“Teveccüh Bizim İçin Büyük Ameldir” 

26.08.1990, K.Maraş

 

Allah kulun huzuru için kalbin varlığını, yokluğunu bildirsin.

Allah zannı üzerine halk etmiş insanları. Allah zannınıza ulaştırsın.

Allah emeklerinizi zayi etmesin.

Allah riyadan saklasın.

Riyadan da korkalım, riyadan da sakınalım. Bir iş riya ile olursa, bütün emekler boşa gider.

Buraya Kayseri’den, Ankara’dan, memleketin çeşitli yerlerinden gelmişler. Masraf yapıyorlar, zahmetleri çekiyorlar. Ama riya olursa bunlar hep heba olur.

Allah'a şükür, elhamdülillah, riya olmaz inşallah. İhsanda riya olmaz, müritte riya olmaz.

Müridin koltuklarının altı delinmiştir. Bir ihsan gördüğü zaman ne kadar da olsa riya olmaz. Ama bir dağarcıkta delik olmazsa dağarcık şişer. Şişe şişe sonra da güm diye, patlar gider.

Ama dünya varlığımız olabilir. Ondan da geçelim, ondan da Allah'a sığınalım.

Hamdolsun, şükrolsun, bin şükür olsun. Allah tüm nimetlerinin kadrini, kıymetini bildirsin. Nimetimiz büyüktür; nimetimizin kadrini, kıymetini bildirsin.

Onun için Evliya kelamı: “Hiç nimet olur mu bundan ziyade?” Büyüklerin kelamı böyle.

Bu hangi nimet?

Tarikatlı olmak, tarikatta olmak, meşayihi tanımak, meşayihi sevmek. Bundan büyük nimet yok. Çünkü insan en büyük nimete bununla ulaşıyor.

Cenabı Hakk’ın emri öyle: “Biz kulumuz için sayısız nimet halk ettik, kulu zâtımız için halk ettik.”[1] buyuruyor.

Kelamı kibarda da böyle geçer zaten:

Başını top eyleyip gir vahdetin meydanına

Kıl gaza-yı Kerbela gir kendi nefsin kanına

Seyr kıl uşşak-ı Mevlâ nice kıyar canına

Terk-i can etmektir ancak aşk u sevdadan garaz

İnsanlar demek ki terk-i can olmayınca cananı bulamaz.

Cenabı Hakk’ın emri öyle: “Kulum ver beni de al beni.” buyuruyor. Benim sana vermiş olduğum bir can var, onu bana ver ki beni alasın, beni bulasın.

Allah'a baha, Allah'ın vermiş olduğu candır. Başka bir şeyle Allah bulunmaz, alınmaz.

Onun için:

            Terk-i can etmektir ancak aşk u sevdadan garaz

Ama bak!

Başını top eyleyip gir vahdetin meydanına

Zaten başka bir kelamda da geçiyor:

Kıyamazsan başa cana ırak dur girme meydana

Bu meydanda nice başlar kesilir de soran olmaz

Bir de:

Bak şu Mansur’un işine

Halkı toplamış başına

Ene’l-hakkın firaşına

Düşenlere tımar olmaz

“Ene’l-hakkın firaşı” ne?

Allah aşkına duçar olanın, onların da tedavisi yoktur. Tedavi olmaz.

“Ene’l-hakkın firaşına, düşenlere tımar olmaz.” Tımardan mana: Onun tedavisi yoktur. Onun tedavisi ancak canını, canana verirse olur. İşte tedavi budur.

Hak ile hak olanlara

Kendi özün bilenlere

Bu kelamı kibar ama “Men arafe nefsehu fakad arafe rabbehu”[2]  emr-i fermanı var değil mi? “Nefsini bilen rabbısını bildi. Nefsinden ayık olan rabbısından ayık oldu.” Kelamı kibara bak!

Hak ile hak olanlara

Kendi özün bilenlere

Dost yolunda ölenlere

Kan pahası dinar olmaz

Bu kelamlar haktır, hakikattir. Bu kelamları insanlar yaşıyor, bu kelamlarda geçiyor. Kim bu?

Tasavvuf ehli. Tasavvuf ehli olamayan, tarikata girmeyen, meşayihi bilmeyen, bu kelamlardan bîhaber, bunları bilemez. Bunları yaşayamıyor, bunları anlayamıyor.

Onun için insanlar, Cenabı Hakk’ı:

1) İlmel yakîn bilirler,

2) Aynel yakîn bilirler,

3) Hakkel yakîn bilirler.

İşte bu kelamları söyleyenler Allah'ı hakkel yakîn bilmektedir. Bu kelamlar kimde tecellî etmişse Allah'ı hakkel yakîn bilenler onlardır.

Başını top eyleyip gir vahdetin meydanına

Hani, insanlar vahdet-i vücuttan bahsederler.

Vahdet-i vücut olurlar mı insanlar?

Olurlar, amenna ve saddakna.

Vahdet-i vücut ne demek yani? İnsanlar Allah'ın sıfatlarıyla sıfatlaşıyorlar.

Allah'ın ahlakıyla ahlaklaşıyorlar.

Allah'ın sekiz sıfat-ı subutiyesi var. Bu sekiz sıfat-ı subutiye, kemal sıfatlardır. İşte insanlar noksanını ikmal ediyorsa, noksan sıfatından kurtuluyorsa, muhakkak o insanda Cenabı Hakk’ın bu kemal sıfatları tecellî ediyor. İşte vahdet-i vücut demek bu oluyor.

Efendim, insanlar Allah'ın ahlakıyla ahlaklanıyor, Allah'ın sıfatlarıyla sıfatlaşıyor. İşte bak!   kelamı kibarda:

Emanet Sıbgatullah’a dayandı

Cemâli hak boyasıyla boyandı

Sıbgatullah nedir?

Sıbgatullah: Allah boyasıdır. Ama Sıbgatullah da, büyüklerimizden bir velîdir, bir zâttır, Seyyid Sıbgatullah-i Arvasi, üveysiymiş.

Ey insan başını top eyle.

İnsan başından geçmedikten sonra vahdetin meydanına girmesin! Başından geçemiyorsa vahdetin meydanına giremez!

Orada da atını oynatamaz, bir şey de orada akledemez.

Başını top eyleyip gir vahdetin meydanına

Kıl gaza-yı Kerbela gir kendi nefsin kanına

Bak!  Ne manalar var burada? Ne kelamlar var burada?

“Kıl gaza-yı Kerbela” yani insan nefsini yeniyorsa, Kerbela gazasını yapıyor. Kerbela gazası niye burada geçiyor?

Kerbela gazası, vak'ası: İslâm âleminde, geçmişte ve gelecekte Müslümanlara, Allah'a ve Resûlullah'a, inananlara çok büyük acı duyurmuştur.

Onun için burada Kerbela da geçiyor, hatta bir kelamda:

Kerbela’dan eksik olmaz naremiz

Biz Hafîd-i Pir-i Tagi olmuşuz

Bu da nedir?

Cezbe sahipleri, nâra vuranlar gayri ihtiyari, iradesiz Allah diye bağıranlardır. Bunlarda ne oluyor?

Onların Allah deyip bağırmasında onlar bir cihad yaparlar. Nasıl bir cihad yapıyorlar? Mevlid-i şerifin mealine bak!

Bir kez Allah dese aşk ile lisan

Dökülür cümle günah misl-i hazan

Hazandan mana sonbahardır. Yani aşk ile bir insan Allah derse, nasıl ağaçlar o mevsimde böyle harıl harıl yaprağını döküyorsa, onun günahları da öyle dökülür.

Evet, günahı dökmek de bir cihad değil midir?

