“Teveccüh Demek Allah’a Yönelmektir”

1992, Bursa

 

Hazreti Azizan Havacei Aliyyir Ramitini sahra sohbetine çıkarmış. Bir açık hava sohbetinde büyük cemaate sohbet yaparken herkes görmüş yüksekten bir akbaba isminde bir kuş gelmiş. O kuş tam cemaatin üzerine gelince doksan derece inmiş aşağı. Azizan Hazretlerinin tepesine konacak kadar alçalmış ona böyle açık olarak:

—Ya Ali merdan ol, demiş.

Bunu kuş demiş. İşte Azizan Hazretleri o kuşun o hareketine, sözüne karşı öylece küçülmüş. Hemen kuş çekmiş gitmiş. Oradaki bütün cemaat bu hareketi, bu sesi görünce onları öyle bir feyiz, öyle bir muhabbet, aşk almış ki hepsi cezbelenmişler serilmişler yerlere, yuvarlanıyorlar.

Ondan sonra ayılmışlar. Ayılınca sormuşlar:

—Efendim demişler bu kuş neydi? Niye geldi bu kuş sana böyle söyledi?

O da demiş ki;

—Hayır, o kuş değildi. O benim mürşidim Mahmudu İnciriyyil Fağnevi Hazretleri’ydi, demiş.

Ben ona dedim ki:

—Efendim arzunuz nedir, nereye gidiyorsunuz? O bana dedi ki:

—Allah’ın dostlarından bir tanesi halet-i nezide, can vermede, ruhu çıkacak. Cenabı Hak’tan diledi: “Yâ rabbî sevdiklerinden bir tanesini gönder benim bu dar zamanımda bana yardımcı olsun.” dedi. Ben Allah’ın emri ile onun yardımına gidiyorum.

Bu bir, ikinci bir şey daha var:

Büyüklerimizden bir tanesi; burada hilaf olmasın Seyyid Taha Hazretleri olacak. Meşayihin birisinden telgraf gelmiş Van’a gitmiş. Van’da bir akşam ihvanlarla sohbet yaparken hiç dersi olmayan bir tanesi, orada Şâfî’ler var, gelmiş. O da şeyh efendinin sohbetini dinlemiş, gönlünde ona bir muhabbet doğmuş.

—Ben de ders alacağım, demiş.

Dersini almış. Onun ders aldığını görünce hanımı acizlenmiş ve bırakmamış, baskı yapmış.

—Git çabuk inabeyi, dersi, tespihatı götür ver geri. Bu bize iyi gelmedi.  Bak! Keçi öldü, demiş.

Bu da inanmış ve gitmiş demiş ki:

—Efendim ben akşam sizden ders aldım. Gittim boy abdestini aldım, tövbe namazını kıldım, sabahtan dersimi yaptım ama daha yapmayacağım. Üç tane keçimiz vardı bir tanesi öldü. Hanım beni tehdit ediyor, götür ver, diyor. Ben bu dersi daha yapmayacağım, diyor.

—Peki, yapma, diyor.

Oradan tabii geliyor mübarek. Diyelim aradan yirmi sene geçiyor. Mübarek bir gün ikindi namazını kıldırıyormuş. Kıyamda, arkasında belki elli, yüz tane hoca, molla cemaat var. Bu ayakta kıyamdayken böyle:

—Defol!

Diye sağ elini sallamış. Namazda hem hareket hem seda var namazı ifsat eder.

Bakmışlar ki imameti devam ettiriyor. Arkasında hocalar var, mollalar var.

—Efendim namazımıza bir noksanlık gelmedi mi? Demişler.

—Hayır gelmedi, irademle yapmadım, gayri ihtiyari oldu, onun için namaza bir şey lazım gelmedi, demiş.

—Efendim neydi gayri ihtiyari olan, o neydi ki? Demişler. O da demiş ki:

—Filanca tarihte, bir akşam sohbetimizde bir tanesi ders aldı. Gitmiş boy abdestini almış, tövbe namazını kılmış, sabah da bir günlük dersini yapmış.  Keçisi ölmüş ki geldi; dersini, inabesini geri verdi. Bu saatte işte ben namazdayken, şeytan onun göğsüne çökmüş imanını alıyor, imanına musallat olmuştu. Vurdum şeytana, onun imanını kurtardım, demiş.

—Efendim, dersini inabesini geri verdi. Nispetten ayrılmadı mı? Demişler.

