“Hatmelerimiz de Teveccüh Gibidir, Manevi Bayramdır” 

03.11.1991, İncek

 

Cümleten hoş geldiniz, sefa geldiniz. Sefa getirdiniz, feyiz getirdiniz, nur getirdiniz, muhabbet getirdiniz. Allah muhabbetinizi arttırsın. Sabahı şerifleriniz de hayırlı mübarek olsun.

Teveccüh diye büyük amelimiz sizin için hayırlı mübarek olsun. Allah hepinizden razı olsun. Allah emeklerinizi zayi etmesin. Allah niyetinizi halis etsin. Niyetinizin neticesine ulaştırsın. Allah hulûsunuzun, ihlâsınızın, bârını, meyvesini yedirsin. 

Allah’a şükür, çok şükür, bin şükür nihayetsiz şükürler olsun. Rabbımız yine bize böyle bir kutsal gün bahşetti. Tabii zâhirde kutsal günler var, fakat maneviyatta da bâtında da en kutsal gün bu günümüz. Zâhirde kutsal günler var, bu kutsal günlerden insanlar faydalanıyorlar, yararlanıyorlar. Cenabı Hakk’ın insanlara bunlar bahşi oluyor, ikramı oluyor.

Fakat insanlar için şeriat var, tarikat var. Cenabı Hak zâhir şeriatta bu kutsal günleri nasıl insanlar için bahşetmişse tarikatımızda da böyle kutsal günleri bizlere bahşetmiştir. Teveccühlerimiz, hatmelerimiz de teveccüh gibidir, bir manevi bayramdır. Ruhun bayramıdır. Onun için bak! Kelamı kibarda geçer:

Teveccüh olunca herbir ihvâna

Mürde kalblerimiz gelirler câna       

Ne büyük şan, ne büyük nimet, ne büyük iltifattır. Teveccühte ölü kalpler dirilir.

Mürde kalp hangisi? Allah’tan gafil olan, Allah’ı hiç anmayan, Allah’ı hiç zikretmeyen kalp ölüdür.

Diri kalp hangisi? Allah’ı hiç unutmayan kalptir. Daima Allah’ı hiç unutmayan zikreden kalptir.

Zikir ikidir, lisanen ve kalben. Lisanen zikir var, bir de kalben zikir var. Ama önemli olan kalbî zikirdir. Çünkü lisanen olan zikir laklakayı lisanda kalabiliyor, kalbe inmiyor. Ama muhakkak ki muhakkak tarikata girerse bir Müslüman, bir zikri erbabından alırsa onun zikri muhakkak kalbe inecektir.

İşte bizim teveccühümüzde ölü kalpler dirilir. Hatta kalplere zikir tohumu ekilirmiş. Onun için buyruluyor ki:

Teveccüh olunca herbir ihvâna

Mürde kalblerimiz gelirler câna       

Bir de buyuruyor ki:

Teveccühe gelin ihvan

Kuruldu halka-i Rahman

Açıldı ravza-i Rıdvan

Bu meydanı muhabbettir

Bu bir ıyd-ı meserrettir

İşte burada çok önemli, çok kıymetli olan bir kelam var: “Bu bir ıyd-ı meserrettir”; ama “Açıldı ravza-i Rıdvan." deniyor, bahsediyor.

Teveccühe gelin ihvan

Teveccüh işte bu amelimiz. Ey ihvanlar teveccühe gelin diyor. Teveccüh demek Allah’a yönelmektir. Allah’a şükür hep bu cemaat Allah’a yöneldi geldi.

Allah’a yönelmekte bir menfaat olmazsa, bir maddiyat olmazsa, bir ticaret olmazsa, bir başka ziyaret olmazsa ne olur? Ancak Allah’a yönelmiş olur. Mesela dergâh demek Allah’ı sevenlerin, Allah’a yönelenlerin bir araya gelip de Allah’ı zikretmesi. Bir de şöyle buyruluyor:

Gelin dergâha dervîşler

Kılalım zevk ü cünbüşler

Hudâ'nındır kamu işler

Bu meydân-ı muhabbettir

Şefîimiz Muhammed'dir

Dergâh işte burasıdır. Derviş demek Allah için her işini bırakmış, her şuğulunu, her sıkıntısını bırakmış, buraya gelmiş ki ne olmuş? Derviş olmuş. Bu dergâha bu dervişler gelmiş ise;

Kılalım zevk ü cümbüşler

“zevk ü cümbüş” nedir burada? Zevk ü cümbüş de işte bu gayr-ı ihtiyarî cezbeden mütevellit olan hareketler bağırmalar, çırpınmalar, ağlamalar… Bunlar cezbedir. Bunlar haktır, bunlar haktan tecellî eder. Yani mademki iradesiz olan her şey haktandır. İrade ile olan her şey nefisten geliyor; ama iradesiz olan her şey haktan geliyor.

Gelin dergâha dervîşler

Kılalım zevk ü cünbüşler

Hudâ'nındır kamu işler

Bu meydân-ı muhabbettir

Şefîimiz Muhammed'dir

İşte burası muhabbet meydanıdır. “Şefiimiz Muhammed’dir” (sav)

 Teveccühe gelin ihvân

 Kuruldu halka-i Rahmân

Buraya Allah’ı zikretmek için toplandılar, halka oldular. “halka-yı Rahman” demek bu demektir.

Teveccühe gelin ihvân

Kuruldu halka-i Rahmân

Açıldı ravza-i rıdvân  

Bu meydân-ı muhabbettir

Bu bir uzmâ-yı nimettir, Bir de buyuruyor:

Bu bir ıyd-ı meserrettir

Evet, teveccühe gelin, diyor; Allah’ı zikredin!

Allah’ı zikrederseniz orası rahman halkası, Allah’ı zikrederseniz orası cennet bahçesi olur, orası Peygamber Efendimiz’in (sav) ravzası olur.

Ravzadan mana bir cennet bahçesi, bir de Peygamber Efendimiz’in kabri şerifidir.

Bu bir ıyd-ı meserrettir

Derken bak burada “iyd” bayram demektir. Nasıl ki insanlar için zâhirde dini bayramlar var iki tane: kurban bayramı ve ramazan bayramı. Bunlar Allah’ın emri. İnsanlara Cenabı Hak bu bayramları emretmiş. Bu insanlar bayramlarda mesut oluyorlar. İki türlü mesut oluyorlar; biri zâhiri mesut ki mesela; yemede, giymede bolluk, bereket oluyor. Açlar doyuruluyor, çıplaklar giydiriliyor.

Efendim niye Cenabı Hak bu kurban bayramını emretmiş? Yıllar boyu et yüzü görmeyenler var. Ama sonra on beş gün olsun, bir ay olsun, bu bayram bir ay sürüyor. Bir ay o fakirler de etten doyuyorlar.

 Ramazan bayramı da yine öyledir. Fitreler veriliyor, sadakalar veriliyor, zenginler artık mertleşiyorlar. Çünkü Peygamber Efendimiz: “Ramazanın evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu bereket ve cehennemden kurtuluştur.”[1] buyurmuş. 

Evveli rahmet ne? Rahmet ayıdır. Ama bir insan ramazan ayının rahmet ayı olduğunu bilirse ne olur? Mertleşir, cömertleşir, merhametleşir. Allah’ın Rahman sıfatı, merhamet sıfatı tecellî eder. İnsanlar da mertleşir, ne yapar? Fitresini verir, sadakasını verir, gördüğü zaman bir fakire acır. Hâlbuki sair zamanlarda hiç aklına bile gelmiyor; ama ramazanda geliyor.

—Şu fakirdir, ihtiyacı var; ihtiyacını gidereyim, der.

Bütün insanlar mertleşiyorlar. Fakirler de burada mesut oluyorlar. Fakirlikten kurtuluyorlar, ihtiyaçları gideriliyor. Bayramın bir bu yönü var, bir de Cenabı Hakk’ın emridir. İnsanlar ramazanını, orucunu tutar veya kurban bayramını, bayramda ne ise yapacağı amelleriniz yaparsa ne olur? Mağfiret olur.

Evveli rahmet, sonu bereket; burada bereketin şu anlamı var: Sade zenginlerin fakirlere yedirmesi, içirmesi bu değildir. Bir de bunun bereketi demek şu ki: Ramazan ayında yapılan hayır hasenat, yapılan ibadet, sair aylardan çok farklıdır. Onun için sonu bereket oluyor.

Ramazanda muhakkak mağfiret olur. Bu dini bayramlar nefsin yapmış olduğu, zâhirde nefse olan emirlerdir.

Fakat bir bayramsa;

Bu bir ıyd-ı meserrettir

Iyd; bayram. Bu da bizim teveccühümüzde, işte bu hatmemizde, bu sohbetlerimizde bizden tecellî eden muhabbet, aşk, ağlamalar, feyiz bunlar ne oluyor? Bunlar da ruhun bayramıdır. Bunlara “ruh bayramı” diyoruz.

İşte bu cemaat şimdi buraya toplanmış gelmişse, bunların ruhu bayram ediyor. Bayram etmeye gelmişler ve ediyorlar da. Ama biz ruhun esrarını bilemiyoruz.

Ruhun sıfatını bilemediğimiz için, rengini şeklini bilemediğimiz için, ruhun esrarını da ruhun nimetlerini de bilemiyoruz.

Ancak işte bundan anlayacağız ki bu muhabbet bize geliyorsa, bu muhabbet ruhtan tecellî ediyor. Ruh bundan mesut oluyor, ruh nimetine malik oluyor.

Evet, onun için Allah’a şükür işte bugünkü yapacağımız amel, teveccüh diye büyük bir ameldir, büyüklerimizin amelidir.

Teveccüh başka tarikatlarda yok. Bizim tarikatımızda bizim yolumuzda var. Onun için teveccühü belki bilemeyenler var, belki görmeyenler var. Çünkü daima Allah’a şükür geliyorlar, ders alıyorlar, tarikata giriyorlar. Ama alanlara Allah sebat versin, girenlere Allah sebat versin. Sebat lazım, sade tarikata gelip almakla, tarikatı alıp da gidip tespihi duvara asmak değil.  Veyahut da sohbete gelmez, hatmeye gelmez, teveccühe gelmez. Bak! Bir de var ki ders almış, sekiz sene, on sene önce ders alanlar var, teveccüh görmemiş. Bu da öyle ders almakta insanlar için fayda temin etmez, ama yine vardır. Niye olmasın, vardır.

Madem geçmişte bazı maceralar olmuş. Evliyanın, velîlerin macerasında var. Mesela büyüklerimizden Seyyid Sıbgatullahi Arvasi Hazretleri bizim neyimiz oluyor? Bir, iki, üçüncü dedemiz, manevi dedemiz. İsmi, Gavsı Hizan Seyyid Sıbgatullah. Gavs ona verilen bir isim. Gavs demek, baş demek, velîlerin başı. Velîlerin başına gavs deniyor. Evet, zaten gavs’mış.

Gavs’lığı zâhirde görülmüş çok kimseler tarafından bilinmiş ispat edilmiş. Bu mübarek Bitlis’in Hizan kazasından. Van’a tebliğe gitmiş. Van da bir akşam sohbetini dinleyen cemaatin içerisinden (hep Şâfî onlar) bir tanesinin sohbet hoşuna gitmiş, gavsı sevmiş, ders almış, gitmiş, boy abdestini almış tövbe namazını kılmış, sabahtan da dersini yapmış. Bir günlük dersliymiş, bir günlük hizmet görmüş. Fakat adamcağızın üç - beş tane keçisi varmış. Gitmiş ki keçisinin bir tanesi ölmüş. Hanımı gelmiş acizlenmiş, beyini öyle tehdit etmiş ki:

—Git tespihi geri götür ver, bu ders bize iyi gelmedi bak, keçi öldü, öbürleri de ölür.

