“Teveccüh Kalb-i Selim İstiyor”

 15.07.1990, Erzurum

 

Vaktin birinde meşayihten ders almış bir tanesi. İlk günden sonra daha ne bir virt yapmış ne de dersini işlemiş. Yirmi sene geçmiş aradan, yirmi sene sonra mübarek ikindi namazında imametteyken arkasında çok cemaat varmış. Cemaat olarak arkasında hocalar, mollalar, müderrisler varmış. İkindi namazını kıldırırken kıyamda “Defol!” demiş, böyle sağ elini sallamış. Bunu hep cemaat görmüş.

Hâlbuki namazda kelam, kelime teşkil eden her şey namazı ifsat eder. “Defol!” demiş, elini de böyle sallamış. Namazı kılıp tamamlamışlar.

Sormuşlar arkasındaki o mollalar, müderris âlimler:

—Seyda kurban, sen namazda böyle dedin. Namaza bir noksanlık, halel gelmedi mi? Demişler.

—Hayır, demiş. Ben onu irademle yapmadım ki gayri ihtiyari oldu, demiş.

Soruyorlar yine:

—Gayri ihtiyari sebep neydi ki kurban? Diyor ki:

—Sebep işte filanca tarihte Van'da akşamdan bir tanesi geldi, bizden ders aldı, gitti. Eve varınca keçisi ölmüş, sabahtan getirdi inabesini geri verdi. Biz namazdayken, onun ömrü tamam olmuş, halet-i nezide, yani can veriyordu. Şeytan aleyhillane gelmiş onun imanını almak istiyordu. Ben “Defol!” diye şeytanı kovdum. “Defol!” dedim, şeytanı onun üzerinden vurdum, attım. Elim ile kovdum şeytanı, onun imanını kurtardım, demiş.

—Seyda kurban, diyorlar, bu inabesini geri verdi, nispetten düşmedi mi, nispetinizden ayrılmadı mı?

—Evet, inabesini geri verdi, nispetimizden, bizden ayrıldı. Yani bizden bağı koptu, ayrıldı. Ama Nakşî’lerin şanına düşmez ki bir akşam sohbette bulunsun, boy abdesti alsın, tövbe namazı kılsın, bir günlük de dersini yapsın, bunu da şeytana versin. Bu Nakşî’lerin şanına düşmez, diyor.

 Onun için bak, buyurmuş ki:

Sermaye bu yolda heman

Teslim olup şeyhe inan

Sıdk ile Allah'a dayan

Gör olmaz mı ihsan sana

Yine buyurmuş ki:

Her kim ki şeyhini hak bilmedi Hakk'ı dahi bilmez

Ama şeyhini bir mürit nasıl hak bilecek, biliyor musunuz?

Yani meşayihi zâhirde ıraktaysa bile ırakta görmeyecek ve meşayihini her şeyden fazla sevecek. Meşayihini büyük görecek.

Tarikatın şartlarıdır: Muhabbet, ihlâs, âdâp, teslim. Dört şartı var.

Muhabbet: çok sevecek meşayihini. Her şeyden, canından fazla sevecek. Canından fazla sevmezse kâmil iman sahibi olamıyor. Çünkü:

Bulam dersen eğer ayn-ı imanı

Çalış ki olasın şeyhinde fani

Sana senden yakın olanı tanı

Niçin böyle, nereden geliyor bu?

Çünkü tarikatın her ameli sahabeden, ashaptan, Peygamber Efendimiz’den geliyor.

Peygamber Efendimiz bir gün Hz. Ömer (r.a.) Hazretlerine sordu ki:

—Ya Ömer bizi ne kadar sevebiliyorsun, bize olan sevgi derecen ne kadar? 

Hz. Ömer (r.a) Hazretleri:

—Ya Resulullah, nefsimden maada seni her şeyden fazla seviyorum. 

—Yok, ya Ömer senin imanın kemale ulaşmamış. Kâmil iman sahibi değilsin sen, kâmil olamamışsın. Beni nefsinden fazla seveceksin, buyuruyor.

Ondan sonra tabii, Hz. Resulullah öyle buyuruyorsa onların hemen gönlünde o sevgi artıyor, coşuyor. O zaman tamamen kalbini dolduruyor. Kalbini ihâta edip doldurunca diyor ki:

—Ya Resulullah, şimdi bu anda seni nefsimden fazla seviyorum.

—Tamam şimdi imanın kemali buldu. Kâmil iman sahibi şimdi oldun[1], buyuruyor.

Öyleyse burada:

Bulam dersen eğer ayn-ı imanı

Çalış ki olasın şeyhinde fani

Sana senden yakın olanı tanı

Bu çok manalı bir kelamdır. “Sana senden yakın olanı tanı.” kelamı çok manalıdır. Bunun manası nedir?

Cenabı Hak: “Nahnu akrabu”[2] buyuruyor. “Kulum ben sana şah damarından daha yakınım.” Nerede insanların şah damarı?

Kalbinde. Kalbinin merkezinde olan bir damar. Vücuda yayılan üç yüz altmış altı damarı toplamış, birleştirmiş; onların başı. Kalpteymiş bu.

Anlaşıldı mı efendim? “Ben sana şah damarından daha yakınım.”

Ama Resulullah Efendimiz buyuruyor ki: “Sen Allah’tan çok uzaksın. Hem o kadar uzaksın ki yetmiş bin perde var arada, her perdenin kalınlığı da yer ile gök arası kadar”[3]. Allah’tan bu kadar uzaksın sen.

Öyleyse demek ki bu yakınlığı ne ile biz elde edeceğiz?

