“Kalp temizlenecek ki ruh o kalbe gelsin”

15.7.1994 / Konya

Yakub-u Çerhî Hazretleri Buhara’da zahir ilmini bitirmiş, dört mezhepten icazet almış. İcazetini alacağı zaman bir rüya görüyor. Nakşibendi Hazretleri’yle karşılaştığında rüyasını hatırlıyor. Rüyamda dediler ki: “Azizlerimle ol, azizlerin ilmini öğren.” Bu mübarek biz azizlerdeniz, diyor. Demek ki benim rüyada gördüğüm, aradığım, bulacağım aziz budur.

Ona çok büyük muhabbeti, sevgisi o anda gelmiş. Ama çantası elinde ayrılıyormuş, gidiyor işte, o arada diyor ki:

  • Efendim, bizi hatırı gönlünüzden çıkarmayın. Bize dua Ona şu cevabı veriyor:
  • Bizim gönlümüzde gayrı

Allah’tan başka bir şey bizim gönlümüze gelmez, diyor. Gayrı nedir? Yani Allah’tan başka ne varsa bunlar gayrıdır. Mübarek:

  • Bize bir teberrük bırak ki onunla seni hatırlayalım. O da bakmış ki bir şey bulup verememiş.
  • Fark etmez sen bizden bir hatıra Bu hatırayla bizi unutma, bizi unutmazsan biz sizinle beraberiz.

Başındaki takkesini onun başına koymuş. Bunda daha çok muhabbeti artmış.

Ayrılmış memleketine gidiyor, çok gitmiş. Gideceği yolun yarısından çoğunu gitmiş, azı kalmış. Bir noktaya gelmiş ki daha gidemiyor. Hiç gücü yok, daha ileri adım atmaya gitmeye gücü kalmıyor. Attığı ayakları geri gidiyor, dönüp tekrar geliyor. Hem de çok büyük bir suç, nedamet, pişmanlık ile kendisine diyor ki,

  • Bana rüyamda azizlerle olun demişlerdi. O da biz azizlerdeniz, Ben niye bıraktım onun yakasını?

Şimdi korkaraktan geliyor. Diyor ki acaba daha beni kabul eder mi? O bir fırsattı, ben niye kaçırdım, ondan ayrıldım? Bu havf ile dönüyor.

Buhara’da tanınır bir meczup varmış. Yani deli gibi görünür ama aslında deli değiller.

Şimdi deliler üçe ayrılır: cünun, meczup, mecnun. Cünun, esas deli olan, aklî dengesi bozuk olanlardır. Meczup, deli gibi görünür ama deli değildir. Mecnun da fazla bir sevgiyle bir yere bağlanmasıyla, canından çok fazla sevmesiyle olan bir haldir.

Evet, bu meczuba yolda rastlamış. Bakmış bu meczubun elinde bir çubuk var. Toprak yolda çubukla çizerek hatlar çekiyor. O da demiş ki ben bu meczubun hatlarını sayacağım. Eğer tek gelirse benim için iyi olacak. Bunu kendisine bir yevm tutmuş.

Peygamber Efendimiz: “Allah tektir, tek olanı sever.1” buyurmuş ve bunu da kendisine bir yevm tutmuş. Hatları saymış tek görünce onda bir ferahlık olmuş. Beni kabul eder mi daha diye çok korkuyor, çok havfi var. Meczup ona demiş ki git işin rast gelecek. Bununla da bir ferahlık olmuş.

Gelmiş akşamdan Nakşibendi Efendimiz’i bulmuş:

  • Efendim beni kabul edin, demiş.

Mübarek ona öyle bir sert çıkmış davranmış ki:

  • Biz geç kabul ederiz, güç kabul Biz kendimizden kabul edemeyiz. Yat bu gece bakalım, ne zuhur eder? Kabul edilecek olursan, kabul ederiz.

Şimdi, o gece uyumamış. Büyük bir âlim, sabaha kadar yüzünü yere koymuş ağlamış. Gözünün yaşları yattığı yerden akmış, gitmiş. Öyle ağlamış, Allah’a yalvarmış ki.

  • Ya Rabbi, ben bir refaha, feraha, saadete ulaşmak isterken bu ne mihnete meşakkate düştüm? Ya beni sabahtan kabul etmezse ne olur benim hâlim?

Mübarek buyuruyor ki ben ömrü hayatımda öyle bir sıkıntılı, bunaltılı, dar bir gece geçirmedim. Nakşibendi Efendimiz sabahtan geliyor:

  • Kabul

Diyor ve dersini veriyor. Müritliğe kabul ediyor ve dergâhta hizmet görüyor. Yakub-u Çerhî Hazretleri de bir halifesi oluyor.

