“Teveccühten Maksat Sohbettir”

Bayburt

 

Esselamü aleyküm ve rahmetullah. Allah’ın selamı, hidayeti ve bereketi üzerinize olsun. Cümleten hoş geldiniz, sefa geldiniz, sefalar getirdiniz, feyiz getirdiniz, nur getirdiniz, muhabbet getirdiniz. Allah muhabbetinizi artırsın, sabahı şerifleriniz hayırlı mübarek olsun.

Yapacağımız, işleyeceğimiz amel büyüklerimizin büyük ameli ama biz taklit edeceğiz. Tabii büyüklerimizin büyük ameli sizler için de hayırlı mübarek olsun. Bu amelimizin feyzinden, nurundan, bereketinden sizleri ihya, âbâd etsin. Allah emeklerinizi zayi etmesin. Cenabı Hak kalbi selim versin. Ama bu amelimiz kalbi selim istiyor tabii. Zaten kelamı kibarda da:

Eriş kalb-i selîm içre huzûra 

Huzur insanlarda neredeymiş? Huzur isterler insanlar. Herkes huzurlu olmak ister. Zenginlik insanları huzurlu etmez. Sıhhat insanları huzurlu etmez. İnsanlar dünyada huzurlu olmak isterler. Çok zenginler, varlıklılar var ki huzurlu değiller. Çok sıhhatliler var ki onlar da huzurlu değiller. Ama huzur neredeymiş:

Eriş kalb-i selîm içre huzûra 

Kalbi selim olan huzurluymuş. Kalbi selim ne demek? Kalbi selim demek Allah ile kalbini meşgul etmek. Hiçbir şey onun kalbine daha girmiyor, kalbi selim budur.

İşte bu amelimiz de bunu istiyor. Bu amel kalbi selim istiyor.  Eğer kalbi selim olmazsanız bir şey istifadeniz olmaz. Mademki burada büyük bir amel işlenecekse, bu amelin bir feyzi varsa, nuru varsa, bu feyiz, nur nereye dolar? Selim kalplere, boş kalplere dolar. Dolu kalplerden vurup geçecek.

Yar daim sana nazar eyler

Seni gafil görürse güzar eyler

Burada yardan mana Cenabı Hazreti Allah’tır. Ama mekândan münezzeh olan Cenabı Hazreti Allah her yerde hazır ve nazırdır. Ama nasıl hazır ve nazır?

Cenabı Hakkın nuru zerreden kübrayı, deryadan katreyi ihâta etmiştir. Cenabı Hakk’ın nurları; esma nuru, sıfat nuru, zât nuru.

Ama bunlar ayık olanlar için. Bak, burada bir ayeti kerime var: “İrciî ila rabbiki razıyeten marziyye”[1] Cenabı Hak bu ayeti kerimenin bir mealinde ne buyuruyor? “Ben bir kulumun kalbine günde yetmiş defa nazar ederim.” buyuruyor. Ama bu yetmiş defa olan nazarı insan ayık olursa cezbeder. Bu kelamı kibarda işte onu ifade ediyor.

Yar daim sana nazar eyler

Seni gafil görürse güzar eyler

İnsan bütün 24 saat ayık olacak ki yetmiş defa o nazarı cezbedebilsin. Ne kadar ayık olduysa o kadar cezbedebilecek. Ama bunun yalnız bir eşref saatleri var tabii. 24 saatte eşref saatler vardır. Ama eşref saatlerin hepsi 24 saatin içerisindedir.

Hangi saatler var. Mesela seher vakti eşref saatidir. Güneş doğarken, güneş batarken eşref saatleri bunlar. Cenabı Hakkın nuru sade bu eşref saatlerde mi tecellî eder? Yok, günde yetmiş defa bir kuluma ben nazar ederim buyuruyor. Ama kul eğer ayık olursa işte bu yetmiş nazarı cezbeder. Ayık olmazsa cezbedemez.

Ama ne kadar ayık olmuşsa, bu ayık olması ile bu nazarlara da isabet edecek mi acaba yoksa etmeyecek mi? O da bilinmiyor. Demek ki burada yetmiş defa bilinmediğine göre yetmiş defa nazarı cezbetmek için biz bütün ayık olmamız lazım.

Şimdi burada muhakkak ki bu büyük bir amel ise burada Cenabı Hakk’ın esma nuru, sıfat nuru, zât nuru tecellî edecektir. Ama bunu kim cezbedecek? Ayık olanlar, uyanık olanlar. Yani kalbi selim olanlar, kalbinden her şeyi çıkarmış atmış kalbini Allah’a vermiş. Allah ile kalbini meşgul ediyor. İşte bu kimse burada faydalı, yararlı olacaktır. Böyle olmayan yararlı olamaz ancak sevabını alır.

Gerçi buraya gelmiştir. Bu amele inanmıştır. Büyük bir amel olduğuna inanmış gelmiştir. Iraktan gelmiş, yakından gelmiş, nereden gelmişse gelmiştir, onun sevabını alabilir. Ama sevap önemli değil. Avamlar için önemlidir, müptediler için sevap çok önemlidir. Ama mukarrebler için önemli değil. “Hasanetül ebrar seyyiatül mukarrebin.” buyuruyorlar. Hasanetül ebrar; ebrar, hasene için sevap işlemesi. Yani ebrar için önemli, mukarreb için sevap işleme önemli değildir.

Âşık’ın bir tanesi, mukarrebinin bir tanesi buyuruyor ki:

—Sevabıma estağfurullah, günah benim amelimdir, demiş.

Bak, şimdi bu nasıl anlaşılıyor. Bu anlaşılıyor ki bu adam hiç bir sevap işlememiş. Sevabıma estağfurullah diyor ama hep günah işlemiş. Hayır, bu böyle değil. Diyor ki:

—Sevap için ben bir şey işlemedim. Allah’tan bir sevap umaraktan bir şey işlemedim. Kulluğumu yaptım, kulluğumu yapmak istedim. Kulluğumu da yapamadım yerine getiremedim, diyor.

İşte onun için “Hasanetül ebrar seyyiatül mukarrebin.” buyuruyorlar. Ebrarın sevaptır diye işlediklerinden mukarrebler günah diye kaçarlar. Anlaşılmasın ki ebrar namaz kılıyor, oruç tutuyor, ibadet yapıyor da mukarrebler bunu işlemiyor. Bu değil, ebrar amelini sevap için işler ama mukarreb sevap için değil. Ameli işler, ama der ki:

—Yerine getiremedim, ben yapamadım, ben yerine getiremedim.

Sevabından kaçıyor, sevap istemiyor, bu demek oluyor.

Onun için zaten de hadisi şerifte Peygamber Efendimiz buyuruyor ki “Allah’ın fazl u (yani bağışı) keremi, kişinin mertliği kişiyi cennete sokar, kişi ameli ile cennete giremez.”[2]

İşte demek ki bizim bu amelimiz için büyük olarak inandınız geldiniz. Allah bu amelin feyzinden nurundan bereketinden sizi ihya-âbâd eylesin. İşte onun için burada bu amel kalbi selim istiyor. Kalbi selim demek; kalbinizde olur, bu cemaatin içerisinde ağır hastası olanlar vardır, borcu olanlar vardır. Daha başka çeşitli sıkıntıları olanlar vardır, daha da başka alacağı vereceği olanlar vardır. Bunların hepsi bu cemaatte var şimdi. Bunlar insanların kalbine gelecek, gelir.

Gam gelmez dememişler, Gam eylenmez demişler

İnsanların kalbine şuğul gelir. Peygamber Efendimiz cihadı ekber diye bize niye buyuruyor. Cihadı ekber neymiş? Nefis mücadelesi, kalp cihadı, kalple cihat etmek. Çünkü insanların kalbine iki şey geliyor, biri Hak’tan geliyor, biri Şeytan’dan. Cenabı Hak öyle halk etmiş.

İnsanlarda mesela kalp birdir. Fakat kalbin sağ köşesinde ilham isminde bir melek var. Görevli, sol köşesinde de vesvese isminde bir şeytan varmış, o da görevli. İkisi de kalbe atıyor. Biri hayırları atıyor. Biri şerleri atıyor. Biri sevap işlemek için yani güzel amel işlemek için veya iyi niyetli olmak için atıyor, gönlüne getiriyor. İnsanların kalbine gelen işte o hayırları, diğeri de kötü niyetleri kötü şeyleri atıyor.

Cenabı Hak mademki bizi inananlardan halk etmiş, akıl da vermiş ise hayrı istemek lazım. Bak, akıllı için deliler her şeyden muaf. Deliler hayırdan, şerden, günahtan, sevaptan muaflar. Onların ne şerri var, ne hayrı var. Ne sevabı var, ne günahı var. Bunun için aklı olanların mükellef olduktan sonra hayrı vardır; şerri vardır, günahı vardır, sevabı vardır ve bunlar helali, haramı araması lazım.

İşte bu kalbî cihat için gönlüne atılan bir şeyi kitaba, sünnete tatbik etsin. Ölçü burada kitap sünnettir. Eğer kitap kabul ediyorsa, kitaba ve sünnete uygun ise fiiliyata, icraata getirecek. Eğer kitaba sünnete uygun değilse icraata getirmeyecek. İşte kalbî cihat budur, bu da cihadı ekberdir. Şimdi burada da gelir gönlünüze, bu kalbî cihadınızı yapın.