Kıl gaza-yı Kerbela gir kendi nefsin kanına

Seyr kıl uşşak-ı Mevlâ nice kıyar canına

Uşşak-ı Mevlâ kim burada?

Aşka, Allah aşkına duçar olanlar, uşşak-ı Mevlâ bunlardır. Ancak bir insan tarikata girmedikten sonra, meşayihi tanımadıktan sonra aşka duçar olamıyor. Çünkü bakın!

Ehl-i aşk bu yolda sararıp solup

Anladılar pirsiz olmaz bir kulûp

Harfi savti olmayan bir mektep bulup

Bu kelamlar şunu ifade ediyor: Yani insanın aşk-ı mecazı da sonunda aşk-ı hakikate dönüyorsa, O da uşşak-ı Mevlâ oluyor. Yani Allah'ı sevenlerden oluyor ve Allah'ı bulanlardan oluyor.

Aşk-ı mecaz, nefis için sevdikleridir.

Aşk-ı hakikat, Allah için sevilenlerdir.

Öyleyse “Hak ile sevdiğimin var mı vebali?” buyuruyor. Allah ile sevilende hiçbir vebal olmaz. Cenabı Hak, “Ve emvalüküm ve evladüküm fitne.”[3]  buyuruyor.

İnsan evladını bile Allah için severse fitne olmaz.

Ama nefis için severse fitne olur.

İnsan hanımını da Allah için severse… Ama Allah için nasıl sevecek?

O da tabii Allah'ın kuludur. Sen de bir kul, o da bir kul. Allah onu sana emanet vermiştir, evladını da sana emanet vermiştir. Bir de şu var: Evladını Allah için sevecek olursan eğer, orada bir vasıta var arada.

Allah'ı sevmek için de bir vasıta var; vasıtasız, Allah sevilmiyor.

Niye? Nefis var çünkü. Cenabı Hak buyuruyor ki: “Beni sevin, sevdiklerimi sevin.”[4]

Öyleyse, Evliyâullah arada bir vasıta olmadıktan sonra, sen Allah'ı sevemezsin. Sevdiklerini de Allah için sevemezsin.

O zaman; vasıta meşayih oluyorsa, sen hanımını sevdiğinde, de ki: “Pirimin cariyesi.” Öyle sev ki; o, senin için fitne olmasın.                 

De ki: “Pirimin cariyesi bu.” Evladını sevdiğinde de ki: “Pirimin güdiği bu. Pirimin kölesi bu, bana emanet vermiş, pirimin kölesi olduğu için seviyorum. Pirimin cariyesi olduğu için seviyorum.”  İşte böyle olursa, bu ne olur? Vebali olmaz.

“Hak ile sevdiğimin var mı vebali?” buyuruyor. Ama hak ile sevmek için, Hakk'ı sevmek için yine bir vasıta gerekiyor. Arada vasıtasız, Allah sevilmiyor.

Onun için Allah'a şükür, Cenabı Hak bizlere ne büyük ihsanda bulunmuş. Bugün için bu cemaat çok ırak yerlerden buraya geldi. İşte zahmet çektiler, yoruldular, üzüldüler, para harcadılar, geldiler.

Ne var burada? Ne için geldiler? Bir menfaat mi var? Bir maddiyat mı var? Hiçbir şey var mı burada? Yok.

Öyleyse bu Allah'ın emridir. Cenabı Hak buyuruyor ki: “Allah için bir araya gelin, Allah için birbirinizi sevin, Allah için konuşun.”[5] Bak bunlar hep Allah'ın emridir. Ama zevk için mi peki?

Müslümanlar var. Bu kadar ehli iman var. Bunların hepsi Allah'ı tanımıyorlar mı? Allah için bir araya niye gelmiyorlar? Niye gelemiyorlar?

Bak! Burada bir vasıta var. Allah için geldik bir araya ama burada bir vasıta var. Bu vasıta nedir?

Kibrît-i ahmerdir şeyhin nefesi

Yakar dil şehrinde bırakmaz pası

Beraberdir Pir-i Tâğî Mevlâsı

Dâim cezb ederler me'vâya bizi

Ne buldular burada?

Yani “Pir-i Tâğî Mevlâsı”. Her ne kadar oraya söylemişse; burada da bu cemaat buraya gelmişse, eğer bu günahkarın başına gelmişse, bu günahkarı dilemiş gelmişse, onun da bir Mevlâsı var. Kim?

“Beraberdir Dede Paşa Mevlâsı, Daim cezb ederler buraya bizi” değil mi?

Bak vasıta var. Vasıta olmasaydı gelemezdik buraya.

Her ne kadar Allah için sevdik birbirimizi, Allah için geldik, Allah için konuşacağız. Burada bir amel işleyeceğiz, ama arada bir vasıta var.

O olmasaydı, birbirimizi tanımazdık. Şimdi burada her memleketten insan var. Bunlar nasıl gelecekti buraya? Bunları hiçbir kuvvet bir araya toplayamazdı, getiremezdi.

Onun için bu ameli bilmeyenlerin, her ne kadar şeriatı var, tarikatı yok; onların da gözleri kör, dilleri lal, kulakları sağır.

Zaten tarikat, şeriattır. Şeriat mürşittir, şeriat tarikattır. Tarikat, şeriat ayrı değil ki.

Şeriat, tarikat yoldur varana

Hakikat marifet andan içeru

Cenabı Hak şeriatı, tarikatı, hakikati, marifeti insanlara bahşetmiş. Ama şeriattan başlıyor. Şeriat, tarikat, hakikat, marifet.

Şeriat cesetle, cisimle, cesede emredilmiş. Bak! İnsanlar ölüp gidiyorlar, kabre gidiyorlar. Onlarda daha şeriat var mı? Onlarda zekat, say, hayır, şer,  var mı? Yoktur.

Onlar yok mu oldular? Hayır.

Cesetleri yok oldu, ruhları var, orada yaşıyor. Onun için şeriat cesede emredilmiştir.

Tarikat da ruh iledir, hakikat da. Zaten, insan ruhuyla hakikate ulaşıyor. Demek ki tarikat olmasa, insan hakikate ulaşamıyor.

Şeriat cesetle, tarikat ruh ile, ruh hakikate ulaşıyorsa… Hakikate nasıl ulaşıyor?

Tarikatla.

Bil şerîat emr ü nehyi bilmek imiş ey gönül  

Hem tarîkat râh-ı Hakk'a gelmek imiş ey gönül

Râh-ı Hakk'a, Allah yoluna girmekmiş tarikat.

Marifet Hak ile meşgul olmak imiş ey gönül

İnsan hakikatsiz de marifete ulaşamıyor. Hakikatten de marifete geçiliyor. Yani demek ki:

Şeriattan seçiliyor, tarikata,

Tarikattan seçiliyor, hakikate,

Hakikate ulaşanlar seçiliyor, marifete geçiyor.

İnsanlar Marifetullah'a geçiyorlar.

Onun için tarikat, şeriattır; mürşit, şeriattır. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de Hazret-i Allah’ın mürşide, rabıtaya işaret eden 36 yerde ayet-i kerimesi var. Ama başka te’vil ediyorlar, başka manaya alıyorlar.

Ulemalar daha bu kadar güruh-ı evliya geçmiş, sayısını Allah bilir, bunlar hep ulema değiller miymiş?

Bunlar hep ulema imiş. Onlar ilmi daha çok tamamen merkezden almışlar. İlmin kendisini okumuşlar. On iki ilim okumuşlar. Dört mezhepten malumlarmış.