O da biraz saf adammış. Zaten onun saflığı onu kurtarıyor. Gitmiş demiş ki:

—Seyda kurban! Ben ders aldım sizden, gittim. İşte boy abdestimi aldım, tövbe namazımı kıldım, sabahtan dersimi yaptım. Bizim hanım gitmiş ki keçileri sulasın veya yemlesin. Keçinin bir tanesi ölmüş. Geldi beni çok tehdit etti, çok tazyik etti. ‘Bu inabe bize iyi gelmedi. Geri götür, ver bunu, öbür keçiler de ölür, bunu ver.’ dedi.

O da demiş ki:

—Peki, yapmıyorsan yapma.

Öyle aradan yirmi sene geçmiş. Yirmi sene sonra mübarek Seyyid Sıbgatullah Gavs Hazretleri ikindi namazında imam, cemaate imamet ediyor. Kendisi kıyamda, kıyam farz, kıraat da farz. Kıyamda böyle elini sallamış.

—Defol, demiş.

Birini kovar gibi veya birini iter gibi defol, demiş. Namazı kılmışlar, namazı kıldıktan sonra arkasındakiler bütün müderris molla. Demişler:

—Seyda kurban, sen namazda bu hareketi yaptın, bu sözü de söyledin. Namazımıza bir noksanlık gelmedi mi?

—Hayır. Ben onu irademle yapmadım ki. Gayri ihtiyari oldu, demiş.

Evet, insan namazda da gayri ihtiyari ne yapsa, cezbe de gelse düşse, yuvarlansa, ağlasa, bağırsa yine namazı nerdeyse kalkar. Namazı, kıyamda mıydı, rükûda mıydı, secdede miydi aynı yerden namazına devam eder, yine bozulmaz. Ama hareket iradesiz, gayri ihtiyari olursa…

—Efendim sebep neydi? Demiş ki:

— İşte, filanca tarihte yirmi sene evveldi. Van’da bir akşam sohbetimizde bir tanesi ders aldı. Sohbetimizi dinledi dersini aldı. Gitti boy abdestini almış, tövbe namazını kılmış, bir günlük sabahtan da dersini yapmış. Hanımı buna razı gelmemiş, keçileri ölmüş diye buna tazyik etmiş. ‘Dersini geri ver.’ demiş. İşte o adam ölüyordu. Haleti nezide can veriyordu. Şeytan da göğsüne çökmüş imanını almak istiyordu, şeytanı kovdum, attım. Onun imanını kurtardım.

—Seyda kurban, o inabesini geri verdi o nispetinizden çıkmadı mı, ayrılmadı mı?

—Evet, çıktı, ayrıldı ama Nakşîlerin şanına düşer mi ki bir günlük hizmetini görsün. Onun elinden tutsun, bir günlük de hizmetini görsün de onu şeytana kaptırsınlar, demiş.

Bu kadar büyük bir menfaati vardır. Yalnız demek ki bir insan ders alsa, dersini yapmasa da yalnız o inancını kaybetmese, o da çok faydalı oluyor. Ona bile yardım ediyor. Nerede olursa olsun, ne zamanda olursa olsun, onun dar zamanlarına onların manevi elleri, bâtın elleri ulaşır. Onlara da yardım ederler.

Ama yalnız bir de var ki: hani bir mürit ders almış, inanıyor. Tam ihlâsı var ama hizmeti yok. Fakat buna da meşakkat verirler. Yani zâhirde ona da meşakkat verirler. İşi rast gitmez, borçlu düşer, hasta olur; işte şuradan, etraftan zahmet meşakkat, ona bir çile iptila gelir.

Çünkü bak, öyle. Mübarek şeyh efendimizin sohbeti, buyurdu ki: bir müridin inanmış teslim olmuş bir müridin; tarikatın bir teslimiyet diye bir şartı var ya bu şartı taşıyan bir müride teslim olan bir müridin hizmetinde eksikliği olursa:

—Başı dururken, ayağına taş değmez.

Baş nerde, ayak nerde? Yerde yürüyen ayak, yerle temas eden ayak, ayağına taş değer. İnsanın taş dokunsa ayağına dokunur, başına niye dokunsun, değsin. Yani çilesi meşakkati olur. Niçin, nasıl ki bak!  Kelamı kibarda:

Sen makamı kutsiden kurtarmağa geldin bizi

Çok cefalar çekmeyelim bend-i hüsran el- meded

Canım bizim şeriatimiz varsa, tarikatımız varsa, bu şeriat, tarikat lafla değil yahut sözle de değil, özdedir.

Özünü yaşayacak insan, eğer yaşamazsa cezası vardır. Ama bak, insan o cezayı nasıl ki Allah’ın farz kılmış olduğu namazda bile az bir eksikliği olsa çekiyor. Nasıl? Sehiv secdesi yapıyor. Bu cezadır işte az bir noksanlık işlese, sehiv secdesi cezadır. Büyük bir noksanlık işlediğimizde namazı kurtaramıyoruz. Namaz gidiyor, ufak tefek noksanlıkları sehiv secdesi tamamlıyor. Onun için:

Yapma noksan, Çekme hüsran

diye bir kelam var. Noksanlığın olursa eğer, hüsranın olur. Ziyanın olur, zararın olur ki bu da ameldedir. Maddi zarar değil.

Bu amelde de bizim eksikliğimiz olursa, amelde de bizim bir zararımız olacak. Bu amelde eksikliğimizden dolayı zararımız olacak. Bu da nedir? İşte zâhirde, bize çile verirler, hastalık verirler. Efendim fakirlik verirler, daha da başka zillet verirler, illet verirler, gıllet verirler.

İptila insanlar için üçtür. Allah’tan gelen iptila üçtür; illet, gıllet, zillet.

İptila illetle gelir, gılletle gelir, zilletle gelir.

İllet: hastalık. Çeşitli çeşitli olan hastalıklar. İç hastalıkları, dış hastalıkları.

Gıllet: fakirlik.

Zilletse huzursuzluk.

Bu zamanımızda şimdi bunlar çok, illet çok. Gıllet çok denilir de gıllet yok aslında. İnsanlar ehli kanaat, ehli sabır olsalar gıllet yoktur. Gıllet demek açlıklık, çıplaklıktır. İnsan yiyecek bulamıyor, giyecek bulamıyor. Yiyecek bulamayan giyecek bulamayan var mı böyle bir kimse? Yoktur. Niçin devlet sakatlara bile maaş veriyor. Onun maaşı açlığını, çıplaklığını gideriyor. Allah’a şükür bu zamanımızda insanlar varlık içinde çok zenginlik, çok sefahat var. Bir insan ne kadar fakir olsa, kulu kula Allah sebep halk ediyor, halk etmiştir. O fakirin akrabası da yoksa hemşehrisi olur, komşusu olur, yakını olur, onu bir seven olur. Onu bir kayıran düşünen olur. O da onun ihtiyacını giderir. Çok bunlar görülüyor, bak. Bir zenginin mesela kullanılmış eşyalarından beş tane fakir onlardan yaralanabiliyor. Zengin alıyor üç ay, beş ay sonra onu ne yapıyor? Fakire veriyor, dağıtıyor, hasenatını yapıyor.

Allah’a şükür Müslümanlar eksik değil, hayır yapanlar eksik değil. Yani şimdi zamanımızda gıllet yok denir ama illet, zillet çok. İllet çoğalmış, zillet insanları sarmış. Böyle fırtına, rüzgârlar eser gibi illet esiyor, zillet insanların üzerinde.

İşte illet hastalıktır. En sağlam adam gitse doktora onda da bir hastalık bulurlar.

Zillet ise zaten bu insanlarda daha çoğalmış. Bir evde ağır bir hasta olur. O hasta için illettir. Ev halkı için de zillettir. Ağır hasta ama ıstıraplı, gece gündüz figan ediyor, ağlıyor. Ne yapıyor o? Onun için illettir ama o evin halkı için veya o hastanın akrabaları, yakınları için zillet değil mi? İşte zillet o. Zillet böyle vardır.

Bir de zillet, herhangi bir kimseden eziyet görmek korkusu olmak. Efendim onun malına, canına kast edenler olabilir. Oğlu olur, babasına itaat etmez, hanımı beyine itaat etmez, isyan eder. Bunlar hep nedir? Zillete girer.

İşte şimdi zamanımızda bunlar çok. Ne yapmak lazım? Bu illetlerden, bu zilletlerden yine Allah’a sığınacağız. Bir taraftan da kulluğumuzu yapacağız. Şeriatımızda, tarikatımızda eksiklik bırakmayacağız ki bizim için illet, gıllet, zillet kalmasın.

Peki, kalmaz mı? Niçin Cenabı Hak “Eşeddü'l-bela alel enbiyai sümme evliyai sümme emsali.”[2] buyurmuş. Madem “Biz belanın büyüğünü peygamberlere verdik, onlardan küçüğünü velîlere verdik daha da küçüğünü ‘emsali’ dinine bağlı, dinine kaim, dinini yaşayanlara verdik.” buyruluyor. Biz ne kadar itaat etsek de, biz beladan kurtulamayız. Ama bunu böyle demeyelim. Çünkü insanlar için bela var, çile var. Bu dünya âleminde insanların belası var, çilesi var. Bela zaten Allah’tan üç yönden geliyor. İllet, gıllet, zillet. Allah’tan gelen iptila bela, fakat bu insanlara gelen bela cezası da olur, çilesi de olur.  

Biz kulluğumuzu yaparsak bu bizim için çile olur. Çile olunca öyleyse, Cenabı Hak “Biz belanın büyüğünü Peygamberlere verdik.”, Peygamberlerde bir noksanlık mı vardı ki belanın büyüğünü onlara verdi? Yok, hayır. Onlarda hiç bir noksanlık olmamış. Onları zaten Cenabı Hak altı sıfatı onlara mahsus vermiş ki bu insanlarda yoktur. Bu altı sıfatla onlar insanlardan farklıdır. Onlarda hiç eksiklik, hiç kusur, Allah’a karşı hiç bir noksanlık olmadığı halde, Cenabı Hak niye bunlara belanın büyüğünü vermiş? Bunlara belanın büyüğünü vermiş ki ahirette de nimetin büyüğünü versin.

Dünyadaki belanın büyüğünün, ahirette de bir karşılığı var. Peki, nebilerden sonra velîlere verdim diyor. Velîlerde de bir eksiklik olmaz, hâşâ. Velîlerde de eğer eksiklik olsaydı zaten velî olamaz. Peki, bunlarda bir eksiklik olmadığı halde, niçin Cenabı Hak onlara büyük belayı vermiş? Ya, onlar için de çile ile onlara ahirette büyük makam verecek, büyük derece verecek. Peki, “emsaliküm” biz de Allah’a şükür inancımız var, inancımızı yaşıyoruz, bizim de iptilamız var. Bize niye veriyor? Bizim için de Cenabı Hakk’ın ahirette bir mükâfatı var.

Öyleyse, biz kulluğumuzu yapalım. Kullukta eksiklik bırakmayalım. Bizim için çile olur. Çile olursa çilenin karşılığı ahirette vardır. Büyük nimetler var, Cenabı Hakk’ın büyük ikramları olacak.

