“Ruhun üç makamı, nefsin de yedi makamı vardır”

18.1.1992 / Tarsus

Cümleten hoş geldiniz, sefa geldiniz, sefa getirdiniz. Feyiz getirdiniz, nur getirdiniz, muhabbet getirdiniz. Allah muhabbetinizi arttırsın. Allah sa’yınızı meşkûr, amelinizi makbul eylesin. Allah emeklerinizi zayi etmesin. Ne niyetle geldiyseniz niyetinizi kabul etsin.

Allah sa’yınızda, Allah sa’yımızda aldatmasın. Sa’y insanları iki türlü aldatması vardır: Bir, insan sa’yında eksiklik bırakırsa bu farzı terk etmiş olur, küfre gider. Çünkü sa’y insanlara farzdır.

Bir de sa’yına sahip olmak da insanları aldatır. Ben yaptım, ben ettim, ben aldım, ben verdim demek bu da insana varlık olur. Bu da insanları aldatır. Demek ki sa’yı yapmak var, sa’yı da sahibine teslim etmek var.

Cenabı Hak sa’yımızla aldatmasın, sa’yımızın neticesine ulaştırsın. Muhabbetinizin neticesine ulaştırsın.

Muhabbet Allah sevgisidir. Muhabbetin neticesi, sonu da sevdiğine ulaşmaktır. Bu da haktır.

Cenabı Hak: “Ben insanları Zat’ım için halk ettim.1” buyuruyor. İnsanlar için sayısız nimet halk ettim, sayısız nimetleri insanlar için kulum için halk ettim; kulu ben Zat’ım için halk ettim.

Evvela Cenabı Hak bizi Müslüman halk etmiş. Öyleyse O’nun Zat’ını tanımak, O’na itaat etmek ve O’na ulaşmak isteyeceğiz.

Allah’tan geldik Allah’a gideceğiz. Cenabı Hak ayeti kerimede öyle buyuruyor: “Kâlû innê lillêhi ve innê ileyhi râciûn.2” Allah’tan geldiniz, Allah’a dönüp gideceksiniz.

İnsanlar hep Allah’tan gelmiş, Allah’a tabiî gidecek ama bu gitmek sadece ölümle gitmek değildir. Allah’tan iki türlü geliş var. Allah’a tek gidiş vardır.

Bu iki türlü gelişin birincisi cismen geliştir. Her gelen de gidecek değil mi? Her doğan ölecek. “Küllü nefsin zaikatül mevt.3” “Her nefis sahibi ölümü tadacaktır”. Fakat hep ölenler Allah’a mı gidiyorlar? Toprağa gidiyorlar. İnsanları toprağa veriyorlar. Kelamı kibarda,

Bir kişi ister ise olsun cihan mülküne şâh
Sarınır bir kefene devlet-i Dârâ’sı geçer

Bir insan dünyaya hâkim olsa, dünyaya şâh olsa, bir kefenle gider. Nitekim geçmişte dünyaya hükmedenler olmuş, hâkim olanlar olmuş.

Bil neden oldu bu yerin adı yer
Kim ne yer, şair bilir
Kim ne yer üstadı bile yer

Niye yer denilmiş buna? Üstadını da yer, şairlerini de yer, ağasını da yer, kölesini de yer, âlimini de yer, cahilini de yer, zenginini de yer, fakirini de yer, hepsini yer. Delisini akıllısını, inananını inanmayanını hepsini yer.

Doğurur kendisi besler yine sonra seni yer
Sana bir zehr içirir sanma ki yarası geçer

Demek ki Allah’tan geldik Allah’a gideceğiz. Allah’tan geldik Allah’a gideceğiz cismen geldik, cismen gideceğiz. Cismimizi de O halk etti, Ruhumuzu da O bize verdi. Cenabı Hak “Nefahtü fîhi min ruhî4”“Biz Âdem’i halk ettik, kendi ruhumuzdan ruh üfledik”, buyuruyor.

Bu ruh hepimize üflenmiş. Ama bu ruh Allah’tan gelmişse Allah’a gidecek ama ceset gitmeyecek. Cesedi Cenabı Hak topraktan halk etmiş, ceset toprak olur. “Küllü şeyin yerciü ila aslihi5” emri fermanı var. Her şey aslına rücu eder.

Ama hikmet-i ilahi, her şey aslına rücu edecekse ruh aslına nasıl rücu ediyor? Bir vasıtayla.

Biz zaten bir vasıtayla geldik. O ruh da bir vasıtayla geldi. Nasıl bir vasıtayla geldi? Allah evvel cesedimizi halk etti. Bu cesede ruhu üfledi. O ruhu bu cesede verdi. Ama ceset toprağa gidiyor da ruh nereye gidiyor?

İnancımıza göre insanlar ölüp yok olmuyor. İnsanlar ölür yok olur diyenler ehli küfür’dür. İmanın şartlarından olan “Ve’l-basu bade’l-mevt6” öldükten sonra dirileceğiz. Allah’a şükür buna inanmışız, ama buna inanmayanlar küfürde kalıyorlar.

Fakat dirilecek olan nedir? Ruhumuz. Cesedimiz yok oluyor. Cenabı Hak o ruhu dirilttiği zaman ona bir ceset halk edecek.

İşte öldükten sonra dirileceğimize göre, güzel bir cisim kazanalım. İnsanlar dünyada öldükten sonra dirileceği cismi kendisi kazanıyor. İnsanlar güzel bir cismi de çirkin bir cismi de kendisi kazanıyor. İnanıp inancını yaşayanlar güzel bir cisim kazanıyorlar. İnancını yaşamayanlar çirkin bir cisim, kötü bir sıfat kazanıyorlar.

Onun için insanlarda ruh-ı hayvanî, ruh-ı sultanî var. Ruh-ı hayvanî kötü bir sıfattır. Ruh-ı sultanî ise güzel bir sıfattır. Bu güzel sıfatı insan neyle elde ediyor?

Dünyaya geldim gitmeye
İlm ile hilme yetmeye
Aşk ile can seyretmeye.

İnsanlar dünyaya ilim, hilm sahibi olmak için gelmiş. İlim, hilm sahibi olmazsa insan güzel bir cisim kazanamıyor.

Cenabı Hak: “Biz âyetlerimi anlatan Kur’an’ı, peygamberi insanlara ve cinlere gönderdik7” Hatta Cenabı Hak buyuruyor ki: “Biz emaneti göklere, yerlere, dağlara verdik, ama yüklenmediler, onu insan yüklendi.8

Ama bu kabülleşme nerede oldu? Bu kabülleşmek ta ki “Elestü birabbiküm9” fermanında ilm-i  ezelide, insanlar “belâ (Evet Rabbimizsin)” dediler. Bu kabülleşme o zaman oldu. İşte onun üzerinde durmak lazım.

O “belâ”nın üzerinde duranlar ne yapıyorlar? Kendileri için güzel bir cisim hazırlıyorlar.

