“Teveccüh İhvanın Kalbinin Fırçasıdır”

1990, Çankırı

 

Bu amelin feyzinden, bereketinden Cenabı Hak sizi ihya-âbâd etsin. Allah’a şükür çok şükür, bin şükür, nihayetsiz şükürler olsun bugünümüze, bu sıhhatimize, bu nimetimize. Allah, Cenabı Hak bugünlerimizi aratmasın. Bu amelimizi sık sık yapmayı nasip etsin. Amelimiz büyük amel, efendi kardeşler bizim amelimiz büyük ameldir. Bak!

Teveccüh olunca her bir ihvana

Mürde kalplerimiz geliyor cana

Diyor ki ihvanlara: teveccüh olunca ölü kalpler dirilir.

Ölü kalp hangisi?

Allah’tan gafil olan, Allah’ı zikretmeyen kalp ölü.

Ama diri kalp hangisi?

Allah’ı unutmayan, Allah’ı zikreden kalp diri.

İşte bu teveccühte kalplere zikir tohumu ekilirmiş. Fakat zikir tohumunun ekilmesi lazım. Tabii ki,

Kabiliyet bizde olmazsa meşayih neylesin

İster ise mürşidi olsun Muhammed Hazreti

Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala ali seyyidina Muhammed.

Kabiliyetse kap manasına, kap anlamına geliyor.

Kap ise kalbimiz. Ona, kalbimize konulan bir nimeti muhafaza edeceğiz.

Bu nimet ne? Bu kalbimize konulan nimet ne?

Muhabbet; Allah sevgisi, Resulullah sevgisi, Meşayih sevgisi. Bu bizim iyiliğimizden, bildiğimizden değil.

“Sevilen sevdirmedikten sonra, seven sevemez.”

Nasıl ki Cenabı Hak “Ben hidayet etmediğime sen şefaat edemezsin.”[1] buyuruyor. Bize de Cenabı Hak hidayet etmiş; fakat bu hidayeti muhafaza etmek lazım.

Evvela Cenabı Hak bizi inananlardan halk etmiş.

Ondan sonra sevgili habibine ümmet etmiş.

Varisi enbiya olan velîleri bize tanıtmış.

Fakat onların şerefini muhafaza edeceğiz, onların izinden gideceğiz. Onun için bak!

Bırak bu masiva ile hevayı

Pîri Sami gibi bul rehnümayı

Pîri Sami’den mana meşayihimizdir. Mademki, tarikat hak, meşayih de haktır. Meşayihlerin hepsi burada zikrediliyor.

            Bırak bu masiva ile hevayı

            Pîri Sami gibi bul rehnümayı

Delil eyle o zât-ı evliyayı

Bu berzah âlemin geçmek dilersen

Beka gülşanına göçmek dilersen

Diyor ki, bu dünya arzularını bırak, bunlar boş, bunlar havadır. Hava tutulur mu, hava insanın karnını doyurur mu? Boşuna gidecek, boş olacak, boştur; masiva, dünyadır.

Dünya arzularını bırak, dünya boşunadır.

Pîri Sami gibi…

Yani seni kurtaracak, seni nimetine ulaştıracak bir delil bul, birisini bul. Onu bulduktan sonra da onu delil eyle, onun peşinden git, ondan ayrılma. Niçin?

Bu berzah âleminden seni kurtaracak.

“Beka gülşanı”ndan mana, ahireti kazanacaksın.

Dünyadan kurtulacaksın. Dünya berzahtır, dünya insanlar için karanlıktır. Peygamber Efendimiz öyle buyurmuyor mu? “Dünya mü’minin zindanıdır.”[2]

Sen bir karanlıktasın. Öyle bir karanlıktasın ki zifiri karanlığa girmişsin. Bu zifiri karanlıkta artık bunalmışsın, çıkmak istiyorsun. Ama nereden çıkacağını, nasıl çıkacağını bilmiyorsun. Sana birisi o zaman gelse dese ki:

—Oğlum sen burada çok mu daraldın, bunaldın? Aydınlığa mı çıkmak istiyorsun?

—Evet.

—Tut şu elimden de gel seni çıkarayım.

Derse, tutmaz mısın onun elinden? Muhakkak tutacaksın.

Evet, onun için işte amelimiz büyük ameldir. Teveccühte kalplere zikir tohumu ekilir.

En azından teveccüh ihvanın kalbinin fırçasıdır. Tozlanmış bir eşyanın ancak fırça tozunu alır. En azından yine teveccüh ihvanın kalbinin kalayıdır. Bakır olan bir kap kararmışsa ona kalay gerekir. Kalaylanmazsa ne yapar? İçine koyulan hepsini bozar, yani acı eder, mülevves eder.

Onun için Allah’a şükür bizim bu amelimiz böyle bir amel.

Sonra teveccühte, insanlar manevi bir hastanede, manevi bir tedavi görüyor. Manevi tedavi denilince bizim ruhumuzun bir tedavisi var, kalbimizin bir tedavisi var.

Peygamber Efendimiz’e, Cenabı Hak “Elem neşrah leke”[3] suresinde buyurur ki: “Habibim biz senin sadrını yardık, kalbini temizledik, göğsünü yardık, kalbini temizledik.” buyuruyor.

Onun için ki Cenabı Hak on sekiz bin âlemin efendisini, on sekiz bin âleme rahmet edici olarak göndermiş. “Levlake levlak lema halaktul eflak.”[4] buyuruyor şanına. Yani bunun anlamı: Ey Habibim seni halk etmeseydim bu varlıkları halk etmeyecektim.

Öyleyken, “Elem neşrah leke” suresi inzal oluyor, geliyor. Cenabı Hak ayeti kerimede buyuruyor ki: “Habibim biz senin sadrını yardık, kalbini temizledik.”

Öyleyse bizim de sadrımızın yarılması gerekir, kalbimizin temizlenmesi gerekir.

Kim yapar bunu? Meşayih yapar.

Bu tabii zâhirde görünen bir şey değil. Ama inanmak lazım. Muhakkak ki işte bu gibi amellerde; teveccühte, hatmede bizim de ruhumuza bir muamele oluyor, ruhumuz muamele görüyor.

Onun için yalnız, bu amel ne ister?

Bu amel işte kalbi selim ister.

Kalbi selim ne demek?

Her şeyi kalbinizden atacaksınız. Her ne türlü sıkıntınız, borcunuz, derdiniz, hastalığınız var; efendim bir alacağınız, vereceğiniz ne varsa, bunların hepsini gönlünüzden çıkarmanız lazım. Bu amel bunu istiyor. Bu olmazsa eğer bir şey istifade edemezsiniz. Onun için bak!

Yar daim sana nazar eyler

Seni gafil görse güzâr eyler

Yârdan mana Allah’tır, yârdan mana Resulullah’tır, yârdan mana meşayihimizdir. Amenna şüphe yok ki Hazreti Resulullah Efendimiz mesela, bu amel onunsa, o da buraya teşrif eder, gelir.

Sonra buraya pîrlerimiz, sadatlarımız bu amele teşrif edip gelecekler. Niçin? Bu amelde Cenabı Hakk’ın esma nuru tecellî edecek, sıfat nuru tecellî edecek, zât nuru tecellî edecek.

Esma nurundan mana, Evliyâullah’ın velâyeti;

Sıfat nurundan mana, Peygamber Efendimiz’in nübüvveti;

Zât nurundan mana, Cenabı Hakk’ın zâtının nuru.