Ceza olunca; tabii ceza kusurumuzdan, bu cezalanma eksikliğimizden dolayı olur. Bu ceza, dünyada da olur, ahirette de olur. Sade dünyada olmakla kurtulmuş olamayız ama dünyadaki cezanın da yine ahiretteki cezamıza faydası olur. Dünyadaki cezalar da ahiret cezalarını kurtarmasa da hafifleştirir, azaltır. Zaten kelamı kibarda öyle bak!

Kalmadı gönlümün sabrı aramı

Mürüvvet babından eyle keremi

Burada temiz et her bir davamı

Bırakma mahşeri kübraya bizi

Bu tasavvufî bir kelam. İşte bu cemaata söylenmiş, bu cemaat bunu yaşıyor. Öyleyse bu cemaat bunu yaşıyorsa, bu cemaate söylemişse biz de idrak edelim, buradan bir hisse alalım, eksiklik yapmayalım. İşte bir taraftan da buyruluyor ki, evet ‘Bir müridin hizmetinde eksiklik olursa, başı dururken ayağına taş değmez.’. Baş ile taşın ne işi var? Taş ancak ayağına dokunur, çünkü ayak daima yerde sürünüyor, yerde yürüyor. Yani çilesi çok olur.

Öyleyse demek ki burada hizmetimizi yapacağız. Şeriatta neyse inancımız, amelimizi işleyeceğiz. Tarikatta hizmetlerimiz de var. Ondan sonra Allah’tan gelen iptila bize ceza değil de çile olur. Ama o çile tatlı olur. Çile olursa tatlı olur, acı olmaz. Ama bela olursa eğer, acı olur, tatlı olmaz. Niçin bak!

Er odur ki zehri panzehir eder

Bu kelam niye buyrulmuş, söylenmiş?

Bir de:

Çürüklerin hep sağ olur

Zehrin kamu bal, yağ olur

Dağlar yemişli bağ olur

Cümle cihan bostan sana

Bu kelam niye konuşulmuş? Demek ki er odur ki zehri panzehir eder. Yani er demek, güçlü demek. Güçlü odur ki zehiri panzehire çevirir. Ama burada anlamı; biz işte Allah’a olan kulluğumuzu, hizmetimizi yaparsak bak! Cenabı Hak ne buyuruyor? “Kulum bana itaat ederse ben onu yed-i kudretimle muhafaza ederim.”[3]. Yed-i kudretiyle muhafaza eder ama nasıl eder? Cenabı Hak sana hastalık verir, hastalık içerisinde sıhhat verir. Sana fakirlik verir, fakirlik içerisinde zenginlik verir. Sana huzursuzluk verir ama huzursuzluk içerisinde huzur verir.

Bunlara Allah kadir (amenna ve saddakna). Nitekim kitabımız Kur’an’ımızda bir hakikat var. İbrahim (a.s.)’ı niye ateş yakmadı? Yunus (a.s.) denizde balığın karnında kırk gün kaldı, balığın midesi niye onu öğütmedi? Daha neler var?

Peki, Cercis isminde nebiyi yetmiş defa öldürmüşler, yine dirilmiş. Hem de nasıl öldürüyorlar? Tunçtan kazanlar koyuyorlar, içinde ateşi yakıp nar ediyorlar. Ateş vücudu eritir. Çok çeşitli öldürüyorlar. Her defasında diriliyor, kalkıyor.

—Kalktı, şu şekilde öldürürsek daha dirilmez, diyorlar.

Yine öldürüyorlar, o yine diriliyor. Yetmiş defa değişik şekillerde öldürdüler, yine dirildi, kalktı. O zaman;

Eğer beni Cercis gibi

Yetmiş kez öldürseler

Dönem geri sana varam

Zira kârım yok durur

Cercis gibi yetmiş kez ölmek ceza değil ki Estağfurullah bu çile, meşakkattir. Onun için zaten elimizde mevcut olan divanda bak!

Bin cân olsa verir alıram seni

Buyuruyor. Öyle işte biz de hizmetimizi, böyle müritliğimizi yaparsak eğer bize gelen muhakkak ve muhakkak amenna ve saddakna bize gelen hastalık bize hastalık olmaz. O hastalık içinde sağlık olur. Bunun için bak!

Gelse celalinden cefa

Yahut cemalinden sefa

İkisi de cana şifa

Ne kadar cefalar gelirse “ve bil kaderi hayrihi ve şerrihi” Allah’ın Celal sıfatından tecellî ediyor.

Ne kadar sefalar gelirse, Allah’ın Cemal sıfatından tecellî ediyor.

Ama insan Allah’a teslim, tevekkül olunca celali ile cemali ona bir oluyor.

Celal’inden tecellî eden de bir,  Cemal’inden tecellî eden de bir. Onda bir oluyor. Onlarda tefrika olmuyor.

Tefrika ise bizde. Niçin hastalıklardan kaçıyoruz, sağlık istiyoruz? Fakirlikten kaçıyoruz, zenginlik istiyoruz. Cefadan kaçıyoruz, efendim sefa istiyoruz. İnsanlardan kim bize iyilik ediyorsa onu seviyoruz, kim kötülük ediyorsa onu sevmiyoruz, ona buğuz ediyoruz. Bak, bunlar tefrikadır.

Ama onlarda tefrika olmadığı için işte hastalık ile sağlık bir. Fakirlik ile zenginlik bir onlara. Çok fakir ama Allah onun gönlüne öyle bir zenginlik vermiş ki kanaat ediyor. Zenginlik gönül zenginliğidir.

Niçin bak! ‘Zengin olmak istersen kanaat et.’ denmiştir. Kimmiş zengin? Kanaat eden zenginmiş.

Ve ilim istersen sabret. Kimmiş âlim? Sabredenmiş.

Vaaz - nasihat istersen ölümü düşün. Kime vaaz - nasihat tesir edermiş? Ölümünü düşünene. Ölümünü düşünmeyene vaaz nasihat tesir etmezmiş.

Evet, onun için Allah’a şükür şeriatımızı, tarikatımızı yaşayalım ki rabbimiz bize vaadini yerine getirsin. Hâşâ, Allah vaadinden geri durmaz, vaadinden hulf etmez. Mademki Allah vaadinden hulf etmeyecekse “Vekûnû meassadıkîyn”[4] emri fermanında Cenabı Hak “Sadıklarla olun.” buyuruyor.

Sadıklar kimler? Sadıklar işte sevmiş olduğumuz velîlerimiz veya zamanımızda ulaşmış olduğumuz sevmiş olduğumuz, bilmiş olduğumuz bir velîdir.

Velîlerin hepsi sadıktır ama ancak “Sadıklarla olun.” deyince sadıklar çoktur.

Ama bir insan bir sadıkla olabilir, ikinci sadıkla olamaz, üçüncü sadıkla olamaz.

Bu da şöyledir ki: Mademki bir insanın bir ağanın bir kölesi vardır. Yani bir hizmetçi bir ağaya hizmet edebilir, iki ağaya hizmet edemez mümkün değildir.

Evet onun için burada “Sadıklarla olun.” Allah’ın bir emridir. Ama Peygamber Efendimiz ne buyuruyor, bize vaadi var, diyor ki: “ Dünyada kimi sevdin ise ahirette de onunla haşr olursun.”[5]. Allah, Cenabı hak hâşâ vaadinden hulf etmez. İnsanlar vaadinden hulf eder, insanların acziyeti vardır, insanlarda noksan sıfat olduğu için vaadinden hulf edebilir.

Bir insan mertliği tutar ben şu hayrı işlerim, der veyahut bir kimseye ben şu iyiliği yapacağım, der. İnsanların sözü her zaman bir olmaz. Ama Cenabı Hak bir karardadır, daima bir karardadır. İnsanlar bir kararda olmuyorlar, insanlar mertlik zamanı, iyi zamanı oluyor, bazen cimri zamanı oluyor. İnsanlar çok bonkör - mert olabiliyor, çok cimri olabiliyor. İnsanlar iyi niyetli oluyor, kötü niyetli oluyor. Bunlar daima insanları bir karardan uzaklaştırıyor, bir kararda kalmıyor.

Ama eğer bir insan şeriatı, tarikatı yaşarsa, bu noksan sıfatından kurtarırsa, kemal sıfata muttasıf olursa, onlarda bir karardır. Çünkü onlarda hal değil artık makam vardır.

Hal ise gelip gider. Mesela müritte hal nedir?

Bir muhabbeti gelir çok mert olur, çok merhametli olur, çok hürmetli olur, çok şefkatli olur, çok böyle hiçbir şeyi düşünmez. Sanki dünya onunmuş gibi insanları sever. İnsanların sözü hoşuna gider, hiç kimse de kusur görmez. Böyle bir şey vardır, bu basıt halidir.

Kabız halinde ise öyle daralır, öyle bunalır, sıkıntılı birisi olur. Karşısındaki anam, babam dese, sevse, okşasa da o zanneder ki onu dövüyormuş gibi kötü görüyormuş gibi ona göre davranır. İnsanları hoş görmez, onları sevmez. Ondan sonra kendisi sanki bin bir türlü şuğul içerisinde geçmişleri düşünür, gelecekleri düşünür, işini düşünür. Sanki acından ölecekmiş gibi, aç kalacakmış gibi, işsiz kalacakmış gibi düşünür. İnsanları hep kıskanır, haset eder, kibir eder, gurur eder. Bunlar hep insanlara kabız halinden gelir.

Ama bu hal zaman zaman değişiyor. Bu hallerin değişmesi şudur ki kabız hali geldiği zaman insanları ne yapar? Sıkıntıya, bunaltıya, vesveseye düşürür. Basıt hali geldiği zaman onların hepsinden kurtulur. Hiçbir şey düşünmez. Kalbini vermiş Allah’a, Allah ile meşgul ediyor, çok sefalı, sürurlu, hiçbir şey onun kalbine daha gelmiyor, girmiyor.

Ama hal olduğu için bu da kalmıyor. Hal irade sahibindedir, müptedi haldedir. Ama iradeden geçtikten sonra, küllî iradeye müntehi âlemine geçtikten sonra hali makam oluyor. Ama müridin bu hal zamanındayken bir sa’yı olacak.

Bir mürit hali, fiili ve ameli ile terakki ediyor.

Ameliyesi ile fiiliyatı müridin eline iradesine verilmiş.

Hal ise iradenin dışında kalmış, iradeye bağlı değildir. Eğer iradeye bağlı olsaydı hiçbir zaman hastalığın gelmesini istemeyiz. İstemeyince hastalık da gelmezdi.  İstemiyoruz ama yine geliyor. Veya herhangi bizi rahatsız eden, gönlümüzü rahatsız eden ne olursa olsun, eğer hal iradeye bağlı olsaydı bunların gelmesine mani olurduk, bırakmazdık, gelmezdi.

Ama fiiliyat iradeye bağlıdır. Sen bugün günah işledin, kendin işliyorsun. Sevap da işledin, kendin işliyorsun, amel işledin, kendin işliyorsun, ne yapıyorsan kendin yapıyorsun. Bir de fiiliyat ise senin yaşantın, hareketin, sözlerin, işlemlerin, icraatın. Mürit fiiliyatından, amelinden mesul, halinden mesul değil. Yalnız halinde bir sa’yı olacak.