O “belâ”nın üzerinde durmayıp “belâ”yı bozanlar kötü cisimde, kötü sıfatta kalıyorlar. Muhakkak ki insanlar ilimsiz, amelsiz güzel bir cisim kazanamıyor. İlim, amel olacak.

İlim Allah’ı bilmektir. Zaten Cenabı Hak: “Biz insanları, cinleri halk ettik bizi mâbud bilsinler.10” Onun için kelamı kibarda,

Dünyaya geldim gitmeye
İlm ile hilm’e yetmeye
Aşk ile can seyretmeye

Şimdi inancımıza göre Allah’a şükür, çok şükür, bin şükür, nihayetsiz şükürler olsun. Dünyaya geldik, gideceğiz, buna inandık. İlim ile buna da inandık. Hilm de güzelleşmek demektir. Ama insan ilimsiz, amelsiz güzelleşemez.

Bu güzellik yüz güzelliği, boya, cila güzelliği değildir. Niçin buyruluyor ki: “Yüzü güzel olandan kırk günde doyarsınız, ama ahlakı güzel olanla kırk sene yaşasanız doymazsınız”

Yüzü güzel olan bir kimseden kırk günde bıkıp, usanabilirsiniz. Ahlakı güzel olan bir kimseyle kırk sene yaşasanız usanmazsınız.

Bu güzellik ahlak güzelliğidir. Ahlak güzelliği ise ancak ilim ve amelle oluyor. Çünkü insanlarda ilim, amel olmazsa kötü sıfatlarını atamıyorlar.

Cenabı Hak Kur’an-ı Kerim’de ne buyuruyor: “Namaz insanları her bir münkirattan kötülükten geri alır11

Bir ayet daha var: “Vay haline o namaz kılanların ki, onlar namazlarının özünden uzaktırlar12” Demek namazı alet edinenler, sanat edinenler ki namaz onları kötülükten geri almıyor. Bakıyorsun ki namaz kılıyorlar, beş vakit namazını camide kılıyor, fakat hiçbir ahlakı değişmemiş, yine kötü ahlakları var. Efendim kini var, hasedi var, gururu var, kibiri var, gadabı var. Bunlar insanları çok kırıcı, eziyet ediciler.

Namaz Allah’ın emirlerinin başında geliyor. Namaz ibadetin ufuğu, namaz dinin direği, namaz mü’minin miracıdır.

Namaz ibadetin ufuğu demek başı demektir. Nasıl ki bir cismi başı dolandırıyor (gezdiriyor). Başsız bir cisim yaşamaz ve dolanmaz

Mesela insanlara hastalığından, illetinden dolayı ne yapılıyor? Ameliyat yapıyorlar, kolunu, öbür kolunu, öbür bacağını kesiyorlar. Vücudunun her yerinde iç aletlerinde bir değişme olabiliyor. Ama başını alabiliyorlar mı? Baş gitti mi insan ölüyor.

İşte namaz da ibadetin ufuğudur. Cenabı Hak otuz altı yerde namazı emrediyor. Hem de namazla beraber de “vebi’l-vâlideyni ihsane13” Dikkat buyurun gençler! “vebi’l-vâlideyni ihsane”,“ annenize, babanıza, ebeveyninize ihsanda bulunun”.

Peygamber Efendimiz tekrar açıklıyor hadisinde. “İbadetlerin en efdali, vaktinde eda edilen namaz ve anneye babaya yapılan itaatdır.14” Ama her zaman namaz başta geliyor.

Onun için bir insan namaz kılmazsa, diğer ibadetleri olmazsa nasıl daha Rabbısını bilecek ki? Nasıl güzelleşecek? İnsanların kötü ahlaklarını, kötü sıfatlarını içinden atan ibadettir.

Yetmiş dokuz ahlak-ı zemime var, yetmiş dokuz ahlak-ı hamide var. Yetmiş dokuz ahlak-ı zemime, kötü ahlaklar, sıfatlardır. Bunlar nefsin sıfatlarıdır, insanın iç âleminde, kalp âlemindedir.

Bir de insanların yetmiş dokuz ahlak-ı hamidesi vardır. Her insanda bu yetmiş dokuz ahlak-ı zemime, yetmiş dokuz ahlak-ı hamide mevcuttur.

İnsan güzel ahlak sahibi olmadıktan sonra bu ahlak-ı zemimeleri atamıyor. Yalnız bu ahlak-ı zemimeler ahlak-ı hamidelerin yerine oturmuşlar, işgal etmişler, kapatmışlar.

Nasıl ki, bakın bir yabani bir ağaç olur, mesela turunç diye bir ağaç var, Aydın’da gördük. Evvel  limon yerine kullanıyorlardı, şimdi limon var, daha bunu kullanmıyorlarmış. Bu işte portakalın aslıymış. Buna aşılıyorlar ki, ondan sonra tebdil oluyor, tekrar limon oluyormuş, bunu böyle söylediler.

Demek ki böyle kendi kendine biten yabani bir ağaç aşılanmadıktan sonra, bir muamele görmedikten sonra güzel meyvesini vermiyor. Onun için bir kelamı kibar vardır ki,

Söğütte biter mi tatlı elma
Yarılıp, yırtılıp aşlanmayınca
Kişi kendiliğinden veli olur mu
Söğülüp döğülüp taşlanmayınca

İşte ancak bu ahlak-ı zemimelerin kesilmesi lazım, onlara aşı yapılması lazım ki o ıslah olsun. Sonunda vermiş olduğu meyve yenilebilsin. Aşılanmazsa o vermiş olduğu meyvesi acı veya zehirli olabiliyor, hatta insanı hasta ediyor, belkide öldürüyor.

Ahlak-ı hamide sahibi olmak neyle oluyor? İlim, amel, ihlasla oluyor. Zaten Cenabı Hakk’ın emri şeriat da ilim, amel, ihlastan ibarettir.

İlim bilmek, amel işlemek, ihlas da ilmini, amelini ancak Allah için yapmaktır. Demek ki ihlasla yapılmayan bir amel, Allah için yapılmayan bir amel, Allah için elde edilmeyen bir ilim insanları kurtarmıyor. Niçin?

Bu denli ilme malik iken iblis
Senin ilmini bilmedi o telbis

Sen de ben de bir âdemiz. Âdem’in ilmini bilemedi, o telbis senin ilmini bilemedi.

İblis binlerce sene meleklere vaiz, nasihat ederdi, imamlık, hocalık yapardı. Cenabı Hakk’ın Hazreti “Âdem’e secde et15” demesine karşı geldi, yapmadı. Ne oldu? Allah’ın dergâhından kovuldu onu kulluğundan reddetti. Cenabı Hakk’ın ona rahmeti ebedi yok. Tabiî ebedi en büyük azabı, sonsuz  azabı da o görecek.

Bunu Allah’tan zaten o istedi. Ya Rabbi mademki Hazreti Âdem’in yüzünden, ben sana karşı geldim, kulluktan beni reddettin, öyleyse bana kıyamete kadar ömür istiyorum. Âdem’e ve Âdem’in oğullarına musallat olmak için bir yetki vereceksin. Onlardan intikamımı almak için bana bir kuvvet, yetki vereceksin.