Cenabı Hak, yakınım, diyor. Hz. Allah’ın resulü uzaksın, diyor. Öyleyse demek ki bu uzaklığı biz neyle yakın edeceğiz?

Bir vasıta lazım, bir vasıta.

Sen çok uzaktasın, sevdiğin bir nimetin var ondan çok uzaktasın. Nimetin uzakta, ona gideceksin ama gidemiyorsun. Vasıta olursa gidersin tabii. Vasıtasız gidemiyorsun. Burada vasıta ne olur?

Öyleyse bizim ruhumuzun sevdiği, âşık olduğu ne var? Allah, değil mi?

Ta ki ilm-i ezelide Cenabı Hak  “Elestü bi rabbiküm”[4]  fermanını buyurduğunda ruh ona âşık olmuştur. O kelama âşık olmuştur.

Onun için burada bu dünya âleminde böyle sohbetlerde, vaazlarda, nasihatlerde gazel okunduğu zaman güzel sesten, güzel kelamdan insanlar cezbeleniyor. Gayri ihtiyari coşuyorlar, aşka geliyorlar, cezbeleniyorlar.

Bunun esbabı ne?

Ta ki işte o ruh, ilmi ezelide Cenabı Hakk’ın kudret lisanını duymuş. “Elestü bi rabbiküm.” fermanını, hatırlıyormuş. Onu hatırlayınca bu cezbe insanlarda ondan meydana geliyormuş. Bir böyle.

Bir de cezbe şundan gelir ki: her ne kadar zâhirde o kelamlar konuşuluyor, vaaz nasihat oluyor, güzel kelamlar, güzel sesler duyuyor. Ama aslında bir de ruha Cenabı Hakk’ın nurlarından esma nurundan, sıfat nurundan, zât nurundan bir çarpma, vurma oluyor. Yani Cenabı Hakk’ın nurlarından herhangi bir tanesinin ruha vurmasıyla beraber o cezbe meydana geliyormuş.

Burada da esma nuru, sıfat nuru, zât nuru bunlar da meşayih vasıtasıyla müridin ruhuna geliyor, isabet ediyor. Niçin?

Bakın şimdi, kâinatı aydınlatan bir güneş var ya, şimdi bu sıcak temmuz ayında bak insanı sıcak yakıyor. Isısıyla insanı yakıyor. İnsan beş dakika güneşte duramıyor, gölgeye kaçıyor. Ama güneşin bu kadar harareti varken sıcak senin elbiseni yakmıyor, çaputu yakmıyor. Ama seni ısısıyla rahatsız ediyor. Daha sıcak bölgelerde insan güneşin altında beş dakika dursa beyin kanaması oluyor değil mi? Ama yine üzerindeki çaputu yakmıyor.

Ama zemheri ayında güneşin ısısı olmayan bir zamanda ısınmak için güneşe çıktığın zaman güneşte duruyorsun. Güneş seni ısıtmıyor ama o zaman senin çaputunu yakabiliyor.

Ama burada onu ne yakıyor?

Kristal var, billur var ya. Bu kristali o güneşin en fersiz zamanında tuttuğun zaman o güneş, kristalden geçen güneş, senin üzerinde çaputun neresine rastlarsa orayı ateşlendirir, yakar. Ama bu sıcak aylarda kristal olmayınca o güneş senin üzerindeki çaputu yakmaz.

Burada şudur ki:

Kul iken sultan olursun ta ebed

Vavı gitti evhedin kaldı ehed

Bu ayet-i kerimenin meali burada şudur ki:

Seni hayvan iken insan eder şeyh

Gönüller şehrine mihman eder şeyh

Bu da ne?

Mevlânâ buyurmuş ki:

—Ne olursan ol gel, demiş.

Ama “Ne olursan ol gel.” demesi: Yani sen çok günah işledin, çok isyan ettin, ibadetin hiç yok, “Gel.” diyor.

Çünkü isyan eden, günah işleyen bir insan ibadeti olmayan bir insan, insan değil, hayvani sıfatta kalıyor.

İşte bir insan ne kadar yaşamışsa, ne kadar isyan etmişse etsin hayvani sıfatta oluyor. İşte bir insan meşayihe inanaraktan tarikata girip de, bu boy abdesti var ya, bu boy abdestini inanaraktan alıyorsa tamam.

Tamam, ne oldu? Senin tamamen günahların hep gitti. Günahların gidince sen hayvani sıfattan kurtuldun. O zaman insan, hayvani sıfattan beşeri sıfata geçiyor. Onun için burada:

Seni hayvan iken insan eder şeyh

Gönüller şehrine mihman eder şeyh

İçirir bir kadeh aşkın meyinden

Geda iken seni sultan eder şeyh

Geda burada kuldur. Kul iken sultan eder, diyor.

Ne ile? Bir kadeh aşkın meyiyle.

Bu aşkın meyi ne?

Zâhirde, hoş, bardakla sana herhangi bir içki vermiş değiller. Bu bir Allah aşkı, Allah sevgisidir. Allah sevgisini sana veriyor.

Bu Evliyâullah vasıtası ile geliyor. Evliyâullah olmazsa, işte misalini verdik, kristalden geçmeyen güneş, çaputu yakmıyor, kristalden geçen güneş, senin çaputunu yakıyor.

İşte burada güneşten mana Allah’ın nurudur, feyzidir.

Çaputtan mana senin varlığındır.

Ama kristalden mana da meşayihtir.