İmam-ı Azam gibi bir zât bak ne buyuruyor: “levlâke senetân heleke’n Numan” buyuruyor. Bu ibare onun kelamıdır. Ölümüne iki sene kala diyor ki:

—Ben Cafer-i Sadık’ın sohbetini dinlemeseydim, bu ilmim beni kurtaramazdı. Bu ilimle dalalete düşerdim.

Cafer-i Sadık kim oluyor?

Cafer-i Sadık, o zamanın meşayihi.

Cafer-i Sadık, on iki imamın altıncısıdır.

Cafer-i Sadık, bizim silsilede geçiyor: “..Estü Caferi Tayfur”,

Tayfur, Beyazıt-ı Bistami Hazretleri, Cafer de Cafer-i Sadık hazretleri. Cafer-i Sadık imamlardan, yani evlad-ı Resul’den, Fatıma evlatlarından altıncı imamdır. İmam-ı Âzam Hazretleri onun zamanında yaşamış, onu tanımış, ona gitmiş, iki sene sohbetinde bulunmuş. Yani ondan ders almış, kendisini ona teslim etmiş ve babalığıymış da zâten. (Cafer-i Sadık İmam-ı Âzamın annesiyle evlenmiş.)

Onun için tarikatsız olmuyor. Tarikatsız, insanların nimeti eksik oluyor. Cenabı Hak insanlara şeriat, tarikat, hakikat, marifet bahşetmiş.

Ama şeriatı tekemmül etmezse, tarikatta hiç yer vermiyorlar. Eğer bir insanın şeriatında kıl kadar eksiği olsa, onun tarikatta yeri yok, ona tarikatta yer vermiyorlar. Şeriatı tamam olacak.

Ama şeriat cesetle, tarikat da ruh ile.

Hak talibi; cismiyle şeriatta, aklı, ruhuyla tarikatta, sırrıyla ila vuslatta olacakmış.

Hak talibi demek: Allah'ı dileyen.

Zaten Allah'tan geldik, niye Allah'ı dilemeyelim?

Biz yoktan var olduk değil mi? Kendi kendimizden mi var olduk? Yoktan var olduk, yine yok olacağız. Ama varlığımız nerden geldi; yokluğumuz nereye gidecek? Bunu bilmek lazım.

İşte Allah'tan geldik, Allah'a gideceğiz. Ama Allah'tan gelen nedir? Allah'a giden nedir?

Allah'tan gelen ruhumuz, Allah'a gidecek olan ruhumuzdur.

Ruhun da vasıtası tarikattır, meşayihtir.

Zâhirde ruhun vasıtası şeriattır. Çünkü cisim yok oluyor değil mi? Hepimiz bunu biliyoruz, görüyoruz. Bu cisim yok oluyor.

Ama ruh da yok oluyor mu? Eğer biz de, ruh da yok oluyor dersek; o zaman inanmış değiliz; iman edenlerden değiliz. Ruh yok olmuyor.

Bu cisim yok oluyorsa çürüyorsa, ruh da var ise...

İsrafil Aleyhisselam ikinci sura üfürecek. İnsanlar, herkes ot biter gibi yerden kalkacaklar. Bütün ruhlar olduğu yerden kalkacak.

Nasıl kalkacaklar bunlar?

Yine bir cisimle kalkacaklar. Onlara Cenabı Hak yine bir cisim halk edecek.

Ama nasıl bir cisim halk edecek?

Cenabı Hak, iki cisim halk edecek. Bir; güzel bir cisim halk edecek. Ruh, o cisimle gidip sefasını sürecek.

Ruhu taşıyan ne oluyor? Bu cisim oluyor.

Ruh çıktı mı ne oluyor? Cisim de yok oluyor.

Ama nasıl ki ruh bu dünyaya bir cisimle geldi, cesede geldi. Cenabı Hak ruhu getirdi, yerleştirdi. İnsanları Cenabı Hak ikinci diriltmesinde yine onlara bir cisim halk edecek.

Bu cisim ikidir: Bir; hayvani sıfat, bir beşeri sıfat.

Eğer hayvani sıfatla kalkıyorsa o insan çirkin bir surette, çirkin bir cisimle. Ruh o cisimle gidip cehennemde azap görüyor.

Eğer beşerse, Cenabı Hak güzel bir cisim halk edecek. O güzel cisimle, bu dünyada nasıl yaşadıysa, cennette gidip ebedi sefasını sürecek.

Ama bu cisim nerededir?

Burada kazanıyor onu. Burada, insan bu dünya âleminde, ömrü boyunca, yaşadığı müddetçe, ya güzel bir cisim veya çirkin bir cisim kazanıyor.

Buna ne deniyor?

Ameli salih, ameli kabih.

İşte bu ameli kabih olanlar, yani Allah'a isyan edenler defterini günahla dolduranlardır. Allah'a itaat edenlerin ameli, salih’tir.

Meleklere inanacağız, “Âmentü billah” Allah'a inanırım, “ve melaiketihi” burada, Allah'tan sonra melekler geliyor. Bizim muhafaza meleklerimiz var. Onlar bizim kâtibimiz, sağ melek, sol melek değil mi? Bunlar ne yapıyorlar. Cenabı Hak “Miskâle zerretin hayran yerah, miskâle zerretin şerran yerah.”[6] buyuruyor. Bunların bir görevi var, vazifesi var. Bu olmasa, yani insanların defteri tutulmasa, yazılmasa nasıl vücut gösterecek? Nasıl belli olacak?

Yani çok küçük hayrı melek yazıyor, çok ufak şerri de melek yazıyor. Bu ufak hayrı kim kaydediyor deftere? Sağ melek. Bu en ufak şerri kim kaydediyor deftere? Sol melek.

Bak! Bütün şerlerin, günahların büyüğünü küçüğünü kim yazıyor? Sol melek yazıyor. Hayırları kim yazıyor? Sağ melek yazıyor.

Ama dikkat edin, Allah'ın bize rahmetine, merhametine bakın! Erhamerrrahimin ya, rahmedici, kuluna acıyıcı, kayırıcı, affedici. Bak! Sol meleği, sağ meleğin emrine vermiş, sağ melek müsaade etmedikten sonra sol melek yazamıyor, bütün müsvedde alıyor. Esas deftere kaydedemiyor. Sabahtan akşama kadar bir Müslümanın yapmış olduğu bütün şerleri o bir müsveddeye alıyor. Sol melek deftere kaydedemiyor. Diyor ki sağ melek:

— Dur yazamazsın, onun akşama kadar müsaadesi var belki tövbe eder, belki nedamet duyar, diyor.

Onu akşama kadar tutuyor yazdırmıyor. Ama sağ melek hemen hayrı kaydediyor, yazıyor.

Onun için insanlara, “İnnemel a'mâli bin niyât.”[7]  emr ü fermanı var. İnsanlar iyi bir niyetle oldu muydu, sağlam bir niyetle o zaman ne yapacak? Bir hayır işleyecek, bir amel işleyecek. Onu işlemese de sağlam ise niyeti… Ama Allah biliyor tabii, amenna ve saddakna Allah bilir, Alîm’dir. Bizi bizden iyi bilir. Sağlam bir niyeti varsa, eğer yapamıyorsa Allah onun ecrini veriyor.

Ama kötü niyetli bir insanı düşünelim. Kötü niyetli bir insan, eğer o kötü niyetini fiiliyata getirmiyorsa, ona günah yazılmıyor. Tabii ama bu da iyi değil. Onun da kalbi sağlam değil. Eğer bu kötü niyeti bir defa işlemez, iki defa işlemez ama üçüncüde işleyebilir. Yani bu kötü niyetten de insanların kurtulması lazım.