Cenabı Hak ona ömür de, yetki de vermiştir.

Ama nasıl istedi? Dünyada bana bu iki şeyi senden istiyorum. Kıyamete kadar bana ömür ver ve Âdem’in evlatlarından bu intikamımı almak için yetki de ver. Ahirette de en büyük azabı bana yap. Cenabı Hak’tan bunu istedi, Allah da ona verdi.

O ne kadar aldandı ki, ulemalar bu dünyanın yetmiş bin sene ömrü olduğunu söylerler. Fakat ben-i Âdem’in devri on bin senedir. Demek ki Hazreti Âdem babamızın cennetten dünyaya inişiyle kıyametin kopuşu on bin seneymiş. On bin sene yaşayacak bu dünyada ve o da ölecek. Öldükten sonra sonsuz hiç sonu olmayan bir ağır azaba duçar olacak.

Niçin böyle oldu? Niye secde etmedi ve Cenabı Hak onu kulluktan reddetti?

Onda bir kibir vardı, kendini beğendi. Gurur, kibir, haset, bu üç şey onu lanetlendirdi.

Kibri; kendisi ateşten halk edilmişti, ben ateşten halk edildim (Hazreti Âdem topraktandı) ateş topraktan kıymetlidir, ben ona secde yapmam, diye kendini üstün, büyük gördü.

Gururu; ilmiyle çok âlim ve ameli vardı, bunlarla kendine bir gurur getirdi, kurumlandı, övündü.

Hasedi de ben bu kadar ilmim var ve ateşten halk edildim. Benim maddem hem kıymetli hem de bu kadar ilmim var. Ben dururken Âdem’i niye yeryüzüne halife gönderiyor, diye kıskandı çekemedi. Hasedi de budur.

Bu üç şey demek ki şeytanın sıfatıdır. Bunlardan korkmak kaçınmak lazımdır.

Ama bunlar insanlarda olmuyor mu? Âlimlerde de bu kibir oluyor. Âlimlerde de bu gurur oluyor. Âlimlerde de bu haset oluyor. Abidlerde de oluyor.

Fakat âlim iki türlüdür. Âlim-i billah var bir de âlim-i fasit var. Âlim fasit olur mu? Olur. İşte şeytan aleyhillane gibi ilmine güvenenler, ilminden dolayı kendini üstün görenlerdir. Hâlbuki ilim insanı alçaltması lazım. İlimden mana, Allah’ı bilmek, Allah’ı bulmaktır.

Allah’ı nasıl bileceksin? Allah’ı nasıl bulacaksın? Allah’ı bilmek şöyledir ki;

Seni var eden O, senin rızkını veren O, senin sıhhatini veren O, senin her nimetini veren O, her şeyini veren O. Sen burada daha neye sahip olabilirsin ki? Neyim var diyebilirsin ki?

Aşk O’nundur, âşık oldur, maşuk ol
Ahir O’ndan O’na varır cümle yol

Burada, aşk da O’nun diyor.

Âşık, Aşk, Maşuk; Bunun üçü birleşiyor.

Aşıkın maşuktur her kula
Geri kendine isen sarfola.

Demek ki burada ilmiyle amil şudur ki: İlmiyle nefsini ve Rabbısını bilecek.

Ruhu da O’nun, cesedi de O’nun, aklı da O’nun, sa’yı da O’nun, hepsini veren O’dur.

Cenabı Hak eğer bir insana fırsat vermese, bir insana kuvvet vermese, bir insana gayret, kudret vermese hareketini neyle yapıyor? İnsan hayrı, şerri neyle yapıyor?

Allah’ın vermiş olduğu fırsat, kuvvet, kudret ile yapıyor.

Şimdi burada akla gelir ki Allah’ın vermiş olduğu kudret, kuvvetle bir insan şer işliyorsa, daha bu insan niye azap görüyor?

Ama burada bir ayrım var.

Mademki Allah’ın cemal sıfatı var, celal sıfatı varsa; hayır ve şer cemal sıfatının ve celal sıfatının tecellisidir. İnsanların hayır işlemesi de şer işlemesi de celal ve cemal sıfatının tecellisidir. İnsanların Allah’ın rahmetine ulaşması, insanların Allah’ın azabına duçar olması yine celal sıfatının, cemal sıfatının tecellisidir.

Burada bize akıl vermiş, irade vermiş bir de inancımız var. Bu inancımıza göre aklımızı, irademizi Allah’ın emri üzerine kullanmaya gayret edersek işte cemal sıfatına sahip oluyoruz.

Celal sıfatına sahip olanlarsa günah bilmezler, sevap bilmezler, hayır bilmezler, şer bilmezler, amelleri yok, ibadetleri yok, günahları da çoktur.

Bunlar celal sıfatına sahip oluyor. Cenabı Hak da halk ediyor. Onlar şer işliyor, şer işlediği için, Allah onlara şer halk ediyor.

Biz hayır işlediğimiz için Allah’a şükür bize hayır halk ediyor. Ama Allah’ın şerre rızası yok. Şerri istemeyerekten halk ediyor. Kelamı kibar bunu ifade ediyor,

Hiç kuluna zulmeder mi Mevlâsı
Kulun çektiği kendi cezası

Allah kuluna zulmetmez. Allah kulunu zulmetmek için halk etmedi.

Cenabı Hak, “Halaga’l- cinne ve’l-inse illâ liya’budun16”,“biz insanları, cinleri bizi mabud bilsinler diye halk ettik”, buyuruyor.

Demek ki Allah bizi mabud bilelim diye halk etmiş, var etmiş. O’nu mabud bilene Allah zulmetmez, ceza vermez. Ama mabud bilmeyene cezayı veriyor.

İlim bilmektir, amel işlemektir, ihlas da ilmini amelini de O’ndan bilmek ve O’na teslim etmektir. İhlas budur. Yoksa insanlar da ihlas olmazsa, ilim de insanları kurtarmıyor, amel de insanları kurtarmıyor.

Nitekim geçmişte çok abidler helak olmuşlar. İnsanlar çok uzun iki yüz, üç yüz, beş yüz sene yaşıyormuş, bu abidler de helak olmuşlar, yok olmuşlar. Ne için helak olmuşlar? Amel varlığına düşmüşler. Onlar herşeyi kendi kendilerinden bilmişler ve amellerinden dolayı kendilerine bir kibir, gurur olmuş. Ondan sonra helak olmuşlar.

İşte demek ki kibir, gurur, haset şeytanın sıfatlarıdır. Şeytan bu yüzden lanetlendi, Allah’ın huzurundan kovuldu. Kelamı kibarda da şöyle buyrulur,

Yakın olma hased kibre gurura
Düşün ne götüreceksin kubûra

Kuburdan mana malumunuz kabirdir. Kibre, hasede, gurura yaklaşma, diyor. Bunlar şeytanın sıfatlarıdır. Bunlar sende olursa kabre sen ne götüreceksin? Azaptan başka bir şey götüremezsin.