Bu üç nur da burada tecellî edecek. Ama yine Allah’ın nurları bunlar tabii. Evliyâullah’ta tecellî eden nur da Allah’ın nuru, Peygamber Efendimiz’in nuru da Allah’ın nuru. Cenabı Hakk’ın zâtının nuru da vardır.

Yani burada farklar nedir?

Esma nuru, Evliyâullah’ın nuru, nübüvvetin içerisinde.

Resullullah Efendimiz’in nübüvvet nuru da zâtın nurunun içerisinde.

Onun için bu üç nur da burada tecellî eder. Fakat bunları kim cezbeder, bu üç nuru? Ayık olanlar.

Ayık kim?

Kalbini tamamen boşaltmış, her şeyi kalbinden çıkartmış, Allah ile meşgul ediyor kalbini veya Resulullah ile meşgul ediyor. Fark etmez, Allah ile meşgul etmek, Resullullah ile meşgul etmek, meşayih ile meşgul etmek. Çünkü bunların üçünün birbirinden ayrısı yok ki.

Aynı da değil, gayrı da değil ol buna agâh

Değil mi?

Zât sıfatın aynı mıdır? Değil.

Gayrı mıdır? Değil.

Zât’tan mana Cenabı Hakk’ın azametidir, şanıdır, zâtıdır. Fakat sıfattan mana Peygamber Efendimiz’dir. Peygamber Efendimiz hâşâ Allah mı? Zâhir cismiyle Allah değil tabii görünürde. Ama Allah’tan gayrı mı? Gayrı da değil.

Niçin buyurdu ki: “Kâbe kavseyni ev edna”[5] “Habibim sen bana o kadar yaklaştın ki iki kaşın birbirine yaklaştığı kadar yaklaştın.”, buyuruyor.

Evliyâullah da bu nimete mahzardır, o da Allah’a o kadar yaklaşmıştır. Çünkü Evliyâullah’ın “Kâbe kavseyn”dir kaşı, öyle buyurmuş. Evliyâullah’ın kaşları “Kâbe kavseyn”dir. Sâlih Baba öyle buyurmuyor mu?

Arş-ı muazzam başıdır, hem “Kâbe kavseyn” kaşıdır

Ol akl-ı evvel cûşudur “kün” emrinin fermanıdır    

Bu kelamı kibar, bunu ben söylemiyorum o söylüyor. Ama haktır, inanacağız.

Evet, işte demek ki bizim bu amelimiz kalbi selim istiyor. Zaten kelamı kibarda da geçer:

Eriş kalb-i selim içre huzura

Bak! İnsanlar huzur isterler, huzurlu olmak isterler. Ama huzurlu kim olabilir? Kalbi selim olan.

Madem ki bu dünyaya gelmişiz biz; bu dünya berzahtır, bu dünya süfli bir âlemdir. Bu dünyada mesela şer, fitne vardır değil mi? Cenabı Hak: “Ve emvaliküm ve evladiküm fitnetün.”[6] buyurmuyor mu? Bizim mallarımız da çok sevmiş olduğumuz, gözümüzün bebeği gibi canımızdan daha fazla sevdiğimiz, gözbebeği gibi titrediğimiz evlatlarımız da bizim için fitnedir. Çok sevdiğimiz mallarımız da bizim için fitnedir. Niye bunlar fitne olur?

Eğer âşık isen yara

Sakın aldanma ağyara

Düş İbrahim gibi nâra

O gülşende yanar olmaz

Bak! İbrahim Aleyhisselam oğlunun boğazına bıçak koydu, kesmek için değil mi? İbrahim Aleyhisselam Allah için oğluna bıçağı koydu demek ki Allah’ı ne kadar seviyor. Bir tek oğlunu da çok seviyor. O da nasıl bir oğlan, nasıl bir oğul ki? Nur topu gibi, eşi görülmemiş. Ta ki Altıparmak ismindeki Evliyâullah’ın tefsiri vardır “Ruhu’l-Beyan” tefsiri, onda yazar İbrahim Aleyhisselam ve İsmail Aleyhisselam’ın hayatı.

İbrahim Aleyhisselam mübarek, misafirsiz yemek yemezmiş, su içmezmiş. Misafir kaç gün gelmezse o gün yemiyor, içmiyor, oruç tutuyor. Üç gün üst üste misafir gelmemiş, orucunu açmamış. Üç günden sonra misafir gelmiş, açmış orucunu, onunla beraber yemiş içmiş. Gönlüne gelmiş ki:

—Acep benim gibi daha var mı, olabilir mi benim gibi? Üç gündür oruç tutuyorum misafir gelmedi, diye.

Cenabı Hak ona bildiriyor “Yâ İbrahim sahile, denize doğru git de hikmetlerimi gör.”

Tabii Urfa’dan deniz bulmak için çöller geçecek. Sahile doğru gidiyor. Artık ne kadar gidiyorsa, çölün ortasında bir âbide rast geliyor. Âbide rast gelince o âbide selam veriyor. Orada insan yok, kuş yok, su yok, yiyecek bir şey yok, hiçbir şey yok; çölün ortası.

Selam verince âbid secdeye kapanıyor.

—Rabbimin ihsanına şükürler olsun, bugün iftarımın günü bana Rabbim konuk gönderdi.

Bunu deyince, iftarımın günü deyince İbrahim Aleyhisselam’ın dikkatini çekiyor. Acaba bu kaç gündür oruç tutuyor ki bugün iftarımın günü dedi? Soruyor:

—Âbid sen kaç günde oruç açıyorsun? Diyor ki:

—Ben aydan aya orucumu açarım.

İbrahim Aleyhisselam nasıl bundan bu sözü işitiyorsa öyle bir taaccüp ediyor ki, öyle bir hayrete düşüyor ki, Allah’a karşı öyle bir mahcubiyet duyuyor.

—Ne yapmışım ben, üç gün oruç tutmuşum da benim gibi daha var mı, diye düşünmüşüm.

Âbid ile sohbet, muhabbet ediyor. Oradan çıkıp gidiyor. Fakat âbide soruyor:

—Senden daha üstün bir âbid var mı?

—Vardır. İşte bu istikamete gideceksin, sana bir âbid rastlar, o benden çok üstündür ki o altmış günde bir oruç açar, diyor.

Gidiyor, az gidiyor, çok gidiyor neyse ona da ulaşıyor. Selam verince âbide, o da selamını alıp secdeye kapanıyor. O da aynen:

—Rabbimin ihsanına şükürler olsun, bugün iftarımın gününde bana konuk gönderdi.

Ona da soruyor;

—Ya âbid diyor sen kaç günde orucunu açıyorsun ki?    Diyor:

—Ben altmış günde orucumu açarım.

İbrahim Aleyhisselam daha çok büyük hayrete, taaccübe düşüyor.

Birinci âbidin gıdası neymiş, çölde ne yiyor, ne içiyor? Su yok, yiyecek bir şey yok, yeşillik yok, canlı bir şey yok.

Ne yiyormuş? Kaldırıyor ellerini, İbrahim Aleyhisselam misafiri ya, hal hatır ettikten sonra ellerini kaldırıyor bir dua ediyor. Cenabı Hak bir maide gönderiyor, gaipten bir sofra yemek geliyor, yiyorlar sıcak buharlı yemek.