Ne gibi bir sa’y? Bir şuğul gönlüne gelmiş, onun gönlünü meşgul ediyor, onu atmaya çalışacak. Onu attı başka geldi, onu da atacak. Onu attı başka geldi, onu da atacak. Atmak için ne yapacak? Allah’a sığınacak, Resulullah’a sığınacak,  rabıtasına sığınacak, bunlar fark etmez. Allah’a yalvarmakla, Peygamber Efendimiz’e yalvarmakla, meşayihe yalvarmakla hiç fark etmez, değişmez. Çünkü niçin Cenabı Hakk’ın: “Habibim seni bilen beni bilir, seni bulan beni bulur, seni gören beni görür, seni seven beni sever, seni sevmeyen beni sevmez. Bana itaat eden sana tabi olur.”[6] diye bir emri var. Cenabı Hakk’ın bizlere Evliyâullah’a da tabi olmak için “Sadıklarla olun.” diye bir emri vardır, daha başka emirleri vardır.

Sadıklarla olmanın da iki manası vardır. Bakın şimdi dikkat edin. Mananın biri, zâhir anlamı; her kelamın zâhiri var, bâtını var. Hatta ayeti kerimenin de Kur’an’ın da bak zâhir manası var, bâtın manası var. Bâtın manasını inkâr edenler, tarikatı, Evliyâullahı inkâr ederler. Hatta Peygamber Efendimiz’in velâyetini de inkâr ediyorlar.

Hz. Musa Kelîmullah bak, Tevrat’ta olmayan bir ilmi nereden, gitti öğrendi? Hz. Hızır (a.s)’dan. Kim gönderdi?  Cenabı Hak gönderdi. “Ve allemnahü min ledünna ılmen.”[7] “Nihayet kullarımızdan bir kul buldular ki tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.” buyuruyor. Hızır (a.s)’a “Git ondan öğren ya Kelîmullah, ya kelimim sen bu ilimden bir harf bilmiyorsun.”.

Çünkü Musa Kelîmullah’a  (salavatullah ala nebiyyina) Tevrat indi. Büyük kitapların ilk ineni Tevrat, ona indi. Fakat bu Tevrat’ı çok alıp, okuyor, bütün ümmetine anlatıyor, vaaz nasihat ediyor. Tevrat’ın manalarını, Allah’ın emirlerini anlatıyor. O kadar ona gönül vermiş ki o kadar Tevrat’a aşkı muhabbeti var ki daima okuyup anlatmak istiyor.  Görevi bu zaten gidiyor, getiriyor, hep bunları ümmetine ne yapıyor? Anlatıyor, okutuyor, okuyor, vaaz nasihat ediyor. Bunu böyle yaparken Hz. Musa Kelîmullah’tan ümmeti sormuşlar:

—Ya Musa Kelîmullah bu zamanda senden daha âlim kimse var mıdır?

Onlar da haklılar, çünkü Hz. Musa Kelîmullah zamanında yine peygamberler var, halkı irşat eden görevli peygamberler var. Mesela asayı nerden almış?  Şuayp (a.s)‘dan, o da peygamber. Kardeşi Harun (a.s) da peygamberdir. Ama peygamberlerin hepsine kitap gelmiyor. Kitap kime inmişse, öbür peygamberler de ona tabidir. Fakat onlar da gene insanlara vaaz nasihat ediyorlar. Onlar da insanları irşat ediyorlar, dalaletten hidayete sevk ediyorlar.

O zamanda peygamberler olduğu için Hz. Musa Kelîmullah zamanında ümmeti sormuşlar.

—O da, kimse olamaz, demiş.

Onlar da haklı, Hz. Musa da haklıdır.

—Kitap bana indi. Kitap bana indiği için benden daha âlim kimse olamaz.

Bunu deyince, Cenabı Hakk’ın hoşuna gitmiyor. Cenabı Hak onun kalbinde bir boşluk halk ediyor. Yani Tevrat’a olan aşkı onun gönlünden çıkıyor.  Tevrat’ı okuyordu ondan fevkalade tatmin oluyordu. Kalbi doyuyor, feyiz alıyor ve anlatmaktan da feyiz alıyordu. Şimdi ne okumak istiyor ne de anlatmak istiyor. Bu sefer bir arzu var, bu arzunun da ne olduğunu bilemiyor.

—Yâ rabbî bendeki bu hal, bu arzu nedir bilemiyorum Yâ rabbî sen bildir bu gönlümdeki bu boşluk nedir? Hak olan Tevrat’a olan sevgim kaçtı, gitti, kalmadı. Okumak istemiyorum anlatmak istemiyorum, diyor.

Cenabı Hak işte o zaman diyor ki “Ya Musa sen dedin ki bu asırda benden âlim kimse yoktur. Bizim öyle kullarımız var ki biz kendi ilmimizden ona ilim vermişiz, onların kalbine aktarmışız, sen ondan bir harf bilmiyorsun.”. O zaman Musa Kelîmullah:

—Yâ rabbî o ilmi de bana öğret, diyor.

“Onun hocası var.”

—Yâ rabbî hocasını sen bana buldur, bildir.

Cenabı Hak ona emrediyor; “Yuşa’yı (Yuşa halasının oğluymuş) da arkadaş olarak al, azığınızda bir balık kızartın, pişirin, çıkın yolculuğa. Deniz kenarına sahilde yolculuk edin. Her yemeğinizi, azığınızı yemek için o balığı da açarsanız, ama o balığı yemezsiniz. O balık nerede dirilirse, denize giderse, bu ilmin hocasını orada bulacaksınız.” Musa (a.s) gidiyor,  Hızır (a.s)’ı böyle buluyor.

Hızır (a.s)’la sefere çıkıyorlar. Hızır (a.s)’ın yapmış olduğu işler, buna ters geliyor. Bunun şeriatına karşı geliyor, muhalefet ediyor. Ama pazarlıkları var.  Pazarlıkları şöyle: Hz Musa Kelîmullah’a diyor ki:

—Ben senden rabbimin emriyle, Allah’ın emriyle bir ilim öğrenmeye geldim, demiş.

—Sen benden bu ilmi öğrenirsin. Ben sana kitap okuyacak değilim. Ancak sen benden, benim sözlerimden hareketlerimden, işaretlerimden, bu ilmi öğreneceksin. Ama benim icraatlarım, benim işlerim sana ters gelir. Sen sabredemezsin bunlara.

—Sabredeceğim, demiş.

—Öyleyse ben ne yaparsam karışmayacaksın.

—Peki, demiş.

Bir karışmış, iki karışmış, üçüncü karışmada ondan sonra ayrılmışlar. Gemiyi delmesinde:

— Niye deliyorsun bu gemiyi demiş?

—Sen niye karıştın benim işime?

Özür dilemiş, af dilemiş.

—Aman affet, bu sefer beni bağışla. Bu sefer karışmayacağım daha.

Ama Hz. Musa da haklı, gemiye binmişler, gemide var 50-100 kişi, neyse onlar da geminin içindeler. Hızır (a.s) gemiyi deliyor. Gemiye su dolup batacak, hep boğulacaklar.

—Sen niye bu gemiyi deldin diyor?

Karşı çıkınca:

—Hani sen benim işime karışmayacaktın? Niçin karışıyorsun? Demiş.

—Aman affet, daha karışmayacağım, demiş.

—Eğer sen benim işime bir daha karışırsan ayrılacağız.

—Yok, karışmayacağım, demiş.

Böyle pazarlıkları var, ama duramamış, yine karışmış.

Haydi, ‘ayrılacağız deyince’, yalvarmaya başlamış. ‘Aman bu sefer beni affet daha karışmayacağım.’ İkinci bir sefer gitmiş. Mesela çocuğu öldürdüğünde yine karışmış. ‘Haydi, ayrılacağız sen benim işime niye karıştın?’ ‘Aman yine bu sefer de affet. Daha karışmayacağım.’ ‘Bir daha karışırsan ayrılalım.’ demiş. Ondan sonra bir duvar meselesi var. Duvarı yaparken:

—Sen neden bu duvarı yapıyorsun?

Deyince işte orada ayrılıyorlar. Ama o da öğreneceğini de öğreniyor, alacağını da alıyor. Evet, Hz. Musa için Yunus Emre buyuruyor:

Yunus Emre bunda mana var dedi

Bir kâmil mürşide sen de var imdi

Hazreti Musa’ya Hızr’a var dedi.

Bir kâmil mürşide varmazsan olmaz.

Niceleri gittiler mürşit arayı

Arayanlar buldu derdi devayı

Bin kez okur isen aktan karayı

Bir kâmil mürşide varmazsan olmaz.

Evet, bir kâmil mürşitten mana; O kalp ilmini okumuştur, kalp ilmini elde etmiştir. O da sana kalp ilmini okutur. Çünkü niçin bak!

Okuruz ders-i "aref"ten Hızr'ın olduk mahremi

Bülbülü bâğ-ı hakîkat güllerinin şebnemi     

Nûrumuz nûr-ı Muhammed nefhamız Âdem demi   

Hem-demiyiz Sûr'a hâcet kalmadı İsrâfîl'e   

Bakın dikkat edin İsrafil Aleyhisselam’a hacet kalmadı diyor. Hâlbuki Cenabı Hak onu halk etmiş bir defa Sur’a üfleyecek, bütün dünya yıkılacak. Gökte yerde ne varsa hep yıkılıp gidecek. Bütün daha hiç canlı insan, canlı mahlûk kalmayacak. Hatta bu çok büyük varlıklar, güneşler, yıldızlar, dünyadan büyük o gezegenler, hep yok olacaklar. Yine İsrafil Aleyhisselam’ın ikinci bir sur’a üflemesinde bütün ne kadar cinler, insanlar var ise bunlar kalkacaklar, dirileceklerdir. Böyle olduğu halde ne diyor:

Okuruz ders-i "aref"ten Hızr'ın olduk mahremi

Bülbülü bâğ-ı hakîkat güllerinin şebnemi     

Nûrumuz nûr-ı Muhammed nefhamız Âdem demi   

Nuru Muhammed’ten mana da Hz Peygamber Efendimiz’in nübüvvetine varis olmak, nübüvvetine ulaşmak, nübüvvet nurunun tecellî etmesidir. Mademki bu insanlar varis-i enbiya oluyorlarsa, varis-i enbiya olan ne olur?

Peygamber Efendimiz’in nübüvvetine dâhil olur. Peygamber Efendimiz’in nübüvvet nuru onda tecellî eder, onun için varis-i enbiya olurlar. Onun için Vekil-i peygamber oluyorlar bunlar.

Nefhamız Âdem deminden mana da Cenabı Hak; “Biz Âdem’i halk ettik, kendi ruhumuzdan ruh üfledik.”[8]  Yani Âdem’e üflenen ruh bize de üflenmiş.

Evet, işte bu kelamı kibarlar söylenmişse bunların hepsinde bir hakikat var. Bunlar hep bir hakikate dayanıyor.

Hakikat ise işte kalp ilmidir. Ledünnî ilmidir. Onun için zâhir var, bâtın var.

Zâhir ne? Zâhir görünenler, bilinenler, Kur’an’ı Kerim de zâhir. Kur-an’ı Kerim de zaten zâhir olmasaydı, bu zâhir görünenler, bilinenler, bilinmezdi, görünmezdi. Sade görünenler mi var? Görünmeyenler var, bilinmeyenler var. Görünenler, görünmeyenler, bilinenler, bilinmeyenler hepsi nerede? Hep Kur’an’ı Kerim’dedir Onun için Kur’an’ı Kerimde zâhir de var bâtın da var. Ama Kur’anı Kerim de bâtını gösteremiyor, zâhir edemiyor. Ancak işte nasıl ki Hz. Musa Kelîmullah’a Cenabı Hak; “Ve allemnahü min ledünna ılmen” ayeti kerimesinde “Sen o ilimden bir harf bilmiyorsun, ya Musa.” denmiştir. Evet burada;                             

Okuruz ders-i "aref"ten Hızr'ın olduk mahremi

Dersi Aref ne? Hızır kim? Hızrın mahremi olmak ne demek?