—Ayrıldı ama Nakşîlerin şanına düşer mi ki bir günlük hizmetini görsün de onu şeytana kaptırsınlar, demiş.

Bu, hem kitapta yazılıdır hem de şeyh efendimizin sohbetinde dinlemişimdir.

Evet, demek ki, tarikatın bu kadar büyük önemi var.

Allah’a şükür tarikatımızın bu teveccühü var.

Bu kutsiyetler, bu nimetler, bu haller, bu makamlara insanlar neyle ulaşıyorlar?

İşte bu tarikatımızın bu amelimizle,  bilhassa teveccühle ulaşıyorlar.

Teveccühe eğer sen de bu teveccühe layıkıyla geldin, evet, Allah’a şükür geldin ama teveccühte tamamen hazır kalp ile bulunacaksınız. Kalbiniz hazır ve kalb-i selim olursanız eğer bu nimetler sizlere de olabilir.

Halbuki mühim olan bizim için burada gafletten kurtulmaktır. Şimdi şeriatta olsun, tarikatta olsun bütün ibadetten zikirden mana hepsi gafleti atmaktır.

Gaflet ne demek,  gafil kim?

Ayık var, gafil var. Gaflette olan kim?

Gaflettekiler Allah’ı unutanlardır.

Canım bizim namazımız var, orucumuz var, zikrimiz var, ibadetimiz var. Evet, hiçbirimiz tamamen gafil değiliz, biz tamamen gaflette değiliz. Ama tamamen ayık da değiliz. Gaflet ile ayıklık arasındayız.

Bak Sâlih Baba zaten bunu kelamda ifade ediyor. Buyuruyor ki:

Zamânın Hıdrını ara

Semânın bedrini ara  

Gecenin Kadrini ara 

Bedir yani açık sema, hiç bulut yok, her yönü açık.

Zamânın Hızrını ara

“Zamanın Hızrını ara.” meşayih.

Gecenin Kadrini ara…

Gecenin kadri demek; her geceyi ara ki Kadir Gecesi’ni bulasın. Kadir Gecesi’ni insan her geceyi Kadir Gecesi gibi ihya ederse bulur.

İbrahim Hakkı Hazretleri öyle buyuruyor:

Her geceyi Kadir bil

Her gördüğünü Hızır bil

Fırsatı ganimet bil

Görelim Mevlâ neyler

Neylerse güzel eyler 

Demek ki burada her geceyi Kadir Gecesi bilirse insan o zaman Kadir Gecesi’ni bulmuş olur. Kadir Gecesi’nde olan ihsanlar her gecede olur değil mi? Evet. İşte burada diyor ki:

Zamânın Hızrını ara

Kim bu zamanın Hızrı? Meşayih.

Gecenin Kadrini ara

Geceleri de boş geçirme, Kadir Gecesi’ni ihya eder gibi ihya et.

Semânın bedrini ara

Burada bir rumuzlu kelam var: “Semânın bedrini ara”.

Bir sema var ki yedi kat sema hiç duman, bulut yok, çok berrak açık bir sema.

Bir sema da var ki siyah bulutla kaplanmış, hiçbir taraftan tırnağımın üstü kadar yer görünmüyor, bir sema da böyle var.

Bir sema da var ki parçalı bulutlu; bir yarısı bulutlu, bir yarısı açık.

Biz işte o karanlık bir semada zifiri karanlık, bulutlarla kaplanmış bir semada değiliz. Öyle bir hava yaşamıyoruz. Biz tamamen berrak bir havayı da yaşamıyoruz.

Berrak havayı yaşayan velîler, huzur sahipleridir.

O bulutlarla kaplanmış sema, siyah bulutlarla kaplanmış sema, o da günah sevap bilmeyenler, hayır şer bilmeyenler, şeriatı - tarikatı olmayanlardır.

Ama biz neyiz? Biz böyle karanlık bir semada değiliz, aydınlık bir semada da değiliz. İkisinin arasında parçalı bulutlu bir yarıdayız. Ne karanlık ne de aydınlık, ikisinin arasında.

Ama mademki “Ettevfiki meassa’y.”,  sa’y eden Allah’ın fazl u tevfikine ulaşır, buyruluyor. Cenabı Hak “Leyse lil insani illa ma se’â.” ayeti kerimesini Kur’anı Kerim’de bildiriyor. Öyleyse biz burada sa’y edelim ki karanlığa düşmeyelim, o aydınlığa geçelim. O bedri, açık semayı elde edelim; karanlık semaya düşmeyelim.