İkinci âbid de bir ahu varmış, geyik, ona bir işaret ediyor. O da büryan olup gelip yiyorlar. Ona soruyor:

—Senden daha üstün bir âbid var mı?

Onunla sohbet, muhabbet ettikten sonra:

—Vardır. İşte denizin kenarına gidince (Kızıldeniz oluyor, Cidde’nin yakınındaki Şat Denizi)  orada bir âbid vardır. O benden çok üstündür, o doksan günde bir oruç açar, diyor.

Daha taaccübü artıyor, daha büyük hayrete düşüyor. Cenabı Hakk’a karşı mahcubiyetle sığınıyor yalvarıyor.

Oraya gidiyor, âbidi görünce, o da aynı muamele, secdeye kapanıyor, şükrediyor. Ona da soruyor:

—Doksan günde orucumu açarım, diyor.

O da ne yapıyor? Asası varmış, asasını orada yalçın bir kayaya, taşa takıyor hamura takar gibi. Asa hemen yeşeriyor dallanıyor. O asa iki tane yemiş veriyor. Birini biri, birini biri yiyorlar.

Sohbet ettikten sonra âbid diyor ki İbrahim Aleyhisselama:

—Sen burada bana yarım saat, bir saat müsaade et. Şu adada (denizin ortasında bir ada varmış) benim bir mekânım var, orada da bir hizmetim var, oraya gidip hizmetimi göreyim geleyim, diyor.

İbrahim Aleyhisselam:

—Müsaade et ben de geleyim, diyor.

—Sen denizi geçemezsin, İbrahim Aleyhisselam da:

—Geçerim, diyor.

Âbid ne yapıyor? Seccadesini, postunu atıyor suyun üzerine, oluyor bir kayık, binip gidiyor. İbrahim Aleyhisselam da rabbısını zikrederekten, Allah’ı zikrederekten o da peşine yürüyerek gidiyor, batmıyor. Âbid dönüyor ki batmıyor, o da geliyor. O zaman âbid anlıyor ki bu da büyük bir kimsedir. Ama bilmiyor İbrahim Aleyhisselam olduğunu. Hâlbuki âbid onun şeriatını yaşıyor, âbid onun ümmeti. Zâhiren İbrahim Aleyhisselamı görmemiş. Âbid anlıyor ki bu da büyük bir kimsedir. Çünkü batmıyor, geliyor.

Ada’ya geçiyorlar, adada o âbidin bir makamı varmış. Oraya gitmek için orada bir arslan varmış ki öyle bir azametli arslan ki insanları yutabilecek gücü varmış. Ama o arslan âbidden başka kimseyi oraya bırakmazmış. Âbid diyor ki:

—Bu arslan beni bırakır, benden başka buraya kimse giremez, sen gelemezsin. Sonra bu arslan seni parçalar, diyor. İbrahim Aleyhisselam:

—Sen müsaade et ben gelirim.

Âbid gidiyor, İbrahim Aleyhisselam peşinden. Âbid geçiyor, İbrahim Aleyhisselam’a arslan bir kükrüyor. İbrahim Aleyhisselam arslana bir yumruğunu kaldırıyor. Nübüvvetini nasıl görüyorsa arslan, affedersiniz bir köpek sahibine yaltaklanır gibi yaltaklanıyor, ayaklarının dibine yuvarlanıyor, ayaklarını yalıyor.

Âbid bunu da görünce hayreti artıyor.

—Yahu bu kimdir? Büyük bir insan. Bu arslan benden başkasını buraya bırakmazken, bak, bu da geldi.

Neyse orada âbid hizmetini görüyor, dönüyorlar. Yine karaya makamlarına geliyorlar.

Şimdi buradan İbrahim Aleyhisselam ayrılacak. Âbide diyor ki:

—Bana dua et.

Âbid hüngür hüngür, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyor. İbrahim Aleyhisselam:

(İşte bu noktaya getirdim yani)

—Hıçkıra hıçkıra niçin ağlıyorsun, diyor.

—Niçin ağlamayayım, sen benden dua istiyorsun. Benim kırk senelik bir arzum var, bir isteğim var, yanıyorum. Cenabı Hak’tan istiyorum, elime geçmiyor, arzuma ulaşamadım, diyor.

—Nedir senin bu kaç senedir olan arzun, istediğin, diyor.

—Kırk sene evvel yine ben buradan makamıma giderken, denizi geçerken bu denizde bir oğlan gördüm, bir çocuk yüzü gördüm. İşte on, on iki yaşlarında bir oğlan gördüm. Fakat onun yüzü o kadar güzeldi, o kadar güzeldi ki beni tamamen çekti. Aya güneşe bakılır, onun yüzüne bakılmaz. O kadar nurlu ve siyah saçları, perçemleri, çok güzeldi. Ben o çocuğa sordum ki, sen kimin neyisin? O bana dedi ki, “Ben Allah’ın dostu Halil İbrahim’in oğlu İsmail Zebihullahım (Allah’ın kurbanı)” dedi. İşte onu gördüm, onun aşkı beni aldı. Yâ rabbî bu senin dostun İbrahim Halilullah. Senin dostunun oğlu ki bu kadar güzel, senin dostun ne kadar güzeldir? Onu ben bir göreyim, kırk senedir Cenabı Hak’tan bunu istiyorum buna nail olamadım, diyor.

İşte o zaman diyor ki:

—Sen istediğine nail oldun, işte senin dediğin benim.

Tekrar sarılıyorlar, âbid ağlıyor, öyle ayrılıyorlar. Yani burada şimdi:

Eğer âşık isen yara

Sakın aldanma ağyara

Düş İbrahim gibi nara

O gülşende yanar olmaz

İbrahim Aleyhisselamı Nemrut büyük bir ateşe attı. Bu ateşe yanaşmak mümkün değil, aletle ta ıraktan attılar.

Ateşin ortasına doğru gidiyor, ateşe düştü düşecek. Cenabı Hak ona melekler gönderdi ki: “Gidin İbrahim’i, benim dostum Halil’imi gidin ateşten kurtarın”. Onlar geldiler:

—Rabbimiz, Rabbin bizi sana gönderdi, biz bu ateşten seni kurtaracağız.

“Yalnız ondan müsaade alın, ateşten kurtarın ama ona kendinizi bildirin, müsaade alın.” Kendilerini bildirdiler, yetkilerini söylediler.

Bir tanesi dedi ki:

—Ben yerlerin müvekkiliyim (vekiliyim). Büyük dağları hemen bu ateşin üzerine atayım. Göz açıp yumana kadar bu ateşin üzerine çökeririm bu dağları, ateşi söndürürüm.

Birisi de dedi ki:

—Ben suların müvekkiliyim. Denizleri buraya anında aktarırım, bu ateşi söndürürüm.

Birisi de dedi ki:

—Ben rüzgârların müvekkiliyim, rüzgârları hemen toplarım; şarkta, garpta, cenupta anında getirip buraya bu ateşi savurttururum.

Biri de:

—Ben ateşin müvekkiliyim, memuruyum, dedi.

Sen yeter ki izin ver dediler, bunlar izin istediler.

İbrahim Aleyhisselam dedi ki:

—Siz bu gücü kuvveti nereden aldınız, nasıl yapıyorsunuz?

—Bize rabbimiz verdi.