İlla bir meşayihe ihtiyaç var. Meşayih olmazsa sen varlığından kurtulamazsın. Seni varlığından kurtaran meşayihtir.

Varlığından kurtulamazsan o zaman ayrılıktan da kurtulamazsın.

Evet, şimdi teveccühümüzden bahsedelim de teveccühümüzü yapalım. Zaten yapıyoruz ama belki teveccühte bulunmayanlar vardır; yeni ders alanlar oldu, teveccüh görmemişlerdir.

Teveccüh büyük ameldir.

İman demek, inanmak demektir.

Şeriat, tarikat hak yoludur.

Şeriat, Peygamber Efendimiz’in şeriatı, nübüvvetidir.

Tarikat da Peygamber Efendimiz’in velâyetidir, velâyetinden geliyor.

Şeriat-i Muhammediye, Tarikat-ı Muhammediye var.

Şeriat-i Muhammediye zâhir, vahiyle geldi. Cebrail, nübüvvetin zâhir olması için, bilinmesi için, Kur’an’ı getirdi.

Vahiy gelmeseydi Peygamber Efendimiz’in nübüvvetine kim inanacaktı? Vahiy geldiği anda yine inananlar oldu, inanmayanlar oldu. Mîraç yaptı, Mîrac’ına inananlar oldu, inanmayanlar oldu. Ta ki kırk gün mucizesini  - ayı parmağı ile şak ettiğini -[5] gördüler. Yine inananlar oldu, inanmayanlar oldu. Bunlar hep zâhir nübüvvetidir.

Fakat bir de Peygamber Efendimiz’in velâyeti var. Velâyeti de gizli. Velâyeti nasıl oluyor?

Velâyeti şu oluyor ki: Mesela hulefayi raşidin zamanında Irak’ta olan bir savaşın askeri kumandanı Sâriye idi. Hz. Ömer (r.a.) Hazretleri Medine-i Münevvere’de hutbe okurken;

—Ya Sâriye ilel cebel- Askeri dağa al, diye seslendi.

Askeri kumandan Hz. Ömer’in sesini de duydu, kendisini de gördü. Irak neresi, Medine-i Münevvere neresi?

Peki, bir başka: Peygamber Efendimiz Tebük Muharebesinde kendisi kumandanlardan Hz. Zeyd, Hz. Abdullah, Hz. Cafer ve Hz. Halit bin Velît’e buyurdu ki; “Evvela Zeyd kumandanınız. O şehit olunca Cafer kumandanınız olsun”.

Cafer de Hz. Ali’nin kardeşi.

“O da şehit olunca Abdullah kumandanınız olsun. O da şehit olunca Halit kumandanınız olsun.” Halit de şehit olursa filanca olsun demedi.

Sahabi bildiler ki bu üç kişi şehit olacak. Bunlar daha giderken bütün aile efratlarıyla, hanımları ile helalleştiler. Hakikaten bunlar şehit oldu. Hz. Halit döndü, geldi,  o şehit olmadı.

Tebük'te büyük bir kuvvetle karşılaştılar, Bunlar 4.000 kişi, onlar gelmiş ta 400.000 kişiler. Bunlarla çok uzun savaş yaptılar.

Fakat burada Peygamber Efendimiz, daha tebliğe başlamadan, namaz kılarken Hz. Ali Efendimiz daha küçük yanındaymış. O da onun sağ tarafında namaz kılarken amcası Ebu Talip onları görünce ne yaptı?

Ebu Talip, Hz. Ali Efendimiz’in büyük kardeşi Cafer ile deve üzerinde giderken, o da terkisindeymiş, arkasındaymış. Peygamber Efendimiz’i namazda görüyorlar.

Hz. Ali Efendimiz kendi oğlu ama küçükken Hz. Ali’yi Peygamber Efendimiz’e vermişler, onunla kalıyor. Peygamberimizin sağ tarafında namazda Hz. Ali’yi görünce diyor:

 —Ya Cafer, sen de git amcanın sol tarafında kıl.

Devenin terkisinden, arkasından onu da indiriyor, gönderiyor ve onlar namazı bitirene kadar devenin üstünde orada bekliyor, gitmiyor.

Peygamber Efendimiz namazı bitirip sağa selamlıyor, zaten Hz. Ali Efendimiz’i sağında görüyor. Sola selam verip Cafer’i görünce daha başını döndürmeden evvel; “Ya Cafer, Allah sana şahadetlik rütbesi versin ve şehit olduktan sonra da Allah sana nurdan bir çift yeşil kanat versin, yerden uçarak göklere tayyare olup çıkasın.”[6] diyor.

Ve Tebük Muharebesinde bu zuhur etmiştir. Şehit olduğu zaman, böyle yazılıyor ki: vuruyorlar onun sağ kolu yere düşüyor. Peygamber Efendimiz’in sancağını sol koluna alıyor. O kolunu da düşürüyorlar. Peygamber Efendimiz’in sancağı yere düşmesin diye iki dizinin arasına alıyor. Yine vuruyorlar. Bu sefer şehit olunca bütün kâfir ve Müslüman görüyorlar. Yeşil nurdan kanatlanıyor, cesediyle uçup semaya gidiyor ve bunu Peygamber Efendimiz mescidinde görüyor.

Muharebe esnasında mescidinde bütün bunları böyle ashabına söylüyor. “İşte şimdi Zeyd muharebe yapıyor. İşte şöyle kırdı böyle kırdı, işte şöyle geldiler.” Bunları, hep mübarek kalkıyor, elleriyle de işaret ediyor. Cafer’e yine öyle, Abdullah’a gelince yine öyle, Halit'e gelince şöyle yapıyor...  Hep böyle olanları söylüyor.