Onun için burada bedri semayı elde etmek için az da olsa bizde olan o gafleti atacağız, gafletten kurtulacağız.

Bu gafletten neyle kurtulacağız?

İşte bizim tarikatımız şeriat, tarikat yoludur. Şeriatta eksikliğimiz olmayacak.

Bizim tarikatımız rabıta tarikatıdır. Rabıtaya bağlanacağız, sevgiyle bağlanacağız.

Bizim tarikatımız sohbet tarikatıdır. Sohbetten, sohbetlerden geri kalmayacağız.

Bizim tarikatımızda irşat sohbetle, sohbet irşat eder bir müridi. Kelamı kibarda buyruluyor:

Anın dervîşleri kalmaz gaflette

Çoklarını irşâd eyler sohbette

Cemâlin görenler kalır hayrette

Mest olur yiğidi Pîr-i Sâmî'nin

Mest olurlar. Evet, bir de buyuruyor ki:

Benlik berzahından âzâd olmuşuz

Her bir sohbetinden irşâd olmuşuz

Böyle bir sultâna evlâd olmuşuz

Daha bundan büyük ne şânımız var

Öyle ki bizim tarikatımız sohbet tarikatı, hatme tarikatı, rabıta tarikatı, şeriat tarikatı. Bunlar birbirine takviyeli gidiyor.

Nasıl ki tarikatın dört şartı var ve birbirine takviyeliyse zâhir şeriatta da mesela dört şart var, birbirine takviyelidir. Şeriatı yaşamak için insanlara dört şart var. Dört şartın biri olmasa şeriatı yaşamış olamıyor.

Bunlar ne? Kitap, sünnet, icma, kıyas. Bunlar olmazsa insan şeriatı yaşamış olamıyor.

Bir de şeriatı yaşamak için insanlara ilim, amel, ihlâs vardır. Bu da olacak. Bu da olmazsa eğer insan şeriatı yaşamış olamıyor.

Bunlar olduğu gibi tarikatın da şartları var. Dört şartı olmazsa insan tarikatı anlamış, yaşamış olamaz. Bu dört şart birbirine takviyeli olacak.

Amel olacak bizim tarikatımızda. Amel olarak da işte rabıta, şeriatımız; yani şeriatta eksikliğimiz olmayacak.

Ne kadar bizde hal tecellî etse, ne kadar cezbe sahibi de olsak; ne kadar aşktan mütevellit kendimizde bir vecd âlemi, sarhoşluk, serkeşlik olsa bile ayılmaya çalışacağız. Cezbeyi de yenmeye bakacağız. Bir de şeriatta eksikliğimiz olmayacak. Hani bu kelamı kibarlar daima bunu söylerler.

Aşkın odu yüreğimde neler eyler neler eyler

Bugün ben bir âşık gördüm bu derdimden haber söyler

Gelin ey dertliler gelin bu derdimden siz de alın

Dertli bilir dertli hâlin ya dertsizler bunda neyler

“Aşkın odu…” Yani aşkın odu insanlara neler yapıyormuş?

İnsanı işte çok ağlatır da inletir de sızlatır da korkutur da.

Aşktırır beni avare eyleyen

Aşk insanlara avarelik de veriyor. Yani hiçbir işe bakamaz nasıl ki:

Eli işe güce gitmezmiş

Eli yardan ayırma

Bir kelam da böyle var. Yani yârdan mana Allah’tır.

Allah’tan zaten bizim ruhumuzun ayrılığı var. Ama bu ruhun ayrılığıdır. Cenabı Hak bizi mahluk olarak noksan sıfat halk etmiştir.

Ama ruh Cenabı Hak’tan niye ayrılmış gelmiş, ruh neden ayrılmıştır?

Ama yine ona gidecektir, ona gider.

İşte aşk demek ki insanların kalbinde ne yapıyor?

İşten de elini keser, her bir arzudan da onu geçirir. Düşünün bir insan arzu etmiş olduğu bir şeyi yapar, arzu etmiş olduğu yemeği yer, arzu etmiş olduğu elbiseyi giyer, arzu etmiş olduğu işi görür.