—Ben rabbimi tanıyorum, ben rabbimi biliyorum, o bana yeter. Siz ne giriyorsunuz araya, rabbim ile benim arama niye giriyorsunuz? Çıkın siz de aradan, o bana yeter.

Dikkat edin, işte bak!  kelamı kibarda:

Eğer âşık isen yara

Sakın aldanma ağyara

Düş İbrahim gibi nara

O gülşende yanar olmaz

Demek ki, İbrahim Aleyhisselam ne yaptı? Allah’a o kadar sadık, o kadar seviyor ki, bir tek oğlu, nur topu gibi oğlu ve çok güzelmiş mübarek. Öyle bir oğlun boğazına bıçağı koydu. Bak!

 Ama bıçak kesmedi başka. Sürttü sürttü bıçağı kesmedi.

Şimdi burada da Cenabı Hak “Ve emvaliküm ve evladiküm fitnetün.” buyuruyor.

Nasıl olur yahu, bu kadar sevdiğimiz evladımız, ciğerparemiz, gözümüzün nuru, gözbebeği gibi titriyoruz. Bu evlat niye fitne oluyor acaba?

O, Allah’tan fazla sevilirse fitnedir tabii.

Mal da Allah’tan fazla sevilirse fitnedir.

Allah’tan fazla sevilecek Allah’tan başka yâr yoktur insana. Çünkü insanı kurtaracak Allah’tır.

Senin o gözbebeği gibi titrediğin oğlun seni kurtaracak mı?

Kurtarmayacak.

Senin o kadar çok sevmiş olduğun mal seni kurtaracak mı?

Kurtarmayacak.

Ama bunları sana Allah verdi, emanet bilirsen o senin için fitne olmaz. Evladın da emanettir, bunu emanet olarak bilirsen...

Senin evladın sana emanetse ölünce niye ağlıyorsun?

Olunca niye seviniyorsun?

Verince Allah’ın verdiği bir şeye, eğer olunca sevinmezsen, alınca kederlenmezsen tamam, bunlar fitne olmaz.

Bunlar Allah ile senin arana girmezler; seni Allah’tan, Hak’tan bunlar ayırmazlar.

Evet, demek ki amelimiz ne istiyor? Kalbi selim istiyor.

Her zaman tabii her şeyi de düşünüyoruz, kalbimizde her şey var. Fakat bak! Allah’ın öyle kulları var ki, Cenabı Hak ne buyuruyor: “Ricalün lâ tülhihim ticaretün ve lâ bey’un ân zikrillah”[7], benim öyle kullarım var ki onların ticaretleri zikirlerine mani olmaz.

Kim bunlar? Ama onlar da insan tabii. Hoş bunlar nebi değiller. Cenabı Hak nebileri, nebi olarak getirmiş başka.

Ama bir de velîler vardır, bu velîler insanların içerisinden seçilmiş, velî olmuşlar.

Neleriyle? İlimleri, amelleriyle; şeriat, tarikatla olmuşlar. Şeriat, tarikat, hakikat, marifet. Bak! bunlarla o nimete malik olmuşlar.

Öyleyse tarikattan maksat nedir, şeriattan maksat nedir?

Şeriattan maksat: “Emri bil maruf ve nehyi anil münker.”[8] Yani cesetle ilgili olan, cesedinle şeriatı yaşayacaksın. Zaten şeriat cesededir.

Tarikattan maksat ne?

Tarikattan maksat da, sen kalbini temizleyeceksin.

Kalbini neyle temizlersin?

Kalbini ancak zikrullah ile temizleyeceksin.

Senin için çok önemli, kıymet vermiş olduğun o ilim de senin kalbini temizlemez. Senin o çok amelin de kalbini temizlemez.

Eğer ilmin sana varlık oluyorsa, ilmin senin kalbinde bir eseri varsa, yani ben âlimim, ben biliyorum diyorsan, o ilim senin kalbini temizlememiş. Eğer sen amelinden dolayı, ben amel işledim, şu kadar amelim var, ben üstünüm insanlardan, amelimle üstünüm diyorsan, o amel de senin kalbini temizlememiş.

Ya ne temizler senin kalbini?

Her şeyi kalbinden çıkaracaksın. İlmin mi var onu çıkarıp atacaksın. Amelin mi var? Onu da atacaksın. Mal sevgisi, evlat sevgisi hepsini çıkarıp atacaksın ki senin kalbin temizlensin. O zaman kalbi selim olasın. O zaman huzura ulaşasın.

Eriş kalb-i selim içre huzura

Seni mahvet erem dersen sürura

Bakın insan sürur, sefa ister.

Neredeymiş sürur, sefa?

Mahviyette, yoklukta. Varlıkta sürur, sefa olmaz.

Eriş kalb-i selim içre huzura

Seni mahvet erem dersen sürura

Ölmeden evvel öl, gel gir kubura

Burada ne var? Burada da “Mûtû kable entemûtû”[9], “Ölmeden evvel ölün”, buyurmuyor mu Cenabı Hak?

İşte burada diyor ki: “Ölmeden evvel ölün.” Onu elde edersen, “Mûtû kable entemûtû” sırrına mahzar olursan, tamam.

O zaman ne oldu? Berzah âlemini geçtin. Ondan sonra,

Muhabbet güllerin görmek dilersen

Hakîkat meyvesin dermek dilersen

Hakikate ulaşmak istiyorsan, marifete ulaşmak istiyorsan onun için ne lazım? Kalbi selim lazım ve mahviyet lazım.

Kalbi selim neyle olur efendiler? Allah’ı zikredersen olur.

Çünkü Allah’ın zikrinin karşılığında, Allah sevgisinin karşısında olan bütün sevgiler onun muarızıdır (karşı gelen), muhalifidir.

Kalpteki dünya sevgisi, ahiret sevgisi de buna manidir.

Çünkü bak! Ehli dünya, Ehli ahiret, Ehli huzur var. Kelamı kibarda buyrulmuş:

Dünyayı koy, ukbayı koy

Var ol kuru davayı koy

Ama hâşâ yanlış anlaşılmasın! Biz avam sınıfındayız. Bizim için ukba, kuru dava değil.

Ukbaya karşı, ahirete karşı dünya kuru davadır.

Ama ehli huzura karşı ahiret de kuru davadır.

Niçin? Sen ahiret için mi amelini işledin?

Evet işledinse Allah sana verir o ahireti. Neyi verir? Cenneti verir. Nereden kurtulursun? Cehennemden kurtulursun tabii.

Bak! İnsanlar için üç yönden amel var. İnsanlar ameli üç maksatla, üç yönden yapıyorlar.

Birisi cehennem korkusu, bu haktır. Allah’ın azabından korkuyor çünkü.  Allah’a ibadetini yapıyor ki Allah’ın azabına duçar olmasın kurtulsun. Kurtarır Allah, ona azap etmez.

Birisi de cennet arzusu, cenneti kazanmak için. Kazanır, Allah cenneti ona verir.

Bir de var ki insanlar içerisinde ehli huzur vardır. Bu ehli huzurda, ne cehennem korkusu, ne de cennet arzusu olur. Bak!  kelamı kibar şöyle:

Ey zühd ile veren bana tebşîre-i cennet

Biz münkir-i Mevlâ değiliz nâra ne minnet

İşte İbrahim Aleyhisselam minnet etmedi, gelen melekler o koca ateşten kurtaralım dediler. Çıkın dedi, size ihtiyacım yok.