İnancımıza göre kabirde ölmekle yok olmuyoruz. Kabirde insanların bir yaşantısı vardır. Muhakkak kabre inanmak da haktır. Kabir azabına da inanmak haktır, imandandır.

Ama orası kazanç yeri değil ki. Oradaki yiyeceğini, içeceğini; kazancını, sermayesini buradan kazanıp götürüyor. Kazanç yeri burasıdır.

Düşün ne götüreceksin kubûra

Hasede, kibre, gurura yakın olduysan; sen kabre ne götüreceksin? Bir şey götüremezsin.

Ne yüz ile varacaksın huzura

İşte kibrinden, gururundan, hasetinden dolayı şeytan aleyhillane Allah’ın huzurundan kovuldu. Sen de kovulmuş olursun. Sen daha huzura nasıl çıkacaksın?

Allah’a şükür Elhamdülillah, çok şükür, bin şükür, nihayetsiz şükürler olsun. İlim çok iyidir. Kimler için?

İlmiyle amil olan âlimler tabiî üstündür. Ama bir insan ilmiyle amil olmazsa, âlim gönüllü olursa o zaman demek ki bir insan cahil olur. İlmiyle âlim olunlar âlim gönüllü olanlardan daha üstün oluyor.

Yalnız âlimlerin üstünlüğü nerededir? Âlim olur, cahil gönüllü olursa o üstündür çok kıymetlidir. Yoksa âlim olur cahil gönüllü olmazsa, yani kendinde ilim varlığı olursa, hakir olur.

Çünkü Cenabı Hak buyuruyor ki: “Her kim ki Allah için alçalırsa biz onu yükseltiriz. Her kim ki tekebbür sahibi olursa onu hakir yaparız.17

Hakir demek yoksul, düşkün yaparız. Kimleri? Tekebbür sahibi olanları, kibirli olanları, kendini beğenenleri hakir yaparız, buyuruyor.

Kimi yükseltiriz? Her kim ki Allah için alçalırsa, onu yükseltiriz. Onun için kelamı kibarda geçer ki,

Firak-ı yâr ile ah u enin ol
Ayaklar altında zîr ü zemin ol
Sözünde sadıku’l-vadu’l emin ol
Muhabbet güllerin görmek dilersen
Hakikat meyvesin dermek dilersen

Firak-ı yârdan mana; firak ayrılık, yâr Allah’tır. Allah’tan ayrılıp gelen nedir? Ruh gelmiştir. Bu cisim değil, cismi Cenabı Hak topraktan halk etmiştir. Ruhun bir firakı var. Ne mutlu bunu bilenleredir. Onun için buyuruyor ki,

Bu ten kuşu heva ile heveste
Murg-u canım feryat eyler kafeste

Bu da çok önemli bir kelamdır. Çok manalı bir kelamdır. Ten kuşu ise bu cesettir. Bu ceset, bu nefis heva ile heves peşinde. Heva demek boş olan tutulmayan arzulardadır. Bunu zaten biliyoruz, anlıyoruz.

Buradaki cemaat, herkes bir yaş yaşamış. Az yaşamış, çok yaşamış, bir ömür yaşamış. On beş yaş zaten sabâvettir. On beş yaşından sonra da mükellef oluyor.

Peki, bu insan on beş yaşından bu yana yaşamış, çok isyan etmiş. Nefsin arzularına uymuş, gayri meşru yemiş, içmiş. Kitaba sünnete uymayaraktan yemiş, içmiş, gezmiş, tozmuş, çok yaşamış, zevk sefa sürmüş. Fakat bunlardan ne elde etmiş? Bunları görmek istese göremez, tutmak istese tutamaz.

Bir de amel işleyenler de amellerini aslında tutamazlar göremezler.

Bu ten kuşu heva ile heveste
Murg-u canım feryat eyler kafeste

Ten kuşu, nefis daima dünya arzuları peşindedir.

Ama ruhta böyle bir arzu yoktur. Ruhta bir tane bir arzu var. O da Allah’tan gelmiş Allah’a gitmek ister. Tek bir arzusu budur.

Bu insan nefsin arzularını yerine getirdiği müddetçe, nefsin isteklerini yaptığı müddetçe ruhun arzusunu yerine getiremiyor. Ruhun arzusunu yerine getiremiyorsa, ruh o zaman firakta, ağlamakta oluyor. Diyor ki,

Yahu insaf et. Allah beni halk etti, sana getirdi, yerleşirdi. Sen de adalet et. Sen bana hıyanetlik mi edersin? Sen bana azap mı edersin? Sen yiyorsun, içiyorsun, bu günahları yapıyorsun ama Cenabı Hak bana azap edecek. Cenabı Hak beni bir cisimle kaldıracak. Sen de benimle beraber azap göreceksin.

Bu ten kuşu heva ile heveste
Murg-u canım feryat eyler kafeste 

İşte bu ten kuşu nefistir. Nefsin daima heva olan boş olan arzular peşindedir. Ama nefis bu boş olan arzular peşinde olduğu müddetçe ruh arzusuna ulaşamıyor. Ruh firakta, ağlamakta kalıyor.

O zaman demek ki biz inananlardan isek bizim varlığımız ruh iledir.

Ceset de var ama ceset âriyettir. Bugün var yarın yok, ceset yok olacaktır. Ceset maddedir ama ruh madde değildir, Ruh manadır. Mana olduğu için ruhu kurtarmak lazım, ruha acımak lazım, ruhun arzularını yerine getirmek lazım.

İşte bu da dünyada oluyor. Ruhun arzusu da bu dünyada yerine geliyor.

İnsanlarda Ruh-u hayvani var, ruh-u sultani var. Allah korusun ameli olmazsa bir insanın, ruh-ı hayvani sıfatında kalıyor. Hep bütün ölenlerin, inananın inanmayanın, ameli olanın olmayanların ruhları bir gün cisimle kalkacak, o ruh dirilecek.

Cenabı Hak onu ruh-u hayvani, hayvan sıfatında bir cisimle ruhunu kaldıracak,“İlâ cehenneme zümera18”, “gideceği yer cehennemdir”.

Dünyaya geldim gitmeye
İlm ile hilm’e yetmeye

İlimden mana, Allah’ı Rabbısını bilmektir. Hilmden mana Rabbısına itaat edip güzelleşip, ruhunu kurtarmaktır. İşte bu ruh-ı sultanî sahibi olmaktır.

Ruh-ı sultanî sahibi olmak, ruhunu sultan makamına ulaştırmak için birde insanlarda ruh-ı revani vardır.

İnsanlardaki ruhun üç makamı vardır; ruh-ı revani, ruh-ı sultanî, ruh-ı nuranî.

Bir de nefsin de yedi makamı vardır. Bu nefis yedi makama ulaşmadıktan sonra ruh da ruh-ı nuranî makamına ulaşamıyor.

Ancak burada ruhun bu üç makamından evvel nefsin dört makamı vardır. Nefis bu dört makamına ulaşınca, ancak ruhu birinci makamına ulaştırıyor.