İnsan öyledir, şimdi herkesin idrak edeceği bir şey, bileceği bir şeydir. Senin arzu etmediğin, sevmediğin yemeği sana zorla yedirirlerse azap olmaz mı? Ama sevmiş olduğun yemeği her zaman yersin ondan zevk alırsın.

Sevmediğin elbiseyi sana zorla giydirseler sana azap olmaz mı? Sevmiş olduğun için, arzu ettiğin için ondan bir sürur duyarsın.

Sevmiş olduğun bir işi ne kadar onu yapsan doyamazsın, usanmazsın. Sevmediğin işi zorla yaptırsalar, usanırsın.

İşte onun için eğer insanlarda Allah aşkı olursa ona bir serkeşlik, bir vecd âlemi gelir ki artık amel de ona ağır gelir. Hatta öyle bir insan bir vecd âlemine düşer ki hareket yapmak istemez, namazda da bir hareket var ya. Yani rükû yapmasını istemez, secde yapmasını istemez. Tahiyyattan kalkmasını istemez. İşte der ki:

—Böyle hareketsiz olayım, kalbimi Allah ile meşgul edeyim. Kalbimden Allah’ı, Allah Allah Allah, diye zikredeyim.

Ama onda her ne kadar hâl tecellî ederse etsin cesedin bir şeriatı vardır.

Zaten şeriat cesede emredilmiştir. Mademki bu ceset sahibinin, bu cisim sahibinin cismi yok olmamıştır, ölmemiştir, çürümemiştir, gitmemiştir. Ne kadar onda hal tecellî ederse etsin, ne kadar onda makam ihraz ederse etsin yani tarikatta ne kadar yükselirse yükselsin yine şeriatta eksikliği olmayacak, şeriatını yapacak.

İşte burada bazı şeyler var ki tarikatta, muhabbetten dolayı o bir hâl onda tecellî ediyor. Evet, işte kelamı kibar tamamlıyor:

Aşkın odu yüreğimde neler eyler neler eyler

Bugün ben bir âşık gördüm bu derdimden haber söyler

Gelin ey dertliler gelin bu derdimden siz de alın

Dertli bilir dertli hâlin ya dertsizler bunda neyler

Öyle buyurmuyor mu? Bir kelam daha var:

Yüzgeçliği öğrenmeyen kul girmesin bu deryaya.

Dikkat edin, bu kelam çok önemli. Bunda çok büyük manalar var.

Yüzgeçliği öğrenmeyen kul girmesin bu deryaya

Aşk deryası derin olur acep nasıl battığını

Yani aşka duçar olanlara, onlarda öyle bir hâl olur ki hareket bile onlara çetin geliyor. Bunlar çalışmadığı gibi, hiçbir şeyde arzuları olmadığı gibi bakarsın ki onda ibadet arzusu da yok, ibadet de ona çetin geliyor. Ama ibadeti yapacak, ibadetini yapacak.

Bu bizim başımızdan geçti. Ben mesela şeyh efendimizden ders aldıktan sonra bir sene hatta iki sene çalışamadım. Şahidim var burada. Bir sene hiç çalışamadım, bir sene de çok zorla. Tabii biz rençberiz ekeceğiz ki biçelim, biçeceğiz ki yiyelim. Hasadı kaldır ye. Bir sene hiç çalışmadım. Sanki ambardan kalk dedikleri zaman bana sanki tokmağı alıp başıma vuruyorlardı.

Bunu tabii şifahen de mübareğe söylemişler. Böyle bir cemaat içerisinde sohbet ediyordu, öğle vakti gittim, ziyaret ettim; elini öptüm, oturdum. Sonra bize böyle buyurdu ki:

—Tespihin kalacak, icabında zaman zaman namazın da kazaya kalsın, işini kazaya bırakmayacaksın, işini göreceksin. Canım sen diyeceksin ki bana çetin geliyor, ben iş ile meşgul olduğum zaman olmaz. İşin kazaya kalmayacak, dedi.

Dedemizi söyledi.

—Sonra senin deden Hazreti Pîr “Mürşidi Sakaleyn” idi. Sadece insanların değil cinlerin de efendisi, cinlerin de şeyhiydi. Cinlerden de müridi vardı, onlara da sohbet yapardı. O diğer boş zamanlarında, sanatı dülgerlikti, boş zamanlarında testere ile keser ile bir şeyler yapardı. İhvan olmadığı, gelmediği zaman, sohbet olmadığı zaman icap eden şeyleri bunlarla bir şeyler yapardı.