Hızır mürşid-i kâmildir o zulmet kalb-i câhildir

Cevâhirler şerîattır özün kurtar cehâletten   

Hızır demek ki mürşidi kâmilmiş. Dersi areften mana da; harfsiz, savtsız bir ilim var, okuma var. Bu ancak, mürşitsiz olmuyor. Ancak mürşitle bu elde ediliyor. Bu da nedir?

Senin mürşide olan inanman, senin mürşide olan sevgin, senin mürşide tabi olman, ona bağlı olmandır. Mürşidin sevgisi ve mürşidin sana vermiş olduğu zikirdir. O zikir emir hududunda oluyor.

Abdulhalik Gücdüvani Hazretleri, mübarek bizim bu teveccühü, hatmeyi icat eden odur, bunlar onun amelidir. Çok büyük bir zât, üveysidir. Onu, Hızır (a.s) sohbetinde yetiştirmiş. Her ne kadar zâhir ilminde müderris, çok büyük bir âlim olmuş ama ledünni ilmini, bâtın ilmini Hızır (as)’da okumuş. O da şöyledir:

Medresede hocasından okumuş, âlim olmuş. Kur’anı Kerim’i tefsir yaparken, Kur’anı baştan başlamışlar, tefsir ediyorlar, müzakere yapıyorlar. Efendim, tefsirine çalışırken sekizinci cüzde bir ayete geliyor. “Üd’û rabbeküm tadarru’ân ve hüfyeh.”[9] “Beni kalbinizden zikredin.” Ayeti kerimesini; bak, hocası defalarca, yüzlerce talebeleriyle burayı okumuş geçmişler. Ama Allah’ın ihsanına bakın, hocasını orada durduruyor;

—Hocam, bu ayeti kerimede Cenabı Hak kalbî zikri, hafî zikri emrediyor. Kalbinizden beni zikredin diyor. Peki, Resulullah Efendimiz de “İnneş şeytane yecri min ibni ademe mecred-dem ve inni haşitü en yakzife fi kulûbiküma şey’en ev kale şerren.” hadisini buyuruyor. Hocam, Cenabı Hak bu ayeti kerimede beni gizli kalbinizden zikredin, buyuruyor. Ama Allah’ın Resulü de “Şeytan aleyhillane sizin kalbinizde olan zikirlere de vesvese verir, fesada götürür, iptal eder, battal eder.” buyuruyor.

—Oğlum burada Cenabı Hak böyle buyuruyor. Ama Allah’ın resulü de böyle buyuruyor. Biz bunu anlayamayız. Bunun bir ehli var. Ehlinden ledünni ilmini elde edeceksin. Bu bâtın ilmine aittir, gideceksin ehlini bulacaksın. Ehlinden bu zikri alacaksın. O zaman Şeytan aleyhillane zikre el atamaz. Gaye ehlinden almaktır, demiş.

Onun için “ Feveylün lil gasiyeti gulubühüm min zikrillah.” çok kimseler zikrederler, zikir onların kalplerine kasavet getirir, gaflet getirir, kalplerini karartır, kalplerini sertleştirir, buyrulmuştur.

Bakın kim bunlar? İşte nasıl ki hocası bu zikrin ehli vardır. Ehlini bulacaksın, diyor, işte o zaman bunun ehli kimdir? Diye dert ediyor, merak ediyor. İşte Yunus Emre’nin buyurduğu:

Niceleri gittiler mürşid arayı

Arayanlar buldu derde devayı  

Ama bir kelam daha var: “Arayan Mevlâsını da bulur, belasını da bulur.”

Onun için burada “Arayan Mevlâsını da bulur.”. O da bunu dert etmiş. Cenabı Hak da dert edince ihsan etmiş. Hızır Aleyhisselam’la bunu buluşturmuş.

Hızır Aleyhisselam ile ilk buluşuşunda;

—Otur oğlum, demiş.

Ona bir sohbet etmiş. Bu sohbetten o kadar tat, zevk duymuş ki, yıllar boyunca medresede okumuş olduğu ilimden alamadığı bir zevki orada almış, alamadığı bilgiyi oradan almış.

Ertesi gün gelmiş, yine buna sohbet etmiş, bunu yetiştirmiş. Her gün bir defa gelip bunu evinde, çarşıda nerde olursa olsun gelip buluyor. Hızır Aleyhisselam gelip onu buluyor. Çekiyor bir kenara: “Gel bakayım, otur.” diyor, ona sohbet ediyor. Kitap açmıyor, kitaptan bir şey konuşmuyor. İşte kalbi zikri o veriyor.

Onu öyle yetiştiriyor ki, ledünni ilmini, kalp ilmini okuduktan sonra, çok büyük makamlar, çok büyük rütbeler ona veriliyor. Tayyi mekân, gaybi rical makamına ulaşıyor ki bunlar büyük makamlardır. İşte bak! Kutbul evliya, “ve ila ruhu kutbul evliya ve burhanı asfiya…” elkabı okunuyor. Kutup demek, baş demek, yani bütün evliyaların başı, kutbul evliya, ulemanın başıdır.

İşte bizim bu teveccühümüz onun ameli, hatmemiz onun ameli, zikrimizde onun yenilemesi var. Hızır Aleyhisselam’dan almış olduğu zikir; nasıl ki Peygamber Efendimiz, Sıddıki Ekber Efendimiz’e Sevr dağında, mağarada vermiş olduğu zikir, hafî zikir tekrar orada bir tazeleniyor, yenileniyor. Bir daha Abdulhalik Gücdevani Hazretleri’nde tazeleniyor. Ondan sonra Nakşibendî Efendimiz’le ikinci bir yenileme oluyor. Ondan sonra bu böyle, bizim hafî zikrimiz böyle devam ediyor. Bu zamanımıza kadar da gelmiştir.

İşte bizim zikrimiz hafî’dir. Cenabı Hak “Beni gönlünüzden, kalbinizden zikredin.” buyuruyor. Bunun hakkında çok ayetler, hadisler var. Evet, işte bizim amelimiz bu teveccüh, hatme, sohbet bunlar, büyük zât Abdulhalik Gücdevani Hazretleri’nin amelidir. Abdulhalik Gücdevani Hazretleri de üveysi, maneviyattan yetişmiş, ledünni ilmini Hızır Aleyhisselam’dan okumuştur.

O üveysi ama bizim tarikatımızda üveysiler azdır. Peygamber Efendimiz’den alıp da ki bizim zamanımıza kadar, şeyh Efendimiz’e kadar ne kadar meşayih, Evliyâullah sayılmış olsa bunların içerisinde yedi veya sekiz tane üveysi vardır.

Ama bunlar üveysi olduğu halde şeriatsız tarikat olmaz, tarikatsız şeriat olmaz. Bunlar üveysiler, maneviyattan yetişiyorlar ama zâhirde yine gidip bir meşayihten izin alıyorlar, icazet alıyorlar.

Ve maneviyatın emriyle mesela, diyelim ki bir maneviyattan üveysi olan bir kimse bâtından bir zikir almış. Geçmiş bir ervah ona zikrini veriyor hâlbuki zâhirde birbirlerini görmemişler.

Mesela, diyelim ki herhangi bir üveysi maneviyattan ders almış olsa, kimden almış olur? Abdulkadir Geylani Hazretleri’nden alabilir, bazen olabiliyor. Abdulkadir Geylani Hazretleri nuru nübüvvete çok yakın, bin seneyi aşmış, zamanda yaşamış anlaşıldı mı? Ondan ders alıyor ama o ders alan yine zâhirde bir meşayihi bulacak. Çünkü şeriat zâhirdedir.

İşte bu üveysi olanlardan, Seyyid Sıbgatullah Arvasi, sohbeti geçti ya bu da üveysidir. Ama Seyyid Taha Hazretleri’ne gitmiş, bulmuş. Ondan icazet almış, ona da zâhirde bir hizmeti olmuş. Zâhir meşayihine de bir hizmeti oluyor, ondan da bir icazet alıyor.

Evet, işte bizim tarikatımızda sekiz tane üveysi vardır. Sekizinci bizim Şeyh Efendimiz Dede Paşa Hazretleri’dir. Bunların içerisinde, bu üveysilik nerden başlıyor? Abdulhalik Gücdüvani Hazretleri’nden başlıyor. Maneviyattan alarak, ondan sonra böyle aşağıya doğru geliyor. Ama diyelim ki mesela bizim şeyhlerimizde elli tane varsa veya yüz tane varsa, bunların içinde sekiz tane üveysi var.

Evet demek ki burada şeriat, tarikat yoldur varana. Şeriatsız da olmaz, tarikatsız da olmaz. Tarikatsız insanlar bir defa şeriatın nimetine malik olamıyorlar. Şeriatın nimeti nedir? İman, ameldir. Ama herkesin, imanı, ameli bir mi oluyor? Bir değil, değişiyor. Bir meşayihe inanan, tarikatı olanın imanı, inancı ile meşayihi olmayanın inancı bir olamaz. Meşayihi olanın ameliyle, meşayihi olmayanın ameli bir olamaz.

Yunus Emre’nin burada emri var, bunu ifade eder. Hani bazı kelamı kibarlar rumuzlu oluyor anlaşılmıyor. Ne buyurmuş:

Bir sinek bir kartalı

Kaldırdı vurdu yere

Yalan değil gerçektir

Ben de gördüm tozunu

Nasıl oluyor biri sinek, biri kartal. Bir kartalın üzerinde bin tane sinek konsa alıp götürür. Ama bir sinek, bir kartalı nasıl kaldırdı vurdu yere, güreşti kartalı kaldırdı vurdu yere, diyor. O sinek kartalı yere vurduğu zaman tozu çıktı, gördüm diyor. Evet, Yunus Emre bir de buyuruyor ki:

Çıktım erik dalına

Anda yedim üzümü

Bostan ıssı kakıyıp

Der ne yersin kozumu

Bak! Bunlar rumuzlu kelamlar, burada kartal ilmiyle mağrur olan, ilmiyle kendisini yüksek gören o âlimdir. O sinek ise ilminden, amelinden, her şeyini yok etmiş bir acziyetini bilmiş, bir mürittir. Anlaşıldı mı efendim?

Bir sinek bir kartalı

Kaldırdı vurdu yere

Yalan değil gerçektir

Ben de gördüm tozunu

Evet. “Çıktım erik dalına.” erik dalında üzüm olur mu?

Çıktım erik dalına

Anda yedim üzümü

Bostan ıssı kakıyıp

Yani bostanın sahibi kalktı, hiddetlendi, yemeyesin kozumu, diye. Burada erikten mana, üzümden mana; yani irabta mahalli olmayan, meşayihle, tarikatla hiç alakası olmayan bir kimsenin ben de tarikatlıyım demesi, burada çıkıp insanları kandırması insanları aldatması, insanları horlamasıdır.

Tabii, burada Peygamber Efendimiz bu tarikatın sahibi odur. Onlara bakıyor, onları ümmetlikten de reddediyor çünkü onlar Allah yolunda eşkıya oluyorlar. Yol kesici, hak yolunu kesici oluyorlar.

Allah yolunda eşkıya iki türlüdür. Birisi işte meşayih olmadan, meşayih gibi görünüp bir meşayih arzusu gönlüne düşen bir müridi tutmak. Bırakmıyor ki gitsin meşayihini bulsun, bir erbabını bulsun, bir manevi doktoru bulsun; derdinin dermanını ondan alsın.