Ama kötü niyetli bir insan yapmadıktan, işlemedikten sonra, fiiliyata geçirmedikten sonra onun günahı yazılmıyor. Ama iyi bir niyetli insan, hayrı işlemese de sevabı yazılıyor.

Onun için burada sağ melek, sol melek… Meleklere inandıksa bizim sağ meleğimiz var, sol meleğimiz var. Ne yapıyor? Sabahtan kalktık mıydık, akşama kadar ne ettik, ne konuştuk, ne yedik, ne içtik; nereye gittik, nereden geldik, ne yaptık bunların hepsini yazıyorlar.

Biz demeyelim ki:

—Belli günahlar var, biz günah işlemedik

Hayır, bizim için noksanlık, günahkarlık bu mudur?

Bizim için gafil atmış olduğumuz her adım da noksanlıktır. Gafil teneffüs ettiğimiz bir nefes de bizim için bir noksanlıktır.

Onun için Cenabı Hak, “Kulum iste vereyim.” buyuruyor (talebena vecedena).

Allah’a inanmış olarak, isteklerimiz bizi aldatmış olmasın. Bizim isteklerimiz de masiyet olmasın, dünya olmasın.

Maddi istekler bizi aldatır. Çünkü maddi istekler ne kadar varsa, dünya istekleridir bunlar, hep nefsin arzularıdır. Halbuki bizim en büyük düşmanımızın nefsimiz olduğunu bileceğiz. Eğer en büyük düşmanımızın, nefsimiz olduğunu bilmezsek düşmanımızı bilemeyiz. Niye? Bak!

Büyük düşmanımız nefs-i emmare

Takmış kemendini götürür nare

Cehdet ki bulasın sen sana çare

Ellerin ayıbını gözleme gardaş

Çaba harca, çalış, çabala ki nefsin seni eğmesin, diyor. Sana bir halat takmış boynuna çekmiş, sürüklemiş cehenneme götürüyor. Çalış ki o halatı koparasın, onun halatından kurtulasın, diyor.

Ama neyle? Ancak o halattan neyle kurtulursun?

Cehdet ki bulasın sen sana çare

Ellerin ayıbını gözleme gardaş

Yani Ahmet şunu yapıyor, Mehmet bunu ediyor; şu, şunu yapıyor, bu, bunu yapıyor. Ne yapacaksın sen? Eğer onların ayıbını gözlersen olmaz.

Çünkü Cenabı Hak; “Settarü'l-uyub”, ayıpları setrediyor. Peygamber Efendimiz de setretmiş. Peygamber Efendimiz de Allah'ın ahlakı ile ahlaklanmış, Cenabı Hakk’ın sıfatıyla sıfatlanmış.

Velîler de böyledir. Velîler de setreder. Eğer biz de velîlerin izlerinden yürüyeceksek, biz de velîleri tanıyacaksak, biz de velîlerin eteğine yapışmışsak; o eteği elimizden bırakmayacağız. O etek bizi kurtaracak. O eteği elimizden bırakmayacaksak biz de böyle olacağız. Kimsede ayıp görmeyeceğiz. Çünkü:

Dil uzatma kainatın halikine bir durup

Kimseyi hor görme daim sendeki noksana bak

Onun için bu kelamlar hakikatten bahsediyor. Yani niye böyle oluyor? Cenabı Hak “Her kim ki Allah için alçalırsa biz onu yükseltiriz.”[8] buyuruyor.

Bir insan olarak, senin kendi ayıbın varken başkasında ayıp görürsen, kusur görürsen, sen o zaman yükselmiş olabilir misin? Sen alçalmış olursun.

O zaman da Cenabı Hak “Her kim ki tekebbür sahibi olursa biz onu hakir ederiz.” buyuruyor.

İşte tasavvufun bütün gayesi budur.

Tarikatta üç büyük amel var:

Birisi: En büyük amel, tevazudur. Tarikatta tevazudan büyük bir amel yoktur. Şimdi şöyle, sen alçaldıkça yükseliyorsun. Sen alçaldıkça Allah seni yükseltiyor. Ne olacak o zaman?

Eğer nefsini herkesten aşağı gördüğünde, bir kimse de, mademki nefsini bilecek. “Men arafe nefsehu fakad arafe rabbehu.”emr-i fermanı “Nefsini bilen rabbısını bildi.” buyruluyor.

Kim nefsini bildi?

Nefsini eğer bütün insanlardan değil, hayvanattan da aşağı; bakın, dikkat edin buna! Hayvanattan da aşağı kendini, nefsini görmezse, nefsini bilmiş değildir.

Beyazıt-ı Bistami Hazretleri, mübarek silsilede Tayfur geçiyor. “Nebi, Sıddık Selman-ı, Kasım estü Cafer-i Tayfur”. Beyazıt-ı Bistami Hazretleri genç yaşta velâyete, kemale ulaşmış yani velî olmuş efendim. Onun kadar genç yaşta velî olan olmamış, yani velâyetin altında olmamış. Çünkü küçük yaşta onun şebabetinde harikuladeleri varmış.

Reşahat'ta yazar, Şeyh Şıbli Hazretleri’nin sohbetine devam ediyormuş. Fakat Beyazıt-ı Bistami genç yaşta kendini Allah yoluna vermiş. Ahlakıyla, ilmiyle, kemaliyle, zâhirdeki adabıyla, o kadar çok halka sevilmiş ki o kadar meth ü sena ediliyor ve bütün hep onu parmakla gösteriyorlar. Cemiyette bunu böyle halk içerisinde methediyorlar. Fakat Şeyh Şıbli Hazretleri bir gün büyük bir cemaate sohbet yaparken Beyazıt-ı Bistami Hazretleri de girmiş içeri; oturmuyor, hürmet ediyor, ayakta duruyor.

Eskiden tarikatın bir adabı varmış. Şimdi onu kaldırdılar. Eğer tarikatın adap diye bir şartı tatbik edilecek olursa şimdi hiç kimse müritlik yapamaz.

Niye böyle? Bakın!

Bizim büyüklerimizden Pîr-i Sâmî zamanında, Erzincan'ın valisi ile bir ordu komutanı paşa, ordu karargahında oturuyormuş. Hicretten evvel, ordu komutanıyla vali Pîr-i Sâmî Hazretleri’ni duymuşlar, demişler:

—Burada bir şeyh varmış, insanları irşat ediyormuş. Bakalım neyle irşat ediyormuş?

Bunlar gitmişler ki mübarek şeyh hazretleri cemaate sohbet ediyor, bir kişi de ayakta, elleri böyle göğsünde, düşünmüş ayakta duruyor, oturmuyor. Bunlar gelmişler, selam vermişler. Tabii zâhir şeriat, ulu'l-emre göre bunlar mülki amir paşa, vali gelmiş, Pîr-i Sâmî Hazretleri de kalkmış onlara biraz hürmet etmiş. Oturmuşlar hal, hatır sormuş. Ondan sonra cemaat sükûta varmış. O arada cemaat zaten sükût. Pîr-i Sâmî Hazretleri de onlarla meşgul olunca sohbeti kesilmiş. Sormuşlar:

—Efendim neyle irşat ediyorsunuz?

Demiş ki mübarek,

—Şu ayakta, eller göğsünde, boynu bükük, duran derviş bir saattir duruyor, siz de böyle durun irşat edeyim, demiş.

Onlar ikisi birbirine bakmışlar. Birbirlerine

— Kalk kalk gidelim, bu, adamları kandırıyor, demişler.

 Kalkıp gitmişler.