Halifeler içerisinde en âlimi, en fazla ilmi ile ileride olanı odur. Nakşibendi Efendimiz, dünyasını değişirken o çok genç imiş, en sona o kalmış. Ubeydullah Ahrar Hazretleri ise Yakub-u Çerhî Hazretleri’nin halifesidir. Bizim nispetimiz ondan geliyor.

Evet, Nakşi tarikindeniz ama Nakşibendi Efendimiz’in halifeleri vardır. Silsilede zaten okunuyor ya “Ali Baba Külali Nakşibendi estü Alaaddin pesez Yakub-u Çerhî Hace i Ahrarı şuud meşhur.

Evet, Ubeydullah Ahrar Hazretleri Türk asıllıdır. Fakat bu mübareğe Allah büyük ihsanda bulunmuş. Onun sebavetinde büyük insan olacağı görülüyormuş. Kendisini belli etmiş, kerametler gösteriyormuş.

O büyüdükten sonra okumuş fakat medrese ilmini tamamen bitirememiş, mânileri olmuş. Her okumaya başladığında bir arzusu olmuş ama okuyamamış, yarıda kalmış.

Ama yine de o zamanın ulemâsı içerisinde bütün çetin meseleler ona intikal ediyormuş, o çözüyormuş. Ubeydullah Ahrar Hazretleri doğu havalisi illerini bölge bölge hep gezmiş. Herat, Horasan, Azerbaycan, Maveraünnehir, Taşkent, Semerkand, Buhara hep gezip meşayih aramış.

Babadan kalma bir serveti varmış, zenginmiş. Sonra Allah ona daha çok zenginlik vermiş. Bütün meşayihleri gezmiş, ziyaret etmiş. Nerede bir meşayih duymuşsa böyle görüp geçmemiş onunla bir teşrik-i mesaisi olmuş, bir dostluğu olmuş ve ona hizmette de bulunmuş. Mâlen ve bedenen hizmetlerde bulunmuş. Bilhassa en çok Nizameddin Hamuş Hazretleri ile kalmış. Nizameddin Hamuş Hazretleri onu mürit etmek istemiş ama edememiş.

Hâlbuki Nizameddin Hamuş Hazretleri de Nakşibendi Efendimiz’in yetiştirdiği halifelerinin halifesidir. Ubeydullah Ahrar Hazretleri gençliğinde bir rüya görüyor. Aslında rüya da değil böyle uyku ile uyanıklık arasında bir hal görüyor.

Bakıyor ki bir tepe var. Tepenin de önünde geniş bir saha var. O sahada çok büyük kürsüler kurulmuş. Oraya bütün Evliyaullah’ın ervahı geliyor, toplanıyor. Resulullah Efendimiz’in geleceği bekleniyor. Bakıyor ki Nakşibendi Efendimiz geliyor, hep ervah kalkıyorlar, kıyam ediyorlar. Onun da kürsüsü var, kürsüsüne geçip oturuyor. Peygamber Efendimiz gelince şöyle ervaha bir nazar ediyor, gel Ubeydullah diyor, onu sesliyor. Beni sırtla tepenin başına çıkar, diyor. Peygamberimiz’i sırtlıyor tepenin başına çıkarıyor. Peygamberimiz de eliyle onun başını okşuyor ve sırtını sıvazlıyor.

Diyor ki ben sende bu kuvvet olduğunu biliyordum, ervah da sendeki bu kuvveti görsünler istedim. Yani bu kuvvet ma’nevî bir kuvvettir. O rüyayla Nakşibendi Efendimiz’e meylediyor, bir aşk oluyor. Ona aşkı sevgisi ile bâtınî yoluyla üveysi oluyor. İşte o sevgi onu dolandırıyor, Nakşibendi Efendimiz’in elinden tutanı bulacağım, diyor. Çok meşayih var araştırırmış ama Nakşibendi Efendimiz’in halifeleri de kalmamış, gitmiş.

Neticede Herat’da Yakub-u Çerhî Hazretleri’ni bulmuş. Yakubu Çerhî Hazretleri’ne gitmiş, bulunca mübarek hemen daha buna nereden geldin, nereye gidersin, demeden diyor ki:

  • Tut bu elimden, bu elden tutan Nakşibendi Efendimiz’in elinden tutmuştur.

İşte bu noktaya geliyoruz. Nakşibendi Efendimiz buyurdu ki:

  • Senin elinden tutan benim elimden tutmuş Sana biat eden bana biat etmiş olur. Senin reddin benim reddim, senin kabulün benim kabulüm.

Peygamber Efendimiz’in Sıddık-ı Ekber Efendimiz’e olan emri burada bir daha tazeleniyor. Zaten bizim yolumuz onun yolu, Sıddık yoludur. Başlangıcı oradan geliyor.