İfade ettiğimiz gibi âcizane, borçlular vardır, borçları gelir kalplerine; hastaları vardır, hastaları gelir gönüllerine. Daha başka alacakları, verecekleri bunların hepsini gönlünüze geleni atın tutmayın ki bunda bir istifadeniz olsun. Onun için burada gelmesi mani değil, tutmak manidir.

Çünkü muhakkak ve muhakkak ki irade sahibinde yani müptedi âleminde (hani irade sahibi kendi varlığından kurtulmamış, kendi iradesinden kurtulamamış) onun gönlüne öyleyse her şey gelir. Fakat bu iradesi dâhilinde hayır mıdır, şer midir; günah mıdır, sevap mıdır diye bunu kendisi seçip ona göre tatbikatına geçmesi lazım. Şer ise işlemesin, hayır ise işlesin. Bu kalbî cihat, cihadı ekberdir. İşte evet.

Gam gelmez dememişler, Gam eylenmez demişler

Yani gam gelir insanların gönlüne, ama gam eylenmez, atabilir insan. Bu da işte cihat ister, bu cihatla olur. Bak, cihadı yapan kalp cârî bir nehir gibidir. Cihat yapmayan bir kalp ise bir göl suyu gibidir. Yani bunu misal veriyorlar. Cihat yapan bir kalp cârî nehir kirlenmez. Bak, memleketinizde Bayburt’un içerisinde Çoruh nehri akıyor. Bu Bayburt’un halkı bütün sokak zibillerini, ev zibillerini Çoruh’a ne kadar atsalar, Çoruh’u kirletebilirler mi? Kirletemezler nehir alır götürür. Ama burada bir göl olmuş olsa, göl suyu ne kadar büyük olursa olsun ona atılan orada kalır. Ona atılan orada kalınca onu kirletir, yosunlandırır, mülevves eder.

Burada işte bizim için cihat çok önemlidir. Cihadımızı sadece burada değil, her zaman cihadımızı yapacağız. Ama burada da çok ciddiyetle, çok samimiyetle, çok sa’y ederekten cihadımızı yapacağız. Gelenleri gönlümüzden atacağız.

Bak! Buyuruyorlar ki: “Halinizi düşünmeyin, fiilinizi düşünün.”.

Sonra mürit; hali, fiili, ameli ile terakki edermiş.

Fiiliyatı, ameliyatı müridin iradesine eline verilmiş. Hal iradesi müridin iradesine bağlı değildir. Hal ise gönlüne istemeyerekten gelen şeyler kötü şeyler veya iyi şeyler. O da gelir birisi Rahmanî, Hak’tan geliyor; birisi şeytandan geliyor. Şeytandan geleni ve Hak’tan geleni biz nasıl bileceğiz?

İşte Cenabı Hak bir kudsi hadiste buyuruyor ki: “Herkes bildiğinin âlimidir, herkes bildiğiyle amel ederse, bilmediklerini biz Azimüşşan ona öğretiriz.”[3]. Eğer sen şer olanlardan on tane şerrin bir tanesini biliyorsan, o bir tanesi gönlüne geldiği zaman onu işleme. Ondan sonrası dokuz tanesini de öğrenmek senin için mümkün olabilir. Bir şerrin bir tanesini veyahut günahın bir tanesini biliyorsun. Ondan kaçtın, onu işlemedin, diğerlerini öğrenirsin. Bir de karşılaşmış olduğun bir şeyin, gönlüne gelmiş olan bir şeyin acaba ben bunu işlersem bu günah mıdır, sevap mıdır diyecek olursan onu da öğrenirsin. Fakat bilmiş olduğun bir günah işlediğin zaman bilmediklerini hiç sormaz öğrenmezsin. Bilmiş olduğun bir şeyden kaçmadıktan sonra bilemediklerini hiç öğrenmezsin, sormazsın. Amelde de böyledir. Bilmiş olduğun bir ameli işlersen bilmediklerin sevapları hayırları da sorar öğrenirsin.

Ama şimdi insanların gönlüne isteyerek gelen var, bir de istemeyerek gelen var. Bu isteyerek gelen şerleri kendi isteği ile yapanlar zaten ilimden, amelden, ibadetten kopmuşlar, uzaklaşmışlar. Onlar için tamamen Hak diye bir şey yok, hep şeytana tâbî olmuşlar. Onların gönlüne hep şeytandan geliyor. Onlar kim? Hiç hayır işlemeyip de bütün şer işleyenler; hiç sevap işlemeyip de bütün günah işleyenler. Ama bir Müslümanın hayrı da vardır, şerri de vardır deyince; hayır da gelir gönlüne, şer de gelir. Ancak şerri işlerse vardır, şerri işlemezse yoktur, hayrı işlerse vardır, işlemezse yoktur.

Ama evvela bunlar insanların gönlüne gelir. İşte bunlar gönlüne gelince burada ölçü, terazi; kitap, sünnettir. Bir insan gönlüne geleni kitaba sünnete tatbik eder. Eğer konuşulacaksa, kitaba sünnete uygunsa konuşur. İşleyeceği bir şeyi kitaba sünnete uygunsa onu işler uygun değilse işlemez.

Evet, büyüklerimiz halinizi düşünmeyin, fiilinizi, amelinizi düşünün, diyor.

Fiiliyat bizim icraatımızdır, yaşantımızdır; almamız, vermemiz, yememiz, içmemiz, konuşmamız, işte bunlardır.

Amelimizde ibadetlerimizdir. Emredilen amel bizim ibadetlerimizdir. Şeriattaki olan amellerimiz; namazımız, orucumuz, emredilen amellerimiz. Tarikatta olan hizmetlerimiz de amellerimizdir. İrademize bağlanmıştır, irademize verilmiştir. Fiiliyatta elimizde, irademizde.

Fakat hal irademizin dışında bu nasıl oluyor?

İşte senin gönlüne istemeyerekten gelen bir şey varsa, hayır olmadığını da biliyorsun ama geliyor. İstemeyerekten geliyor. Bunu çalışıp sa’y edip fiiliyata getirmemek lazım. Bu da müritte ikidir: kabız hali, basıt hali. Kabız halinde bulunanlara çok şerler gelir.  Kabız halinde hep kötü niyetler, buğuz, haset, kibir, kimseyi sevmemek, istememek bunlar gelirmiş.

Ama basıt halinde çok merhametli, çok hürmetli, gözü yaşlı olur, kalbi yumuşak olur, iyi niyetli olur; kalbine hiç kötü şeyler gelmez. İnsanlara karşı da kim olursa olsun böyle çok tevazulu, hürmetli olur; insanları sever, insanları kıskanmaz, insanlara buğuz etmez.

Kabız halinde biri senin karşında ne söylese o sana kötü gelir, iyiliğine söylese ondan nefsin kötü anlıyor. Ondan bile gıcık alıyorsun, kabız halinde oluyor bunlar. Ama basıt halinde adam sana ne kadar itâle de etse ona yine gadaplanmıyorsun, hırslanmıyorsun. Ona karşı gelmiyorsun, ona yine hürmetini, tevazunu gösteriyorsun.

Zaten bu da böyle olacak tevazu bizim tarikatımızın amelidir. Şeriatta da böyle, şeriat Cenabı Hakkın emri değil mi? Cenabı Hak ne buyuruyor? Buyuruyor ki:“Her kim ki Allah için alçalırsa biz onu yükseltiriz;.her kim ki tekebbür sahibi olursa biz onu hakir ederiz” [4] buyuruyor. Tevazu, alçalmak.

Ne demek tevazu ehli olmak?

Zaten, tevazu fetheder fettah babını, diye büyüklerimizin emri, kelamları vardır. Fettah babı yani fetih eden de ne demek? Açılmayan kapanmış kapıları, açılmayan kapıları tevazu açar. Düğümlenmiş çözülmeyen düğümleri tevazu çözer.

Tarikatımızın en büyük ameli tevazudur.

Tarikatımızın en büyük kerameti de takva, havf’tir.

Tarikatımızın en büyük kemâlâtı da mahviyettir, yokluktur.

Çünkü mahviyete düşmeyen kemâle ulaşamıyor, kemal sahibi olamıyor. Niçin?

Kemal sahibi demek; Allahın sıfatları ile sıfatlanmaktır.

Bu ancak kişi varlığını yitirdikten sonra olur. Kişi varlığını yitirmezse Allah’ın sıfatları ile sıfatlanamaz. Onun için kelamda buyuruyor ki:

Âşık imdi varlığın ver yokluğa

Yokluk içinde sana varlık doğa

Diyor ki eğer sen Allah’ı seviyorsan, o kadar sev, o sevgiyi çoğalt ki o sevgi seni tamamen yok etsin, her varlığını ortadan kaldırsın. Her varlığın senin ortadan kalkınca sende bir varlık tecellî eder.

Niçin bak! Cenabı Hak zerreden kübrayı ihâta etmiştir. Cenabı Hak katreden deryayı ihâta etmiştir. Evet, nasıl ki “Âmentü billahi” ben Allah’a inandım. Allah’a biz nasıl inanacağız? İnanmak nasılmış? Bize ulema nasıl tavsiye ediyorlar?