İşte öyle efendim Allah'a şükür, bin şükür, çok şükür, nihayetsiz şükürler olsun, bu teveccüh de bizim için büyük bir ameldir. Her tarikatta yoktur. Bizim tarikatımızda var. Ama çok büyük bir ameldir. Peygamber Efendimiz teveccüh de yapmıştır, bize sünnettir. Zaten tarikatın bütün amelleri sünnettir. Ama hangi sünnet? Gayr-i müekkede değil, sünnet-i müekkede olan bir sünnettir. Terki olmayan sünnetler gibidir. Terki olan sünnetler de var, sünneti gayr-i müekkede. Tarikatın amelleri sünnet-i müekkede olan bir sünnettir. Fakat bu dışarıya karşı böyledir ama yaşayan için; hem sünnet, hem vacip, hem de farzdır.

Niye bu böyle?

Bakın bizde evvâbîn namazı var. Eğer bir Müslüman, tarikatlı bir kimse, buna (evvâbîn namazına) eğer tarikatın bir ameli olarak inanmışsa, farz namazı giderse, akşam namazını terk ederse, evvâbîni de terk eder. Farz namazını kılabiliyorsa, onu da kılar. Hasta da olsa kılar, yolculukta da olsa kılar, seferde de, hazerde de, nerede nasıl olursa olsun kılar. Yalnız akşam namazını, insanlıktır, kaçırdı kılamadı, onu da kılamaz farkı ne olur o zaman? Akşam namazını kaza eder onu kaza etmez.

Bu niye böyle?

“Cenabı Hakk’ın indinde az da olsa devamlı yapılan amel makbuldür.”[9] Ama çok da olsa ara sıra yapılan amel makbul değildir.

İşte onun için bu tarikatın amelleri bütün, Peygamber Efendimiz’den geliyor. Bu ise zaten Tarikat-ı Muhammediye’dir.

Tarikat-ı Muhammediye, Şeriat-ı Muhammediye var değil mi?

Şeriat-ı Muhammediye nübüvveti, zâhir ulema, zâhir şeriatıdır.

Tarikat-ı Muhammediye de Peygamberimizin velâyetinden gelendir. Velâyet yönüyle, velâyet yoluyla gelen, velâyetlerden, yani bâtından gelendir.

Zâhir ulema var, bâtın ulema var.

Zâhir ulema kim? Zâhir ulema hocalar, müftüler, vaizler.

Bâtın ulema kim? Bâtın ulema da meşayihler.

Fakat bunlardaki fark nedir?

Bunlardaki fark, bâtın ulema ledünni ilmini okumuştur, zâhir ulema ledünni ilmi okumamıştır. Bâtın ulema o kitaptaki bildiklerini unutmuşsa (çıkarmışsa) ledünni ilmini okumuştur. Eğer unutmadıysa okumamıştır. Çünkü bu niye böyle oluyor?

Veysel Karani Hazretleri’ne, Peygamber Efendimiz’in onun hakkında çok meth ü senaları var, ona “Ümmetin büyüğü” diyor. Hatta hadis-i şerifinde “Nefesü’l-Rahman gıbalil Yemen.”[10] buyuruyor. Halbuki Veysel Karani Hazretleri ile Peygamber Efendimiz zâhirde birbirlerini görmemişler, hiç görüşmemişler. Ama maneviyatta da bir saniye birbirlerinden ayrı değiller. Onun hakkında buyuruyor ki “Ümmetin en büyüğü, ümmetin en hayırlısı.”

Veysel Karani Hazretleri’ne, Peygamber Efendimiz vasiyet ediyor, “Hırkamı ona götürün.” diyor. Götüren kim oluyor? Hazret-i Ali Efendimiz’le Hazret-i Ömer (radıyallahu anhum) Hazretleri. Hırkayı götürüp onu buluyorlar, hırkayı ona veriyorlar. Hırkayı almıyor. Diyor ki:

— Bunun bir hakkı vardır, hakkını icra edeyim de ondan sonra, diyor.

Ama Peygamber Efendimiz’in de emri var, buyuruyor ki: Arabistan’da, Hicaz bölgesinde iki kabile varmış, bunların koyunları çok imiş, Peygamber Efendimiz o iki kabileyi zikrediyor, “O iki kabilenin koyunlarının, kıllarının adedince, Üveysin şefaatiyle benim ümmetimin asileri cehennemden kurtulacak.” buyuruyor.

İşte bunu biliyor Veysel Karani. Hazret-i Ömer de Hazret-i Ali de tabii biliyorlar bu hadisi. Hadisler kimden alındı? Zaten onlardan toparlandı.

Orada işte secdeye kapanıyor ve secdede Cenabı Hak’tan günahkar ümmeti diliyor, Peygamber Efendimiz’in ümmetinin günahkarlarının, Allah'tan affını diliyor. Bunun için uzun boylu orda kalıyor. Uyudu zannediyorlar veyahut da bayıldı zannediyorlar. Bunu kaldırmak istiyorlar, kaldırıyorlar, doğrulunca:

—Niçin acele ettiniz? Biz hırkanın hakkını icra ediyorduk, hakkını ödüyorduk. Ümmet-i Muhammed’in günahkarlarının dörtte üçünü Allah'a affettirdim, geri kalan birini de affettirmek istiyordum, beni kaldırdınız, diyor.

Şimdi buradan da ne anlaşılıyor? Zâhirde Allah'ı görüyor, yine Allah'tan isteseydi, ayıkken de isteseydi. Demek ki hal sahibi veyahut maneviyat sahibi, o istekte ne oluyor? O istekte bir başka hal tecellî ediyor, başka bir âleme geçiyor. Orada başka bir istek oluyor, onda başka bir arzu oluyor. Bundan bu anlaşılıyor.

Şu da var:

Peygamber Efendimiz, Bedir Muharebesi'nde toprak attı, düşman basıldı. Ayet-i kerime nazil oldu: “Habibim o toprağı sen atmadın, biz attık”[11] buyruluyor. Peygamber Efendimiz bütün savaşlarda o toprağı atsaydı, mağlubiyet görmeseydiler. Uhud Muharebesi'nde mağlup oldular, Huneyn Gazası’nda mağlup oldular.

İşte demek ki velîler olsun, nebiler olsun, onların her zamanları bir değil. Zaten Peygamber Efendimiz ne buyuruyor hadisinde? “Bizim öyle zamanımız oluyor ki arş, kürs, levh, kalem bizim yanımızda bir zerre kalıyor, onları hep seyrediyorum. Öyle zamanım da oluyor ki yanımdaki Ayşe’yi bile göremiyorum, bilemiyorum.”[12]

Şimdi demek ki Veysel Karani Hazretleri’ni ayılttılar. Fakat onun an'ı vardı, geçti o. Hani onda bir sıfat tecellî etmişti, sonra o sıfat ondan geçti.

Bu gibi şeylerin tecellî anında, Cenabı Hakk’ın sıfat-ı subutiyyesi onda tecellî ediyor, o sıfatta istiyorlar ve o sıfatta Allah halk ediyor.

Ebu Bekir-i Sıddık Hazretleri de bir ölmüşü diledi, Cenabı Hak bir ölü kimseyi diriltti getirdi. Ama Cenabı Hak hadisi kutside buyuruyor ki: “Eğer o Sıddık kulum, sadece onu diledi. O muharebede bütün ölenleri isteseydi, bütün hepsini diriltecektim.”

Şimdi burada Veysel Karani Hazretleri’ne Hazret-i Ömer Radiyallahu Anh Hazretleri diyor ki:

— Ya Üveys, bize nasihat et.

Bir hakikati onda gördüler, Peygamber Efendimiz’in emri, hırkayı ona verdiler, hırkanın karşılığında onlara bir müjde de verdi.

—Ya Ömer! Sen bir şeyler biliyor musun?

—Biliyorum, diyor.