Nefsin dördüncü makamı hangisi? Nefs-i mutmainne.

Nefs-i emmare bir, nefs-i levvame iki, nefs-i mülhime üç, nefs-i mutmainne dört. Bu dört makama nefis ulaşmadıktan sonra ruh, ruh-i revani makamına ulaşamıyor.

Ondan sonra ruh bu sefer nefisle beraber terakki ediyor. Zaten nefis arınıyor. Nefis o zaman ruha dost oluyor, ruha yâr oluyor, muhalefet etmiyor.

Hâlbuki nefis; cismimiz, bu cisimle ruhumuzun arasında öyle bir zıddiyet var ki bunlar  anlaşamıyorlar.

İşte bu nasıl oluyor? Bu nefsin arzuları ruhun arzusuna ters düşüyor. Nefis diyor ki şuraya gidelim. Ruh diyor ki yok oraya gitmeyelim, kalk buraya gidelim.

Ancak nefis bu dördüncü makama, nefs-i mutmainneye ulaştıktan sonra o zaman ruh ile anlaşması oluyor. Ruh ile beraber o zaman terakki ediyor.

Nefs-i mutmainne ne demektir? Mutmain tatmin, doymuş olan nefis demektir.

Cenabı Hak “Elâ bizikrillahi tatmeinnül kulûb.19”, “Ancak sizin kalbinizi zikrullah doyurur” ayeti kerimesinde buyuruyor.

Daha da başka zikir ayetleri çoktur. “Kıyamen ve kuuden ve alâ cunûbihim.20” bu da zikir ayetidir. “Beni ayakta, otururken, yatarken, yerken, içerken alırken, verirken zikredin”.

“Âmenûzkurûllâhe zikran kesîrâ21”, “Beni çok zikredin”. Kesir; çok, rakam vermiyor, çok zikredin, buyuruyor.

Evet, işte “Elâ bizikrillahi tatmeinnül kulûb.” Ancak sizin kalbinizi zikrullah doyurur. Başka bir şeyle kalbiniz doymaz.

Öyleyse kalp de bir kaptır. Bir kapta boşluk olursa oraya çok şeyler atılır. Herkes oraya bir şey atabilir. Ama bir maddeyle o kap dolarsa, daha oraya başka bir şey girmez.

İşte Cenabı Hak buyuruyor ki sizin kalbiniz ancak zikrullah ile mutmain olur, zikrullah doyurur. Başka bir şey doyurmaz.

O zaman zikrullah ile doyan ve zikrullah ile dolan bir kalbe daha ne girebilir ki? Hiçbir şey giremez.

Canım zikrullah ile kalp dolduysa, bizim yememiz var, içmemiz var, bilhassa ibadetimiz var. Bunları biz düşünmeyelim mi?

Her şey en evvel kalbe geliyor. Bunları düşünmeyecek miyiz? Düşüneceğiz tabiî. Ama Cenabı Hak buyuruyor ki: “Ricelün la tülhîhim ticeratün ve lâ bey’un an zikrillah22

Bu ayet-i kerimede buyuruyor ki: “Benim öyle kullarım var ki onların ticaretleri zikirlerine mâni olmaz.” Yerler beni zikrederler, içerler beni zikrederler, alırlar zikrederler, verirler zikrederler. Bin bir meşakkat karşısında yine beni zikrederler.

Bu kimler içindir? İşte nefs-i mutmainneye dâhil olanlar içindir. Çünkü onlarda daha gaflet kalmıyor. İşte o zaman nefs-i mutmainneye dâhil olan bir kimse noksan sıfattan kurtarıyor.

Noksan sıfat bizdedir. Noksanlığı sadece günahı kebairler anlamayalım. Bizdeki noksanlık aslında gaflettir. Gafil yememiz, gafil içmemiz, gafil yürümemizdir.

Bir insan gafletle yürüdüğü zaman, adımlarını gafil atsa o da bir noksanlıktır. Bir insanda gafletle almış olduğu teneffüsde noksanlıktır. Ama insan gafletten ne zaman kurtuluyor? Bütün her nefesinden nasıl ayık oluyor?

“Men arafe nefsehu fekad arafe rabbehu.23” emri fermanı var. Nefsini bilen Rabbısını bildi, nefesinden ayık oldu. Arif demek ayık demektir. Nefesinden ayık olan Rabbısından ayık oldu.

Ama bu ayıklık şöyledir ki hiçbir nefesini alırken verirken boşa geçirmezse, arif odur.

Bizdeki noksanlıklar nelerdir? Bunlar yine gafletten doğuyor. İşte Kitap’a, sünnete uymayan sözlerimiz, işlerimiz değil mi? Bunlar bizdeki gafletler, noksanlıklar, kusurlar, günahlar.

Velilerdeki noksanlık neymiş? Ancak noksan sıfattan beri olan Cenabı Hazreti Allah’tır. Velilerdeki noksanlık yirmi dört saatin içerisinde tek bir saat nefesini gafletle alıyorsa veya gafil oluyorsa onlardaki noksanlık buymuş.

Onlar o zaman ne yapıyormuşlar? Biz avam olduğumuz halde bizi çok ağlatacak, çok inletecek bir günah işlediğimiz zaman ağlıyoruz, inliyoruz, yalvarıyoruz değil mi?

Onlar tek bir nefesini zayi ettiklerinde bizden daha çok ağlıyorlar. Onlar bizden daha çok müteessir oluyorlar.

Nitekim bu tasavvuf kitaplarında yazılıdır. Alaeddin Gücdüvani Hazretleri, Nakşibendi Efendimizin halifelerindendir. Alaeddin isminde iki halifesi vardır. Alaeddin Attar ve Alaeddin Gücdüvani.

Alaeddin Gücdüvani Hazretleri diyor ki, Ben kendimi bildikten sonra…

İnsan kendisini nasıl bilir? Sekiz on yaşında ancak kendisini bilir.

Velilerde bir kesbi vardır, bir de vehbi vardır. Kesbi olanlar, umumiyetle baliğ olduktan sonra kendileri çalışmışlar. İlimlerini, amellerini, ihlaslarını birleştirmişler. Şeriatı, tarikatı yaşamışlar, hakikate ulaşmış veli olmuşlardır.

Hakikate ulaşamayan veli olamaz. Hakikate ulaşmak için tarikat lazım. Tarikatsız hakikate geçilmiyor. Nitekim bu kadar geçmiş büyük velileri düşündüğümüz zaman bunların hepsinin meşayihi var, tarikatı var. Tarikatsız hiçbir tanesi veli olamamışlar.

Onun için şeriat, tarikat, hakikat, marifet var. Cenabı Hakkın insanlara bahşettiği bir nimettir.

Evvel şeriat geliyor, şeriattan sonra tarikat, tarikattan sonra hakikat, hakikatten sonra marifet geliyor. Şeriatı tamam olmayan bir defa tarikata geçemiyor.

Tarikatı da tamamıyla anlayıp yaşamazsa hakikate geçemiyor. Hakikatten de marifete geçiliyor.