Demek ki Peygamber Efendimiz’in nübüvveti aşikâr, zâhirdir; velâyeti ise gizlidir.

Ama nübüvvetinde tabii ki bir cismi var. Ona gelen bir emir var. Ama velâyetinde bunun cismi yok.

Onun için Cenabı Hak böyle buyuruyor: “Kâbe kavseyni ev edna”[7] Habibim sen bana o kadar yaklaştın ki iki kaşın birbirine yaklaştığı kadar yaklaştın.

Onun için burada kelamı kibarda buyruluyor;

Zât sıfatın aynı mıdır? Değil.

Gayrı mıdır? Değil.

Bir de divanda böyle buyruluyor:

Aynı da değil gayrı değil ol buna agâh

Divanda rastlar size, Sâlih Baba bunu söylüyor.

Aynı da değil gayrı değil ol buna agâh

Kime diyor bunu?

Meşayihe, rabıtasına söylüyor.

Yalnız bu Allah mıdır?

Değil, hâşâ!

Ama Allah’tan gayrı mıdır?

Değil, hâşâ !

İşte o zaman demek ki Evliyâullah'ın iki ciheti var.

Zâhiri halk halk ile, bâtını Hak Hak ile.

Öyleyse:

Haktan ayan bir nesne yok

Gözsüzlere pinhan imiş

Niyaz-i Mısri Hazretleri buyuruyor. Ne buyuruyor?

Sağım solum gözetirdim

Yar yüzünü görem diye

Ben taşrada arar iken

Ol can içinde can imiş

Bu büyük bir âlimmiş, hem de iki yönlü. Hem zâhir ilmi hem de tasavvuf ilmini okumuş. Zülcenaheyn, çift kanatlı. Evet, böyle buyuruyor bak!

Sağım solum gözetirdim

Yar yüzünü görem diye

Yardan mana Allah'tır.

Sağım solum gözetirdim

Yar yüzünü görem diye

Ben taşrada arar iken

Ol can içinde can imiş

Bak!

Ben sanardım ben ayrıyam

Yar ayrıdır ben gayrıyam

Ben sanıyordum ki ben ayrıyım. O ayrı, ben gayrıyım, O gayrı.

Ben sanardım ben ayrıyam

Yar ayrıdır ben gayrıyam

Benden duyup işiteni

Bildim ki o canan imiş

Bunları böyle ifade etmiş. Bir de buyuruyor ki:

Kandan gelir senin yolun

Ya kanda varır menzilin

Kandan gelip gideceğin

Anlamayan hayvan imiş

Ama bu sadece bizim cismimizin, cesedimizin gelişi gidişi değil, ruhumuzun gelişi gidişidir.

İş bunu anlamaktır. Bunu anlayamıyoruz.

Bunu sana anlatan birisi olacak. Bunu sana bildiren birisi olacak.

Evet niçin? Kelamı kibarda buyuruyor bak!

Çok muhbire vardım haber almadım

Kandan gelip gideceğim bilmedim

Hergiz bundan eşed bir dert görmedim

İnsanların çok derdi olur. Ama bir derdi var ki, bilemediği bir derdi var ki en eşeddi o imiş. Bunu da ona bildiren olmamış.

Çok muhbire vardım...

Muhbir haberciler. Çok habercilere vardım. Bu zâhirdir, zâhir ulemalar. Muhbir, haberci demek; o da zâhir ulemalardır. Bunlara vardım diyor.

Çok muhbire vardım, haber almadım

Kandan gelip gideceğim bilmedim

Bildiremediler bana;

Hergiz bundan eşed bir dert görmedim

Daha bundan büyük bir dert var mı?

Bunlar benim derdimi bana bildiremediler.

Ama bak, şimdi ne diyor burada. Bu kelamı, şimdi bunun karşısına getiriyoruz.

Rabıtamda Hazret-i Pîre dedim "Ey Samiya

Geldiğim bilmem ne içindir bu dünyadan garaz”

Hep zuhurat pirimindir yazdığım aklamiya

Dedi “ikmal-i meratiptir bu süfladan garaz”

Ama biz ne dünyayı süfli olarak kabulleşiyoruz ne de cesedimizi süfli olarak kabulleşiyoruz ki noksanımızı ikmal edelim.

Ne buyurmuş?

Ben rabıta yaptım, rabıtamdan sordum ki bu dünyaya niye geldim?

O diyor ki: “Sen bu dünyaya noksan sıfatla, Cenabı Hak halk etti, geldin. Bu süfli âleme indin ki burada noksanını tamamlayasın, ikmal edesin.”

Hep zuhurat pirimindir yazdığım aklamiya

Dedi “ikmal-i meratiptir bu süfladan garaz”

Evet, bu teveccühümüzde işte… Yalnız bu teveccüh ne istiyor?

Kalbi selim istiyor. Yani burada teveccüh başladıktan sonra artık yarım saat sürer veya bir saate ulaşır ya da ulaşmaz, bu arada teveccüh başladıktan sonra kalbinizi muhafaza edeceksiniz.

Şöyle ki: Zaten gözleriniz yumuk oluyor. Teveccühün bir oturma usulü vardır, onu oturttururlar. Teveccüh başlarken "Estağfurullah" diye bir nida olur. O nidayı duyduğunuz zaman gözlerinizi yumacaksınız. Gözlerinizle kalbinizi muhafaza edeceksiniz.