Nasıl bilmiyorum desin ki? Peygamber Efendimiz’in dört büyük sahabesinden birisi. Hulefâ-i Raşidin'den, sonra aşere-i mübeşşereden. Veysel Karani Hazretleri diyor ki:

—Sen o bildiklerini hep unut, Allah'ı bil, sana yeter.

Sonra Hazret-i Ömer diyor ki:

—Ya Üveys! Yine bize nasihat et. 

—Seni halk, bilirler mi?

—Bilirler.

—O halka hep kendini unuttur, Allah seni bilsin yeter.

—Ya Üveys! Yine nasihat et, diyor.

Veysel Karani Hazretleri diyor ki:

— Yok, tamam bu iki nasihat yeter.

Demek ki burada işte tasavvufun gayesi nedir?

Tarikatın gayesi nedir?

Tarikatın gayesi mahviyettir.

Mahviyete kim düşüyor?

Mahviyete düşen, “Nefsini bilen” mahviyete düşüyor.

Nefsini kim biliyor?

Nefisini de işte bütün, değil insanlardan, hayvanlardan da aşağı kim görüyorsa, biliyorsa, nefsini o biliyor.

İşte onun için Beyazıt-ı Bistamî Hazretleri, Şeyh Şıbli Hazretleri büyük bir cemaate sohbet yaparken sohbetlerine gitmiş. Girmiş içeri, oturmuyor; ayakta, hürmet ediyor. Fakat henüz ayaktayken otur demeden mübarek öyle celâlleniyor, cemaatin huzurunda, diyor:

—Yahu sizin methettiğiniz bu hınzır mı?

Haşa Estağfurullah! Şanına layık olmayaraktan öyle diyor, bağırıyor. Fakat bu kelamı Beyazıt-ı Bistami Hazretleri reddetmiyor, kabulleşiyor. Diyor:

—Benim nefsim demek ki hınzır sıfatından daha tebdil olmamış.

Üç gün ağlıyor, yemiyor, içmiyor. O ağlamada, bakın irşat bu işte, terakki ediyor. Çok terakki ediyor.

Fakat o, bu kelamı kabulleşiyor, kabulleşmese zaten irşat olamayacaktı, nefsini bilemeyecekti. Nefsini bilmiş ki bu kelamı kabulleşmiş.

Bu anda da ne oldu? Halka karşı onun tenkidi, onu gizledi.

Hani, Veysel Karani Hazretleri ne buyurdu? “Bu halk seni biliyor mu?” “Biliyorlar” “Sen halka kendini unuttur, Allah seni bilsin yeter.”

İnsan halka kendini neyle bildirir?

Şöhretle!

Şöhrette afet vardır.

Şöhretten kaçınmak lazımdır. Şöhrette afet vardır. Bir insan nefsini zaten aşağı görmezse, şöhretten de kaçınamaz, tevazu da yapamaz, değil mi?

İşte evet, teveccüh Peygamber Efendimiz’in amelidir. O da ashabına teveccüh yapmıştır.

Bu hatm-i hacemiz var ya, dikkat edin, hatm-i haceye çok kıymet verin, hatm-i hace bu teveccühün bir küçüğüdür. Hatm-i hacenin tatbikatı aynıdır. Sebepsiz olarak hatmeyi terk etmeyin. İnsanlık hali, burada bulunmazsınız, hasta olursunuz, yolcu olursunuz, mühim bir işiniz olur, başka; ama hatmeyi sebepsiz terk etmeyin, hatme büyük ameldir.

İşte hatm-i hacede, büyük hatmede yetmiş dokuz Elemneşrahleke-yi şerif suresi okunuyor. Bu ne için okunuyor? Niye yetmiş dokuz taş? Yüz taş dağılmıyor da, yüz taştan yirmi bir taş ayırt ediliyor. Sebebi ne acaba?

Ameldir çünkü. Bu bir amel ise, amelin de bir sınırı var. Burada bir emir var. Burada yetmiş dokuz Elemneşrahleke okunuyor. O yetmiş dokuz okunması insanların ahlakı zemimesinin izâlesi için. Elemneşrahleke suresinin her bir harfi bir manevi çekiç, insanların iç âleminde olan ahlakı zemimelerin başına vuruyor.

Elemneşrahleke suresi ne için inzal oldu? Ne için geldi?

Cenabı Hak “Habibim biz senin göğsünü yardık, temizledik.”[13] buyuruyor. Peygamber Efendimiz ki bütün kainatın efendisi, bütün halkıyyetin efdali, makbulü, büyüğüdür.

Çünkü kelam-ı kibarda öyle buyuruyor:

Dahi hem âlem-i a'mâda iken cümle esmâlar          

Zuhûrı âlem-i a'yânı sensin yâ Resûlallah    

Âlem demek, yani varlıklar. Ama bilinenler var, bilinmeyenler var, görünmeyenler var. On sekiz bin âlem olduğu bize bildiriliyor.

Ama bunlar kimin için halk edildi?

Peygamber Efendimiz  için halk edildi.

Zaten Peygamber Efendimiz’in nurundan bütün âlemler halk edildi. Böyle büyük bir zât-ı mübarek için… Cenabı Hak Peygamber Efendimiz’e aşık olmuş ve “Lekad câeküm rasülün min enfüsiküm azizun aleyhi mâ anittüm harisün aleyküm bil mü’minine raûfürrahim.”[14] ayet-i kerimesi vardır. Bu ayet-i kerimede Cenabı Hak ne buyuruyor? “Peygamber izzetli ve şereflidir.” diyor. Allah halk etmiş. Cenabı Hak birkaç tane daha halk etseydi de ümmetine haris olmasaydı. Bir sanatkar bir şey yaptığı zaman, bakın dikkat edin, eğer ona haris olursa bir tane daha yapar. Onun harisliği gider. Zaten mevlid-i şerifin mealinde:

“Gel habibim sana aşık olmuşam.” buyuruyor ki kelamı kibar da vardır:

Muhabbetten yarattı Ol Habîb'i Hazret-i Mennân           

Değil kim Ol Muhammed Hazret-i Mevlâ'da yangın var

Allah’ta yangın olabilir mi? Allah’ta yangın olmaz ama Cenabı Hak’taki muhabbet yangınıdır. Muhabbet de yakıcı bir maddedir. Hem de öyle bir yakıcı madde ki… Cenabı Hak ne buyuruyor? O koskoca azim cehenneme diyor ki: “Ey cehennem eğer sen de bana isyan edersen ehli aşkın ateşiyle sana azab ederim.” Öyleyse demek ki buradaki yangın, bu muhabbettir. Yoksa zâhirde bir ateş yok ama öyle bir yangın ki bizim maneviyatımıza mani olan bütün varlıkları yakıyor, yok ediyor, gideriyor.

Onun için zaten Cenabı Hak “Habibim ben seni sevdim yarattım, övdüm, muhabbetimden yarattım.” buyuruyor.

Mademki Elemneşrahleke suresi onun hakkında nazil olmuşsa, Cenabı Hak “Habibim biz senin sadrını yardık, göğsünü yardık, kalbini temizledik.” buyuruyor.

O zaman bizim kalbimiz de temiz değil. Bizim kalbimiz zaten mülevves. Bizim kalbimiz bütün masiva ile kirlenmiş, paslanmış, mülevves olmuş. Bunun temizlenmesi icap etmez mi? Bir düşünelim.

Bizim kalbimizi kim temizleyecek?

Bizim kalbimizi meşayihimiz temizleyecek. Yetkilidir, Allah ona o yetkiyi vermiş.

“Hayat iksirinin Lokman’ı geldi.” buyuruyor.