Babanız büyük bir âlimdi. O da on iki nüfusunu keserle geçindiriyordu. Birisi senin deden “Mürşidi Sakaleyn” insin cinnin meşayihi, büyük bir velî. Sen ondan daha mı büyüksün ki dedi o çalışıyor da sen çalışmıyorsun.

Ama mübarek, celâlliydi.

—Senin baban büyük bir âlim idi. O bir keser ile on iki nüfusu geçindiriyordu, o çalışıyordu. Sen ondan daha mı iyi biliyorsun, dedi, o çalışıyor da sen çalışmıyorsun.

Bunlar böyle, buyurdu ki:

—Dersini kazaya bırak, icap eder ki namazını da kazaya bırak; işin kazaya kalmayacak. Çalışacaksın, çalışmak Allah’ın emridir, çalışacaksın. Ama sen kardeşim sen dersen ki… Beni büyük biliyorsan eğer böyle; büyük bilmiyorsan niye peşimde dolanıyorsun, dedi.

İşte canım sen dersin ki efendim ben çalışamam, gafil oluyorum. Kardeşim niye gafil olasın. Senin ruhun esaretten kurtulmuştur, ruhun ayılmıştır. Yeter ki sen bir işe başladığın zaman “Bismillah destur ya hazreti pir.” de. Kapıdan çıkıyorsun “Bismillah destur ya hazreti pir.” de. Bir işe başladığın zaman “Bismillah destur ya hazreti pir.” de. Bir şey aldığın zaman “Bismillah destur ya hazreti pir.” de. Koyduğun zaman, yediğin içtiğin zaman de; sen o zaman gafil değilsin, dedi.

Evet, bir sene hiç çalışmadım, bir sene de çalıştımsa da bir tehditle sanki bir polis silah çekmiş gibi bana ‘Bu işi göreceksin, görmezsen seni vuracağım.’, diyor, böyle çetinlikle çalıştım.

İşte demek ki burada bu böyle, işte olduğu gibi amelde de olabilir. Bazı tarikatlarda işte böyle onun için:

Düş var imiş aşkın yolunda bilmedim eyvah

Bu kelam onu söyler. Aşkın yolunda düşmek de vardır. Düşen kim?

Düşen işte onda muhabbetten mütevellit, aşktan muhabbetten mütevellit olan halle ameli, ibadeti zayıf görürse,  şeriatı zayıf görürse düştü, battı. İşte burada:

Yüzgeçliği öğrenmeyen kul girmesin bu deryaya

Aşk deryası derin olur acep nasıl battığını

Aşk deryası derindir, diyor. Yüzgeçliği bilmeyen bir insan böyle girer, batarsa niye giriyor?

Yüzgeçliği bilmeyen battı. Ama yüzgeçliği bilen batmaz.

Öyleyse demek ki burada yüzgeçliği öğrenip o deryaya ondan sonra girmek lazımdır.

Bazı mesela tarikatlarda var. Söylerler, bu doğrudur. Ama sözün yalanı değil, yanlışı vardır. Evvel şeriat sonra tarikat, diyorlar. Hani şeriatı olmayan, şeriatı bilmeyen tarikatı nasıl yaşayacak, diyorlar. 

Hatta bu zamanımızda şimdi tarikat bu cahillere mi kaldı, diyorlar. Bunlar söylüyorlar ama bunların bir yanlışlığı var. Yalan değil yanlışlığı var. Nedir?

İnsan için şeriat Allah’ın emri demektir. Ama burada şeriat ilim, amel, ihlâstan ibarettir bir.

Bir de şeriatta vardır; tefsir ilmi, hadis ilmi, kelam ilmi, fıkıh ilmi var, değil mi? Fakat tarikat burada fıkıh ilminden istiyor. Fıkıh ilminden olacak, olmazsa olmaz. Tefsir ilmini, hadis ilmini, kelam ilmini aramıyor. Ama fıkıh ilmini arıyor. Onun da bir dalını istiyor. Fakat fıkıh âlimi ol, çık kürsüye namazdan, abdestten bunlardan vaizlik et demiyor.

Sen yapmış olduğun ameli bil de yap. Almış olduğun abdesti bil, kılmış olduğun namazı bil. Yani yapmış olduğun ibadeti bil, malumatın olsun tamam. Bu olacak, bu olmadan olmaz.