Allah’a inanmak: Allah vardır, amenna birdir. Amenna şeriki, neziri yoktur. Noksan sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatlarla muttasıftır. Mekândan da münezzeh, mekânlara sığmaz, her yerde hazır ve nazır, her yerdedir.

Öyleyse demek ki, Cenabı Hak zerreden kübrayı; katreden deryayı ilmi ile ihâta etmiştir. Yani en küçük bir cisimde dahi Allah’ın nuru mevcuttur. En büyüğünde de mevcuttur, vardır. Öyleyse burada bizim varlığımız onu göstermiyor. Eğer varlığımız yok olursa, o nuru her zerrede de göreceğiz; kübrada da göreceğiz. Büyüğünde de küçüğünde de göreceğiz. Bak! Ne buyurmuş?

Bihamdillah kamu varım sen oldun

Her eşyâda taleb-kârım sen oldun    

Neye baksam seni anda görürem     

Bu manâdan meded-kârım sen oldun           

Demek ki, bir insan bütün eşyayı mirat edecek olursa Allah’ı görür.

Allahın varlığına mahviyetle ulaştıktan sonra (yokluğundan varlığından geçer) onda bir varlık tecellî eder, o varlık hali tecellî ettikten sonra da bütün eşya o varlıkta yok oluyor.

Allahın varlığında, Allahın zâtında bütün eşyanın yokluğu müşahede ediliyor. Bütün eşya Allahın zâtına mirat olup, bütün eşyada da Allah’ın zâtı müşahede ediliyor. Hakikate ulaşanlar için bu böyledir. İşte onun için Niyazı Mısrî Hazretleri buyurmuş ki:

İşit Niyazi’nin sözün

Bir nesne örtmez hak yüzün

Haktan ayan bir nesne yok

Gözsüzlere pinhan imiş

Ne demek oluyor? Nesne demek; bütün cisim olarak canlı veya cansız ne kadar cisim varsa büyük küçük canlı cansız bunların hepsi birer nesnedir. Yani bunlar görünüyor da Allah niye görünmüyor? Allah “zâhir de benim”[5] diyor.  Zâhirde olan bütün cisimler görünüyor da Allah niye görünmüyor? Görünmez. Çünkü onu görecek göz ayrıdır. Bu göz görmez onu. Yunus Emre söylemiş:

Yunus bu göz anı görmez

Görenler hod haber vermez

Bu menzile akıl ermez

Bu kurduğun serap nedir

Bu göz göremez. Ama sende onu görecek bir göz var, aç ki göresin. Açarsan görürsün.

Onu sen yalnız açamazsın. Onu bir açan var. Açanı bileceksin, açanı bulacaksın, açana teslim edeceksin ki o senin gözünü açsın.

Bu da işte; şeriat, tarikat, hakikat, marifet iledir. Hakikate ulaşanların o gözü açılır. Cenabı Hak zaten o gözü bize bildiriyor. “Biz insanlarda dört tane göz halk ettik, ikisi başının gözü; ikisi de kalbinin gözü.”[6] buyuruyor.

İşte kalp gözü açılırsa görür. Ama bu kalp gözü nasıl açılır?

İnsan varlığından kurtulursa, iradesinden kurtulursa o zaman insan ne oluyor? Kalp gözü o zaman açılıyor. Bâtın dili o zaman açılıyor. Bâtın kulağı o zaman açılıyor. İnsanın bâtın kulağı var, bâtın dili var, bâtın gözü var, bâtın eli var, bâtın ayağı var. Değil mi bunlar var insanlarda.

O zaman bunlar ne olur? Bâtın dili, bâtın kulağı, bâtın gözü açılırsa işte Allah’ın sıfatları burada tecellî ediyor. Buna vahdet-i vücut deniliyor.

Bunun sözü söyleniyor özünü bilen yok.

“Bilen demez, diyen bilmez.”

Evet, ama özünü yaşayan var mıdır? Vardır, amenna ve saddakna. Zaten yaşanmasaydı bu söz söylenmezdi. Bilinmezse söylenmezdi. Bilinmesi de zaten yaşanılmazsa bilinmezdi. Evet, ne zaman ki:

İşit Niyazi’nin sözün

Bir nesne örtmez hak yüzün

Haktan ayan bir nesne yok

Gözsüzlere pinhan imiş

Allah’tan aşikâr hiçbir şey yok, aşikâr olanların hepsinden Allah daha aşikâr. Ama gözsüzler onu göremezler. Elimizde mevcut bulunan divanda Sâlih Baba Hazretleri de öyle buyuruyor:

Sâlih ne yatarsın uyan dediler

Sıdk ile Allah'a dayan dediler

Hak gizli değildir ayân dediler         

Çok ihsân var bu ihsândan içeru

Hak gizli değil ayan, diyor. Ama tabii ki gözü açık olanlar onu görüyor. Gözü kapalı olanlar onu göremez. Bizim her ne kadar bu ten gözümüz açık ama bu ten gözüyle o görülmez. Kalp gözü ile o görülür, kalp gözü açılırsa o görülür. Kalp gözü neyle açılacak? Şeriat, tarikat, hakikat, marifet. Bunlar olmazsa kalp gözü açılmaz.

Şeriat ancak insanı, hayvanî sıfattan kurtarıyor.

İnsanı beşerî sıfattan geçiren tarikattır. Bir insan beşerî sıfattan geçmedikten sonra, tarikattan hakikate geçmedikten sonra, o bâtın gözü de açılmaz, bâtın kulağı da açılmaz, bâtın dili de açılmaz. O zaman bâtın gözü açılırsa ne olur?

Gören ve görünen ol can değil mi,  diye kelamı kibarda buyuruyor.

Gören de O görünen de O.

Bunun anlamı ne oluyor? Sen yok oldun. Allahın varlığı sende tecellî etti. O kendi kendini görüyor. Sen yoksun. Zaten başka kelamda:

Kendini kendi göre kendi bile

Bâkîsin eydemezem gelmez dile

Bu da “Küllü şey’in halikun illa vecheh”[7] ayeti kerimesinin mealini Aşık Paşa isminde Kırşehir’de Evliyaullah’tan bir tanesi bunu nazımla, dile getirmiş:

Orta yerden götürürler seni beni

Şimdi “Küllü şey’in halikun illa vecheh” ayetini yazmış, altına da manalarını, mealini dile getirmiş, bir sayfadır.

Orta yerden götürürler seni ben

Ol denizde garka vara canı ten

Kendini kendin göre kendin bile

Bakısın deyemezem gelmez dile

Aşk anındur âşık oldur maşuk ol

Ahir andan ana varır cümle yol

Âşık imdi varlığın ver yokluğa

Yokluk içinde sana varlık doğa

Kul iken sultan olursun ta ebed

Vavi gitti avhedin kaldı ahed

Burada Vav’dan mana senin varlığın, kulun varlığıdır.

Ahed’den mana Cenabı Hakk’ın azameti zâtıdır.

Senin varlığın onu göstermiyor. Senin varlığın yok olunca bütün eşyanın varlığı da yok olur.

Eşyanın varlığı yok iken,“Hüvel evvelû velâhiru vezzâhiru velbâtın”5 bu eşya yok iken, bu halkiyat yok iken, kim vardı? Allah vardı.

Değil mi? İnancımız, imanımız bu. Peki, bu bütün halkiyat yok olacak, kim kalacak? Yine Allah kalacak.

Ama Cenabı Hak tekrar insanları, cinleri halk edecek. Daha bütün bu sayılmayacak kadar geçmişte, gelecekte, semada, karada, denizde ne kadar varlık var ise bunların hiçbirini Allah bir daha halk etmeyecek. İnsanlarla cinleri halk edecek. İnsanlarla cinleri niçin halk edecek? Çünkü Allah’ın şeriatı, emri insanlara, cinlere olduğu için. Allah’ın emrini yerine getirenleri, tutanları mükâfatlandıracak, tutmayanları da cezalandıracak. Onun için insanları, cinleri halk edecek. Çünkü diğer mahlûkatın, insanlardan cinlerden başka, hiçbir varlığın hayrı yok, şerri yok; onlar mükâfatlanmayacak, mücazatlanmayacaklar.

Onun için bak! Cenabı Hak buyuruyor ki: “Legad haleknel insane fi ahseni takvim, sümme radednahu esfele sâfilîn”[8] “Biz insanı çok güzel halk ettik, kıymetli halk ettik. O çok güzel halk etmiş olduğumuz insanı cehennemin esfele sâfilîne düşürürüz.”. Hadisi şerifte de Peygamber Efendimiz: “İnsanlar ulvidir; insanlar süflidir.”, buyuruyor. Ulvînin manası, insanlar gökleri aşar melekleri geçer; süflînin manası, insanlar hayvanlardan aşağı düşer. Dikkat edin niye böyle oluyor bu insanlar? Bunlar mükellef olan insanlardır.