Nakşibendi Efendimiz ki Reis-i Evliya’dır. Peygamber Efendimiz’i rüyada görmek için çok salavat-ı şerife getiriyorlarmış, çok ameller işliyorlarmış ki rüyada görsünler diye. Rüyasında görene Resulullah Efendimiz buyurmuş ki: “Bizi görmek isteyenler Muhammed Bahaeddin’i gitsin ziyaret etsinler. Bizim sohbetimizi dinlemek isteyen gitsin, onun sohbetini dinlesinler.

Evet, Yakub-u Çerhî Hazretleri öyle buyurmuş:

— Tut bu elimden demiş, bu el Nakşibendi Efendimiz’in elidir. Zaten Ubeydullah Hazretleri onu arıyordu. Onun için:

Tarikimiz Tarik-i Nakşibendi

Kamu ehl-i Tarikin Serbülendi

Ser demek yani çok ileri gitmiş, bülent de çok sesi duyulmuştur. Bülent avazdır ki çok yüksek ses, çok ıraklara giden bir sestir. Ser de çok seri, hareketli, güçlüdür.

Tarikimiz Tarik-i Nakşibendi

Kamu ehl-i tarikin ser-bülendi

Girenler hab-ı gafletten uyandı

Hâb uyku demek, girenler gaflet uykusundan uyandı, diyor. Bir de ne buyuruyorlar:

Tarik-i Nakşibendi Hakk yoludur

Ana dâhil olan cümle velidir

Evet, Nakşibendi Efendimiz’in bir emri vardır. Tasavvuf kitaplarından Mektûbat’ta da geçer: “Sair tarikatların nihayetteki kârını biz bidayetine getirdik.” buyuruyor.

Tarikatların nihayeti ise önce tarikattan hakikate geçiliyor. Tarikatı anlıyor yaşıyorsa, tarikatın şartları tamam oluyorsa hakikate geçiyor. Her hakikate geçen velidir.

Sair tarikatların çalışıp da on senede, yirmi senede, kırk senede ulaşacakları bir mükemmelâtı, nimeti biz başlangıçta veriyoruz diyor.

Bu nedir biliyor musunuz? Bizde aşk var. Rabıtadan  tecelli eden, rabıtadan gelen bir aşk vardır.

Niçin bak, rabıtada tarif ediyorlar: Şeyh Efendimiz’in iki kaşı arasından başparmağım kalınlığında feyzi ilahi geliyor, bu nedir? Allah feyzi ve Allah sevgisidir. Nereye? Kalbiniz üzerine çeşmeden su akar gibi akıyor, temizliyor. Neyi temizliyor? Tabii Allah sevgisi kalbe gelince kalpte bulunan bütün sevgileri, masivayı her şeyi atıp dışarı çıkarıyor, temizlenme budur.

İşte Cenâb-ı Hakk’ın “Kulum beni sev, sevdiklerimi sev.2” buyurması da budur. Sevdiklerimi sev ki beni sevesin.

Sair tarikatlarda onlar “muhalefetü’l-heva”dan başlıyor. Sonunda “muhabbetü’l-Mevla” onlarda tecelli ediyor.

Yani bütün nefsin arzularını terk ediyorlar, ondan sonra onlarda Allah sevgisi kalplerine yerleşiyor, aşka dûçar oluyorlar.  Aşk-ı ilahi onlarda tecelli ediyor. Ama bizim tarikatımızda başlangıçta aşk-ı ilahiyi verirler.

Ama tabii ki bu çok hassastır, bunu da bilmek lazım. Çünkü onlar bütün nefsin hevaî arzuları terk ettikten sonra aşk-ı ilahi onlarda tecelli ediyor, o tecelli daha sönmez.

Çünkü neden? Hani bir yanan ışığa üfüren yok veya bir dokunan yok, başka bir yerden yel gelmiyor, söner mi? Ama bir yanan ışığa hani bir böcek dokunsa, bir insan elini sallasa, üfürse, herhangi bir yağmur katresi düşerse o söner.

Onun için, şimdi bizim bu muhabbetimiz, rabıtaya olan sevgi, aşk; Allah aşkı, Allah sevgisidir. Bu cezbe zaten oradan geliyor. İnsanlarda gayrı ihtiyari ağlamalar, bağırmalar, çırpınmalar oradan geliyor, ondan geliyor. Onu muhafaza etse var ya işte tez veli olmuştur.

Yani onların kırk senede ulaşacakları nimete kırk günde ulaşılıyor. Onun için:

Tarik-i Nakşibendi Hakk yoludur

Ana dâhil olan cümle velidir

Ama ne var burada? O kırk günde ulaşacağı bu yere çok dikkat etmesi lazım. Ondan çok havf duyması, kuşku duyması, titremesi lazım. Ne için? Tarikatımızda müritteki havf budur, bilemez ama esas havf bundan geliyor, doğuyor.

Bakıyorsunuz ki mesela, şu müdür bey, dün değil evvelsi gün ders aldı, ders almadan evvel bunlar sende yoktu, peki bunlar olmuşsa eğer ne korkun var, Allah ihsan etmiş sana.

