çıkaracaksın, affedeceksin, bağışlayacaksın. Niçin?

İyiliğe iyilik insanların kârı. Her insan yapabilir. Birisinden iyilik gördüğünde; şu adam şurada şu iyiliği yaptı. Ben de onun iyiliği karşısında bir iyilik yapayım der.

Kötülüğe iyilik ariflerin kârı. Arif olmak için insan hakikate ulaşacak. Hakikate ulaşmak için tarikatı olacak. Tarikatı olmayan hakikate ulaşamıyor, hakikate ulaşamayan arif olamıyor. Bak şeriat, tarikat, hakikat, marifet var.

Arifler var, arifler marifete ulaşanlar, arifler marifete ulaşanlar ki Teveccühte okuyoruz ya:

"Ve İla Kutbul arifin" Arifin ne?

"Sultani evliyayı vel aşıkin" kim bu?

“Ruhul hakikeyni necnül haseneyni ebi Muhammedin eş şeyh Abdülkadiril Ceyli”.

Demek o neymiş? Ariflerin kutbu, başı, sultanıl evliyaların da sultanı, "Kutbul arifin sultanil evliyayı vel aşıkin" İşte böyle arifler ki ayık olanlar. Arif kimmiş? ayıklar, ayık olanlar. Ayık kimmiş? Arifler. Arifin manası ayık.

Öyleyse burada kötülüğe iyilik arifler kârı. Kötülüğe iyilik ettinse sen de arif oldun.


[1] Eşrefoğlu Rumi Müzekkin Nufüs S.309

[2] Bakara 2:178

[3] Necm 53:9

[4] Al-i İmran 3:103

[5] Al-i İmran 3:31

[6] Hikmet Goncaları Trc. (500 Hadis Şerif) 397

[7] M. Özak İrşad C.3  S.468