Burada nedir? Yani birisinin hastalığı var, doktorlar var. O hastalığın doktoru değil, o hastalığı bilemiyor da, ona teşhis de koyamıyor. Ama parasını alması için:

—Gel ben senin hastalığını biliyorum, der.

Ona ilaç verir, tesir etmez, bir ilaç daha verir, tesir etmez, bir daha verir. Bu sefer de zararlı olur, aksi tesir yapar, hastayı daha hasta eder, hastayı helak eder, yok da eder. Değil mi efendim bak, bunlar olmuyor mu? Oluyor.

Ama o doktor dese ki:

—Yok, kardeşim ben senin hastalığını anlayamıyorum. Sen git doktorunu bul, teşhisini, hastalığını söylesin, teşhisini koysun, ilacını versin ki iyileşesin.

Demese ne oluyor? O doktor, o hastayı iyileştiremediği gibi o hastayı bir iyileştireceğe de bırakmıyor, böyle helak ediyor. İşte burada da bir manevi dert var.

Evvelâ derdi kazanıp sonra gel dermân ara

Bahr-i aşkı nûş ediben âbı yok ummân ara  

Bu beşer nefsin elinden kurtaramazsın özün

Bir velînin gönlüne gir mekteb-i irfân ara

Bu kelamlar buyrulmuşsa eğer, o zaman burada ne lazım?

Evvela derdi kazanmak lazım.

Dert ise bak, bu kelamda rumuzludur. Bunun rumuzunu nasıl açacağız? Yani insan hiç kimse dert ister mi? Hep dertten kaçarlar, ama derdi ara diyor. Derdin aranması lazım. Ama dertli insan dertten kaçar. Bu manevi dert aranacak.

Bu Allah’ın ihsanı, aramayla da bulamazlar. Ama Cenabı Hak sana manevi bir dert ihsan ediyorsa, eğer sen kendi eksikliğini, kendi kusurunu biliyorsan, kendi günahını biliyorsan ve kulluk görevimi nasıl yapacağım? Rabbimin rızasını nasıl kazanacağım? Rabbimin benim için halk ettiği en büyük nimeti, ben nerede bulacağım? Diye böyle bir derdi olursa, onun tabibi vardır. O derdin lokmanı vardır. O zaman ona ulaşır, onun için:

Evvelâ derdi kazanıp sonra gel dermân ara

Bahr-ı aşkı nûş ediben âbı yok ummân ara  

Bahr, denizdir. Aşk, Allah sevgisi.

Allah sevgisi bir deryadır. Aşk denizinden bir bardak iç diyor. Nuş et, iç ve abı yok umman; ab, yani suyu olmayan bir derya ara. Suyu olmayan derya nerede olur? Suyu olmayan derya, insanların kalbinde olan Allah sevgisidir.

Deryalardan büyük, deryalardan coşkun, deryalardan taşkın ama suyu yok.

Evet, burada demek ki Cenabı Hak böyle bir dert ona nasip etmiş ise, dermanını ararken, doktorunu ararken:

—Gel ben senin doktorunum, dermanını veririm, diyor.

Ne oluyor? O hastayı helak etmektir. İşte buna Kuttay-i Tarik (yol kesiciler) deniliyor. Kuttay-i tarik demek yani hiç bir tarikatla alakası yok iken hiç bir meşayihe hizmet etmeden, emir almadan, ona görev verilmeden ve o ehli olmadan, ben de meşayihim, diye çıkıyor. Şimdi zamanımızda bunlar çok. Onun için Sâlih Baba buyurmuşsa bunları muhakkak haktır, hakikattir, doğrudur. Niçin buyurmuş, bak diyor ki:

Sakın her mürşide varma hazer kıl   

Görürsen anda noksân-ı şerî'ât

Her mürşitten hazer kıl, kork, kaç eğer onda şeriatı eksik görürsen, diyor. Hakkındır onlardan kaçmak. Bir de buyuruyor ki:

Her mürşide gönül verme yolunu sarpa uğratır

Yani yolunu şaşırtır. Bu da işte bir var ki tarikat ehli olmayanlar ben de meşayihim diyerek bir Allah aşığını, Allah talibini tutmak, kenara koymaktır.

Bir de var ki tarikat yok diyenler, tarikatı inkâr edenler. Ama bu tabii sade cahillerin sözü değil, meşayih yok diyen âlimler, hocalar da var. Bunlar aslında âlim değiller. Ama bunlar da nedir?

Meşayih yok diyen, tarikat yok diyen, zikri inkâr eden, tarikatı inkâr eden bunlar nedir? Bunlar da eşkıyadır. Onlar da Allah yolunda eşkıyalardır. Yani Allah’a gidecek bir kulu bu yoldan çekmiş onu koymuyor ki gitsin.

Evet, işte böyle efendiler, Allah’a şükür, elhamdülillah bak, burada da çok şanslıyız. Çok şükredelim ki Cenabı Hak bize doğru, en sağlam, en güçlü, en kıymetli yolu nasip etmiş.

Tarîkat cümle haktır olma zâği         

Ki dört misbâhı var birdir çerâğı      

Tarikatların hepsi haktır. Tarikatların sayısını da Allah bilir, biz bilemeyiz. Çünkü Allah’a giden yollar, mahlûkâtın nefesinin adedince buyruluyor. Biz bunu da anlayamayız, bunu ehli anlar.

Yalnız Allah’ın binbir ismi vardır. Binbir ismiyle Allah zikredilir.

Tarikat nedir? Allah yoludur.

Bu herhangi bir ismiyle zikrediyorsa, o ismin nuruna ulaşır. O esma nuru onda tecellî eder. O Allah’ın nuru tecellî edince, o zaten gaflette kalmaz, o zaten karanlıkta kalmaz, o zaten bir aydınlığa çıkar, bir nura ulaşır.

Ama Allah’ın nuru yine, Allah’ın üç nuru var.

Esma nuru var, sıfat nuru var, zât nuru var.

Herhangi ismiyle zikreden mürit, o ismin nuruna ulaşır. O esmanın nuru onda tecellî eder. O esmanın nuru onun kalbinde doğar. Eğer o daha da çalışır terakki ederse, sıfat nuruna ulaşır. Daha o nurun daha büyüğüne daha ziyadesine ulaşır. Daha orada da çalışır, oradan da geçer, terakki ederse Allah’ın zâtının nuruna ulaşır. Bunlar tarikatın nimetleridir.

Bunlar ancak tarikatla ve tarikattaki zikirle, hizmetle, amelle elde ediliyor. Onun için tarikatsız olmuyor, onun için:

 Mürşidi olanların gayet yolu âsân imiş

 Mürşidi olmayanların bildikleri güman imiş

Yani mürşidi olanların yolu çok kolaydır. Âsân demek kolay demektir. Ama mürşidi olmayanların bildikleri gümandır.

Güman ile iman bir arada olmaz.

İman tasdik demektir. Güman tereddüt, yani bir şeyin var mıdır, yok mudur, olur mu olmaz mı? Güman tasdik değildir. Tasdik; var diye hüküm vermek, olur diye hüküm vermektir. Demek ki o zaman iman kimde?

Mürşidi olanların gayet yolu asan imiş

Mürşidi olmayanların bildikleri güman imiş

Niyazi Mısri hazretlerinin:

 Mürşid gerektir bildire

 Hakkı sana hakkel yakîn

Evet, yine bizim mevcut olan divanımızda da

Kim şeyhini Hak bilmedi Hakk'ı dahi bilmez

Yok eylemeyen varını maksûduna ermez      

Yine buyuruyor ki mesela:

Varlık dağın delmeyen

Ağlar iken gülmeyen

Şeyhini Hak bilmeyen

Düşer hüsrâna sâkî   

Bak! Kur’an-ı Kerim’de Vel Asr suresinde Cenabı Hak “İnsanlar hüsrandadır, zarardadır.”[10] buyuruyor. Hâlbuki burada kelamı kibarda da zararda kim? Evet, zararın büyüğü var, küçüğü var. Dağ gibisi de var, zerresi de var. Ama zarardır, İnsan zararın kürresini, zerresini de istemez.

Niçin Cenabı Hak “İnsanlar zarardadır.”, buyuruyor. Peygamber Efendimiz bunu açıklıyor. Peygamber Efendimiz zararı nasıl ifade ediyor, nasıl bize bildiriyor? Biz sadece biliyoruz ki hani günahlar var, günahı kebairler var, bunları işleyen zarardadır. Bunları işlemeyen kârda, biz bunu böyle biliyoruz.

Ama Peygamber Efendimiz bunu bize böyle bildirmiyor. Ne buyuruyor? “İki günü müsavi olan da zarardadır.”[11]. İki günü müsavi, bu ameldedir. Yani her günkü ameliniz bir gün evvel, bir gün geçmişinden fazla olacak. Yani bugün ne amel işledin, yarınki bugünkünden fazla olacak. Yarın ne işledin. Öbürsü gün ondan daha fazla olacak. Müsavilikten kurtulmak için bu lazım. Bu olmazsa iki günü müsavi olanı zarardadır, buyuruyor.

Ama bu anlaşılmaz bilinmez. Niçin anlaşılmaz, bilinmez?

Evet, “Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşır.”[12] buyuruyor. Ama bu nafile ibadetleri insan arttırırsa da her gün beş vakit namaz ne eksilir, ne artırılır, onlar müsaviler. Ama müsavilikten kurtulmak için ilaven lazım, Cenabı Hak “Kulum bana nafile ibadetle yaklaşır.” buyuruyor. Bu nafile ibadeti yapacak, nafile ibadeti de her gün artıracak ki müsavilikten kurtarsın. Bu her gün artacak.  Bir gün, üç gün arttırdı, beş gün, üç hafta, beş hafta, bir ay, iki ay, üç ay, bir sene veyahut da beş sene artırdı.  Hoş bunun muhasebesini yapacak değiliz ama aklımız var, bir insan her gün amelini artırmış olsa, ne kadar gider?

Bir senede belki dolduracak bu gününü. O zaman müsavilikten nasıl kurtaracak bu Müslüman? Günü mü uzatacak ki amelini de uzatsın, çoğaltsın? Yok, öyleyse bunun anlamı nedir?

Bu ancak gurbiyyettir.

Allah’a yaklaşmanın nihayeti yoktur. Bir de Allah’a olan havfın da nihayeti yoktur. Cenabı Hak “En çok muttaki olanınız, en çok Allah’tan korkanınızdır.” buyuruyor. Allah’a olan havfın da nihayeti yoktur. Allah’a olan gurbiyet, yaklaşmanın, Allah’a olan sevginin, aşkın nihayeti yoktur. Ancak bunu her gün arttırın, müsavi olmasın, onun nihayeti yoktur. İşte bu da onun için kelamı kibarda:

Günden güne, derdim artar

Varsam lokmana, lokmana

Bu da bir rumuzlu kelamdır. Hiç kimse derdinin artması için doktora gitmez. Ama öyle bir dert var ki o derdin artması isteniyor. O dert arttıkça dermanına doğru gidiyorsun, yaklaşıyorsun. Tamamen dert seni ihâta ettikçe, o dert, kapladıysa dermanını da buldun.

Bu dert nedir? Manevi dert.

Bu dert nedir? Senin kalbinde olan maddiyattır.

Bunlar senin büyük derdin. Bunlardan kurtulmak için ancak ve ancak senin sohbete ihtiyacın var, vaaza ihtiyacın var, zikire ihtiyacın var, ibadete ihtiyacın var, dahası da meşayihe ihtiyacın var.