Bütün güruhu evliya hakikate geçmedikten sonra veli olamaz, tarikatsız da hakikate geçilmez.

Ama güruh-ı evliyanın içinden seçilenlerden, marifete geçenler oluyor, daha da ileri gidiyorlar. Evet, marifetullah neymiş, bakın.

Bil şeriat emr ü nehyi bilmek için ey gönül
Hem tarikat rah-ı Hakk’a gelmek imiş ey gönül
Marifetullah Hak ile meşgul olmak imiş ey gönül

Marifet hak ile meşgul olmakmış. Allah’ın böyle marifete ulaşmış kulları vardır. Onların işte  ticaretleri zikirlerine mâni olmaz.

Nakşibendi Efendimiz Hacca gittiği zaman, tabiî Buhara’dan yolları Bağdat’tan geçiyor. Bağdat çok eski büyük şehirdir. Bağdat’ta böyle bir çarşıdan geçerken bakmış ki bir mağazada on sekiz yaşlarında bir genç çalışıyor, yüzünde böyle Nur-ı Muhammedî parlıyor.

Tabiî onlar insan sarrafıdır. İnsanı gördükleri zaman bilirler, ölçerler, tartarlar. Nasıl bir insan olduğunu bilirler. Onlar kalp tasarrufuyla kalplere nazar ederler.

Onu böyle nurlu görünce kalbini kalbiyle meşgul etmiş. Bakmış ki gencin başında mağazada çok kalabalık var. Kimisi mal, fiyat soruyor, kimisi para veriyor, kimisi mal seçiyor, beğeniyor. Her birisine ayrı ayrı cevaplar veriyor. Öyle bir başında büyük kalabalık, çok büyük bir meşgale içerisindeymiş. Bakmış o genç hiç Allah’ı unutmuyor. Allah’ı hiçbir saniye, bir nefes Allah’tan gafil olmuyor, onu öyle görmüş.

Hicaz’a gitmiş, Beytullah’ı tavaf etmiş. Tavaf yedi şavttır, yedi şavt bir tavaf sayılıyor. Her dolanmaya bir şavt deniliyor. Yedi defa dolandıktan sonra Beytullah’ın kapısında Mültezime denen dua yeri vardır. Bu vacip olan bir amel oluyor. Makamı İbrahim’de namaz kılınıyor. O da bir vacip olan bir ameldir. Ama bunlar yedi defa tavaf edildikten sonra yapılıyor. Tavaftan sonra Mültezime’de dua yapmak, Makam-ı İbrahim’de namaz kılmak vacip oluyor.

Nakşibendi Efendimiz bir cemaatle tavaf yapmışlar. Mültezime’de dua yapıyormuşlar. Mültezime’de duada seksen beş yaşındaki bir ihtiyara bakmış ki, Allah’tan dünyalık istiyor. Ona da acıyor.

Dönüp geldikten sonra diyor ki,

İki kimse içimi sızlattı. İki kimseye özüm, içim yandı. Birisi on sekiz yaşındaki bir genç elli bin filürü liralık hasılat yaptı. Başında büyük kalabalıkla muhataptı. Allah’ı hiç unutmadı. O genç yaşta öyle bir kemale ulaştığına çok gıpta ettim. Birisi de seksen beş yaşında, Beytullah’ı tavaf ettik, Mültezime de duasında Allah’tan dünyalık istiyor. Ondaki olan cehalete, gaflete de acıyaraktan içim yandı diyor.

Evet, işte Nakşibendi Efendimizin halifelerinden Alaeddin Gücdüvani Hazretleri buyuruyor ki,

Ben de kendimi bildikten sonra bir kuş gagasını suya batırıp çıkarıncaya kadar Allah’ı unutmadım.

Hiç gaflet halinde bulunmadım.

Bizim silsilemizde okunan Ubeydullah Ahrar Hazretleri, nisbetimiz ondan gelir. O da buyuruyor ki,

Ben yedi yaşında okula gidiyordum. Bir gün okula giderken çamurdan geçeyim derken pabucumu çamur tuttu.

Yani ayakkabısı çamurda kalmış.

Pabucumu almak için döndüm ki çamurdan alınmıyor, pabuçla meşgul olurken bir boşluk oldu.

Yani Allah’ın zikrinde bir boşluk oldu.

O arada pabucuyla meşgul olurken Allah’ı zikredememiş, unutmuş.

Pabucu aldıktan sonra bir ayıldım. Baktım ki orada bir amca çift sürüyor. Kendi nefsime dedim ki bu amca bu kadar zahmetli iş görüyor, Allah’ı unutmuyor, sen bir pabucu çamurdan almakla niçin Allah’ı unuttun.

Kendi kendini dövüyor, elini tabanıyla kendine vuruyor. Fakat diyor,

Ben on iki yaşıma girinceye kadar, zannediyordum ki bu insanlar Allah’ı hiç kimse unutmuyor. On iki yaşıma girdikten sonra anladım ki insanlarda bir gaflet var, Allah’ı unutmuşlar. Ancak bu hâl bendeymiş. 

Bunlara tabiî Cenabı Hak doğuştan veriyor. Ama umumiyetle veli olmak için, hakikate ulaşmak için sa’y lazım, çalışmak lazım.

Hakikate ne ile ulaşılır? Şeriat, tarikatla ulaşılır. Onun için tarikatsız olmaz. Şeriatsız da olmaz.

Bir defa şeriatsız olmaz ki. Şeriatsız tarikatlar varsa bunlar zındıklıktır. Bunlar hak yolunda eşkıyalar, vurgunculardır.

Niçin böyledir? Biz de tarikatlıyız, ben de meşayihim diyor. Benim de tarikatım var ders veririm  diyor. Hâlbuki talibi bırakmıyor ki gitsin bir hakiki meşayihi bulsun da tam manasıyla Allah’a itaat etmiş, Allah’ın emrini yerine getirmiş olsun, orada yol alsın, terakki etsin.

Bunlarda namaz yok. İcabında helal haram bilmiyorlar. Bu zamanımızda böyleleri var, Allah bunlardan Müslümanları korusun.

Sakın her mürşidi varma hazer kıl
Görürsen anda noksan-ı şeriat

Kelamı kibarda böyle buyuruyor.

Sakın her mürşide yani her mürşidim diyene varma, hazer kıl diyor. Ondan kork, sakın. Eğer onun şeriatında noksanlık görüyorsan ona mürşit de deme, ona yanaşma. Bir de buyuruyor ki,

Her mürşide gönül verme
Yolunu sarpa uğratır

Bunlara gudde-i tarik deniliyor. Yani şeriatsız olan tarikatlar varsa, meşayihler varsa, bunlar gudde-i tariktir. Yani Müslümanların yolunu kesenler, gitme. Çünkü Allah’a ilimle gidilir. Allah’a ibadetle gidilir. İlim bildiriyor, amel yaklaştırıyor.