Ey zühd ile veren bana tebşîre-i cennet        

Biz münkir-i Mevlâ değiliz nâra ne minnet   

Âşık olanın maksûdu matlûbesi rü'yet

Görün nice mahbub-ı Huda var bu beşerde

Sevdim seni sevda-yı cihan hayır ve şerde

Âşık olanın ciğeri yanar da pişer de

Âşıkların ciğeri dünyada yanıyor, ahirete kalmıyor ki. Bakın, Cenabı Hak buyuruyor ki:

—Ey cehennem, sen de bana isyan edersen, sana da azap ederim.

—Yâ rabbî beni neyle azap edersin?

Ehli aşkın aşkıyla sana azap ederim.

Onun için burada bizim bu amelimiz başlangıcından nihayetine kadar kalbi selim istiyor.

Ne gibi bir müşkülatınız varsa, düşünceniz varsa, hayır-şer, iyi-kötü, sıkıntınız veyahut da alacağınız vereceğiniz veyahut da iyi bir şey var elde edip yakında sevineceksiniz. Bir yerden para gelecek, bir yerden kazancınız gelecek, bunları atacaksınız.

Bunların hepsi nedir? Kalpte varsa bunların hepsini kalbinizden atacaksınız, kalbinizi Allah ile meşgul edeceksiniz. Meşgul edeceksiniz ki; o zaman, burada, bu amelin nimetine malik olasınız, bu amelin nurundan istifade edesiniz.

Bakın, güneş doğdu, pencereden vurdu içeriye, ışıttı burayı. Kapatın şu pencereleri, bir delik koymayın, bu ışığını nereden alır? Zifiri karanlık olur burası. Bak! Cenabı Hak: “İrci’î ila rabbiki raziyeten merdiyye.”[10] buyuruyor. Bir de: “Ben bir kulumun kalbine günde yetmiş defa nazar ederim.” buyuruyor.

Ama kim alır bu nazarı, gafil olan alır mı?

Gafil olan bir kimsenin kalbi, işte güneşi cezbedecek bir deliği olmayan bir bina gibi karanlıktır. Ama bu pencereden delik açacaksın ki güneş buraya girsin.

Çünkü öyle bak!  kelamı kibarda nasıl buyuruyordu?

Günde yetmiş kez hitâb-ı “İrci’î” den bîhaber

“Fedhulî” sırrından âgâh olmayan dervîş midir     

Dervişler dillerde söyleniyor. Dervişlik çok yüksek bir makamdır. Allah’ın indinde dervişlikten yüksek bir makam yoktur.

Çünkü niçin yoktur?

Dervişler ancak safiye makamına ulaşmışlardır.

Safiye makamı ne demek?

Her şeyi Allah için yok etmişlerdir. Allah’tan başka bir arzu onlarda kalmamış.

Mevlânâ Celaleddini Rumi Hazretlerinin (k.s.), Hüsamettin Çelebi Hazretleri tek bir dervişiymiş, onu çok seviyormuş. Vaktin padişahı Mevlânâ’ya:

—Bize bir şeyh gönder, demiş.

Mevlânâ tutmuş müritlerden bir tanesini göndermiş. Hüsamettin Çelebi sormuş:

—Kurban, padişah şeyh istedi, sen bir mürit gönderdin, demiş. Mevlânâ:

—Hüsamettin, derviş isteseydi ya sen giderdin ya ben. Şeyh istedi ben de gönderdim bir tanesini, demiş.

Demek ki dervişlik ne kadar yüksek bir makam. Onun için:

Günde yetmiş kez hitâb-ı “İrci’î” den bîhaber         

“Fedhulî” sırrından âgâh olmayan dervîş midir

Cenabı Hak buyuruyor ki: “Bir kulumun kalbine günde yetmiş defa nazar ederim.” Ama bak!

Yâr daim sana nazar eyler

Seni gafil görürse güzâr eyler

Yani:  Yâr daim sana nazar…

Yâr Allah’tır.

Allah daima sana nazar etmekte ama seni gafil görürse küser gider. Hâşâ Allah gitmekten, gelmekten münezzehtir.

Nereye gidecek Cenabı Hak?

Ama niçin Cenabı Hazreti Allah, “Nahnu akrabu.”[11], kulum ben sana şah damarından daha yakınım, buyurduğu halde; Niçin Allah’ın Resulü Peygamberimiz buyuruyor ki: “Ey insan Allah’tan çok uzaksın, senin Allah’tan yetmiş bin perde uzaklığın var. Her perdenin kalınlığı yerle gök arası kadar.”[12] Dikkat edin!

Allah’tan bu kadar uzaklık nedir?

Allah’a bu kadar yakınlık nedir?

“Nahnu akrabu, kulum ben sana şah damarından daha yakınım”.

Şah damarı insanların kalbinde olan merkezi bir damardır ki vücuda yayılan, dağılan 366 damar orada birleşiyor. Cenabı Hak, sana “Ben oradan yakınım.” diyor.

Hazreti Resulullah da “Sen çok uzaksın, yetmiş bin perde Allah’tan uzaksın. Her perdenin kalınlığı yerle gök arası kadardır.” Bakın, Sâlih Baba Divanı’nda da burası vardır.

Abd u Hak beyninde yüz bin hicap var

Abd kim? Kul.

Hak da Cenabı Hakk’ın azameti.

Abd u Hak beyninde yüz bin hicap var

Hicap perde, yüz bin perde.

Her hicapta yüz bin sual- cevap var

Burada inceden ince hesap var

Demek ki, bizim bu teveccühümüz, ne istiyor bu amelimiz? Kalbi selim istiyor.

Kalbi selim demek: bu teveccühün başlangıcından nihayetine kadar her ne gibi gönlünüzü meşgul eden, Allah’tan başka ne gibi şey varsa gönlünüzden atın; tutmayın, atın.

Gam gelmez dememişler, gam eğlenmez demişler

Yani gam gelir ama gam durmaz, gider.

Ama gelmesi Allah’tandır, gitmesi sendendir.

Sen sa’yını yaparsan onu kalbinden atarsın.

Bizde kalbî cihat, cihad-ı ekberdir.

Peygamber Efendimiz, Uhud Muharebesi’nden döndükten sonra, “Muharebe-yi sağîrden, muharebe-yi kebire döndük. Küçük muharebeden büyük muharebeye döndük.”  Sordular sahabe:

—Ya Resulullah, bundan da büyük muharebe nasıl olabilir? Biz mağlup olduk, şu kadar şehit verdik. Bilhassa senin çok sevmiş olduğun amcan gitti.

Buyurdu ki: “Nefis mücadelesi, kalp mücadelesi bundan büyüktür, cihad-ı ekberdir.”[13]

Öyleyse biz nefis mücadelesini neyle yapacağız?

En evvel kalbimize gelen kötü şeyleri fiiliyata getirmemek, onu olduğu gibi atmak. Yani kalbî cihat farzdır.

Kalbe gelen bir şey mani değildir; durursa mani olur, yerleşirse mani olur.

Çünkü bak! Bir insan, bir hak talibi hali, fiili ve ameliyle  yükseliyor, terakki ediyor.

Fiiliyatı iradesine verilmiş, ameli iradesine verilmiş ama hâl iradenin dışında kalmış.

Yani senin istemediğin bir şey gönlüne geliyorsa, bak, bu senin iradenin dışındadır. Eğer iraden dâhilindeyse gelmesin, niye geliyor? İraden dâhilinde değil.