Onun için Cenâb-ı Hakk buyurmuyor mu ki: “Muttaki olun.3” Muttaki olunuz, muttaki olan kurtulacak. Kurtulmak için takva sahibi olun. Sizin en çok muttaki olanınız en çok Allah’tan korkanınızdır, buyuruyor. Takva neymiş? Allah’tan en çok korkmakmış.

Demek ki biz o verilen muhabbeti muhafaza edersek bizim yolumuz çok yakındır. Ama muhabbeti muhafaza etmek lazımdır. Onu muhafaza etmek de şudur ki:

Evvela gadabımızı yeneceğiz, gadab olmayacak. Gadab muhabbeti söndürür. İşte yanan bir ışığa üf ettin mi söner veya yanan ateşe suyu attın mı söner. Gadab da muhabbetin zıddıdır, onu söndürür.

Fakat o gadabını yendin, gadabı olmayan bir ışık sönmüyor ama bir de o ışığın büyümesi lazım, gelişmesi lazım.

O muhabbetin de büyümesi için, kinin de olmayacak, haset de olmayacak, gurur da olmayacak, kibir de olmayacak. Bunlar da olmazsa eğer muhabbet tez büyür.

O tez büyür demek şudur ki: O kalp o kadar büyük ki kalbi hiçbir şey doyurmaz. Cenâb-ı Hakk “Ela bi zikrillahi tatmainnül kulub.4” buyuruyor. Ancak sizin kalbinizi zikrullah doyurur, başka bir şey doyurmaz. Dünyalar, zenginlik, varlık, sefahat bunların hiçbiri insanın kalbini doyurmaz.

İnsanın kalbini doyuran nedir? Zikrullah. Ama bu da zikrullah da çok sevecek ki doyursun. Yani o ufacık gelen bir feyiz mesela bu başparmağım kalınlığında gelen bir çeşme suyu, bu salon havuz olsa doldurur mu? Doldurmaz. Daha fazla gelmesi lazım ki havuzu doldursun. Ama o havuz dolmazsa boşluk olur, boşluk olunca da her şey oraya girer, her şey oraya atılır.

Onun için bu kalbi de zikrullah ile doldurmak lazım ki, o muhabbeti muhafaza etmek lazım ki, o büyüsün. O büyüsün büyüsün o kalbi doldursun. Kalbi doldurursa işte o zaman zikrullah ile doymuş olur.

Bunun zahirdeki belirtisi işaretleri nedir? Eğer sen hiç Allah’ı unutmuyorsan, gece de gündüz de yatarken, kalkarken, alırken, verirken, yerken, içerken Allah’ı hiç unutmuyorsan tamam senin işte kalbin mutmain olmuş, dolmuş, doymuştur.

Kalbin zikrullah ile dolmuş, daha oraya başka bir şey girmez.

Allah’tan başka bir şey girmez.

Hâlbuki bu kalp Allah’ın evidir. Böyle olmayınca ona teslim etmiş olamıyoruz. İşte bu kelâmlar buyrulmuşsa:

Tarik-i Nakşibendi Hakk yoludur

Ana dâhil olan cümle velidir

Bu da şudur ki nefs-i mutmainneye dâhil olmayan, veli sınıfına geçemiyor. Nefs-i mutmainneye dâhil olmak için de Cenâb-ı Hakk: “Ancak sizin kalbinizi Zikrullah doyurur başka bir şey doyurmaz.” buyurduğu zikrullah ile dolan bir kalp, o zaman veli sınıfına geçmiş, veli olmuştur. Zaten veliden maksat, gaye odur.

Veli demek Allah’a çok yaklaşmış, Allah’ı hiç unutmayan, Allah’tan hiç gafil olmayandır.

İşte onun için efendiler, Allah bu nimeti bize nasip etmişse bu nimeti de kolayca, tezce elde etmemiz için muhabbetimiz olacak. Bu nimetimiz nedir? Allah’ın rızasını kazanmak, Allah’ın cemalini görmektir.

Mesela, nimetine kavuşmak isteyen matlubun görecek işleri olsa ve Ankara’ya gidecekse yolları nerede birleşiyor? Ankara’da birleşiyor. Ama tabii ki bu yolların uzunu var, kısası var, kolayı var, çetini var. Mesela; dümdüz kısa, asfalt yol var. Bir de dağlarda, çok sarp yerlerden dolanan gelen yollar var.

Onun için Nakşibendi tarikatı bütün tarikatların üstüdür, yolu çok kolaydır ve yakındır.

Ama çok da çetindir. Çetinliği nedir? Nasıl ki bir insan Hacc’a gideceği zaman çetinliğine göre Hacc’ın üç nevi var. Eğer o çok çetinliğine, zahmetine katlanan biriyse o hepsinden kıymetli olan Hacc-ı Kıran’a niyet edecektir.