Evet, ancak bu meşayih senin kalbine bir Allah sevgisi verir de o Allah sevgisi senin kalbinde olan dertleri hep atar dışarı, bir budur.

Bir de senin derdin; Allah’tan gelmiş ruhun, Allah’a ulaşmak ister, bir de budur.

Evet, şimdi teveccühten bahsedelim, teveccühü tarif edelim de amelimizi işleyelim. Şimdi saat dokuz buçukta işe gidecekler vardı, saat dokuza biter dedik.

Bir saate ancak biter. Abdesti olmayanlar, çabuk alsınlar, abdestlerini tazelesinler. Yalnız hiç teveccühü görmeyenler dinlesinler, biraz teveccühü dinlesin ondan sonra abdeste gitsinler. Teveccühe yeni katılanlar gitmesinler, dinlensinler. Abdest için bir ara vereceğiz, onlar sonra gitsinler.

Bu ameli teveccüh diye duymuş, kalkmış gelmiş. Ama bu nasıl olacak? Ne yapılacak burada? Bilmesi lazım.

Teveccühümüz tabii büyük bir amel, büyüklerimizin amelidir. Fakat biz taklidini yapacağız. Olsun, taklitten de tahkike geçer insan. Yalnız taklit ikidir.

Taklitten tahkike döndür Sâlihi

Sâlih Baba öyle buyurmuş. Ama burada bir yanlış anlayışımız olmasın. Evet, bir taklit var ki, inanmayanların, münkirlerin, hicvetmesi, alay etmesidir.

Ama bir taklit de var ki mürit için, insibağ; meşayihin amelini onun gibi işleyeceğim diye ona benzetmesidir. Onu hayal ederekten, ona benzeterekten, onu yansıtaraktan yaparsa, bu da bir taklit oluyor. Ama bu taklit insanı tahkike ulaştırıyor.

Mesela, diyelim ki bir sanatkâr, hani mobilyacı bir mobilyayı hiç yapmamış, fakat görmüş, hoşuna gitmiş, bunun ustası değil. Bunu bir yapar, bakar ki benzemedi, bir tane daha yapar;  bakar ki biraz yaklaştı. Bir daha, bir daha, yapa yapa ahiri aynısı çıkarır, aynısını yapar.

İşte bizim taklidimiz budur. Bizim taklidimizde bu amelleri, büyüklerimizin amellerini yansıtacağız, taklit edeceğiz. Onlar yapmış, biz de yapacağız ama onlar hakikatını yapmış, biz hakikatını yapamıyoruz.

Bizim amelimiz onlarınkine göre mecazdır. Ama mecaz hakikate köprüdür. Mecazdan hakikate biz de geçeceğiz. Yapa yapa hakikate ulaşacağız.

Evet, burada hakikat ne? Mecaz ne? Biz irade sahibiyiz. İrademizle yaptığımız için bizimki mecaz oluyor. Onlar iradeden kurtulmuşlar. Onlar bir alet olmuşlar. İbrahim (a.s) da ne buyuruyormuş?

—Beni rabbim yedirir, rabbim içirir; rabbim yatırır, rabbim kaldırır, rabbim yürütür, rabbim konuşturur, buyuruyormuş.

İşte tahkik bu, tahkike geçecek. Bu da ancak bir mürit fenafişşeyh olmadıktan sonra, şeyhinde fani olmadıktan sonra, yani şeyhinin sıfatları onda tecellî etmedikten sonra onunkisi taklittir. Ama ne zaman ki o bir alet oluyor. Bakıyorlar ki yapan kendisi değil, onu yaptıran var.

Fail-i mecazdan kurtuluyor. Fail-i hakikat meydana çıkıyor.

Fail-i hakikat ise Allah’tır.

Değil mi? Evet, onun için burada da taklidimizden, tahkike geçeceğiz. Biz bu amelleri yapa yapa geçeceğiz.

Yalnız bizim tarikatımız, bu amelimiz ne istiyor?

Toplandınız, geldiniz buraya, bilenler biliyorlar, bilmeyenler için.

Çünkü çok ders alanlar oldu. Onlar tabii dinlemişlerdir veyahut da daha evvelce almış ama nasip olmamış, bugüne kadar teveccühe girmemiş. Yeni giriyor, sorulsa araştırılsa böyle çok çıkar. Bir de her zaman olmayan amel, işlenmeyen amel unutulabiliyor.

İşte bu teveccühümüz ne istiyor? Kalbi selim istiyor.

Irak yerden geldiniz, zahmet çektiniz, uykusuz kaldınız, işinizi bıraktınız. Ve maddiyat harcadınız geldiniz.

Niye geldiniz? Burada büyük bir amel olduğuna inandık, bu inanç sizi getirdi ve bu amelden de bir şey bekliyorsunuz, istiyorsunuz. Bunu da elde etmek için ne lazım? Bak, demek ki bunun büyük bir amel olduğuna bir inancınız var. O getirdi sizi buraya delili budur.

Ama bu amelden ne istiyorsunuz, siz ne bekliyorsunuz? Bunu da elde etmek için bu amel kalbi selim istiyor.

Kalbi selim demek bak mesela bu cemaatin içerisinde ağır hastası olanlar var. Borçlu olanlar var, borcunu ödeyemiyor, protesto olmuş, haciz kapısına gelmiş. Veya başka ihtiyaçlı olanlar da vardır. Daha başka büyük bir kârı, alacak bir parası bir yerden var veya bir yere ödeyeceği var değil mi? Bugün mesela:

—Kârdan, işten, dükkândan, tezgâhtan ayrılıp da geldim acaba ne oldu bunlar?

Diye düşünenler hep nedir? Bunlar gönlüne gelir. Bunlar gelsin de gelmesi mani değil. Ama tutmayacaksınız, gönlünüzden bunları atacaksınız. Kalbinizi temiz pak tutacaksınız.

Mesela nasıl? Bak, şurada bir cam var, bu camın üzerine bir leke düştü. Onu silersin pis oldu mu şimdi? Bir daha düştü, onu da silersin, pis oldu mu? Onu silemezsen bir tane düşer, iki tane düşer, üç, beş, sekiz, on tane düştü mü ne olur? Berbat etti. Değil mi?

Evet, işte burada da siz bu amelde kalbi cihadınızı yapacaksınız. İki şeye dikkat edeceksiniz. Birincisi bu amelde göz açmak yasaktır. Gözlerinizi açmazsınız. Cezbelenenlere, ağlayanlara, bağıranlara, çırpınanlara açıp da bakmayın. Akşamüstü hatmede bak, kütürtüler geliyordu, başını tahtalara, duvara vuruyordu.  Bunlara gözlerinizi açmayın, bakmayın, yasaktır, bu bir.

İkincisi kalbinize geleni kalbinizde tutmayın atın.

Gam gelmez dememişler, gam eğlenmez demişler.

Yani kalbe her şey gelir, gelmez değil, gelir ama eğlenmez. Attınsa eğlenmez, tuttunsa eğlendi kaldı orada.

Sonra insanların kalbine bak, suyu misal veriyorlar. Bir su var ki cârî nehir akıyor. Bir su da var ki göl suyu. Bir çukura yerleşmiş duruyor. Bir taraftan bir akıntısı yok, hareket yok. Şimdi bu göl suyuna atılan pislikler, zibiller ne olur orada? O gölü kirletir. Ama bir nehire atılan pislikler nehiri kirletir mi? Asla kirletmez. Bazı şehirleri nehirler ikiye bölmüş. O şehir de ev zibillerini, sokak zibillerini hep o nehire döküyorlar. Hiç, asla kirletemiyorlar.

Onun için burada kalbî cihatınızı yapacaksınız. Kalbi selim olun, kalbi selim demek kalbinizi her şeyden boşaltacaksınız. Allah’ı alacaksınız kalbinize, her geleni atacaksınız.

Allah kalbinizde, rabıta karşınızda, elinde şeriat kamçısı, Allah’ı unutunca senin tependen aşağı vuruyor. Niye unuttun? Diyor. Veya kalbine gelen o pis şeyi çıkart kalbinden at, diyor. Böyle iman ediyoruz. Şeriat kamçısıyla tepeden aşağı vuruyor.

İşte demek ki bu amelimizin başlangıcında bir oturma şekili var. Böyle lalettayin değil. Namaz safı nasılsa öyle oturturlar. Ama arka arkaya oturturlar.

Bu teveccühün oturma şeklini aldıktan sonra teveccüh başlarken “Estağfurullaaaah” diye bir nida olacak. Bu nida olunca amel başlıyor, gözlerinizi yumarsınız. Asla ve asla gözü açık kimse kalmasın. Gözlerinizi yumarsınız 25 defa istiğfarı okursunuz.  Parmaklarınızla hesabı yaparaktan, usul, kendiniz işiteceğiniz kadar. Şu vaziyette, “Estağfurullaaaah. Estağfurullaaaah, Estağfurullaaaah” ama kendi işiteceğiniz kadar. Bak! sağındaki de okuyacak o istiğfarı, solundaki de onlara duyurmayacaksın, onları meşgul etmeyeceksin. Yirmi beş istiğfarı okursunuz, sonra okuyacağınız, yapacağınız bir şey yok. O zaman ne var?

Gönlünüzü, kalbinizi muhafaza edeceksiniz. Gözünüzü açmayacaksınız. Kalbinize de geleni atacaksınız, kalbinizde bir şey tutmayacaksınız. Bu iki şeye dikkat edeceksiniz.

Teveccüh başladıktan bir müddet sonra üç defa daha bir “Estağfurullaaah” nidası duyarsınız. Onu siz okumayın.

Evet, teveccühte 25 istiğfarı okursunuz, ondan sonra kalbinizi ve gönlünüzü muhafaza edin. Daha başka bir şey okumayın.

Teveccühte şöyle oluyor; teveccühün namazı var mesela kılıyoruz. Duaları var okuyoruz. Ondan sonra bu teveccüh yaparken safların arasında geziyoruz. Büyük zâtların kelamı kibarlarından gönlümüze, aklımıza ne getiriyorlarsa, ne geliyorsa, ne himmet oluyorsa onları söylüyoruz. Sırtlarınıza el vuruluyor. Bu kelamı kibar okunduğu zaman, sırtınıza el vurulduğu zaman bu günahkârı kastetmeyin, deyin ki: “Şeyh Efendimiz Dede Paşa Hazretleri bize bu teveccühü yapıyor. Bu kelamı kibarları o okuyor. Sırtımıza eli o vuruyor.” Çünkü tam manasıyla, inancımız tam olursa, onu görürsünüz de göreceksiniz de.

Olârın ruhlarının yok karârı

Dolaşırlar zemîn ü âsumânı  

Olar bu âlemi devran ederler

Ararlar derde düşen nâ-tüvânı         

Nâtüvân demek; bir dert gelmiş onu çekmeğe mecbur, çekecek, dermanını görüyor. Fakat onlar maneviyat doktorları. Zâhirdeki hastalar doktora gidiyorlar. Ama maneviyat doktorları da hastayı arayıp buluyorlar. Ama biz hasta olduğumuzu bileceğiz. Buraya geldikse bizim burada hastalığımız; kusurumuz, günahımız, eksikliğimiz, noksanlığımızdır. Bunu bildikse eğer, onlar bizi gelir bulurlar ve bize de ilaçlarını, dermanını yaparlar. Evet, niçin bak!