Cenabı Hak: “Kulum bana nafile ibadetle yaklaşır.24”, buyuruyor. Nafile ibadeti insan yaparsa sevabı çoktur, yapmazsa günahı yoktur. Ama farz olan beş vakit namazının sadece bir vakit namazını kılsa, ona tarikatta değil şeriatta da yeri yoktur.

Hâlbuki tarikat şeriatın üstüdür. Şeriatı tamam olacak ki tarikata ayak basabilsin. Tarikat şeriatın takva yönüdür, fetva yönü değildir.

Cenabı Hak ne buyuruyor: “Muttaki olun25”, muttaki olan kurtulur; muttaki olmayan kurtulamaz. Sizin en çok muttaki olanınız, en çok Allah’tan korkandır.

Zahirde Allah’ı göremiyoruz ki Allah’tan korkalım. Allah’tan korkmak şudur ki Allah’ın emirlerine harfiyen yerine getirmektir. Allah’tan korkmak, Allah’ın yasaklarını harfiyen terk etmektir Allah’tan korkmak budur.

Şimdi bizim zamanımızda bu takvayı arayacak olursak, takvayı bulamayız. Çünkü takva zamanı değil, takva yaşanmıyor.

Niçin takva yaşanmıyor? Helal haram, günah sevap, hayır şer birbirine karışmış. Seçmek, yaşamak mümkün değil. Ama burada takva havftir.

Cenabı Hak buyuruyor ki: “Herkes bildiğinin âlimi. Herkes bildiği ile amel ederse biz Azimü’ş-şan bilmediklerini ona öğretiriz.26

Burada bizim için önemli olan budur. Bu da bir Allah’ın emridir Bu bildiklerimiz nedir? Cenabı Hakk’ın bize öğretecekleri ne olur?

Bildiklerimizin anlamı şudur ki: On tane günahtan bir tanesini biliyorsun. Bir tane günahtan kaçınırsak o dokuz tanesini sorar öğreniriz. O bir tane günahtan kaçınmazsak dokuz tanesini daha sormayız, öğrenmeyiz.

Mesela amellerin, hayırların on tane sevabın bir tanesini biliyorsun. O bir taneyi işlersek dokuz tanesini soracağız, öğreneceğiz. Bunun bir anlamı budur.

Bunun bir anlamı da mademki Cenabı Hak Kur’an-ı Kerim’de Hazreti Musa Kelimullâh’a: “Ve allemnahu min ledûnnâ ilmâ27” buyurmuş. “Ya Kelimim sen o ilimden bir harf bilmiyorsun”. Onun için Yunus Emre de;

Yunus Emre bunda mana var dedi
Bir kâmil mürşide sen de var dedi
Hz. Musa’ya Hızır’a var dedi
Bir kâmil mürşide varmazsan olmaz.

Kadılar, mollalar cümle geldiler
Kitaplarını ellerine aldılar
Sen bu ilmi nerden aldın dediler
Bir kâmil mürşide varmasan olmaz.

Evet, ilim ikidir: Bir tarikat, tasavvuf ilmi bir de şeriat ilmi vardır. Şeriat ilmi satırdadır. Tarikat ilmi, tasavvuf ilmi kalptedir. Bu ilim kalpte doğuyor.

Kalpte bunu ne doğdurur? İlim olacak, amel olacak, bir de ihlas olacak.

Bir de insanların kalbinde Allah aşkı olacak. Kalpte o ilmi doğduran Allah sevgisi, Allah aşkıdır. Yunus Emre’nin medrese ilmi yoktur. Ona Allah öyle bir ilim vermiş ki,

Kadılar, mollalar cümle geldiler
Kitaplarını ellerine aldılar

Mollalar kitaplarıyla gelmişler ve soru sormaya gelmişler. Hepsini öyle hapsetmiş ve onlarda demişler ki,

Sendeki olan ilim bizim kitaplarımızda yok. Sen bu ilmi nerden aldın?

O da demiş ki,

Bir kâmil mürşide varın, siz de bu ilmi elde edersiniz.

Nitekim bunlar olmamış mı? Mevlâna Hazretleri meydanda öyle değil mi? Şems onu gelmiş irşad etmiş. İlminden geçirmiş, irşad etmiş. O çok büyük âlimi ne yapmış? Onu bir çocuk gibi yapmış. Manevi gücüyle onu yatırmış, kaldırmış, koşturmuş. Bütün halkın gözünden düşürmek için, ilmini kırmak için, ilminden geçirmek için yaptırmadığı kalmamış.

Peygamber gelseydi Mevlâna gelirdi diyecek kadar ilmiyle halka sevilmiş, övülmüş ve itibar kazanmış bir Mevlâna’ya bu sefer halk ne demiş? Mevlâna kâfir oldu, demişler. Nerden geldi bu derviş, soytarı? Bizim hocamızı imandan çıkardı, kâfir etti demişler. İşte ilim de bir varlıktır, bundan geçmek lazımdır.

İlim çok güzeldir, çok kıymetlidir. Niye kıymetli olmasın? Cenabı Hak buyuruyor ki: “Sizin bileninizle bilmeyeniniz bir değilsiniz.28” Bilenler bilmeyenlerden farklıdır.

Bilenler bilmeyenlerden farklıysa, nasıl ki zahir ulema avamdan farklıysa, batın ulema da zahir ulemadan farklıdır.

Onun için âlimlerde bir esrar var âlim olmayanlar bilmezler. Velilerde bir esrar var âlimler de onu bilmezler. Nebilerde bir esrar var veliler de onu bilmezler.

Onun için ilim çok kıymetlidir. İlim insanı bir noktaya kadar, bir makama kadar götürüyor. O ilim olmazsa oraya gidemez.

İşte o ilim şeriatın sonudur, tarikatın başlangıcıdır.

Şeriat da Allah’ın emridir, bilinecek tabiî. Ama ilim denilince bir de tasavvuf ilmi vardır. Bu zahir ilim dört daldır, dörde ayrılır. Bunlar; Tefsir ilmi, Hadis ilmi, Kelam ilmi, Fıkıh ilmidir.

Tasavvuf bu dört ilimden sadece fıkıh ilminden bir dal istiyor, mecbur olacak diyor. Kelam ilmini, Tefsir ilmini, Hadis ilmini olsa da olmasa da önemli, zaruri değil diyor.

İşte nasıl ki âlim olmak insanlara farz-ı ayn değil, farz-ı kifayedir. Ama her Müslüman ibadetini, amelini yapacak kadar bilecek. İbadetini yapacak kadar ilim onun için farz-ı ayndır.

İşte bu fıkıh ilminin içinde alacağımız abdest, kılacağımız namaz, tutacağımız oruç bunları bileceğiz. Bunlardan haberimiz olacak, bunları öğreneceğiz. Bu farz-ı ayndır bunu tasavvuf istiyor. Bu olduktan sonra tamamdır.

 Bir insanın ledünnî ilmini, kalb ilmini elde etmesi için evvela bu zahir, satır ilmini geçmedikten kaybetmedikten sonra onu bulamıyor. Ondan geçmedikten sonra onu elde edemiyor.