Hacc-ı Kıran’ın sevabı, Hacc-ı Temettü’nün kaç misli fazla sevabındadır. Hacc-ı Temettü de Hacc-ı İfrat’tan kaç misli sevabındadır. En kolayı da Hacc-ı İfrat’tır, herkes kolayca yapabiliyor. Hacc-ı Temettü orta ama Hacc-ı Kıran çok ağır, çetindir. Çetindir ama sevabı da çoktur. Hâlbuki üçü de Hacc’dır.

Evet, bütün gavslar, kutuplar, büyük zatlar bizim silsileden gelmiş geçmişler. Allah bu nimeti bize nasip etmişse kıymetini bilelim. Bu nimete ulaşmak için fırsatımız var iken, gücümüz var iken, gayretimiz var iken sa’y u gayret yapalım da bu nimeti elde edelim.

Allah’a şükür tabii nimetimiz Nakşibendi tarikatıdır. Ama bir de şu kelâm var:

Kâbiliyet bizde olmazsa meşayih neylesin

İster ise Mürşidi olsun Muhammed Hazreti

Yani bizde kabiliyet olmazsa bizim Şeyh Efendimiz Peygamber Efendimiz olsa yine bir fayda edemez.

Kabiliyet nedir burada? Kabiliyet; kap anlamına gelir, kap ise kalbimizdir. Yani bizim kalbimize verilen bu muhabbet, bize babamızdan miras kalmamıştır. Bu çarşıda satılmaz ki zenginler gidip alsınlar. Allah’ın bir ihsanıdır. Allah’ın ihsanı da nedir?

Şeyhim benim sultan imiş

Hakk’tan bize ihsan imiş

Allah’ın kuluna en büyük ihsanı bir velisini sevdirmesi, tanıtmasıdır.

Şeyhim benim sultan imiş

Hakk’tan bize ihsan imiş

Can derdine derman imiş

Görün beni aşk n’eyledi

Ahiri derviş eyledi

Allah’ın ihsanı çoktur, ihsanının üzerinde ihsan, ihsanının üzerinde ihsan vardır. Nimetinin üzerinde nimet, nimetinin üzerinde nimet vardır.

Nimetlerin farklısı nedir? Cenâb-ı Hakk bütün maddi ma’nevî nimetleri insanlar için halk etmiştir.

Maddi nimetler nedir? Sağlık, varlık, itibar, makam, mevki maddi nimetlerdir. Fakat bu maddi nimetler bizi nâra da götürür nura da götürür. Bize hem şefaatçidir hem şikâyetçidir.

Bir de ma’nevî nimetler vardır. Manevi nimetler ahiretteki nimetlerdir. Cennetteki nimetlerin hepsi müsavi değildir. Cennette de Makam-ı Mahmud diye bir makamı var. Peygamberimiz’in bir ismi de Mahmud’dur. Peygamberimiz’in isimleri Ahmet, Muhammed, Mustafa’dır, bir de Muhammedü’l-Emin dediler.

Peygamberimiz’e Makam-ı Mahmud verilmiş, bir de zahirde Cenâb-ı Hakk: “Gabe gavseyni ev edna5” buyuruyor. Allah’a öyle yaklaşmış ki iki kaşın birbirine yaklaştığı kadar yaklaşmıştır.

Bir insan demek ki bu nimetlerden istifade ede, ama ne kadar yükselse ne kadar gitse oraya gidemez. Ama oraya kadar da yol açıktır. Çünkü bu kelâmda:

Himmet-i evliya bize yâr iken

Şah-ı Nakşibendi ser-hünkâr iken

Seyyid Taha Sıbgatullah var iken

Gabe gavseyn”e dek seyranımız var

İşte bu ayet-i kerime, “Gabe gavseyni ev edna” “Habibim, sen bana iki kaşının yaklaştığı kadar yaklaştın.” buyuruyor. Demek ki insanlar için oraya kadar yol açıktır, gidemez başka. Gidebildiği yere kadar gidebilir.

İşte bu yolu Peygamber Efendimiz’den sonra Nakşibendi Efendimiz kadar giden olmamış. Bu kelâm onu ifade ediyor:

Himmet-i evliya bize yâr iken

Şah-ı Nakşibendi ser-hünkâr iken

Seyyid Taha Sıbgatullah var iken

Gabe gavseyn”e dek seyranımız var

Tabii orası Peygamber Efendimiz’e verilen bir makamdır, oraya ulaşılmaz. Ne kadar yükselsek oraya da yaklaşıyoruz. Yaklaştıkça daha bir nimetimiz farklı oluyor.

Nakşibendi Efendimiz Mansur Hazretleri hakkında ne buyuruyor? Muhyiddin Arabi Hazretleri, Mansur Hazretleri Nakşibendi Efendimiz’den evvel yaşamışlar.