Fakat o gönlüne geleni atmak senin iraden dâhilindedir; atarsın, cihadını yaparsın. Çünkü atmazsan o orada duracak, yerleşecek. Belki o seni fiiliyata geçirecek. Ama atarsan kurtulursun ondan, fiiliyata da geçmezsin ve kalbini de temizlemiş olursun. Bir an evvel kalbini de temizlemiş olursun. Geleni atarsın, geleni atarsın, geleni atarsın, neticede nihayet bu sona erecektir.

Onun için insanların kalbini bir suya temsil etmişler. Bak, ne güzel misaller veriyorlar. Bir suya temsil etmişler. Fakat bir cârî akan nehir var, bir de göl suyu var. İkisi de su. Cihat yapan kalp, o cârî akan bir nehir gibidir. Bütün insanlar, sokak zibilini, ev zibilini o nehre dökseler nehri kirletebilirler mi acaba? Kirletemezler, nehir vurur, götürür. Ama o göl suyuna insanlar zibilini attığı zaman, o göl suyunu kirletir.

Demek ki burada cihat yapan kalp cârî bir nehirdir, cihat yapmayan kalp de göl suyudur.

Evet, teveccühün başından sonuna kadar kalbinizi boşaltacaksınız, kalbinize geleni atarsınız. Allah ile meşgul edeceksiniz, Hazreti Resulullah ile meşgul edeceksiniz.

Rabıtanız kalbinizde karşınızda olacak. Rabıta karşınızda, kamçı elinde seni daima kamçılıyor. Diyor ki:

—Gönlündekileri at. Allah’ı unutma...

Seni daima kamçılıyor. Rabıta karşınızda, Allah kalbinizde olacak. Amelin başlangıcından sonuna kadar geleni atacaksınız.

Başlangıcı ne zaman, sonu ne zaman?

Başlangıcı, amele başlamak için, tabii onu usulünce oturttururlar, sıra sıra namaz safı gibi; fakat arkalı önlü değil arka arkaya oturttururlar. Oturduktan sonra amel başlayacağı zaman “Estağfurullaaaaah” bir nida olur. İşte orada umumiyetle gözler yumulur.

Dikkat edin, tekrar ediyorum! Biz bunu defalarca tekrar ediyoruz, yine teveccühte gözü açık görüyoruz. Göz açık olunca, feyiz gelmez, muhabbet gelmez. Çünkü bu göz maddedir, bu maddeyi görür; manayı göremez. Ama şüphe yok ki burada gözler hep yumulursa burada mana tecellî edecek. Yani o Allah’ın Cenabı Hakk’ın esma nuru, sıfat nuru, zât nuru tecellî edecek.

İnandığımız ve göremediğimiz bilhassa ervah, Evliyâullahın ervahı “Hay”dır. Bak!

Olârın ruhlarının yok karârı

Dolaşırlar zemîni âsumânı    

Olar bu âlemi devran ederler

Ararlar derde düşen nâ-tüvânı

Yani mademki bizim tarikatımız Nakşibendî tarikatı, bizim silsilemiz altın zincir halkasıdır. Peygamber Efendimiz başta olmak üzere, ta ki silsileden gelip geçen zevatlar, zâtlar, meşayihler ne kadar varsa, bunların ruhları hepsi buraya teşrif edecekler, gelecekler.

Ama bu zâhirdeki göründükleri cisimleri gibi gelmezler, bunlar manevi cisimleriyle gelirler. Onlar bir nur, insanın gözünün tahammül edemeyeceği şekilde gelirler. Bunu ancak kalp gözünü açtığında görürsün. Ama bu gözünü yummazsan kalp gözünü açamazsın ki.

Görmek de mühim değil, inanmak mühimdir, önemli olan inanmaktır. Sen eğer gözünü yumdun, gözünü açmadınsa, bu teveccühten bir feyiz aldınsa, bir muhabbet geldiyse sana o zaman tamam, sen görmedin ama ruhun gördü.

Fakat burada göz açmak yasaktır, göz maddedir. Göz açılıyorsa işte burada tecellî edecek o nimetlere mani oluyor, onlar kaçıyorlar, onlar gelmiyorlar. Onun için göz açmak yasaktır.

Hem kendine gadrediyorsun, yasak olan bir şey işliyorsun, sevap kazanayım derken günah kazanıyorsun. Hem de buraya ıraktan yakından gelmiş bu kadar Müslümanın nimetine mani olacaksın. Onun için göz açmak yasaktır. Dikkat edin, göz açmayın!

İşte teveccüh usulünce hazırlanırken sizi oturtturdular. Bir kimse “Estağfurullaaaah” diye nida eder.

O zaman o nidayı duydunuz mu umumiyetle gözlerinizi yumarsınız.

25 defa istiğfar okursunuz. Derslerde, günlük derslerinizin başlangıcında okuduğunuz gibi.

Yeni ders alanlar var, onlar tövbe namazından sonra dua yerine okumuş olduğu 25 istiğfarı işte burada da okurlar. Usul, kendinizin işiteceğiniz kadar olsun; sesli olmasın. Ama lisanen kendiniz işiteceğiniz kadar. Şöyle: “Estağfurullaaaah, Estağfurullaaaah, Estağfurullaaaah” kendiniz işiteceğiniz kadar. Sağınızdaki solunuzdaki işitmesin, onları şuğullandırmayın, meşgul etmeyin, 25 istiğfarı okursunuz.

Ondan sonra daha sizin yapacak bir şeyiniz yoktur. Ya ne var?

Kalbinizi muhafaza edeceksiniz. Rabıta karşınızda kamçı elinde, kalbinize bir şey geldiği zaman vuruyor kalbinize. Hemen:

—Niye unuttun, niye bozdun kalbini, diye seni ikaz ediyor.

Kalbinden Allah’ı unutmayacaksın. Bütün kalbine gelen ne gibi sıkıntı, senin borcun var, onun hastası var, onun alacağı var, onun da vereceği var değil mi, bunlar hepsi nedir? Bunları gönlünüzden atın, kalbinizi Allah ile meşgul edin. Ta ki ne zamana kadar? Teveccühün sonuna kadar.

Teveccühün sonu ne zaman oluyor? Teveccühün sonu da işte gözler yumuldu, siz 25 istiğfar okudunuz, bir de ondan sonra bu günahkâr teveccühü yapacaksa, bu teveccüh yapılacaksa…

Bizim teveccühümüz büyük bir ameldir, bunun büyüklüğüne inanmak lazım. Burada bizim manevi tedavilerimiz oluyor. Hani ifade ettik ki zikir tohumu kalplere ekilirmiş. Zaten;

Teveccüh olunca her bir ihvana

            Mürde kalplerimiz geliyor cana

Bir de buyuruyor ki:

Teveccühe gelin ihvan

Kuruldu halka-i Rahman

Açıldı ravza-i Rıdvan

Bunlar bu kelamlar hilaf değil.

“Ravza-i Rıdvan” ne? Yani cennet bahçesi oldu orası.

Zaten hadis yok mu, buyurmuyor mu Peygamber Efendimiz? “Cennet bahçelerine girin, meyvelerinden yiyin.” buyurmuş hadisi şerifinde. Sahabe sormuşlar;

—Ya Resulullah, cennet bahçeleri nereler, meyveleri nelerdir?