Büyüklerimizden Azizan Hazretleri Aliyir Ramiteni geçer “Ve ila ruhi vâlihi fî muhabbeti mevlâhül ğaniyyül maruf bi Hazreti Azizan Havace Aliyyir Ramiteni.” biz bu mübarek zâtı daima her gün hatmemizde okuyoruz. Onun zamanında zâhir ulema buna bir sual açıyor. Nasıl bir sual açıyor? Diyorlar ki:

—Cenabı Hak ilmi ezelide ruhları halk etti. Onlara “Elestü bi rabbiküm”[9] fermanı oldu. Ben sizin rabbiniz değil miyim?, diye Cenabı Hakk’ın ruhlara bir emri oldu. Ruhlar da cevap verdiler. Bir takım ruhlar, küftuku, cevap verdiler. Ama ahiri ervahta, bu ruhlar bütün dünyadan gelip geçtikten sonra, artık hiçbir canlı kimse kalmayacak. Ondan sonra bu sefer de “li menil mülkül yevm”[10] “Hani bu mülke benim diyenler?” emri olacak. O zaman cevap yok, olmuyor da. Cenabı Hak kendi sorusuna kendisi cevap veriyor, “lillahil vahidil kahhar”10. Cenabı Hak halk ettiği zaman ruhlar “Elastikü bi rabbiküm” fermanına cevap verdiler de ama insanlar yok olduğunda ruh yok olmuyor. Çünkü var olan ceset, yok olacak ceset. Evet, dünyadan insanlar geçtikten sonra Cenabı Hakk’ın  “li menil mülkül yevm” emri var. Niye o zaman cevap vermediler de Cenabı Hak kendi sorusuna kendisi cevap verdi?

Böyle bir soru açıyorlar. Diyor ki:

—Ezeli ervah, tekellüf-ü ilahinin başlangıcıdır. Ahir ervahta ise tekellüf-ü ilahinin emri kalkmışı idi. Yani Allah’ın emri o zaman ruhlara o başlangıcı emr-i ilahi teklif edildi. Ama ezeli ervahta Allah’ın emr-i ilahi kalktı.

Değil mi? ölülerde şimdi namaz, oruç, abdest, ibadet var mı? Hayır. Şer, günah, haram, var mı onlarda? Yok. Ama biz onları yok oldu mu diyeceğiz? Yok oldu dersek o zaman ahirete olan inancımız yok olur.

İnsan öldükten sonra yok olur denirse “vel basu badel mevt” Âmentünün bir şartını inkâr etmiş olur. Bunu inkâr edince küfüre gider. Onun için burada ahirete inanmak da imandandır. Ahirete inanmayan “vel basu badel mevt” öldükten sonra dirileceğine inanmayan, Müslüman olamıyor.

Evet, Allah’a şükür Cenabı Hakk’a çok şükredelim ki biz mutluyuz, mutlu da olabiliriz. Neden dolayı mutluyuz? Allah bizi Müslüman halk etmiş. Şu zamanda ehl-i küfürden halk etmemiş. Bak! ehl-i küfür çoğunluktadır.

Zaten kelamı kibarda geçiyor:

Bu halkın çoğu kâl ehli

Kâl ehli ne demek? Ameli yoktur, ameli yoksa hayvanî sıfatta kalıyor. Hayvanî sıfatta kalıyorsa “ila cehenneme”. Zaten Peygamber Efendimiz de hadisinde buyurmuş “Benim ümmetim bir taraf, ehl-i küfür bir taraftır.”. Zaten “Lailaheillallah Muhammedün Resulullah” diyen ehl-i İslam oluyor.

Fakat bunlardan Peygamber Efendimiz:“Ümmetim yetmiş üç fırka olacak.” buyuruyor. Kim bunlar? İşte “Lailahe illallah Muhammedün Resulullah” diyenler. Zaten demeyenler ümmeti değil. “Ümmetim yetmiş üç fırka olacak, yetmiş iki tanesi fırkayı nâr, bir tanesi fırkayı naci”[11] buyuruyor. Fırkayı naci demek bir tanesi ateşten, cehennemden kurtulacak. Ümmetin yetmiş ikisi ise “ila cehenneme” yani cehenneme gidecek. Yani burada yetmiş üç kişiden bir kişi cennete gidiyor, kurtuluyor, yetmiş ikisi cehenneme gidiyor. Rakam büyüdükçe bu ayırım yapılıyor. Yetmiş üç bin kişide bin kişi cennete gidecek, yetmiş iki bin cehenneme gidecek. Yetmiş üç milyonda bir milyonu cennete gidecek, yetmiş iki milyonu cehenneme gidecek.

Ama kim bu fırkayı naci? Zamanımızda şimdi hepsi fırkayı naciye olmuşlar, hepsi diyor ki: “Biz fırkayı naciyiz.” Onun için divanda da Sâlih Baba buyuruyor:

Yetmiş üç fırkanın ser-tâcı benem     

Kangısına sorsam der "nâcî benem"

Bildim ki cümlenin muhtâcı benem

Evet, sizi göreyim bu yetmiş üç fırkanın naciye olan fırkasından olalım. Bunu da Allah bize nasip etmiş. Delilleri var, işaretler var. Niçin?

Hazret-i Sâmî'den giymişem tâcı

Bu taç bir padişahın tacı değil. Ya, zikir tacıdır. Her kim ki meşayihe inanmış ondan zikir tarifi almışsa, onun başına zikir tacı koyulmuştur.

Hazret-i Sâmî'den giymişem tâcı

"Ve'd-Duhâ" yüzüdür "ve'l-Leyli" saçı         

Olmak isteyenler fırka-i nâcî 

 Ziyâret eylesin pîrlerimizi

Demek ki zaten öyle Peygamber Efendimiz’den de sordular.

—Ya Resulallah, bu fırkayı naci hangisidir?

“Fırkayı naci kitaba ve sünnetime sarılanlar. Kitaptan ve sünnetimden kayanlar fırkayı naci değildir. Benim ve ashabımın iziyle gelenler fırkayı nacidir, benim ve ashabımın izinden ayrılanlar fırkayı naci değildir.”

Allah’a şükür biz inanıyoruz ki Resulallah’ın ve ashabının izinde gidenler bizim velîlerimiz. Biz de onların izindeyiz, peşindeyiz. Onların peşinden ayrılmayalım. Zaten kelamı kibarda da geçer:

Bırak bu mâsivâ ile hevâyı

Pîr-i Sâmî gibi bul reh-nümâyı         

Delîl eyle O zât-ı evliyâyı      

Bu berzah âlemin geçmek dilersen

Bekâ gülşanına göçmek dilersen

İşte bak, anlaşılıyor demek ki fırkayı naci kimmiş?

Fırkayı naci; bir hak tarikata, bir hak yola girip bu hak tarikatta kâmil mükemmil meşayihi bulup ona teslim olmaktır. Onun eteğine sarılmak, onun izini takip etmektir.

İşte şimdi bu zamana kadar bir evvel sohbetimizde dedik ki gönlümüze gelen bizde kabız hali var, basıt hali vardır. Basıt halinde güzel şeyler geliyor. Kabız halinde kötü şeyler geliyor. Ama bunları kitaba, sünnete tatbik edeceğiz. Eğer söylememiz icap ediyorsa, bu kitaba, sünnete uygun mu diye düşüneceğiz, uygunsa söyleyeceğiz.

Hadi bu kitabı, sünneti bilen kimlerdir? Âlimler.

Ümmilere cahil demeyelim; cahil isyan edendir, cahil günah işleyendir. Ümmi olan bir insana, eğer Allah’ın havfını korkusunu çekiyorsa bildiği kadar da amelleri işliyorsa, zaten Cenabı Hak bilmediklerini ben ona öğreteceğim,  buyuruyor. Cenabı Hak “Her kim ki bildikleri ile amel ederse, bilmediklerini biz azimüşşan ona öğretiriz.”[12] buyuruyor. Bir insan ümmiyse kitabı, sünneti bilmiyorsa bak! Ne buyuruyor?

Delîl eyle O zât-ı evliyâyı      

Buyuruyor. Burada ilmi olmayanlar için ancak onların kitabı, sünneti meşayihtir. Yanlış anlaşılmasın, hâşâ, yani o bilmiyorsa bilenin peşinde olsun. Meşayihinden ne gördüyse onu yaşasın. Ne işitti ise onu söylesin. Nasıl yiyor, nasıl içiyor, nasıl konuşuyor, nasıl yaşıyor, kendisini ona insibah etsin, benzetsin. Zaten bak!  Kelamı kibarda öyle:

Âteş-i aşkınla yandır Sâlih'i

Şarâb-ı lebinle kandır Sâlih'i 

Taklîd'den tahkîke döndür Sâlih'i

Affeyle hizmette noksânımız var

Buyuruyor. Demek ki bizim hizmette noksanımız denilince, yine yanlış anlaşılmasın. Çünkü bir mürit müptedidir, irade sahibidir. Ne kadar ameline dikkat etse (ki ihlâs ile amelini yapıp güzel işleyim dese bile) bir Evliyâullahın ameli ile beraber olamaz, mümkün değildir. Çünkü iradeyle yapılan amel ile küllî iradeye geçmiş olanın ameli mukayese edilecek olursa birisi taklit, birisi tahkik oluyor. Evliyâullahın ameli tahkiktir. Ama müridin ameli taklittir ama meşayihin ameline karşı taklittir. Yoksa hâşâ estağfurullah şimdi burada:

Taklîd'den tahkîke döndür Sâlih'i

Affeyle hizmette noksânımız var

Buyurmuş da bu taklidi biz nasıl anlayacağız. Taklit ikidir. Bir taklit var ki tarikatı hicvedenlerin, alay edenlerin taklididir. Allah korusun onların hakkında:

Kavm-i Nemrûdîler istemez bizi        

Buyuruyor. Demek ki tarikatı zem eden, tarikatı alaya alanlar ne oluyor? Kavmi Nemrut’tandır, bunlar Nemrut kavmindedir, diyor.