Bunlarda vecd âleminde şeriata, imana ters düşen kelâmlar olmuş, Mansur “Enel Hakk” demiş. Hâlbuki bunu Mansur’un kendisi söylememiş, Mansur bir alet.

Sanki boş bir boruya, kamışa üfürsen ondan ses çıkar. Çıkan ses borudan çıkıyor ama ona bir üfüren var. Üflenmese bu ses oradan çıkmayacaktı.

Evet, Nakşibendi Efendimiz ne buyuruyor:

Düvel-i arz üzerinde yani kürre-i arzda, dünyanın bütün her tarafında, -şark, garp, cenup, şimalHavace Abdülhalık ma’nevî evlatlarından kendisi ve kendisinin yetiştirdiklerinden, halifelerinden bir tane bulunsaydı Mansur’u ipe vermezdi, bu hâlden geçirirdi, onu asmazlardı.

Mansur asılmış ama Mansur’un asılmasında bir sır, bir esrar var. Mansur’u asmışlar Mansur’un dökülen kanlarından Enel Hakk yazılmış. Hani bin tane adam Enel Hakk dese de assalar onların dökülen kanlarından Enel Hakk yazılmaz. Ama Mansur’un kanıyla Enel Hakk yazılmış. Düşen her bir katre kanı nereye düşmüşse Enel Hakk yazılmış.

Koca vücuttan boşalan kanlar Enel Hakk yazılmasın diye onun önüne geçmek için vücudunu yakmışlar. Bu sefer de külleriyle Enel Hakk yazılmış. Dicle Nehri’ne küllerini atmışlar ki şirki önlesinler. Onun sözünün küfür olduğunu ilân ediyorlar. Ama edemiyorlar, Dicle’ye atmış oldukları küller çıkmış suyun üzerinde yine

Enel Hakk yazılarak gitmiş. Daha da buna mâni olamamışlar. O zaman küfrünü kaldırmışlar, maktul bu sözünde hatalı söylememiş, küfür söylememiş, küfre gitmemiştir. Mansur’un sözü haktır, biz anlayamamışız, demişler.

Allah’a şükür, çok şükür, bin şükür, nihayetsiz şükürler olsun. Nimetimiz büyük, kıymetini bilelim. Tabii nimetimiz büyük ama daha da büyüğü vardır. Tarikatın nimeti büyüktür ama hakikate geçersen tarikatın daha büyük nimetini elde edersin.

Geçemezsen eğer o zaman “sen sizin evde ben de bizim evde” oluruz.

Çünkü insan hakikate geçerse o zaman Allah’ın büyük lütfuna mazhar oluyor. Allah’ın kul için halk etmiş olduğu büyük nimete mazhar oluyor.

Büyük nimet kul için nedir? Allah, kuluna Cemal’ini gösterecek. İşte büyük nimet budur. Bu tarikata, hakikate geçmeyenler buna ulaşamıyorlar. Onun için tarikatsız olmuyor. Tarikatsız hakikate geçilmez, geçilmiyor.

Şeriat ile hakikat arasında tarikat vardır. Yani bir şehri düşündüğümüz zaman ikiye bölünmüş, nehir var ortada, yarısı bir tarafta yarısı bir tarafta olsun. O nehrin üzerine bir köprü olmazsa eğer bir taraftan diğer tarafa geçilmez. Köprü olursa eğer o iki parça olan şehrin ikisini birleştirir. Köprünün her iki tarafından bu yandaki o yana geçer, o yandaki bu yana geçer.

İşte mademki bundan maada mecaz var, hakikat var. Mecaz bu cesedimiz, hakikat ise ruhumuzdur.

Ruhumuzu hakikate ulaştırmak için bir köprü lazım.

Ne zaman ki insan hakikate ulaşırsa, o zaman bu ceset ruhun bir kalıbıdır.

Hakkikate geçince kalıp değişiyor. O ruh, o kalıbını değişiyor.

Bu neye benzer? Mesela çok kıymetli bir mücevherat, çok adi bir kıymetsiz olan bir şeyin içerisine koymuşsan, o mücevheratın kıymetini kaybediyor.

Ama o kıymetli bir şeyi de yine onun kıymetini kaybetmeyecek bir yerde taşımak lazım, değil mi? Mesela sen kıymetli bir yeme maddesi olsun, giyme maddesi olan bir şeyi pis bir kabın içerisine götürmek için koyduysan, onun içinde pis olur, temiz kalmaz. Kap ta temiz olacak ki o içindeki maddeyi pis etmesin.

Bir de pis maddeyi temiz bir kaba koydun, kabın temizliği o maddeyi temiz etmez.

Burada kaptan mana nedir biliyor musunuz? O kaptan mana bu cesettir.

O içindeki maddeden mana bir zaman için kalptir, bir zamandan sonra ruhtur.

Kalp temizlenecek ki ruh o kalbe gelsin. Kalp vücudun bir karargâhıdır.