Yanında bir bölük melek simalar

Gene esti bize bâd-ı sâbalar

Derd ehli derdine alsın devalar

Hayat iksirinin Lokman’ı geldi

Ne demek bu , hayat iksirinin Lokman'ı ?

Yani Evliyâullah manevi doktordur, ruhumuzun doktorudur. Ruhumuzun bütün illetlerini alıyor, onu ameliyat ediyor, ruhumuzu nimetine ulaştırıyor.

İşte bu Elemneşrahleke suresi de bu amelde (hatmede) okunuyor. Bizim ruhumuzu temizliyor. Yani maneviyatımızda iç âlemimizde olan, bütün ahlakı zemîmeleri tebdil ediyor, değiştiriyor.

Bunda esrarlar var. Bütün bunlar ihlasa, inanca bağlıdır. Çünkü niye?

Sâlihâ bir kimseye yol aldıran ihlâsıdır

Hazret-i şeyhim efendim ehl-i hâsın hâsıdır  

Hatm-i Hace’de daha sonra bin bir ihlas okunuyor. Bu bin bir ihlasın okunması da ne demektir?

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki: “Ümmetimden, her kim ki İhlas-ı Şerif (Kul hüvallahu ahad) suresini, bir defa okursa, Kur’ân-ı Kerîm’in üçte birini okumuş olur. Üç defa okursa Kur’ân-ı Kerîm’i hatmetmiş olur.”[15]

Burada bin bir ihlas okunuyor. Bunun üçe bölümünde ne çıkıyor? 333 hatim sevabı.

Onun için bütün vakit namazlarında da, dikkat edin üç kişi bir cemaat olacağınız zaman, evinizde, başka yerde, üç kişi beş kişi ihlasları okumadan farz namaza kalkmayın. Ne olur ki üç tane ihlas okusanız! Hatta mübarek Şeyh efendimiz buyurmuştu ki: “İki kişiyle namaz kılındığında, bir tanesi kalktı ki kamet okumaya başladı, diğeri de tuttu eteğinden onu oturttu. İhlasları kendisi okudu, ondan sonra kamet okudu.” Buna hep dikkat edelim.

Mesela müezzinlik ettiğinde tespih dualarını da ihmal etmeyelim. Namazın kemali dua iledir, hadis bu. “Namazın tamamı dua iledir. Dua olmayan namaz yarımdır.”[16] Tespih duaları da bir duadır. Ama biz “Subhanallah” dedik, “Elhamdülillah” dedik, tespih dualarını okuduk. Burada bir zararımız mı oldu? Acele bir şey yok, bir mani yok niye okumayalım?

Evet, bu teveccühü de Peygamber Efendimiz yapmış. Hatta Eşrefoğlu Rumi (Müzekki'n-nüfus’un sahibi) kitabında yazar, Peygamber Efendimiz bir teveccühünde, mübareği, cezbe almış. Başını sağa sola salladığı zaman, çevirdiği zaman, emamesi, sarığı düşmüş. O sarığını ashap kapışmışlar. Herkes tırnağının ucu kadar onu teberrüken almış. Ömürleri boyunca saklamışlar.

İşte Hatm-i Haceyi ifade ediyordum. Yetmiş dokuz Elemneşrahleke bunun için okunuyor. Ahlak-ı zemimelerin izalesi için. On dört Fatiha, yedi soldan, yedi sağdan okunuyor.

Niye böyle oturuyorduk? Niye bu yedi sağdan, yedi soldan?

Çünkü bunlar sünnettir, Peygamber Efendimiz’den kalmış. Peygamber Efendimiz, taşlar ile sahabelerine zikir yaptırdığı zaman, taşları eline almış mübarek, taşlar elinde zikir yapmış. Taşlar hareketle, harekete gelmiş, taşlar zikir yapıyor. Sağındakine vermiş, o taşlar onda zikir yapmış. O da kendi sağındakine vermiş, yedi kişiye gitmiş, yedinci kişide bu taşların zikri kalmış, hareketi durmuş, zikretmiyorlar daha. Mübarek taşları durdu diye almış, “Ver bana” demiş. O yedinci kişiden taşları alınca, yine kendi elinde taşlar zikretmiş. Solundakine vermiş, onda zikretmiş, o da kendi solundakine vermiş, onda zikretmiş, o da kendi solundakine, yedi kişiye gitmiş. Orada da durmuş. İşte evveli sağdan yedi Fatiha okumanın, sonradan soldan yedi kişinin Fatiha okumasının sebeb-i hikmeti budur.

Yalnız bunlar büyük amellerdir. Onun için, teveccüh her zaman olmaz ama hatme her zaman oluyor. Ama hatme teveccühün bir küçüğüdür. Aynı silsile bunda da okunuyor, onda da okunuyor. Bunda da rabıta yapılıyor, onda da rabıta yapılıyor. Aynı muhabbet ve feyiz bunda da, onda da tecellî ediyor. Yani teveccühten alınan bir feyzi, insan hatmeden de alabiliyor. Değil mi alınıyor?

Hatmeden sebepsiz olarak geri durmayın. Ama malum bir sebebi var, gidemezsin başka. Bak, eskiden her gün hatme okunuyordu. Halen biz her gün hatmeyi okumayı devam ettiriyoruz. Hiç bizim hatmemiz kazaya kalmamıştır. Fakat şimdi zaman icabı, her günkü olan hatmeyi haftada bir’e indirmişler. Herhangi bir dersli olan kimse, muhitinde hatme okunuyorsa, haftada bir gün o hatmeye gitsin, oraya borçludur. Yani borçlu dersek, gitmese ne olur? Günah mı? Günah olmaz ama mademki bir amel işlemek istiyor, Allah'ın rızasını kazanmak istiyor, Allah'ın rızası ne ile kazanılır?

Bakın!  Cenabı Hak dört şeyi dört şeyin içerisine gizlemiş:

Velîlerini kulları içerisinde gizlemiş.

Zaten Cenabı Hak öyle buyuruyor: “Biz velîlerimizi yeşil kubbemizin altında gizledik, onları bizden başka kimse bilmez.”[17]

Velîlerini kulları içerisine gizlemiş,

Azabını da günahlar içerisine gizlemiş,

Hicabını da dualar içerisinde gizlemiş.

Hangi dua perdeleri deler, hangi dua makamına ulaşır, bu bilinmez. Ancak Cenabı Hak ne buyuruyor?     

“Selim bir kalp ile beni zikredin[18].

 Selim bir kalp ile bana yalvarın.

 Selim bir kalp ile benden isteyin.”

Bu nedir? Bu selim kalp kimdedir, kimde olur?

Ancak aşk-ı ilahiye kim düşmüşse ondadır.

Bunda âlim, cahil… Zaten haşa Estağfurullah, bu cahil kelimesi kime söylenir?

Allah'ı bilmeyene. Bu cahillik, cahil kelimesi Allah'a isyan edene, günahı sevabı bilmeyene verilmiştir. İnsan ümmi olabilir, cahil olmaz. Bu ancak, “Dinü ilmün ma leke keliblis[19], Senin ilmini bilmedi o habis.” İblis, Adem’in ilmini bilmedi.

Sen de bir Adem’sin, çok ümmisin ama cahil değilsin. Çünkü Allah'a bir inancın var. İlim zaten bir noktadır.

Bu nokta nedir?

İnsanların kalbinde olan, Allah'a olan inancıdır. Hz. Ali Efendimiz buyuruyor, “İlim bir noktadır, cahiller onu çoğalttılar.” Kelamı Kibar’da da:

Bir noktada pinhan imiş

Gör neyledi bu aşk bana

Bu nedir?

Ledünnî ilmi var.