Evet, çünkü tarikat haktır. Tarikatı inkâr küfürdür.

Evet, meşayih, Evliyâullah haktır. Onu inkâr etmek küfürdür.

Ama biz inkâr eden alay edenlerden değiliz. Biz insibah edenlerdeniz. Biz de çalışacağız ki meşayihimizin, şeyh efendimizin ameli gibi amelimizi işleyelim.

Ama bunu çalışa çalışa, yapa yapa, her yaptıkça özelleşiyor. Her yaptıkça özelleşe özelleşe sende de olacak. Ne zaman sende fenafişşeyh olursan şeyhinde fani olursan,;şeyhinin sıfatları sende tecellî ederse  o zaman senin amelin de şeyhin ameli ile beraber olur. Yoksa (o zamana kadar) yüz bin tane müridin ameli, bir meşayihin ameli ile beraber olamaz. Buradaki anlayacağımız budur.

Taklîd'den tahkîke döndür Sâlih'i

Afv eyle hizmette noksânımız var

Evet, Allah’a şükür. Bak, şu zamanda evellallah pirlerimizin sayesinde, umutsuz olmayacağız. Zaten umutsuzluk küfürdür. Ama emin de olmayacağız, emin olmak da bizi felakete düşürür.

Onun için burada niçin umutsuz olmayacağız? Allah’a şükür, pirimiz var. Bak! Ne buyuruyor:

Âriflerin kıyâmeti dâimdir

Kulûbu hep mâsivâdan sâimdir        

Biz gaflette isek pîrim kâimdir          

Bırakmaz berzah-ı süflâya bizi          

Yetmez mi bize bu müjde?

Biz gaflette isek pîrim kâimdir          

Eğer hepimiz gafleti atabilsek o zaman hep velî oluruz. Hiç kimse kalmaz daha mürit kim olacak? Bütün tarikata girenler hep velî olurlar.

Onun için burada gaflet nedir biliyor musun?

Buradaki ayıklık, Allah’ı hiç unutmuyor. Eğer Allah’ı unutuyorsa onda gaflet vardır. Bir gaflet var ki Cenabı Hakk’a isyan ediyor. Öyle bir gaflet ki günah, sevap, helal, haram bilmiyor. O tamamen bir zifiri karanlık içerisinde, zulmet içerisinde, o hiç aydınlık görmüyor.

Ama bizdeki gaflet, mesela parçalı bulutlu havada güneş buluta girer, bizim gafil olma zamanımız. Buluttan çıkar veya ay buluta girer, buluttan çıkar, işte o ay buluttan çıktığı zaman bizim ayık olma zamanımız. O buluta girer bizim gafil olma zamanımız. Bunlar olur. Bizde öyle çalışalım ki tamamen o ay’ı, o güneşi kaybetmeyelim. Bulutun içerisinde tamamen kalmayalım, zulmette tamamen kalmayalım.

İşte bir gaflet daha var ki günah, sevap, helal, haram bilmeyenlerin. Zulmet içerisinde hiç bunlar aydınlık görmezler.

Ama bizim için bir gaflet de var ki günahı, sevabı, hayrı, şerri, helali tatbik ediyor. Şeriatı, tarikatı var.  Onda işte kabız, basıt hali var. O kabız halinde değişir, karanlığa giriyor. Basıt halinde aydınlığa çıkıyor. Bu aydınlıkta misal hani diyelim ki bulutlu bir gölgeye girdin üşüyorsun. Orada durduğun müddetçe üşürsün. Eğer o gölgeden çıkarsan üşümezsin. Bir güneşe çıktın yanıyorsun, o güneşe çıkmakla ısınıyorsun, ne kadar kalabilirsen o güneşte o kadar ısınabilirsin.

İşte bizde kabız hali, basıt hali bunlar nöbet değişiyor. Kabız hali geldiği zaman kabız halinden kurtulmamız için istiğfara devam edeceğiz. Rabıtaya yalvaracağız, rabıtaya sığınacağız.

—Aman şahım sen bilirsen, bu halimden bundan beni kurtar.

Çünkü kabız halinde envayi çeşitli, çok şeyler insanın kalbine gelir. Öyle bir sıkıcı, öyle bir bunaltıcı haldir. Ama basıt hali öyle bir ferahlık, öyle bir genişlik haldir. O hal değişimi işte muhabbetin gelip gitmesi.  Yani rabıta nurunun sende gelmesi ve rabıta nurunun kesilmesidir. Niye bu rabıta nuru geliyor, sende niye kesiliyor? Cihada mücadeleye tutulacaksın. Cihatla terakki ediliyor. Cihatla sen anasırı zıddiyetini değişiyorsun. Cihatla sen nefsini yeniyorsun. Nefsin sıfatlarından cihatla kurtuluyorsun. Cihatsız olmaz. Çünkü cihat farzdır, Allah’ın emridir.

Evet, bilhassa senin anasırı zıddiyetin var. Cihatla bu anasırı zıddiyet değişecek.

Anasırı zıddiyetimiz ne bizim? Vücudumuzda olan su, toprak, hava, ateş.

Bu dört madde var bizim vücudumuzda. Bu dört madde yaşatıyor bizim vücudumuzu. Dört madde ile gelmiş, dört madde ile yaşıyor. Bizler için bunların muhalif tarafı var, mutabık tarafı var. Bizler için çok zararlı tarafları var, çok da yararlı tarafları var.

Eğer insanlar anasırı zıddiyetini değişiyorsa, işte o insan kâmil insan oluyor, o insan çok güzel oluyor, o insan çok makbul, kıymetli oluyor. Ama anasırı zıddiyetini değişemiyorsa, o insan çok çirkin, çok bedbaht, çok affedersiniz işte hayvandan daha çirkindir, hayvandan daha da aşağıdır. Çünkü bu nedir? Misal değil hakikat. Kelamı kibarda bunlar konuşuluyor, bak, niçin divanda buyuruyor ki:

Kakıyıp döğerse artır hubbunu         

Sevdiği deriyi çok çiğner debbâğ      

Türlü türlü renklere boyar anı

Taşlara çalar ta olunca dibâğ          

Ama bu nedir? Meşayihin bir müride görmüş olduğu hizmet, ona vermiş olduğu emek, ona yapmış olduğu işlemdir. Bir dabakçının deriye yapmış olduğu işlem gibi işlem yapıyor.

Bir dabakçının deriye işlemi sade temiz hayvanların değil pis hayvanların derileri de var. Ayı, kurt, tilki bilmem ne çeşitli hayvanlar. Bunları da dibağât kabul ediyor. Bunlar da temiz oluyorlar.

Bunlar dibağ görmezden evvel, bunlarda bak, ne var? Sertlik var, çok sert. Bunlarda ne var? Çirkinlik var. Bunlarda ne var? Bunlarda bir de pis koku var.

Ne oluyor dibağ görünce? Sertliği gidiyor, çok yumuşuyor. Çirkinliği gidiyor, çok güzel oluyor. Ondan sonra o pis kokusu da gidiyor, güzel bir koku meydana geliyor.

İşte aynen bir müritte evliyallahın çarkından, ökçesinden geçmedikten sonra o pis deri gibidir. O sertlik gitmez, ondaki o çirkinlik gitmez. Ondaki o rayiha da gitmez.

Bak, mürşidi olmayanlarda, tarikatı olmayanlarda öyle pis bir rayiha varmış ki ancak bunu tarikat nispetini tadan, tarikatı alan, tarikatı bilen, tarikatı yaşayan bunun farkına yetermiş, bilirmiş.

Mübarek Şeyh Efendimiz Paşam Hazretleri buyurdu ki:

—İleride (önceden), cumhuriyetten evvel, bir evliyaullah, bir memlekette olduğu zaman, o memlekete girildiği zaman, daha onun makamına gitmeden, onun nispet kokusunu alırmışlar. Onda bir nispet kokusu var. Bir güzel  koku var, onu alırlarmış.

Ama şimdi Evliyaullah’ın yanına gidenler de o kokuyu alamıyor. Niçin? Çünkü şimdi zulmet var, karanlık var. Onun için zulmet perde oluyor, karanlık perde oluyor, onu alamıyor.

Abdurrahmanı Gazi Hazretleri Erzurum’da çok büyük bir meşayihtir, velîdir. Fakat onun güneyinde Bağra Bin Bağra isminde Hazreti Musa Kelîmullah zamanında bir âbid yaşamış. Öyle bir âbid ki çok amel işlemiş, ilmiyle, ameliyle o kadar çok yükselmiş terakki etmiş ki kendisi değil de talebeleri bile keramet gösteriyor. Fakat imansız gitmiş. Şimdi kabri bu Abdurrahman Gazi Hazretleri’nin kıble tarafındaymış. Onun zulmeti set olmuş, Peygamber Efendimiz’den feyiz Abdurrahman Gazi Hazretleri’ne gelmiyormuş. Onun için Abdurrahman Gazi Hazretleri’nin ziyaretçileri giderler, ondan feyz alamazlarmış. Tabii bunun herkes farkına yetmez. Yine tasavvuf ehli bunun farkına yeter. Zaten bu kokuyu da alan tasavvuf ehlidir. Bu hissiyat da tasavvuf ehlinde vardır.