Onun için insanlarda satır ilmi var, sadr ilmi vardır. Satır ilmi kâğıtta yazılı olandır. Satır ilmi medreseden, hocadan öğrenilir.

Sadr ilmi ise kalp ilmidir. Kalp ilmi hocadan ve satırdan okunmaz. Bu ancak Allah aşkıdır. Allah aşkına duçar olacak. Bu kalp ilminin hocası Hazreti Allah’tır, müzakerecisi Hazreti Resulullah’tır.

Peygamber Efendimizin zahir ilmini bütün ashabı görüyor. Zahir ilmi, şeriatı Kur’an’ı görüyor. Ama batın ilmini kimseye bildirmedi. Ne buyuruyor: “Rabbim benim göğsüme ne doğdurduysa ben onu yâr-ı garım Ebu Bekir’in göğsüne aktardım.29”.

İşte tasavvuf ilmi budur, tarikat ilmi budur.

Allah’a şükür, çok şükür, bin şükür. Biz böyle olur muyuz? Oluruz. Olamaz mıyız? Olamayız. Çalışalım, olalım. “Et-tevfik-i mes-say.”, buyrulmuş.

Çünkü insanların yaratılışında bir tefrika yok ancak burada bir tefrika varsa, inanmak inanmamaktır.

Cenabı Hak ilmi ezelide ruhları halk etmiş: “Elestü birabbiküm30”. İnanan ruhlar “belâ” demişler. Bu “belâ” diyen ruhlar içerisinde nebiler de veliler de hepsi mevcuttur. Dünyaya onlar inanmış olarak gelmişler.

Yalnız Cenabı Hak nebileri nebi olarak getirmiş. Fakat veliler, veli olarak gelmemiş. Veliler dünyaya geldikten sonra kendi ilimleri, amelleri, ihlasları ile seçilmişler. Kendi sa’yları, çalışmalarıyla seçilmişler, veli olmuşlar.

Hâlbuki bir veli olmak bir âleme mukabildir. Hâlbuki bir veli olmak, gönül sahibi olmaktır.

Bir insan gönül sahibiyse gönlü açılandır. Gönlü açılan şudur ki hiçbir mekâna sığmayan Allah, onun kalbine sığıyor. Hadis-i Kudsi “Ma vesiani semai vela arzı velakinne vesiani kalbü abdiyel mü’min31” buyuruyor. “Ben yerlere, göklere sığmam ama mü’min kulumun kalbine sığarım.”

İşte biz de mü’miniz, evliyaullah da bir mü’min, o da Müslüman zümresinden. Maneviyatta bir milyon avam, veli olmayan insanın vücudunu birleştirseler Evliyaullah’ın bir gıcı parmağı kadar  olamaz. Buna inanmak lazım.

Niçin? Onun kalbi Beyt-i Celil’dir. İşte hakikatte Beytullah zaten insanların kalbidir. Hangi kalbe Cenabı Hak nüzul ederse, tecelli ederse onun kalbi Beyt-i Celil olur.

Mesela çok sevdiğin bir kimse var. Senin de bir evin var. En evvel o evini donatıp sonra onu davet edeceksin. Peşinde dolanacaksın, gel evime diyeceksin ki gelsin, peşinde dolaşmazsan gelmez.

Onun için Cenabı Hak Hazreti Davud aleyhisselama, “Ya Davud kalbini, evini temizle ki geleyim”, demiş.

Hâlbuki Cenabı Hak eve sığar mı? Cenabı Hak: “Hiçbir mekâna sığmam, mü’min kulumun kalbine sığarım.”, buyurmuş. O kalp temizlenecek, arınacak, bezenecek, süslenecek ki nüzul etsin. Kelamı kibarda buyruluyor ki,

Kılalım zarı Hakkı edelim çok münacatı

Zârımız kime olur? Allah’a olur. Bir kul Allah’a olan kusurlarını eksiklerini önüne alır; Ya Rabbi ben sana kulluğumu yapamıyorum.

Deyip ağlarsa ve O’na münacatını yaparsa tabiî ki Allah onun münacatını kabul edecektir.

Kılalım zârılık Hakk’a edelim çok münacatı
Delilimiz Muhammed’dir kabul etmez mi hâcâtı
Gönül şehrin müzeyyen kıl gözet daim kulûbâtı

Gönül şehrini müzeyyen kıl. Müzeyyen; süslemek, bezemek demektir. Ne ile gönül süslenir, bezenir? Zikrullah ile.

Zikrullahsız kalp süslü değildir, bezenli değildir, temiz değildir. Zikrullah olmayan bir kalp mülevvestir, pistir.

Gönül şehrin müzeyyen kıl gözet daim kulûbâtı

Kalp demek gönül demektir. Bunu kafiyeye getirmek için iki kelamda ifade etmiş.

Gönül şehrini müzeyyen temizle ki, o kalbini temizle ki kalbine geleni görebilesin diyor. Ne gelecek şimdi?

Gönül şehrin müzeyyen kıl gözet daim kulûbâtı
Gelir sana Hüda’dan çok büyük mihman seher vakti

Seher vaktinde büyük bir mihman, büyük bir misafir gelir. Nereye? Kalbine gelir. Ama kalbini bir defa temizle, süsle, beze ki oraya o büyük misafir gelsin.

O büyük misafir nedir? O büyük misafir Allah’tır. O büyük misafir Allah’ın nurudur.

Allah’ın üç nuru var. Allah’ı hangi ismi ile zikrediyorsan O’nun nuru, esma nuru senin kalbinde tecelli edecektir.

O esma nuru kalbinde tecelli edince daha orada bir şey bırakmaz, hepsini atar. O zaman kalbin müzeyyen olur. O zaman kalbin temiz olur. O zaman kalbin Allah’ın beyti olur, evi olur.

Ya işte o zaman Cenabı Hak “Mü’min kulumun kalbine sığarım” buyuruyor. Allah ancak böyle bir mü’min kulunun kalbine geliyor, sığıyor.


1 Fususül Hikem Trc. S.238

2 Bakara 2:156

3 Al-i İmran 3:185

4 Hicr 15:29

5  Kelamı Kibar

6  Amentü Duası

7  Enam 6:130

8  Ahzab 33:72

9 Araf 7:172

10 Zariyat 51:56

11 Ankebût 29:45

12  Maun 107:4-5

13 İsra 17:23

14 Buhari, Mevakiti’s-Salât

15 Bakara 2:34

16 Zariyat 51:56

17 Hikmet Goncaları Trc. (500 Hadis Şerif) 397

18 Zümer 39:71

19 Ra’d 13:28

20 Âl-i İmran 3:191

21 Ahzap 33:41

22 Nur 24:37

23 el-Aclunî, Keşfu'l-Hafâ, 2:262

24 Buhari, Rikak 38

25 Bakara 2:2, Duhan 44:51

26 Camiül-ûlüm vel Hikem C.1 S.342

27  Kehf 18:65

28  Zümer 39:9

29 Mevsûa etrâfi'l Hadis, XI, 156

30 Araf 7:172

31 Alusi Ruh’ul Me’ani XX.101