Peygamber Efendimiz “Cennet bahçeleri zikir halkaları, meyveleri oradan almış olduğunuz feyiz, muhabbet.” diye buyurmuş. Onun için kelamı kibarda da geçiyor;

Teveccühe gelin ihvan

Kuruldu halka-i Rahman

Açıldı ravza-i Rıdvan

Bu meydan-ı muhabbettir

Bu bir uzmâ-yı nimettir

Şefiimiz Muhammeddir,  Veya

Bu bir ıyd-ı meserrettir

Iyd: bayram demektir. Bayramda nasıl bu insanlar, nefisler mesut oluyorlarsa, mesrur oluyorlarsa; bu amellerde de ruhlar bayram yapıyor, ruhlar mesut oluyor.

Sonra ihvanlarda olan ahlakı zemimeler de burada alınırmış. En muzırı, en zararlısı ondan alınırmış.

Bir hasta doktora gittiği zaman doktor onda birkaç tane hastalık görür. Hasta şikâyet eder, şuramda şu var, buramda bu var diye. Doktor da bakar ki, birkaç tane hastalık var. Ne yapar doktor? Der ki:

—Bunların hepsini birden alamayız, burada en zararlısı şudur. Önce şunu alalım, bundan bir defa seni kurtaralım, ondan sonra da öbürlerini birer birer alalım.

Demek ki, burada da bizim manevi bir tedavimiz olacak. Bizim kalbimizde en muzır olan hangisiyse o alınacak. Nasıl ki, Peygamber Efendimiz’e, Cenabı Hak buyuruyor “Habibim biz senin sadrını yardık, kalbini temizledik.” Öyleyse burada da, bak kelamı kibarda geçer:

Yanında bir bölük melek simalar

Yine esti bize bad-ı sabalar

Dert ehli derdine alsın devalar

Hayat iksirinin Lokmanı geldi

Meşayih demek, manevi doktordur. Manevi doktor; senin kalbini temizleyen, kalbini tedavi eden veya senin ruhuna üstatlık, hocalık yapan, ruha tahsil yaptıran birisidir.

Evet, bunlar işte teveccühte olurmuş. Yalnız işte ayık olmak lazım. Mesela, bir misal verilecek olursa, bir ağa tarafından bir topluma bir ihsan edilecek, herhangi bir şey ikram edilecek. Fakat ağa en evvel bildiriyor:

—Söyleyin o cemaate ki, ayık olanlar alır, ayık olmayanlar alamazlar. Ayık olanlara vereceğim, ayık olmayanlara vermeyeceğim.

Evvel bildirildi. O cemaatten orada uyuyanlar alamazlar tabii, uyumasaydılar da alaydılar. Ayık olanlar alırlar.

Bir misal daha verilecek olursa, Evet yine bir ağa tarafından insanlara ihsan oluyor, ikram ediliyor. Ama ağa evvelce bildiriyor:

—Kapları temiz olacak. Kabı temiz olan alır, temiz olmayan alamaz.

Şeyh efendimiz rabıtamız karşımızda, Allah kalbinizde. Gönlünüze gelen bütün şuğulları, düşünceleri atın, yine Allah’ı alın gönlünüze, Allah’ı hatırlayın kalbinizle ta ki teveccühün sonuna kadar. Göz açmak yasaktır.

Ondan sonra, arada üç defa daha “Estağfurullah” nida olunur. Onu bu günahkâr yapacak, o bize ait.

Başlangıçta gözler açıkken bir kişi “Estağfurullah” dedi, yani teveccühün başlangıcı, yumarsınız gözlerinizi. Sonradan ilan edilen üç defa istiğfarı duydunuz, siz okumazsınız. Daha yapacağınız bir şey yok, teveccühün sonuna kadar kalbinizi muhafaza edeceksiniz.

Gözlerinizi açmayın. Allah diye bağıran varsa, bak bağırdı, teveccühte yine bağıracak, hıçkıra hıçkıra ağlayacak, çırpınacak kendini yerlere vuracak. Bunlara kati surette gözlerinizi açmayın bakmayın, kim olursa olsun. Ağlayana da bakmayın, çırpınana da bakmayın, bağırana da bakmayın. Cezbe haktır, Hak’tandır.

Onun için burada bu niye bağırıyor? Cenabı Hak ona ihsan etmiş, sen de gıpta et ona. Eskiden cezbeye çok gıpta vardı. Yani cezbesi olmayanlar cezbesi olanlara heveslenirlerdi, bizde de olsaydı derlerdi. Şimdi de işte zaman icabı cezbeyi tenkit ediyorlar.

Niçin? İşte:

 İlim olmazsa cihanda, insanlar azar kalır yabanda

İlimden mana tabii ki; şeriat, tarikattır.

Bugün şeriatın ismini anmak suç oldu. Tarikatın ismini anmak suç oldu. Hâlbuki şeriat da Allah yolu, şeriat da Allah’ın emri; tarikat da Allah yolu, tarikat da Allah’ın emri.

Yalnız, madem ki bu şeriat da Allah’ın yolu, tarikat da Allah’ın emri ise buradaki fark ne?

Buradaki fark şudur ki: Tarikat da Allah’a giden bir yoldur, o delilli bir yoldur. Şeriat da Allah’a giden bir yoldur, o delilsizdir. Her ne kadar şimdi zamanımızda delil Kur’an’dır, delil Kitap’tır deniliyor, delil peygamberdir deniliyor. Eğer delil peygamber ise varisi enbiya olmasaydı. İlelebet, sonuna kadar bu meşayihler olmasaydı, arada bunlar olmasaydı. Peygamber Efendimiz’in bu tarikatı kıyamete kadar yürümezdi, gitmezdi. Kendisiyle beraber tarikatı giderdi, sadece şeriatı kalırdı. Öyleyse tarikatsız da olmaz.

Şeriat, tarikat yoldur varana

Hakikat, marifet ondan içeru

 İşte tarikat olursa, bak daha evvelce,

Delil eyle o zâtı evliyayı

Yani tarikat da Allah’a giden bir yoldur, yine zâhirde vasıtası şeriattır. Şeriatta kıl kadar eksikliğin varsa senin vasıtan bozulmuş; senin ayağın kırılmış, yürüyemezsin, gidemezsin. Şeriatta eksikliğin olursa vasıtan bozulmuş, gidemezsin; ayağın kırılmış gidemezsin. Çünkü şeriatın tamamı ile tarikat oluyor. Şeriatın tamamı tarikatın başlangıcı, şeriatın nihayeti tarikatın başlangıcıdır.

Onun için:

 Cismiyle Şeriatta, aklı ruhuyla Tarikatta, sırrıyla ila Vuslatta olunacakmış

buyruluyor değil mi?

Evet, işte tarikatı olmayanın yolu da Allah’a giden bir yoldur ama o yolda eşkıyalar var, vurucular var. Ama tarikatın olursa yine o yoldur ama o yol emniyete alınmış. O yolda eşkıya, vurucu, kırıcı yoktur. Orada aldatıcı, sapıtıcı da yoktur.

Bu nedir?

Bu da işte zamanımızda bakın, sünnetlerin yerini bid’atler almış. Kitap, sünnet var. Peki, sünnetsiz, kitap insanı kurtarıyor mu? Kurtarmıyor. Şimdi zamanımızda sünnetlerin yerini bid’atler almışlar.