Dikkat edeceğiniz bir husus bu. Gözlerinizi yumacaksınız, 25 istiğfar okuyacaksınız. Ondan sonra gözlerinizi açmayacaksınız. Ne olursa olsun bağırsınlar, çağırsınlar, ağlasınlar, çırpınsınlar gözlerinizi açmayacaksınız.

Burada cezbe vardır. Cezbe haktır, Hak'tandır. Gayri ihtiyari oluyor. Cezbe sahiplerine de ifademiz şudur: Aman böyle kendinize bir muhabbet, cezbe geldiği zaman kendinizi salıvermeyin. Biraz kendinizi tutun, sıkın. Çünkü evet sen cezbelenirsin ama öbür ihvanları da şuğullandırırsın, onlarda şuğul olur. Her ne kadar gözlerini açmasalar da yine onlarda bir şuğul olabilir.

Onun için burada gözü açmak yasaktır. Ağlayan birisine bakmayın. Kimdir hele ağlayan? Açıp bakayım demek, yasaktır. Bağıran bir kimseye bakmayın. Bu kimdir bağıran? Açıp da bakayım. Bu da yasaktır. Çırpınıyor vücut sallanıyor. Öyle cezbe alır ki ihvanı öyle sallanır vücudu ki belki binayı sallar.

İtimat edin, vallahi billahi, şeyh efendimizin zamanında onun bir teveccühünde ihvanlardan bir tanesini cezbe aldı. Biz oradaydık, cezbe aldı. O cezbede böyle vücut sallanmasıyla binayı da salladı. Hareket (deprem) oldu diye neredeyse gözlerini açıp kalkıp kaçacaklardı. Hatta teveccühten sonra hep birbirlerine diyorlar hareket oldu, biliyor musunuz? Hâlbuki hareket değil, o salikin vücudunun cezbesi. Sallanmakla o binayı salladı. Olur mu? Amenna ve saddakna.

İşte bu cezbe haktır. Bunun için cezbeye muhalefet etmeyin. Cezbeye de vücuduyla sallanıyor veyahut da bağırıyor veyahut da efendim ağlıyor, bunlar kim olursa olsun, ‘Kimdir?’ Deyip de gözlerinizi açıp bakmayın, yasaktır.

Bunun iki türlü zararı var. Birisi göz açıp baktığınız için kendinize hem gadredersiniz, yasağı işlediğiniz için günah kazanırsınız, hem de buraya tecellî edecek nura mani olursunuz.

Bu muhabbet, feyiz, manevi nur var ya, hiç leke götürmez.

İşte ona ne yapıyorsun göz açmakla? Sanki orada yanan bir ateşi okuyup üfürüyorsun. Veyahut da mesela oraya gelen herhangi bir nuru, kokuyu büyük bir rüzgâr gelmiş vurup götürüyor. Böyledir.

Onun için burada gözlerinizi açmayın, bakmayın. Yalnız nedir yapacağınız?

İşte “Estağfurullah” nida olunca gözlerinizi yumar 25 istiğfarı okursunuz. İstiğfarı usulca, kendiniz işiteceğiniz kadar ve sonlarını uzataraktan. Sesinizi sağınızdaki solunuzdaki duymasın, şuğullandırmayacaksınız.

Ondan daha sonra sizin yapacak bir şeyiniz yok. Kalbinizle gözünüzü muhafaza edin. Gözünüzü açmayın.

Kalbinize gelen bütün düşünceleri atın. Borcunuz mu var, derdiniz mi var, sıkıntınız mı var, alacağınız mı var, vereceğiniz mi var? Bunlar gelir.

“Gam gelmez dememişler, gam eğlenmez demişler.”

İnsanların kalbine gam gelmez değil, gelir ama eğlenmez.

İnsan gamı, deme çevirir mi?

Öyle olmasa “Havayı Hu’ya tebdil et.” buyrulmazdı. Yani senin gönlünde eğer kâr veya zarar düşüncesi, eğer gönlüne sürur veren veya gönlüne keder, üzüntü duyuran şeyler varsa, gönlünden at.

Bunları daha önce ifade ettik ki bak: ehli dünya, ehli ahiret, ehli huzur var.

Ehli huzura ahireti düşünmek de onlara haramdır. Onların kalplerine ahiret de gelmez.

Ama bizlere ahireti düşünmek, ahireti sevmek, ahiret için amel işlemek bizim için haktır. Ama ehli huzur için onlara dünyayı, ahireti düşünmek de onlar için yasaktır.

Evet, işte kalbinizi muhafaza edeceksiniz. Kalbinize bütün her ne gelirse gelsin onları atacaksınız. Kalbinizi Allah ile meşgul edeceksiniz.

Bir de rabıta karşınızda şeyh efendimiz yüksekte oturmuş bir altın koltuğa, şeriat kamçısı elinde senin tependen aşağıya vuruyor. O, sen her unuttukça, niye unutuyorsun?, diye vuruyor seni ayıktırıyor. Niye unuttun Allah'ı, aklına gelsin hatırla, diyor. Rabıtanın anlamı budur.

Çünkü niye? Muhakkak ve muhakkak insan rabıtasını unuttuğu zaman Allah’ı unutuyor. Muhakkak ve muhakkak rabıtası aklına geldiğinde Allah aklına geliyor. Çünkü rabıtayı Allah için seviyoruz.

Evet, kalbinize gelen bütün düşünceleri atacaksınız, kalbinizde tutmayacaksınız. Ne kadar gelirse gelsin, ne gelirse gelsin atın. Bunları kalbinizden atmak da bir cihattır.