Bakın tasavvuf ehli, tarikat ehli bir cemaatin içerisine girdiği zaman, o cemaatin içerisinde ehli tarik kimdir, hisseder, bilir. Olmayanı da bilmez.

Onun için burada işte öyle yapalım ki bizde bir nispeti âliye var. O nispeti âliyeyi biz kaybetmeyelim. O nispeti âliye büyüyecek. Ama ne zaman ki bizden kabız hali tamamen yok olur, basıt hali kalırsa o nispeti âliye de büyür, büyür, büyür, bizi ihâta eder. Bizim daha malımız, mülkümüz olur. Bizden gitmez ama o zamana kadar bizim bir cihadımız var, yapacağız. Kabız halinde sa’y edeceğiz ki onu atalım, basıt halinde sa’y edeceyiz ki onu tutalım.

İşte onun için kabız hali, basıt hali var. Müritte olur. Kabız hali sıkıntılı, bunaltılı bir hal. Basıt hali de çok rahat, ferah, neşeli, muhabbetli bir hal. Bunların ikisi nöbetleşir.

Bunların gelmesinde, gitmesinde müridin hiç bir rolü yoktur.

Ama yalnız bunları atmasında, tutmasında rolü vardır.

Mesela şöyle misal veriyorlar. Sen çok sevmiş olduğun bir kimseyle, karşılaştığın zaman, onu seviyorsun, onu tutmak istiyorsun, o da gitmek istiyor. Onu çok sevdiğin için onunla meşgul oluyorsun.

— Şu da şöyle midir? Bu da böyle midir? Hele otur canım, sana bir kahve içireyim. Hele sana bir meyve vereyim. Hele sana bir şunu ikram edeyim. Ne yapıyorsun?

Hemen gitmek istiyorken, onu bak, ne yapıyorsun, onunla meşgul olmakla onu biraz sen tutuyorsun.

Bir de sevmediğin bir kimse var, gelmiş. Onu da atmak istiyorsun. Onu kendi halinde bırakırsan gitmeyecek, o duracak. Ama onu atmak istersen dolaylı sebeplerle onu atmak istersen, tez gider, fazla durmaz, gider.

İşte burada demek ki kabız halinin, basit halinin gelmesi elde değil, bunlar gelir. Fakat her geldikçe kabız halini atacağız. Her geldikçe basıt halini tutacağız. Bunların biri küçülüyor, biri büyüyor.

Kabız hali küçüldükçe, basıt hali büyüyor. İşte ne zaman ki kabız hali bizden tamamen kesildiyse o zaman basıt hali ile artık daha sen bulut, karanlık görmüyorsun, daima aydınlıktasın.

Peki, şimdi bu teveccühümüzde çok büyük ihsanlar olurmuş. Dedik ki teveccüh de büyük amel, hakikaten büyük amel. Büyüklerimizin büyük amelidir. Sünnettir, Peygamber Efendimiz de işlemiştir, ashabına teveccüh yapmıştır. Eşrefoğlu’nun Müzekkini Nufüs isimli kitabında bu yazar. Peygamber Efendimiz ashabına teveccüh yapmış. Bir teveccühte mübarek başını sallamış, cezbe almış. Başından sarığının emamesi düşmüş. Oradaki ashab emameyi kapışmışlar. Böyle herkes paylaşmış, herkese tırnağım üzeri kadar parça düşmüş. Onu ömürleri boyunca teberrüken saklamışlar, bunu böyle yazar.

Teveccüh demek yönelmektir. Allah’a yönelmek değil mi? Biz de öyleyse Allah’a yöneleceksek Peygamber Efendimiz hadisi kutside ne buyuruyor? “Kulum bana bir karış gelirse, ben ona bir adım giderim. Kulum bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak giderim”[13]. Hâşâ, Cenabı Hak gelmekten gitmekten münezzehtir.

Ama bu nedir? Yani bizim ona yönelmemiz, bizim ona bir karış gitmemiz, bu da Allah’ın fazlı, keremidir. Allah’ın bir ihsandır. O nimetin kıymeti bilinirse, şükrü eda edilmiş olur. Allah’a şükür nimeti artırıyor. Bizim için şükür nimeti artırıyor. Cenabı Hak, “Kulum için sayısız nimet halk ettim ama kulu da zâtım için halk ettim.”[14] buyuruyor.

Bu da ayrı bir şey ki bizim için maddi, manevi, zâhirde, bâtında, görünen, görünmeyen, bilinen, bilinmeyen çok nimetler var. Fakat bu nimetlerin hepsinden faydalanıp yararlanıp da bir büyük nimeti elde etmek gerekir. O büyük nimet de Cenabı Hakkın “Kulumu ben zâtım için halk ettim.” buyurmasıdır. Bu da şudur: Kelamı kibarda,

Dünyaya geldim gitmeye

İlim ile hilme yetmeye

Aşk ile can seyretmeye

Demek ki burada “aşk ile can seyretmek” ile “Ben kulu zâtım için halk ettim.” zuhur ediyor. Allah’ın zâtını kazanan insanlar, büyük nimeti bilmiş oluyorlar, bulmuş oluyorlar.

O da nedir? Ru’yetullah. Allah’ın cemalini görmek haktır. Razı olduğu kullara cemalini gösterecek. Ru’yetullah haktır. Ru’yetullah’ı inkâr eden bir Mutezile mezhebi vardı ki, o da batıl oldu.

Evet, şimdi burada şükür nimetimizi artırır. Allah nimet olarak ne vermiş bize? Yiyecek vermiş onun şükrünü eda etmek lazım. Onun kıymetini bilmek lazım. Giyecek vermiş onun şükrünü eda etmek lazım. Kıymetini bileceğiz ki eda etmiş olalım.

En fazla bizim için şükür nedir? Allah bizi Müslüman halk etmiş. Eğer bu Müslüman olduğumuzun şükrünü eda edersek, bütün nimetlerin şükürleri haliyle kendi kendine olur, yerini bulur.

Eğer biz Müslüman olduğumuzun şükrünü eda etmezsek, hiçbir nimetin şükrünü eda etmiş olamayız. Hiçbir nimetin hakkını vermiş olamayız. Bütün bu nimetler aslında bizim için hem şikâyetçidir, hem de şefaatçidir.

Bu yediğimiz nimetler, giymiş olduğumuz elbiseler, kullanmış olduğumuz eşyalar, hepsi bizim için nimettir. Ama bunlar bizim için hem şikâyetçidir, hem şefaatçidir. Biz Allah’a karşı olan kulluğumuzu yaparsak onlar bize hep şefaatçi olacaklardır. Biz Allah’a karşı olan kulluğumuzu yapmazsak onlar bizden şikâyetçi olacaklar.

Allah’a şükür, işte demek ki şükür nimetimizi artırır. Maddi nimetleri de helalinden kazanalım. Allah’ın verdiğini bilelim, ona da şükredelim. Müslüman olmamıza da şükredelim. Amelimize imanımıza da şükredelim. Bunların hepsine şükür lazım. Şükür nimeti artırır.

Müslüman olduğumuz için şükredersek, Allah imanımızı kuvvetleştirir.

Amelimiz için şükredersek, Allah bize amele daha çok azim gayret verir, amelimiz daha çok sağlam olur.

İman kuvvetli olunca amel de sağlam olur. İmanın sağlamlığı amel ile. Öyle değil mi? İmanın kuvveti amelledir. Amelin sağlamlığı da imanladır. Değil mi?

Evet,  o zaman bir de bu zamanda Allah bize tarikatı nasip etmiş. Tarikatlı olmamıza şükür etmemiz lazım ki bu tarikatın nimetleri de bizim için çoğalsın, büyüsün.

Tarikatın nimetinin sonu, nihayeti yoktur. Ne kadar şükredebilirsek Allah o kadar artırır.

Demek ki maddi, manevi her nimetimizi artıran şükürdür.

Fikir de; bizi tariki müstakimden (Allah’a giden bir yol var) bizi ayırmayan ne olur? Fikir. 

Eğer her sözümüzü, her işimizi düşünerekten ve inancımıza göre, kitaba, sünnete tatbik edersek aldanmayız. Yanlış bir söz söylemeyiz. Yanlış bir iş işlemeyiz. Yolumuzdan da kaymayız, sapmayız. Evet, insanları bu hak yolundan ayıran ne oluyor? Kendi isyanı, kendi kusuru. İnsanları hak yolundan kendi sözleri, kendi işleri ayırıyor.

Eğer bir insan sözünü, özünü ve işini bütün şeriata, tarikata tatbik ederse ve bunlar kitaba, sünnete uygun olursa niye kaysın.