O karargâh, padişahın bulunacağı bir yerdir, bir ülkedir. Ülkede bir padişahın bulunduğu yere ne diyorlar? Karargâh diyorlar. Kalp de vücudun karargâhıdır.

O karargâha adil bir hükümdar gelir oturursa adaletle hükmeder. Zalim bir hükümdar gelirse, zulmeder.

İşte demek ki o kalbe nefsi hâkim etmemek lazım, ruhu hâkim etmek lazım.

Ruhu hâkim ettiysen ruh adildir. Ondan bu ülkeye zarar gelmez.

İşte insanlar; eliyle, diliyle, gözüyle, ayağıyla, koluyla günah işliyorlar. Ne işletiyor bunları? Nefsi işletiyor. Bütün o nefis, vücuda hâkim olmuş, o karargâha geçmiş oturmuş, zalim bir hükümdardır.

Nasıl ki zalim bir hükümdar, bir ülkeye padişah olduğu zaman o ülkeye ne yapar? O ülkeyi imar etmez, harap eder. Halkını da çok huzursuz eder, ezer.

İşte adil bir hükümdar gelirse, o ülkeyi imar eder, halkını da çok rahat ettirir.

Onun için bir insanın tarikatı olmazsa, o gönül mülkünü nefisten, o zalim hükümdardan kurtaramaz, adil bir hükümdara veremez.

Demek ki inkılap oluyor, inkılap.

Nasıl ki bu zahirde de inkılaplar oluyor, inkılap yapan bir hükümdar diğer hükümdarı aşağı alıyor, kendisi hâkim oluyor, hükmediyor.

Aynen böyle, ruhun da nefsin de böyle bir inkılabı vardır. İnsanların nefsi Firavun’dur, ruhu Musa’dır. İnsanların nefsi Deccal’dir, ruhu Mehdi’dir.

Mehdi, Deccal’i yok edecek ama Mehdi tabii bir çocuk, küçükten büyüyecek, o muhafaza edilecek, bilinmeyecek ta ki büyüyüp yetişsin.

Bir de şu vardır, Eba Müslim-i Horasanî yetim bir çocuk, annesi babası yok, çok fakir. Ama koskoca dünyayı titreten, dünyaya hükmeden Abbasi Devleti’ni yıktı.

Evet, tabii ki o sâhib-hurûc’tur, Allah tarafından gelmiştir. Çünkü onlar zulmettiler, bilhassa sevgili Habibi’nin torunlarına zulmettiler. Onların haklarına tecavüz ettiler, hilafeti ellerinden aldılar, astılar, kestiler. Cenâb-ı Hakk da Habibi’nin hürmetine Eba Müslim’i, sâhib-hurûc olarak göndermiş, Abbasi Devleti’ni yıkmıştır, aşağıya almıştır. Bir kelâm-ı kibâr var:

Kapıdan eksik etmezler kilâbı

Kilâbsız kalbin olmaz inkılâbı

Muhakkak bir meşayihin kapısında öyle değil ama öyle olmalıdır. Allah köpekte, kilâb köpek anlamına geliyor, bir hassa halk etmiştir. O köpeğin de bir iyi tarafı vardır. Allah her kötüde bir hassa halk etmiştir. Mademki Allah’ın mahlûkudur, Allah halk etmiştir, bilinsin bilinmesin bir hassa vardır. Hâlbuki köpekteki hassa biliniyor.

Ondaki hassa nedir? Eğer bir iyi tarafı yoksa onun bir menfaati yoksa adam niye onu kapısına getiriyor, yediriyor içiriyor hem de ona çok iyi bakıyor. Niye? Kapısını beklesin diye. Gelen hırsıza havlayarak haber versin diye. Daha başka, onun bahçesini beklesin, koyunlarını sürülerini beklesin diye. Bak köpek ama onda da bir hassa, insanlara yararlı iyi bir tarafı var. Niçin bu kelâm söylenmiş?

Olurdum la ameli kelbi ölünce

Kabul etse beni çobanı leyli

Diyor ki, Leyla sevdiği bir kız, Leyla’nın köyünün koyunlarının çobanı kabul ederse ölene kadar Leyla’nın koyunlarını beklemek için köpek olurum.

Evet, bir Evliyaullah’ın da kapısını beklemek lazım. Kapısını beklemek için silahlı bekleyecek değilsin.

Teslim olacaksın, senin nimetin kapısı odur. Oradan nimetine ulaşacaksın.

Çünkü Evliyaullah Hakk kapısıdır. Allah’a gideceksek oradan gideceğiz. Allah’ın kapısı oradadır, ondan açılıyor.

Allah’ın sıfatları Evliyaullah’ta mevcuttur.

Onda bir perde var, o perdeyi kaldırır da görürsek, işte O. Perde var, perde kalkarsa görünür. Perde nedir?