Bak! İnsanların kalbini suya benzetmişler. Ama bir su var ki cârî akan bir nehir, o da su. Fakat bir de göl var, Türkiye’de göller var; o da su, göl de su. Herhangi bir göl veya daha ufak göller var, onlar da su.

Ama şimdi bu insanlar o cârî akan nehre ne kadar zibil atsalar, durmadan affedersiniz pis şeyler atsalar o nehri kirletemezler, nehir hepsini götürür. Ama o göl, duran suya insanlar etrafından ne atsalar o gitmiyor, orada kalıyor. Atılanlar onu pisletir, göl suyu pis olur.

Atılan şeylerle gölün suyu pis olur fakat akan su pis olmaz. İşte mücadele yapan, kalbine her geleni atan bir insanın da kalbi cârî bir nehir gibi pislenmez, kirlenmez. Ama gönlüne geleni kalbinde tutuyorsa onun kalbi bu sefer bir göl suyudur. Atılan orada kalır, onu pisletir.

İşte bu amelimizin sonuna kadar gözlerinizle kalbinizi muhafaza edeceksiniz. Gözlerinizi açıp ağlayana, bağırana, çırpınana bakmayacaksınız.

Kalbinizden de Allah’ı unutmayacaksınız. Şeyh efendimiz şeriat kamçısıyla karşınızda, Allah’ı unuttuğun zaman hemen tepenizden aşağıya vuruyor, niye unuttun diyor. Kalbinize gelen bütün düşünceleri atın, yine Allah’ı hatırlayın. Ta ki, ne zamana kadar? Amelin sonuna kadar. Çünkü bundaki esrar bak, şöyledir:

Bir gönülde kenz açılmaz ta ki pür nûr olmadan

Padişah konmaz saraya hane mamur olmadan

Bu kelamı kibardır ama çok manalı bir kelam.

Bir gönülde kenz açılmaz ta ki pür nûr olmadan

Pür nurdan mana? Yani bu kalpten her şeyi, bütün masivayı kalbinden atacak, kalbini kirletmeyecek. Masiva hatta bak, bu kelamda:

Dünyayı koy, ukbayı koy, var ol kuru davayı koy

Demek ki dünya da kuru dava, ahiret de huzur sahibine göre kuru dava.

Dünya, ahiret ehline göre kuru dava. Ama ahiret de huzur sahibine göre kuru dava.

Onun için burada evet, pür nurdan mana kalbinizi temizleyin. Kalbinizi temizleyin ki hazine aşikar olsun, diyor.

Padişahtan mana Allah’ın feyzidir, Allah’ın sevgisidir.

Hani kalbinde senin bir masiva varken dünya, herhangi bir arzu varken, Allah hatırına geliyor mu? Gelmiyor.

İşte öyleyse demek ki bunları hep atacaksın ki kalbin de nurlansın. Bunları kalbinden at ki Cenabı Hakk’ı hatırlayabilesin.

Bir gönülde kenz…

Kenz’den mana “Küntü kenzen mahviyyen.”[8] fermanı var ya. Cenabı Hak buyuruyor “Biz bir gizli hazine idik, aşikâr olmamız için insanları halk etik.”

Madem bu gizli hazine aşikâr olacaksa nerede olacak?

İnsanların kalbinde.

Bu gizli hazineyi insanlar kalbinde buluyorlar, aşikâr oluyor. Onun için kelam divan’da vardır. Bak, buyuruyor ki:

Dest-i kudretiyle tuttu elimden

Mâsivâlar ref’ olundu dilimden

Nerede? Kalbinde.

Hani Evliyâullah’ın dest-i kudreti, Evliyâullah’ın elidir. Oradan tutunca diyor, oradan bir sevgi, onun vasıtasıyla bir sevgi, insanın, müridin kalbine geliyor. Allah sevgisi geliyor. Allah sevgisi gelince masivayı, dünya arzularını, dünya sevgisini, atıyor, kalbinden çıkarıyor.

Dest-i kudretiyle tuttu elimden

Mâsivâlar ref’ olundu dilimden (gitti, silindi)

Dil insanların kalbidir. Evet!

Halâs oldum ayrılıktan ölümden

Katre iken bahr u ummân eyledi

Katreden mana bizim cüzi irademiz.

Katreden mana bizim Allah’tan ayrılmış gelen ruhumuz.

Ummandan mana da Cenabı Hakk’ın zâtıdır. Ummandan mana küllî iradedir.

Anlaşıldı mı efendim? Bir, peki peşinden:

Kuvve-i kudsîden edip imdadı

Bize haber verdi zâtı, sıfatı

Ol zaman anladık sırr-ı Ahmed'i

“Küntü kenz” esrârın beyan eyledi

Evet, demek ki:

            Ol zaman anladık sırr-ı Ahmed'i

 buyuruyorsa bu sırrı nasıl anlayacağız?

Kuvve-i kudsîden edip imdadı

Yani kutsal kuvvetleri, kutsal himmetleri ile imdat etti, yardım etti.

Bize haber verdi zâtı, sıfatı

Zâttan mana Hz. Allah’tır.

Sıfattan mana Resulullah'tır.

Şimdi onun için,

Zât; sıfatın aynı mıdır? Değil.

Gayrı mıdır? Değil.

Hani Peygamber Efendimiz ne yaptı? Mîraç yaptı. Cenabı Hak ayet-i kerimede “Kâbe kavseyni ev edna.” buyurdu. “Habibim sen bana iki kaşın yaklaştığı kadar yaklaştın.”

Bazı kaşlar var ki bitişik. Hiç arasında mesafe yok. Anlaşıldı mı efendim. Yaklaştın.