Zaten tariki müstakim, Allah’a giden yol, kitap sünnet yoludur. Peygamber Efendimiz öyle buyurmamış mı? “Ben ümmetime iki şey bıraktım. Kitap ile sünnetimi bıraktım.”[15] “Her kim ki kitap ile sünnetime sarılırsa onlar kurtulurlar; her kim ki kitaptan ve sünnetimden ayrılırsa onlar helak olurlar.”[16]

Peygamber Efendimiz bir gün ashabının huzurunda iki daire çizmiş. İki daireyi bir hatla bağlamış. O iki daireyi bağlanmış olduğu hatta ufak ufak sağa ve sola çizgiler çizmiş. Buyurmuş ki: “Bu dairenin biri bizim nübüvvetimiz. Bu dairenin biri de Allahın azametidir. Bizim dairemize gelip gireceksiniz ki bu yolu bulasınız”. Bu daireye girmedikten sonra dışarıdan daha o yola girilmiyor. Çıkışlar var, girişler yok. Yani Peygamber Efendimiz’in çizmiş olduğu daireyi tatbiki gösteriyor. İkinci bir daireyi bir hatla bağlıyor. Fakat bir daireden, diğer daireye hat gidiyor. O hatta dışarıdan başka bir giriş yok. Ama o hattan dışarıya çıkışları var. Mesela bir caddeyi düşündüğümüz zaman bir caddede giriş yoktur. Ama kör yollar çıkışlar var. Girişi yok ama çıkışları var, oluyor. Böyle ancak girişler, üst geçitler, köprüler oluyor. Her yerde olmuyor ama çıkışları oluyor.

Demek ki burada o hattan çıkışlar var, girişler yok. Giriş nerdeymiş? O daireye gireceksin ki o hattı bulacaksın. O hattan çıkmayacaksın, o hat ile gideceksin. İşte o daireyi çevirmiş buyurmuş ki: “Bu daire bizim nübüvvetimiz. Bu daire de Allah’ın azametidir. Bu hat, bize geleceksiniz, bizim dairemize gireceksiniz ki bu hattı bulasınız.” demiş. Ama bu hat ile gidecek olursanız, bakın bu sağa sola ayrılan çizgiler var, sakın bunlara kaymayın. Bunlara kayarsanız bunların hepsinde bir şeytan var, siz helak olursunuz. Ama bunlara kaymazsanız, bu yol, bu hat sizi Allah’a götürür.

İşte bu da ne? Kitap, sünnet.

Demek ki kitaptan, sünnetten kaymamamız için fikir lazım. Her sözümüzü düşünerekten konuşacağız. Her işimizi düşünerekten yapacağız. Eğer düşünürsek acaba bu söylediğimiz söz bizim için hayır mıdır, şer midir? Bize zarar mı getirir; kâr mı getirir? Bu sünnete uygun mudur, değil midir? Ona göre biliriz, ona göre işleriz. Yapacağımız işte böyle. Demek ki fikir de bizi ne yapar? Tariki müstakimden kaydırmaz.

Bir de bizim için zikir var. Allah’a yaklaştıran, Allah’a ulaştıran zikirdir. Eğer bir insan Cenabı Hakk’ı günde ne kadar zikrediyorsa, Allah’a o kadar yakındır. Ne kadar Allah’ı unutuyorsa, Allah’tan o kadar uzaktır. Çünkü bunlar öyle, Cenabı Hak buyuruyor ki: “nahnü akrabü, kulum ben sana şah damarından yakınım.”[17]. Şah damarı ise insanların kalbinde olan merkezi bir damardır. 366 damar ona bağlıdır. Cenabı Hak oradan yakınım diyor. Ama Peygamber Efendimiz’in de bir hadisi var, diyor ki: “Ey kul, senin Allah’tan yetmiş bin perde uzaklığın var. Her perdenin kalınlığı da yerle gök arası kadar.”[18]. Bu ne kadar uzaklık? Bu ne kadar yakınlık? Bu yakınlık ne? Bu uzaklık ne?

Biri Cenabı Hakk’ın fermanı, biri de Resululllah Efendimiz’in emri. Öyleyse bunları biz nasıl anlayacağız? Bu yakınlık nedir; bu uzaklık nedir? Bu yakınlık, Allah’ı unutmamaktır. Bu uzaklık da, Allah’tan gafil olmak, Allah’ı unutmaktır.

Bütün bu insanın günleri geçiyor, yirmi dört saat geçiyor da televizyonda, zevk yerlerinde, barlarda, neyse kulüplerde, zevkinde, sefasında hep menhiyat işlemekte oluyor. Yirmi dört saat geçiyor, bir defa Allah onun aklına gelmiyor. Öyleyse Allah’tan çok uzak olan işte o insan oluyor. 

Biz de o kadar uzak değiliz. Fakat “nahnü akrabü” fermanında buyurduğu,  biz o kadar da yakın değiliz. Biz demek ki o uzaklıkla, o yakınlığın ortasındayız. Öyle edelim ki o ortada olduğumuza göre, yakınlığa doğru gidelim, uzaklığa doğru gitmeyelim. Bu da işte neyle? Zikirle. Bu da neyle? Amelle.

Amel, zikir denilince, namaz da bir zikirdir. Kur’an okumak da bir zikirdir, ibadettir. Allah’ı nasıl anarsan an, Allah’a nasıl ibadet edersen et, hepsi zikirdir.

Ama bu zikirlerin en efdali hangisidir? En efdali kalbi Allah ile meşgul etmektir. Allah’ı kalpten hiç unutmamaktır. Bu nimete malik olmuş bir insan, kalbi Allah’ı hiç unutmuyor, zikrin en hülâsasını elde etmiştir.

Ama amel olarak yine beş vakit namazı vardır, onu kılacak. Aslında böyle bir kimseye, böyle bir ayıklığı elde eden bir kimseye namaz da bir meşgaledir. Ama yine emir olduğu için işleyecek. Bak, cisim ile şeriatta olunacak. Bir insan ne kadar tarikatta terakki ederse etsin, ne kadar onda haller makamlar tecellî ederse etsin, şeriattan ayrılmayacak. Tarikatı tadan bir insan, tarikatta makam mevki sahibi, yani tarikatta onda tecellî eden haller ile şeriatı ona hafif getiriyor, zâhir emri hafif geliyor. Hafif geldiği için bak, müritte öyle bir hal tecellî edermiş ki huzur sahibinde (O huzur sahibi kim? İşte zikrin hülasası olan kalbinden Allah’ı hiç unutmuyor. Daima kalbini Allah ile meşgul ediyor) olan bir kimseye namaz meşgale olurmuş. Namaz kılmak ona çok zahmet olurmuş. Ama ne kadar zahmet olursa olsun onu işleyecek. Bunu yapacak. Niçin? 

Cismi ile şeriatta; aklı ruhu ile tarikatta, hakikatte; sırrı ile ilâvuslatta, olacakmış, talip buymuş.

Evet, işte günden güne bizde olan bu gafleti azaltmaya bakalım. Bunda sa’y var, sa’y yok değil. “Et tevfiki meassay.”, “Leyse lil insani illa mâ seâ”[19] emri fermanı var. Sa’y eden Allah’ın fazlı tevfikine ulaşır. Allah’ın fazlı tevfiki sa’y edenle beraberdir. İhmallik, tembellik bizim için iyi değildir. İhmallik, tembellik bizim için felakettir, battallıktır, büyük zarardır.

Bak! Cenabı Hak “İnsanlar zarardadır.”[20] buyuruyor. Hangi insanlar bunlar? Biz anlamayalım ki sade tembellik ediyor. Hani bir iş sahibi değil çalışmıyor, yatıyor. Evet bunlar maddi zarardadır. Maddi zarar ne olacak ki zaten maddi zarar, zarar sayılmıyor. Zarar, manevi zarardır. Bu manevi zarardaki kimdir? Amel işlemeyenler. Yani bu amel tembelliğidir. Bizim için battallık, tembellik amel tembelliğidir. Bizim için zarar amelsizliktir, amel işlememektir.

Ama Peygamber Efendimiz bir de buyuruyor ki: “İnsanlar uykudadır, ölünce dirilirler.”[21]. Yani insanlar zarardadırlar, o zararı göremezler. İnsan zaten maddi zarardan kaçıyor. Maddi zarara geçmek istemiyor. Ama manevi zararı bilerek işliyor. Bilerek işlediği için insanlar zarardadır. Bu manevi zarardır. Bu amelsizliktir, efendiler ! Ama bunları insanlar göremez. “İnsanlar uykudadır, ölünce dirilirler.”. Bir insan öldüğünde, manevi zararını, kârını o zaman görecektir. Bütün günahları da çıkar karşısına; bütün sevapları da çıkar karşısına. Ameli de çıkar karşısına.

Amel ikidir: ameli kabih, ameli sâlih. Ameli sâlih, o güzel amelidir, onun arkadaşıdır. Cennette onu rahat ettirir. Kabirde onu çok rahat ettirir. Onu bütün kıyametin dehşetlerinden, vahşetlerinden de kurtarır. Çünkü güzel ameldir. Onun ameli, onu cennete de götürendir.