O zaman bu olursa eğer ilim ikidir. Cenabı Hak bir de insanların kalbinden bir ilim veriyor, doğduruyor değil mi?

Bir satırda var ilim, bir de sadırdaki ilim. Satır, yazı, kâğıtta olan; sadır ise kalp, kalpten doğan bir ilim var.

Ama bu kalp ilmini de elde etmek için fıkıh ilmini istiyor, fıkıh ilmi olacak.

Çünkü niçin, neden?

Şeriatı cesede emretmiştir, sen bir cisim sahibisin. Cismin şeriatla temizlenecek. Cesedini hayvani sıfattan şeriatla kurtaracaksın. Şeriatın olmazsa bu cesedi sen hayvani sıfattan kurtaramazsın.

Bazıları derler ki: “Kalp temiz olsun. Hani namazında, orucunda, ibadetinde ne olacak? Kalp temiz olsun.” derler. Bu da çok yanlıştır. 

Bazıları da der ki: “Bunun zâhir ilmi yoktur, tarikatı olsa ne olacak.” Bu da çok yanlıştır.

Evet, burada şeriat ilmi ne yapar insanı? Hayvani sıfattan kurtarır.

Tarikat ilmi ne yapar insanı? İnsanın ruhunu makamına ulaştır.

Sonra şeriat ne yapar? Cesedi temizler.

Tarikat ne yapar, zikir ne yapar? Kalbi temizler.

Zikir, kalbi temizliyorsa herkesin kendi başına zikretmesiyle, hayır bu olmaz. Tarikatsız, mürşitsiz zikir kalbi temizlemez, olmaz.

Onun için burada demek ki kap da temiz olacak.

Bir şeyi düşündüğümüz zaman, bir kab’a bir şey koyduğunuz zaman, kap da temiz olması lazım, ama onun içindeki madde de temiz olması lazım. Senin kabın çok temiz ama içine koymuş olduğun madde temiz değil, bu da olmaz.

Bu kap ne? Senin cesedin.

İçindeki madde ne? Kalbin.

O kalbini neyle temizleyeceksin? Zikrullah ile temizlenecek kalp.

Onun için burada bak!

Hey tahâretten habersiz râbıta bilmez hasîs 

Ne diyor burada?

Tahareti olmayanın cesedi temiz olmaz, pistir.

Rabıtası olmayanın da kalbi temiz olmaz, pistir.

Rabıta demek Allah sevgisi demek, Allah’a sevgiyle bağlanmak demek. Olmayan pistir, onun da kalbi pistir.

Evet, ne buyruluyor? “Kalbinizde neyi beslerseniz o sizin mabudunuzdur.” Bakın dikkat edin! Öyleyse demek ki bu kalbimizde her şey var, bunların her biri put, öyle buyurmuyor mu?

Gönlümün put-hânesinden hubb-ı dünyâ nakşını     

Pûte-i aşkında yaktı nârına pervâ gibi

Bir de var ki:

Mâsivânın illetinden pâk edip bu gönlümü   

Kıl tarîk-ı Nakşibend'in hâdimi Allah için     

Bir de buyuruyor ki mesela:

Evvelâ kıl hâne-i dilde gazâ-yı ekberi           

Pâk edip beyti, sanemden Hızrı veş mihmân ara

Demek ki hane-i dil demek kalptir.

Gazâ-yı ekber ise büyük gaza, muharebe. Peygamber Efendimiz öyle buyurmadı mı?

Muharebe-i kebir nefis muharebesi, kalp muharebesi, gönül muharebesidir.

Kalbine gelenleri atacaksın, kötü şeyleri fiiliyata getirmeyeceksin, icraatını yapmayacaksın. Bu büyük muharebe değil mi?

Bak kelamı kibarda, zaten kelamı kibarlar hadisten, ayetten bahsediyor ki:

Evvelâ kıl hâne-i dilde gazâ-yı ekberi           

Evvela diyor, hâne-i dil, senin bir kalbin var. Kalbindeki muharebeyi, cihad-ı ekberi, yap diyor.

Pâk edip beyti, sanemden Hızrı veş mihmân ara

Sanem burada put demek. Senin kalbin putla dolmuş; putlar var, sanemler var. Onları at.

Neyle atacaksın?

Kalbindeki putları kazma ile veya tokmak ile balyoz ile kırıp atacak değilsin.

Onun balyozu, onun tokmağı zikir, Allah, Allah, Allah bu zikirdir.