Niçin?

Allah’ın zâtından gelen ruh Allah’a ulaşmış.

Ruh mahlûk değildir, ruh Allah’ın zâtına karşı mahlûktur. Mahlûkata karşı ruh mahlûk değildir.

Çünkü niçin? Eğer mahlûk olsaydı Peygamber Efendimiz bahsederdi. Peygamber Efendimiz niye ruhtan bahsetmedi?

Sordular rûhdan Resulullah cevâbın vermedi

Ol Ebü'l-Ervâh iken setr ettiği hemyâna bak

Ruhların babası olduğu halde ruhlardan söylemedi, setretti, gizledi. Ama Cenabı Hak ne buyurdu? “Habibim o ruhtan soranlara söyle ki ruh Rabbimin emrindedir.”[9]

Evet, işte teveccühün sonuna kadar gözlerinizi açmayın. Teveccüh başlarken, Estağfurullah, nida olunacak. Gözlerinizi yumar, 25 istiğfar okursunuz. Daha başka yapacağınız bir şey yok.

Rabıta karşınızda, şeyh efendimiz yüksekte Allah’ı unutursan elinde kamçıyla tepenizden aşağıya vuracak. Allah da kalbinizde, unutmayacaksınız. Kalbinizden, Allah, Allah, Allah, diyeceksiniz lisana getirmeyin. Ağzınızda diliniz çabalamasın. Teveccühün sonuna kadar bununla meşgul olacaksınız. .

Teveccüh başlarken teveccühü bu günahkâr yapacaksa bizim de tabii bir icraatımız var. Allah taklidimizi tahkik etsin.

Nedir bizim icraatımız? Namazı var, kılıyoruz. Namazdan sonra üç defa Estağfurullah, Estağfurullah, Estağfurullah diyoruz. Bunu siz okumayacaksınız. Ta ki başlangıçtaki Estağfurullah'ı efendilerden bir tanesi nida edecek yirmi beş istiğfarı okuyacaksınız, daha başka yok. Sonradan okunan istiğfarları siz okumayın.

Daha başka duaları var, gizli aşikâr okunuyor. Bunları da okuduktan sonra namazı var, kılınıyor ve teveccühe başlanıyor. Teveccühe başlanıldığı zaman kalkıyoruz.

Teveccüh oturuşu namazda tahiyyattaki saf gibidir. Namaz safı gibi oturttururlar. Ama arkalı önlü tabii. Namazda arkalı önlü oturulmaz, mesela bir saf onun arkasında bir saf öyle değil. Bir saf oturduğu zaman ikinci saf onun arkasına gelecek. Üçüncü saf onun önüne geliyor, dördüncü saf onun arkasına geliyor. Böyle oturuluyor teveccühte böyle oturttururlar.

Teveccühte, Estağfurullah, nida olunca yirmi beş istiğfarı okursunuz. Daha başka teveccühün sonuna kadar yapacağınız bir şey yok. Biz de işte namazımızı kılarız, dualarımızı okuruz, kalkarız teveccüh yapmaya. Safların arasında geziyoruz, kelamı kibar okuyoruz. Sırtlara el vuruluyor.

Bu kelamı kibar okunduğu zaman, sırtlara el vurulduğu zaman bu günahkârı kastetmeyin. Deyin ki: “Şeyh Efendimiz Dede Paşa Hazretleri bizim bu teveccühümüzü yapıyor. Sırtımıza da o elini vuruyor.” Yanılmazsınız bu böyle. Çünkü;

Berâberdir Pîr-i Tâgî Mevlâsı

buyuruyor.

Kibrît-i ahmerdir şeyhin nefesi          

Yakar dil şehrinde bırakmaz pası      

Berâberdir Pîr-i Tâgî Mevlâsı

Bunu Pîr-i Sâmî Hazretleri’ne söylemiş. “Pîr- i Tâgî Mevlâsı”nda bu mevla, “efendim” manasınadır.

Bu efendimin manası nereden geliyor? Peygamber Efendimiz’den.

Nereye gidiyor? Yine Peygamber Efendimiz’e gidiyor.

Çünkü Efendimiz’in efendisi, Efendimiz’in efendisi, Efendimiz’in efendisi yine gidiyor Peygamber Efendimiz’e.

Onun için burada;

 “Beraberdir Dede Paşa Mevlâsı.”, mevla efendimiz, onun himmetidir.

Müridin bir tanesi camiyi süpürüyormuş, camide hizmet görüyormuş. Hızır (a.s.) geçmiş karşısına demiş ki:

—Bak yüzüme.

Mürit demiş ki:

—Benim bakacak yüzüm var, o da:

—Ben Hızırım.

—Hızırsan Hızır ol, demiş.

—Ben senin şeyhine feyiz veriyorum.

—Ben şeyhimden alıyorum, şeyhim nereden alırsa alsın, bana fark etmez. Ben şeyhimden alıyorum, demiş.

Onun için burada da şimdi böyle. Biz mesela muhabbeti nereden alıyoruz? Şeyh Efendimiz Dede Paşa Hazretleri’nden. Çünkü O, zamanımızın büyük bir velîsiydi.

Onun velâyetinin büyüklüğüne hiç şüphemiz yoktur. Neden?

Çünkü deliller var. Çok deliller var. Çok kimseler bulunduğu velâyetini aşikâr görmüşler. Böyle bunlar inanç değil, aşikâr görmüşler, gördükleri için daha başka çok deliller var. Onları size izah etmek için zamanımız yoktur.