Ama bir insanın ameli, kabih ise kötü amelleri varsa, o da kötü arkadaşıdır. Nasıl ki kötü insandan insana zarar gelir,  hayır gelir mi?  Kötü insandan insana zarar gelir, zararlı insandan insana zarar gelir. Ama iyi insandan insanlara iyilik gelir. Kötü amelden de bize iyilik gelmez, efendim, kötülük gelir. Ama bu amel bizim kötü olsun, iyi olsun kabirde de arkadaşımız, ahirette de arkadaşımız, cennette de cehennemde de arkadaşımız olacak. Bu zâhir emire göre böyledir.

Ama Allah’a şükür bizim için bir de şu vardır: Allah’a şükür bak, pirimiz var. Pirimizin eteğine yapıştıysak, o eteği bırakmayalım, onun izinden ayrılmayalım. İşte:

Delîl eyle O zât-ı evliyâyı      

Bu berzah âlemin geçmek dilersen

Bekâ gülşanına göçmek dilersen      

Berzah âlemi bu dünyadır. Bu dünyayı seven berzahtadır. Yani berzah demek gaflette demektir. Bütün yediğinden, içtiğinden, kazandığından, harcadığından, haberi yok. Yani günah, sevap, helal, haram bilmiyor. İbadet, amel hiç yok, isyan çok. İşte berzahta kalmak böyledir. Anlaşıldı mı efendiler? Onun için çok zifiri karanlıkta olan bir insan, kâr sahibi olabilir mi? Zifiri karanlıkta olan insan kendisini düşmanından koruyabilir mi?

Ama aydınlık olursa tabii kâr sahibi de olur. Düşmanlardan kendini de korur. Karanlıkta nedir? Karanlıkta öyle bir zifiri karanlıkta ki düşman sahibi, silahı da yoktur. Düşman sahibi deyince sade insanlardan değil haşarattan da zarar geliyor. Haşarattan da koruyacak silahı da yoktur, kendisi zifiri karanlıktadır. İşte gaflette olmak budur. Ama aydınlıkta olanın elinde silahı var. Her türlü düşmandan kendisini korumaya yetkisi var, ne olur ona?

Evet, tabii teveccühü bilenler vardır, bilmeyenler vardır, yeni katılanlar vardır. Teveccühü de bir defa tarif edelim. Teveccühün de tabii bir efdal saati vardır, ama icap ediyor ki bu her zaman olmuyor. Çok uzaklardan gelmişler, sohbet daha yararlı. Zaten teveccühten maksat sohbettir. Hatmeden maksat sohbettir. Hatmemiz de büyüktür. Hatme teveccühün bir küçüğüdür. Bu teveccüh de hatmenin bir büyüğüdür. Yani ne oluyor? Tabii hatmede bu kadar cemaat olmuyor. Cemaatin büyüklüğünden, çokluğundan, azlığından bir kelamı kibar vardır ki:

 Ehl-i aşkın katresi ol sohbet-i Mevlâ ile

Ehli aşk kim? Ehli aşk işte buraya gelen cemaattir. Hepsi ehli aşk. Ehli aşk demek; Allah’ı sevenler. Bunları buraya Allah sevgisi toplamış, değil mi? Herhangi bir akraba ziyareti için gelmemişler veya herhangi bir maddi iş için, menfaat için buraya gelmemişler. Keyfe, sefaya, gezmeye buraya gelmemişler. Ne için gelmişler? Allah için gelmişler, bir amel işlemek için gelmişler. Bu da Allah’ın emridir. “Allah için birbirinizi sevin.”[22]. Bu cemaat Allah için birbirini sevmiş.

Bak! Şimdi burada ta nereden? İstanbul’dan, Ankara’dan gelen var. İşte daha nerelerden, çok uzak yerlerden buraya gelmişler. Trabzon’dan var, hemen hemen Türkiye’nin her vilayetinden burada adam var. Burada gelmeyin diye şiddetle üzerinde duruyoruz, frenliyoruz, böyle olduğu halde yine geliyorlar. Ama tabii ki geliyorlar, nasıl geliyorlar, diyor ki: “Akrabam var, onu ziyarete geldim.” Öbürü de diyor ki “Benim bir görevim vardı, göreve geldim buraya.” Öbürü de diyor ki: “İşte hastam vardı, hastamı getirdim buraya.” diyor. Her birisi bir şey söylüyor, biz de daha bir şey diyemiyoruz, ne diyeceğiz ama?

Gerçi hoş, biz bunu kıskanmıyoruz da fakat çok izdiham olunca, her şeyin bir ölçüsü var, sınırı var, sınırı taşınca o da ifrat oluyor. Her şeyin ifratında afat oluyor. Sonra “Şöhret kazanmayın, şöhrette afat vardır.” Deniliyor. Bu şöhret de oluyor. Onun için bundan korkaraktan, sakınaraktan diyoruz ve bir de izdiham oluyor. Mesela şimdi buranın bir alanı var. Cemaat geldi doldurdu, bundan biraz fazla daha gelse almayacak burası. Yer müsait olsa neyse, Ankara’da biz teveccüh yaptık, 1500 kişiymiş. Yer müsaitti de aldı ve hiç kimseye de mani olmadık her taraftan da geldiler.

Onun için burada, evet teveccühü gören var, görmeyen var; bilen var bilmeyen var. Her memlekette hatme var. Hatme ile teveccühün arasında hiçbir şey yoktur. İşte ne var? Teveccühün cemaati daha büyük oluyor. Cemaat çok olunca:

Ehl-i aşkın katresi ol sohbet-i Mevlâ ile        

Katreler deryâ olur cem'iyyet-i kübrâ ile      

Burada katre demek; ihvanlardaki olan muhabbetler. Bunlar, katre seli meydana getirir, katre gölü meydana getirir. Yani bu muhabbet var ya manevi bir cereyan gibidir. Hep birbirine bağlı, hep birbirine akseder, olandan olmayana geçer ve bütün bu muhabbet toplandığı zaman büyür, büyük bir şey meydana getirir. 

Ehl-i aşkın katresi ol sohbet-i Mevlâ ile        

Allah’ı sevenler bir araya gelirlerse, onlar ehli âşıktır, diyor. Onlardan herhangi birisinden zuhur eden söz bir katredir. Ama o katre nereden gelir? Allah’ın rahmet deryasından gelen bir katredir. O cemiyetin istidadı, o cemiyetin muhabbeti ihlâsı, arzusu, bu sefer onu derya eder. O katre derya olur. Ne ile? Cemiyeti kübra ile. Büyük cemiyetlerde. Büyük cemiyetler bir derya meydana getirir.

O katre nedir? Bu büyük cemiyet bu kübra nedir? Bu kübra, bu büyük cemaat işte. Bu katre ne? Bu katre de bu acizden zuhur eden, ama bunu ben söylemiyorum, bizim ilmimiz yok, tahsilimiz yok, ama “Söyleyene bakma, söyletene bak!” demişler.

Ey birâder sözlerime tut kulağ

Sanma anı söyleyen dil yâ dudağ

Onun için burada demek ki sizin muhabbetiniz sizde katre olan muhabbetler var ya onlar meydana getiriyor, onlar konuşturuyor. Konuşan kim? Biz değiliz bizi konuşturan var. Evet, amenna ve saddakna, yoksa ilmimiz yoktur, ifade ettik tahsilimiz yoktur. Biz iki kelamı bir arada konuşamayız, itimat edin böyle.

Evet, onun için burada bizim teveccühümüz büyük ameldir. Bu teveccühü de görmeyenler, bilmeyenler vardır. İşte hatme de teveccühün bir küçüğüdür. Niçin?  Teveccühte ne olursa hatmede de o olur. Yalnız hatmede esmalar var, teveccühte bu esmalar yoktur. Yoksa silsile aynı okunur. Cemaat aynı toplanıyor. Rabıta aynı yapılıyor. Aynı bunlar ancak işte bunun büyüklüğü, teveccühte daha çok büyüktür. Bir de teveccühü herkes yapamıyor. Hatmeyi her muhitte, her memlekette okuyanlar var. Ama teveccühü her yerde, herkes teveccühü yapamıyor. O da ayrı bir emirdir, emirsiz olmaz bu. Teveccüh emirsiz olmaz.


[1] Fecr  89: 28

[2] Buhari Edep 69

[3] Camiül-ûlüm vel Hikem C.1 S.342

[4] Hikmet Goncaları Trc. (500 Hadis Şerif) 397

[5] Hadid 57:3

[6] Ahzab 33:4,  Beled 90:8, Araf  7:203

[7] Kasas 28:88

[8] Tin 95:4-5

[9] Araf 7:172

[10] Mümin 40:16

[11] Ebu Davut: Sünne 1-4596, Tirmizi: İman 18-2640

[12] Camiül-ûlüm vel Hikem C.1 S.342

[13] Buhari, Tevhid 50; Müslim, Zikr 2, Tırmizi, Da’avat, 142

[14] Fususül Hikem  Trc. S.238

[15] Muvatta Kader 3, Suyuti Camius Sağir, hadis no: 3282

[16] Müsned, 2, 158

[17] Kâf 50:16

[18] Ramiz’ul Ehadis, Hadis no: 4156

[19] Necm 53:39

[20] Asr 103:2

[21] İhya-yı Ulumiddin C.8  S.260

[22] Ahmet bin Hanbelin Musnedinde