Vâris-i Ahmed olar can derdinin dermânıdır           

Her marîzin derdine göre verirler şerbeti     

Mariz; hasta. Her hastanın onlarda ilacı vardır. Değil mi? Onun için burada hasta olduğumuzu bilelim. Bizim bu hastalığımız nedir? Muhtaç, ihtaç, fakir, günahkâr, çok noksan, çok kusurumuz var, Allah’a karşı kulluk görevimizi yapamıyoruz. Ümmetlikte makbul olamıyoruz. Hizmetlerde eksiğimiz çok, yapamıyoruz. Allah’a karşı olan kusurumuz çok, eksikliğimiz çok. Peygamber Efendimiz’e olan noksanlığımız çok. Meşayihimize olan noksanlığımız da çok.

Meşayihimize ‘Seni Şeyh efendiliğe kabul ettim.’ dediysen onun rengine boyan, onu kendine örnek et. Onun bütün yaşadıklarını yaşa ki onu kabul etmiş olasın. Bunları yapamadığımız için bunlar eksikliğimiz, noksanlığımız. Ama:

 “Kişi noksanını bilmek gibi irfan olamaz.” buyrulmuş. Onun için bak ne buyuruyor:

Kusûrun çok diye Sâlih ayağın kesme bâbından

Yani kusur işledin, onlara layık mürit olamıyoruz; amelimiz olamıyor, nefsimiz oluyor. Ama kusurum çok diye ayağını kapıdan kesme. Kapı ne? İşte bu amellere; teveccühe, hatmeye, sohbete gel, ayağını kesme gel.

Kusûrun çok diye Sâlih ayağın kesme bâbından

Ulüvv-i himmeti çoktur tamâm eyler O noksânı       

Evet, işte burada teveccühün sonuna kadar gözümüzü açmayacağız, kalbimizi muhafaza edeceğiz. Teveccühte bu saflar gezilir, sırtlara el vurulur. Teveccüh bittikten sonra bir aşır okunur. Hoca efendilerin bir tanesi bir aşır okur. O aşırı okuyan mikrofonu yanında olsun ki yukarılarda olan cemaat da duysunlar. Aşır okunduktan sonra, amel tamamlanmış oluyor. Herkes bir Fatiha okuyup gözlerini açar, teveccühün şeklini de bozar.

Teveccühte de sıkıntılı oturmayın. Eğer yeriniz serbestse safı bozmadan ileri geri çıkmadan oturabilirsiniz. Fakat ne yaparsınız? Oturmada bir değişiklik yapabilirsiniz. Mesela yuvarlak oturmaya mürebbe deniliyor, öyle de oturabilirsiniz. Efendim dizlerinizin üzerine oturabilirsiniz. Bir dizinizi altına alıp, bir dizini bükebilirsiniz, ağrırsa onu değiştirebilirsiniz, böyle çeşitli oturuşlar vardır. Yalnız iki ayağı böyle uzatmak terk-i edeptir, zaten uzatamazsınız safa mani olur. Fakat bundan başka nasıl rahat oturursanız, teveccühün safını bozmayın.

İşte aşır okunduktan sonra ‘lillahi Fatiha’ denilir. Bir Fatiha okuyup gözlerinizi açar, o zaman teveccühün şeklini bozabilirsiniz, ileri geri gidebilirsiniz. Anlayabildiniz mi? İnşallah anladınız.

Bir daha tekrar edeyim. Bu amelin büyüklüğü şu, bu amelimizde en büyük ikram şu oluyor:

Teveccüh olunca herbir ihvâna

Mürde kalblerimiz gelirler câna       

Bakın bu teveccühte ölü kalpler dirilirmiş, zikir tohumu ekilirmiş.

Ama kalbi temizleyeceğiz ki oraya zikir tohumu ekilsin. Yani temizlenmemiş, halledilmemiş taşı, toprağı, otu, çöpü paklanmamış bir tarlaya tohum ekilirse, o tarla o tohumu içinde bitirmez. Zaten erbabı da o tarlaya ‘Bu tohum bitmez.’ diye ekmez. Onun için bu kelamda onu ifade ediyor:

Yar daim sana nazar eyler

Seni gafil görürse güzar eyler

Yardan mana Allah’tır, Resulullah’tır veya meşayihimizdir. Bunlar daima nazar ediyor. Senin kalbini temiz bulunca oraya bir himmet edecekler. Oraya bir nur dolduracaklar, anlaşıldı mı efendim: ama kalbin temiz değilse eğer o zaman ne yapar?

Yar daim sana nazar eyler

Seni gafil görürse güzar eyler

Yani sana ihsan edecekti, bir ikramda bulunacaktı, baktı sen ikrama bi habersin, ikramı istemiyorsun, istemesini bilmiyorsun veyahut da ihtiyacın yok. O zaman sana ikramı etmez, küser gider.

Bu da nedir? Sen bir insana iyilik edecektin. O insan sana tevazu ederse, hürmet ederse sen ona iyiliğini yaparsın. O insan sana sert çıkarsa, sana karşı çıkarsa, isyan ederse, ona iyiliği yapmazsın, ona kahreder gidersin.

Onun için işte bu amelimiz kalbinizi boşaltmak, selim olmak istiyor. Hastalığınız, hastanız varsa,  aklınıza gelirse, çıkarın. Ne olacak yani sen burada onu düşünmekle o hasta orada iyileşecek mi? Yok, daha onu atabilirsin. Borcun var, sen burada onu düşünmekle o borç ödenecek mi? Yok onu da çıkarabilirsin.

İşte bunlara dikkat edin. Bir de şu var; kalbi selim olmak için iki şey var:

Bu cemaat içinde eğer herhangi bir kimseden bir dargınlığınız varsa, küskünlüğünüz varsa veya hoşunuza gitmeyen bir insan var ise onu hoş görün. Dargınlığınız varsa, onu bağışlayın, gönlünüzden o dargınlığı çıkarın. Bunlar da mani olur. O zaman bunlar var ise kalp selim değil, boş değil, kalbin meşgul, doldurmuş. Veya hoşuna gitmeyen sevmediğin bir insan varsa, sen o insanı sevmiyorsun, sözü hoşuna gitmiyor, hareketleri hoşuna gitmiyor. O zaman terakki etmek için dersin ki:

—Belki şeyh efendimiz yanında bu benden daha kıymetlidir. Belki bu Allah’ın indinde daha kıymetlidir. Belki Resulullah Efendimiz’e bu daha da yaklaşmıştır.

Öyleyse yüzünü gönülden onun ayaklarının altına koy. İşte ne olur? Ona olan şeyin gider, o zaman kalbini boşaltmış oldun.

Bir de şu vardır. Bak, zâhir şeraitte de bu var. Hocalarımız daima vaazlarında, nasihatlerinde söylerler ki mesela Müslüman bir genç, bir ihtiyar Müslüman’ı gördüğü zaman ondan bir istimdat talep etmesi gerekiyormuş. Nasıl?

—Yâ rabbî ben de senin kulunum, bu da senin kulun. Ama bu benden evvel seni tanıdı, sana ibadet etti, itaat etti, amel işledi, sana yaklaştı. Ben ise daha yeni seni tanıdım, amelim yok ki sana yaklaşayım. Bunun işlemiş olduğu makbul amelleri ile sana yaklaşmış, senin yanında değeri, kıymeti var. Ona bağışla beni, kusurlara ve bundan sonra kötülüklere bana fırsat verme. Yâ rabbî kötü ameller işlemeyeyim, bu gençliğimi senin yolunda harcamak için, bu ihtiyarın hürmetine affet.

Bunu demekle insanlar ne oluyor, bir tevazu oluyor. Gönül alçaklığı oluyor. Bak! Cenabı Hak: “Her kim ki Allah için alçalırsa biz onu yükseltiriz.”[13] buyuruyor. Bunlar alçalmaya tevazuya bir alet oluyor. Gönlü boşaltmaya da bir alet oluyor.

Bu öyle olduğu gibi bir ihtiyar da bir genç görse ki bir ehl-i salat namazında, abdestinde olan bir genci, ibadetle uğraşan bir genci gördüğü zaman o da ne diyecek?

—Yâ rabbî, ben çok yaş yaşadım ama ben sana kulluğumu layıkıyla yapamadım. Çok eksikliğim kusurum oldu, çok günahım oldu. Fakat bu genç günahsız. Henüz hiç günah kazanmadan sana yönelmiş, ibadet yapıyor. Çünkü gencin ibadeti amelleri, ihtiyarın ibadetinden çok farklı. Hadis-i şerif var. Bunun ameli çok makbul senin indinde. Genç olduğundan dolayı, bunun gençliğine, bunun makbul olan amellerine benim geçmiş kusurlarımı, günahlarımı bağışla.

Bu böyleymiş. Şimdi burada bizim ihvan arasında şu var. Şimdi burada otuz senelik ihvan var. Daha da fazla olan var, bir de yeni ihvan var. Bunlar bizim tarikatımızın büyük amelleridir.

Nakşibendî Efendimiz’in amelleri bunlar. Nakşibendî Efendimiz mübarek, kendi ihvan kardeşi Arif-i Dikgirani Hazretleri’ne o kadar hürmet yapıyor ki niye hürmet yapıyor? Hâlbuki Nakşibendî Efendimiz emsalini geçmiş, yani ziruh-u evliyayı geçmiş. Ona daha kavuşan yok, öyle olduğu halde, ziruh-u evliya, bütün reisi evliya seçilmiş olduğu halde bir ihvan kardeşine o kadar hürmet ediyormuş. Niye ediyor? O ihvan kardeşi bir gün evvel gelmiş Şeyh efendisine inabe etmiş diye. Ona o kadar hürmet ediyormuş. Hürmeti ne? Yolda giderken ondan ileri gitmiyormuş, yürümüyormuş. Akarsuda abdest alıyormuş. Onun aşağısına geçmiyormuş, o kadar hürmet yapıyormuş. Niye efendim niye yapıyor hürmetini? Bir gün evvel ders aldığı için. Şimdi zaten bizim tarikatımız askeriyedir, biliyor musunuz? Askeriyede de var. Bir gün evvel giden, bir gün sonra gidenden kıdemi var.

Evet, böyle yapıyormuş. İkinci bir ameli de şu: Büyük bir cemaat huzurunda sohbet ederken dışarıdan gelen birisi Nakşibendî Efendimiz’in namını işitmiş, sözünü işitmiş, ziyaretine gelmiş. Çok uzaktan gelmiş, girmiş cemaatin içerisine ama mürşit hangisi bilememiş. Cemaate sormuş nerede? Sora sora gelmiş makamını bulmuş. Bunu öğrenmek için:

—Sizin büyüğünüz kimdir burada? Demiş.

Nakşibendî Efendimiz orada bir gün evvel ders alan müridi göstermiş.

—Bizim büyüğümüz budur. Bu akşam boy abdesti aldı, tövbe namazını kıldı, bütün günahlarını silkti attı. Yeni, dünyaya gelmiş gibi anadan doğmuş gibi kaldı. Günahsız olduğu için bizim büyüğümüz bu, demiş.

Şimdi burada da eski ihvanlar, yeni ihvanlardan böyle bir istimdat talep etsinler. Rabıtalarına şefi getirsinler.


[1] İ.Ebiddünya

[2] Hikmet Goncaları Trc. (500 Hadis Şerif) 21

[3] Buhari, VII, 190, (Rikaak 38)

[4] Tevbe 9:119

[5] Muslim, Birr,163

[6] Al-i İmran 3:31

[7] Kehf 18:65

[8] Sad 38:72

[9] Araf 7:55

[10] Asr 103:1-2

[11] Keşfül Hafa C.11 S.233

[12] Buhari Rikak 38

[13] Hikmet Goncaları Trc. (500 Hadis Şerif) 397