Ama bu zikrin sade laklaka-i lisanda kalmasın. Bu laklaka-i lisandaki zikir kalpteki o putları kırmaz. Bu zikir kalbinden olacak, kalbinden.

Bu kalpte de insan neyi çok seviyorsa o vardır kalbinde. “Kalbinizde neyi seviyorsanız, kalbinizde neler varsa o sizin mabudunuzdur.”

Evet, efendiler Cenabı Hak bu nimeti bize nasip etmiş, bunun büyüğü de var.

Bu nimetin küçüğü ise Allah bize mesela, işte mürit olmuşuz.

Allah müritlerden etsin.

Fakat müritlik kolay değildir ha! Müritlik kolay değildir. Ta ki zamanında müritlik yaşandığı bir zamanda bile. Eskiden bir muhitin meşayihi bir muhitten mürit istiyor. Diyor ki:

—Bizde mürit kalmadı artık bize bir tane mürit gönderin.

Mürit bak, üç harf; “mim”, “re”, “te”. Müritte üç ses var.

Burada “mim”den mana muhabbettir. Muhabbetten mana da Muhammed’i sevmektir. Muhammed’i sevmeyen Allah’ı sevemez.

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl

Muhammedsiz muhabbetten ne hâsıl

Muhabbetten murâd ancak Muhammed hâsıl olmaktır

Muhammed'den murâd şâhım visâle vâsıl olmaktır

Visal demek ulaşmak. Neye ulaşacağız biz?

Dünyada senin çok arzuların olabilir. Ulaşsan ne olacak, ulaşmasan ne olacak. Yani bunlara ulaşsan ne olur, ulaşmasan ne olur.

Ama bizim esas ulaşacağımız Allah’tır, Allah’a ulaşacağız.

Buna ruh ulaşır, ceset ulaşmaz, ruh ulaşacaktır.

Evet, muhabbetten murat; Muhammed; Muhammed’e ulaşmaktır. Muhammed’e ulaşmaktan maksat, visale vasıl olmaktır. Ru’yetullah’a mazhar olmaktır.

“Te”den mana terakki, yükselmek terakki etmektir.

Mürit olursak eğer bu nimetlere malik oluruz. Ama müritlik kolay değil. Bu müritlik elde edilmeyen nimetleri elde etmez.

Hak için, Allah için her şeyden geçeceksin. İlminden geçeceksin, amelinden geçeceksin, kârından geçeceksin; bütün neyin varsa hepsinden geçeceksin ki mürit olabilesin.

Evet, inşallah işte biz bunun taklidindeyiz, sohbetimizin başlangıcı bu oldu. Biz bunun taklidindeyiz.

Taklitten tahkik doğar. Mecaz hakikate köprüdür.

Mesela bir taklit var ki hicvediyorlar, alay ediyorlar.

Bir taklit de var ki ben de yapacağım, ben de becereceğim, diye gayret etmek. Mesela bu sehpayı bir sanatkâr yapmış, ustası sanatını yapmış. Bunu ben de böyle yapacağım, ben de aynısını çıkaracağım, biraz benzerini el keseri ile veya testere, nacak ile yapar. Sanatı bu değil yapamıyor, ama kaba işleri yapıyor.

Fakat bu ne ediyor? Güya bu sanat hoşuna gitmiş ben de bunu yapacağım diyor, yapmaya çalışıyor. Bir yapar bakar ki olmadı, iki yapar biraz daha benzedi, üç yapar biraz daha benzedi, dört yapar, böyle yaptıkça benzetir, yaptıkça yaptıkça benzetir, aynısını yapıncaya kadar uğraşır. Aynısını yapınca tamam değil mi? Ben de bunu böyle yapacağım, diyor. İşte bizim taklidimiz budur efendiler.

Ateş-i aşkınla yandır Sâlih’i

Şarab-ı lebinle kandır Sâlih’i

İşte kim Sâlih?

Sizsiniz, Allah’a şükür.

Öyle bir aşk ver ki diyor aşk onu yaksın, yok etsin.

Neyini yok etsin, yaksın?

Kalbindekileri yaksın, yok etsin.

Zaten bize mani olanlar kalbimizdekiler. Kalbimizde bunlar yanmazsa, yok olmazsa o zaman Allah korusun biz çok kendimize gadrederiz, çok mesela azaba düşeriz, çok felakete düşeriz, çok sıkıntılara, mihnetlere düşeriz.