O perde bizim gafletimiz ve Evliyaullah’ın da cesedidir, mübarek cismidir.

O’nun bir cismi var ki bu zahirde görülen cismi, onun perdesidir. Kelâm-ı kibârda geçiyor:

Götür yüzden hicabını kılıp âşıkların bayram

Hicap örtü demektir.

Senin yüzünde bir örtü var, kaldır. Âşık, seni sevenler bayram etsinler.

Götür yüzden hicabını kılıp âşıkların bayram

Görüp rûyunda hem mâhı yesinler menn ü selvayı

Bu menn ü selva nedir? Cenâb-ı Hakk kudretten Hazreti Musa Kelimullah’ın ümmetine Cennet’ten kudret helvası göndermiş. Onlar Hazreti Musa’yı suçlamışlar, sen bizi Mısır gibi şehirden çıkarttın. Bu çöllerde acımızdan öleceğiz mi, ne yiyeceğiz diye.

Cenâb-ı Hakk Hazreti Musa’nın hatırası için cennetten bıldırcın eti, kudret helvası göndermiş yemişler, ama yine nankörlük etmişler. Hazreti Musa’yı suçlamışlar, Allah da onlara belâ vermiş.

Peygamber Efendimiz’in emri var ki: “Benim ümmetimin velileri Benî İsrail’in Peygamberleri derecesindedir.6”  Burada diyor ki:

Götür yüzden hicabı…

Senin yüzünde bir perde var onu kaldır, seni sevenler, âşıkların görsünler. Onu görürlerse onlar için cennetten kudret helvası olur. Cennet helvası kadar onlara tatlı gelir, zevkli gelir.

Kapıdan eksik etmezler kilâbı

Kilâbsız kalbin olmaz inkılâbı

Yani demek ki bir mürit kendini şeyhinin kapısında daima bir köpek gibi görecek, köpek gibi bilecek.

Köpek gibi bilecek demek, nefsini aşağı bilmektir. Ama niye meşayihin kapısında kendini köpek gibi bilsin? Bunda bir hakikat var, bu hakikat nedir?

Kehf Suresinde geçer Ashabı Kehf’in Kıtmir’i var. Ashabı Kehf, Benî İsrail’in velilerinden. Onlar işte dağa gidip kaçarken bir çobanın sürüsündeki bir köpek, sürüden ayrılmış, bunların peşine takılmış gitmiş. Onları sevmiş, muhabbeti olmuş, beraber gitmiş. Allah, o köpeğe ne ihsanda bulunmuş? Onlarla beraber öldürmüş, diriltmiş, ahirette de diriltecek, onlarla beraber cennette yaşayacak. Onun için demek ki:

Kapıdan eksik etmezler kilâbı

Kilâbsız kalbin olmaz inkılâbı

Bir mürit de meşayihinin kapısında hem sebattan dolayı, bak köpek kapıyı bekliyor, gitmiyor, köpek gibi olacak ve hem de kendisini o kapıda aşağı görecek.

Niye görmesin? Demek ki o kapının köpeği de Allah’ın nimetine ulaşıyor. Ashabı Kehf’in köpeği Allah’ın nimetine ulaşmadı mı? Ulaştı, cennete gidecek, amenna ve saddakna.

Tam manasıyla meşayihine inanmış, teslim olan bir mürit, benim her nimetim buradadır, diyecek.

İnsanların nimeti nedir? Çok nimetler var ama insanları aldatıyor. İnsanları aldatmayan bir nimet varsa o da şudur ki ahirette Cenâb-ı Hakk’ın Cemal’ini kazanmaktır. Bundan başkası aldatır, hep aldatıcıdır.

Evet, bu benim nimetimin kapısı, ben burada bu nimetime ulaşacağım demesidir.  Demesiyle bu halde onda inkılap olurmuş.

Bu inkılap şöyle: İnsanların gönül âleminde, iç âleminde, yetmiş dokuz ahlâk-ı zemime, kötü ahlâklar var. Bunlar nefsin sıfatlarıdır. Nefis o tahta, karargâha gelmiş oturmuşsa bütün zalim adamlarını bakanlar diyerek seçmiş onu desteklesin diye getirmiş. Onların desteklediği zalim adamlardır.

Bir de insanlarda ruh var. Yetmiş dokuz ahlâk-ı hamide ruhun sıfatlarıdır.

Ama bidayette mademki beşer olarak noksan sıfatla dünyaya geldiysek, bu noksanlığının icabı, beşeriyetin icabı bidayette bunlara nefis hâkim. Bu vücuda nefis hâkim, karargâhı da kalptir.


1   Buhari, Teheccüd, 33, Savm, 60.
2   Al-i İmran, 3/31.
3   Bakara, 2/2, Duhan, 44/51.
4   Ra’d, 13/28.
5   Necm, 53/9.
6   Keşfü’l Hafâ.