Cenabı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de ledünni ilmini bize haber veriyor. Cenabı Hak, Hz. Musa’ya buyuruyor: “Ve allemnahü min ledünna ılmen[20], Kullarımızdan bir kul buldular ki tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.” buyuruyor. Bir de “Ey Kelimim sen o ilimden bir harf bilmiyorsun.” buyuruyor. Ne demek bu?

Hz. Musa’ya, büyük kitaplardan ilk inen, Tevrat indi. Ama Hızır Aleyhisselam’a gitti, ledünni ilmini öğrendi.

Kitaptan mı öğrendi? Veya Hızır Aleyhisselam ona vaaz, nasihat mi etti?

Hayır! Hızır Aleyhisselamın hareketlerinden, işaretlerinden onu öğrendi.

Bu ilim, harfsiz, savtsız bir ilimdir. O ilim, medrese ilmi değildir. O ilim, hocadan öğrenilmiyor. Bu ilim kalp ilmidir. Bu ilmi ancak aşka duçar olan elde ediyor.

Onun için kelam-ı kibarda bak ne buyruluyor:

Ey birader sözlerime tut kulak

Sanma anı söyleyen dil yâ dudak

Demek ki ledünni ilmi kalp ilmidir. Onu dudak konuşmuyor, onu dil konuşmuyor.

Dil, dudak konuşur ama…

Hadis-i Kutsi’de Peygamber Efendimiz konuşur.

Ama mana kimin?

Hazret-i Allah'ın...

Onun için işte Hatm-i Hace büyük ameldir. Hatmeyi sebepsiz olarak terk etmeyin. Hatmi Hoca’ya haftada en az bir gün gidin. Hani bizim 24 saatte bir yapılan özel dersimiz var, bizim için hatme o dersten de daha büyük bir ameldir.

Sonra bizim tarikatımız:

Tarik-i şeriat,

Tarik-i rabıta,

Tarik-i sohbet,

Tarik-i hatme.

Bizim tarikatımız şeriattır. Niye?

Şeriatta bak, ne buyruluyor: “Allah için bir araya gelin, Allah için konuşun.”[21] Hatta Cenabı Hakk’ın emri şöyle: “İki Müslüman Allah için bir araya gelirse orada onların üçüncüsü biziz; üç olursa dördüncüsü biziz; dört olursa beşincisi biziz; alâ meratibihim.” Buyuruyor ki: “O cemiyet ne kadar fazla olursa olsun orada bir fazlası yine biziz, biz ordayız.”

Niye? “Âmentü billahi”, ben Allah'a inandım. Nerde çağırırsan orada hazır ve nazırdır. İnsan Allah'tan gafil olursa, Allah'tan ayrı düşer. Onun için Cenabı Hak: “Nahnü akrabü ileyhi min hablil verîd.”[22] buyuruyor. “Kulum ben sana şah damarından daha yakınım.” Bu bir ayettir.

Peygamber Efendimiz de hadisinde buyuruyor ki: “Ey kul sen Allah'tan çok uzaksın, senin Allahtan yetmiş bin perde uzaklığın var. Her perdenin kalınlığı da yerle gök arası kadar.”[23].

Onun için kelam-ı kibarda:

Abd u Hak beyninde yüz bin hicâb var         

Her hicabda yüz bin sual cevab var 

Burada inceden ince hisab var

İnceden ince hesap var. Kelam-ı kibar, burada neyi ifade ediyor?

Burada hem hadisi hem ayeti birbirinin karşısına getiriyor. Diyor ki: “Burada inceden ince bir hesap var.” Bu nasıl anlaşılacak, bu hesap nasıl bilinecek? Diyor.

Cenabı Hazreti Allah: “Kulum ben sana çok yakınım, şah damarından yakınım.”

Şah damarı ne?

Şah damarı insanların kalbinde merkezi bir damardır. Vücuda dağılan 366 damarın birleşmiş olan bir yeri, merkezidir.

Burada, Cenabı Hak “Şah damarından ben sana daha yakınım.” diyor. Allah'ın resulü de: “Sen, Allah'tan çok uzaksın.” diyor.

Bu uzaklık ne, bu yakınlık ne?

Bu yakınlık Allah'ı anmaktır.

Bu yakınlık Allah'ı sevmektir.

Bu yakınlık Allah'tan korkmaktır.

Bu uzaklık ne?

Bu uzaklık da Allah'tan korkmamak;

Allah'ı sevmemek, Allah'ı unutmak, anmamak.

Bu uzaklık da budur.

Teveccüh yapacağız, bu ameli ne için yapıyoruz? Bunu açıklamamız gerekir.

Şimdi burada yapılacak teveccüh büyük bir ameldir. Bak! Kelamı kibarda şöyle:

Teveccüh olunca her bir ihvâna

Mürde kalblerimiz gelirler câna

Mevlânâ’nın da bir kelamı var, buyuruyor ki:

Yek nazar eylese arif-i billah

Aslı kem hareyi mücevher eyler

Bu arif-i billah, velîlerdir. Allah'tan yerken, içerken, uykuda hiç gafil değillerdir. Yani Allah'ı hiç unutmuyorlar, hep zikrediyorlar.

İşte Allah'tan arif olmak, ayık olmak da budur. İnsanlarda marifetullah da budur. İnsanların en son makamıdır, efendim.

Arif-i billah, Allah'tan ayık olanlar, Allah'ı unutmayanlar onlar “Yek nazarda, yani bir bakışta; bir kara taşa baksalar onu mücevher, altın yaparlar.” diyor.

Mademki Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: “Benim ümmetimin velîleri, beni İsrail kavminin peygamberleri derecesindedir.”[24] Kelamı kibarda da bak:

Gelir bûy-ı Muhammed gül yanağından senin şâhım            

Dem-i İsâ zuhûr eyler dudağından senin şâhım       

buyuruyor.

Yani, Evliyâullahın bir nefesi, Hazret-i İsa’nın nefesidir.

Hazret-i İsa’nın nefesi ne yapıyor? Kelamı ve de nefesi ne yapmış?

Ölüleri diriltmiş, mürdeleri diriltmiş, ayağa kaldırmış. Bu mucizedir. Cenabı Hakk’ın emri, peygamberler için mucizeyi, nebilerin nübüvvetleri aşikar olsun bilinsin, bildirsinler diye onlara verilmiş.

Bir de “Velekad kerremna beni âdeme”[25] ayet-i kerimesi var. Velîlere keramet verilmiştir. Fakat kerameti gizlemişlerdir.

 


[1] Fususül Hikem  Trc. S.238

[2] Eşrefoğlu Rumi Müzekkin Nufüs S.527

[3] Tegabün, 64:15

[4] Al-i İmran  3:31

[5] Ahmet bin Hanbelin Musnedinde

[6] Zilzal, 99:7-8

[7] Sahih-i Buhari S.1, Hadis No:1

[8] Hikmet Goncaları Trc. (500 Hadis Şerif) 397

[9] İhya-i Ulumiddin C.2, S.332

[10] Ahmet Cemil Akıncı, Veysel Karani, S.13

[11] Enfal, 8:17

[12] Mevahid’ü Ledünniye

[13] İnşirah, 94:1-3

[14] Tevbe, 9:128

[15] Rumuz 335/7

[16] Tirmizi, Salat, 166

[17] Eşrefoğlu Rumi Müzekkin Nufüs S.309

[18] Cum’a   62:10

[19] Hadis.

[20] Kehf 18:65

[21] Ahmet bin Hanbelin Musnedinde

[22] Kâf 50:16

[23] Ramiz’ul Ehadis, Hadis no: 4156

[24] İmam-ı Rabbani Mektubat C1. S.281, Müsned 2. 257

[25] İsra 17:70