Teveccühümüzün vakti var, onu da geçirmeyelim eftal saati vardır. Vakit geçiyor ama olsun sohbet olduğu için.

İşte büyük bir mürşittir. Onun daima feyzi nispeti bizimle beraberdir. Bizzat kendisi mübarek hayatında buyurmuştur ki:

—Eğer ben sizin dediğiniz adamsam beni öldükten sonra görürsünüz.

Yani öldükten sonra daha çok bizim nispetimiz büyür, demiştir. Nispeti hem yürümüş hem de büyümüştür.

Niçin böyledir?

Bir misal verecek olursak eğer. Erzincan’da Üzümlü var, Cimin nahiyesi, şimdi kaza oldu. Bunlar tarikata o kadar muhalifti ki Erzincan’dan gelen üç tane büyük meşayih hiç oraya girmemiş ve Ciminliler de tanımamış onları.

Pîr-i Sâmî Hazretleri, ondan sonra bizim şeyh dedemiz Muhammed Beşir Efendi Hazretleri, bizim tarikattan sonra da Hacı Abdurrahman Efendi. Bir zaman da onun zamanıydı. Onu da tanımadılar, gelmediler, girmediler. Daha başka tarikatlardan da var. Kadiri’den de var, ama hiçbirine giren olmamış.

Ama itimat edin ki oraya mübarek Paşam Hazretleri bir nazar etti. Orada işte onun zamanında 4-5 tane ihvan oldu. Onu gördüler, ama koymadılar tabii.

Ondan sonra bizden ders aldılar ama hepsi bir nedamet, bir ah u enin duydular.

—Biz niye Dede Paşa’ya kavuştuk da gördük de ondan el almadık?

Diye nedamete düştüler. Ve bugün nispetimiz çoğalmıştır, büyümüştür, yürümüştür. Daha da çoğalmakta yürümekte.

Bor da öyle. Daha başka yerler de var. Hâşâ Estağfurullah Allah’a sığınıram. Hepinizin ben kölesiyem. Hepinizin ayağının turabıyam. Bunu samimi konuşuyorum. Fakat muhakkak ki muhakkak bu onun himmetidir.

Himmet-i evliyâ bize yâr iken

Bize diyor sade bana değil, hepimize bak!

Şâh-ı Nakşibendî ser-hünkâr iken     

Seyyid Tâhâ Sıbgatullah var iken

"Kâbe kavseyn"e dek seyrânımız var

Seni göreyim “Kâbe Kavseyn”e dek yol açık, gidebiliyorsan git. Gidemezsin ama gidebildiğin kadar git. “Kâbe Kavseyn” Peygamber Efendimiz’e verilen bir makamdır. Oraya kadar yol açık, kapalı değil. Oraya gidebiliyorsan git. Ama tabii gidemezsin ama ne kadar gidersen, o kadar kârın var.

Buraya da ne ile gideceksin? Ancak rabıta ile. Çünkü bizim tarikatımızda:

En kuvvetli vasıta rabıta,

En emniyetli vasıta rabıta,

En süratli vasıta yine rabıtadır.

Çünkü cezbe nereden geliyor. Rabıtadan geliyor. Mademki cezbe ile bir mürit yol alıyorsa, hem bu yolu çabuk alıyor.

Nefi ispatla terakki eden bir mürit ise yetmiş bin ders çekiyor. Yıllar boyu bunu çekiyor.

Cezbe sahibi olan bir mürit hiç dersi olmadığı halde onla beraber gidiyor, terakki ediyor. Onun için, “Aşkım bana oldu Burak.” Bak!

Çok çektim ise iftirâk 

Kalmadı gönlümde merâk

Aşkım bana oldu burâk         

Görün beni aşk n'eyledi

Âhiri dervîş eyledi

Âşıklar böyle. Meşayihe olan sevgi bu.

Evet, teveccüh olunca kelamı kibar okunduğu zaman sırtınıza el vurulduğu zaman Şeyh Efendimiz Dede Paşa Hazretleri bizim teveccühümüzü yapıyor. Bize gazeli o okuyor. Sırtımıza eli o vuruyor. Böyle inanın itikat edin, kârınız olur, çok daha kârınız olur.

Çünkü niçin? Onların revhaniyetleri geliyor amenna. Ta Resulullah Efendimiz’in revhaniyeti buraya geliyor. Silsile okunuyor ya. Onların revhaniyeti gelecek. Nakşibendî Efendimiz’in revhaniyeti gelecek, bütün büyüklerimizin revhaniyeti gelecek.

Bizim silsilemiz altın zincir halkadır. Hatta bak, misali şöyledir:

Bir saatin halkası var, mesela şu saate bak. Saat var, halka var, bu zincir halkaları var. Bir halkaya dokunduğun zaman saat oynar. Ama yeter ki bu halkaya dokunasın.

Bu halkadan mana senin tutmuş olduğun el. Buna dokununca saat oynar. Saatten mana Peygamber Efendimiz. Zincir halkalardan mana ervahtır.

Evet, ben şimdi bir abdest alacağım. Abdest alana kadar hazırlanın teveccühümüzü yapalım.

 


[1] Kadı İyaz Şifa-i Şerif C.2, S.19

[2] Kaf 50:16

[3]  Ramiz’ul Ehadis, Hadis no: 4156

[4] Araf 7:172

[5] Buhari Menakib 27, Müslim Munafıkın 8

[6] M.Fayda Allah’ın Kılıcı Halid B.V., S.168

[7] Necm 53:9

[8] Fususül Hikem Trc. C.1, S.43

[9] İsra  17:85