O zaman sen bir velîyi, Evliyâullahı tanırsan, eğer onu kendine örnek edersen, o senin delilindir, onun izinden gidersen sen kurtuldun. O ne işliyorsa haktır, hak olduğunu kabul edeceksin.

Ama muhakkak ki o bid’at işlese bile onun işlediği bid’atı hasenedir, bid’atı seyyie değil.

Bid’atı hasene var, bid’atı seyyie var.

Bid’atı hasene; hayra giden sevaba yönelen ama bid’atı seyyie ise şerre, günaha giden bir şeydir. Bunu biz bilemediğimiz için, bu ilhamidir; ancak Allah bunu bildirir.

Çünkü niçin? Bak Cenabı Hak bir kudsi hadiste ne buyuruyor? “Herkes bildiğinin âlimidir, herkes bildiğiyle amel ederse, bilmediklerini biz Azimüşşan ona öğretiriz.”[14] buyuruyor. Onun için burada, âlimler de şimdi ilmiyle amel edemiyorlar, bildiklerini tatbik edemiyorlar.

Evet, işte sadatlarımız, pirlerimiz isimleri anıldığı zaman buraya teşrif ederler. Onlar birer hediyeyle gelirler, boş gelmezler. Zâhirde maddi bir şey yok ki, hediyesi şudur, buna benzer, şuna benzer denilsin. Onları almak için teveccühün sonuna kadar ayık olmak lazım.

Teveccüh de şöyle: Namazı vardır iki rekât, kılınır. Ondan sonra duaları vardır gizli, aşikâr okunur. Ondan sonra kalkılır, bu safların arasında gezilir; kelamı kibar okunur, sırtlarınıza el vurulur. İşte o zaman bu safların arasında gezecek ve kelamı kibar okuyacak, sırtınıza el vuracak bu günahkâr değildir. Ancak bizim de bir mürebbimiz var,

Özün bir pîre teslim et müdavim ol kapısında

Meşayihten murat şahım mürebbi kâmil olmaktır

Ondan sonra bir de şöyle bir şey var:

Kibrit-i ahmerdir şeyhin nefesi

Yakar dil şehrinde bırakmaz pası

Beraberdir Pîr-i Tâğî Mevlâsı

Daim cezb ederler me’vaya bizi

Şimdi burada Mevlâ, efendim manasınadır.

Beraberdir Dede Paşa Mevlâsı

Bizim neyimiz var?

Bize emretmişler, biz emir kuluyuz. Nimet sizin. Nimet Allah’ın; kul da Allah’ın.

Ama yalnız nimet Allah’ın, kul Allah’ınsa kul kulluğunu bilsin ki, Allah da nimetini ona ihsan etsin. Kul kulluğunu bilmezse Allah nimetini ona ihsan eder mi? Etmez.

Ama “Külli şeyin sebaba.” “İleyhil vesilete.”[15] Cenabı Hak her şeyi bir vesile ile bir sebeple halk ediyor.

İnsanların, bütün mükevvenâtın rızkını halk eden “Rezzakul âlem”dir. Ama “Kasımül Erzak” isminde bir melek halk etmiş, onu memur etmiş. Bütün mükevvenâtın, karada, denizde, havada ta ki karıncadan fil’e kadar, sadece insanların değil, cinlerin değil, hepsinin rızkı için Kasımül Erzak isminde bir melek, Cenabı Hak halk etmiş, onu memur etmiş.

Evet, işte teveccühün sonu da ne zaman?

Aralarda gezilir, kelamı kibar okunur, sırtınıza el vurulur. Kelamı kibar okunduğu zaman, sırtınıza el vurulduğu zaman deyin ki: “Şeyh Efendimiz Dede Paşa Hazretleri bu kelamı kibarı bize okuyor, sırtımıza elini vuruyor.”

En son teveccüh bittikten sonra bir işaret verilir. Hoca efendiler, hafız efendiler onlar bir aşir okurlar. Aşırın peşinden “Lillahil Fatiha” derler. Birer Fatiha okur gözlerinizi açarsınız. Demek ki, bu arada göz açmak yasak!

Evet, başlangıçta “Estağfurullah” nidasıyla gözlerinizi yumdunuz, 25 istiğfar okudunuz. O zaman kalbinizin bekçisi oldunuz. Neyle bekleyeceksiniz kalbinizi? Allah’ı unutmamakla, Allah’ı anmakla. Çünkü Allah’ı andığınız zaman, Allah’ı kalbinize aldığınız zaman daha kalbinize başka bir şey gelmez. Ama başka bir şeyler geldiği zaman da Allah kalbinizden çıkar, Allah olmaz kalbinizde. İşte onun için,

Yar daim sana nazar eyler

Seni gafil görür ise güzâr eyler

Gider yani. İşte dikkat edeceğiniz hususlar bunlardır. Çok dikkat edin, gözlerinizi açmayın! Bak bir daha tekrar ediyorum. Ama her teveccühümüzde tekrar tekrar söylüyoruz, yine gözü açık oluyor. Göz açılınca onun için feyiz olmuyor, muhabbet olmuyor, gözlerinizi yumun açmayın.

Bir de şuna dikkat edin: Lütfen, kusura bakmayın, istirham ediyorum, rica ediyorum, dersi olmayan bu amelimize katışmasın. İtimat edin, vallahi billahi dersi olmayan varsa bir sevap kazanayım derken burada günah kazanır. Bütün Müslümanların sevabına mani olur. Bizim tarikatımız böyle kurulmuş, dersi olmayan bu amelimize katışamıyor.

Ama bir yerden dersli olan varsa, o katışabilir. Onlar da riayet edecekler, gözlerini yumacaklar. Cehrî zikir yapanlar vardır ki olur; muhabbete gelir, başlar kendi Cehrî zikrini yapmaya. Bunlar da yasaktır. Canım bu bağırmalar, ağlamalar da var ama onlar iradesiz oluyor.

Bizim tarikatımıza göre iradesiyle her kim ki Allah diye bağırsa günahtır. 

Çünkü biz Nakşî’yiz, bizim zikrimiz hafîdir. Cenabı Hak buyuruyor: “Üd’û rabbeküm tadarru’ân ve hüfyeh.”[16] beni kalbinizden zikredin, ayeti kerimesi var. Onun için burada Rufai olur, Kadiri olur, isterlerse oturabilirler. Fakat bu amelimiz bitinceye kadar riayet edecekler, cehrî zikirlerini yapmayacaklar. Dersi olmayanlar da oturamazlar. Bizden vebal kalksın. Tamam, başlayalım. Teveccühün oturma usulünü bilenler oturttursunlar. Ben bir abdestimi tazeleyeyim, teveccühe başlayalım.

“El emri favkal âdap” ayağa kalkmayın.

 


[1] Kasas 28:56

[2] Müslim, Zühd:1

[3] İnşirah 94:1

[4] Keşfü’l-Hafa, c.2, s.164

[5] Necm 53:9

[6] Enfal 8:28

[7] Nur 24:37

[8] Al-i İmran 3:104-110-114

[9] Ömer Dağıstani Fetvalar S.149

[10] Fecr 89:28

[11] Kaf 50:16

[12]  Ramiz’ul Ehadis, Hadis no: 4156

[13] Vesail’uş Şia, c.11, s.122

[14] Camiül-ûlüm vel Hikem C.1 S.342

[15] Maide 5:35

[16] Araf 7:55