Şarab-ı lebinle kandır Sâlih’i

Leb demek dudak demektir. Yani senin dudaklarından çıkan kelamlar da insanları sarhoş eder.

Sarhoşluk ikidir: Bir mesela insanların nefsi içkilerden sarhoş olur. Bunu Cenabı Hak haram etmiş.

Bir sarhoşluk da var ki Allah aşkı, Allah sevgisidir. Bu da insanı sarhoş eder, bu helaldir. Bak, onun için kelamı kibarlarda geçer:

Bu aşk bir bahr-i ummandır

Aşk bir bahr-i umman; umman, yani büyük bir deniz.

Bu aşk bir bahr-i ummandır

Buna hadd ü kenar olmaz

Bunun kenarı, haddi yok, sınırı yok.

Delilim sırr-ı Kur’an’dır

            Bunu bilende ar olmaz

Sırr-ı Kur’an nedir?

Sırr-ı Kur’an şudur ki Cenabı Hak Kur’anı Kerimin manasını Fatiha süresinin içerisinde derç etmiş.

Fatiha’nın manasını Bismillah’ın içerisinde toplamış, derç etmiş.

Bismillah’ın manasını da bir noktada derç etmiş.

Onu bilen işte bahr-i umman deryasıdır, o da aşktır. 

Bu aşk bir bahr-i ummandır

Buna hadd ü kenar olmaz

Delilim sırr-ı Kur’an’dır

            Bunu bilende ar olmaz

Ama delilim de Kur’an’ın sırrıdır, Kur’an’ın esrarıdır, diyor.

Ama Kur’an’ın sırrını, esrarını herkes biliyor mu?

Bilemiyorlar. Ancak aşka duçar olan, Kur’an’ın esrarını bilir.

Kur’an’ın bâtın manası onun kalbinden doğuyor. Hakikat manası onun kalbinden doğuyor.

Bu aşk ne yapar?

İşte aşkın merkezine dalıyor, aşkın noktasını okuyor.

İlim bir noktadır, o nokta ise Allah’ı bilmektir, Allah’ı bulmaktır.

İnsanlardan Allah’ı kim bulabilir?

İlmel yakîn bilenler Allah’ı bulmamışlar.

Aynel yakîn bilenler de bulamamışlar.

Hakkel yakîn bilenler bulmuşlar.

Hakkel yakîn bilmek için de bak, buyuruyor:

Mürşit gerektir bildire Hakk’ı sana hakkel yakin

Hakk’ı sana hakkel yakîn o bildirecek,

Mürşit gerektir bildire Hakk’ı sana hakkel yakin

Bir de ne buyuruyor;

Kim şeyhini hak bilmedi Hakk'ı dahi bilmez

Yok eylemeyen varını maksûduna ermez      

Bir de ne buyuruyor:

Bulam dersen eğer ayn-ı îmânı         

Çalış ki olasın şeyhinde fânî

Sana senden yakın olanı tanı

Bak, bunda da çok büyük bir mana var.

Sana senden yakın olanı tanı

Peki, nasıl tanıyacaksın?

Bulam dersen eğer ayn-ı imânı

İmanın taklidinden kurtulmak istiyorsan, o imanın aynısı elde etmek istiyorsan

Çalış ki olasın şeyhinde fani

O zaman imanın aynısını elde edersin.

Sana senden yakın olanı tanı

Biz tanıyor muyuz şimdi bize yakın olanı? Nereden tanıyoruz?

Cenabı Hak “Nahnü akrabu[1], Kulum ben sana şah damarından daha yakınım, buyuruyor.” Ne zaman ki bir insan kalbinden Allah’ı hiç unutmuyorsa Allah’a ulaştı, hiç unutmuyor.

Peygamber Efendimiz ne buyuruyor? O da buyuruyor ki (Allahümme salli ala seyidine Muhammed) : “Ey insan, ey kul sen Allah’tan çok uzaksın, yetmiş bin perde uzaklığın var; her perdenin kalınlığı yer ile gök arası kadardır.”, buyuruyor. Bu kelamı kibarda da geçer:

Abd u Hak beyninde yüz bin hicâb var         

Abd: Kul; Hak: Allah. Allah ile kulun arasında yüz bin hicap var, yüz bin perde var.

Abd u Hak beyninde yüz bin hicâb var         

Her hicabta yüz bin sual - cevab var

Burada inceden ince hisab var

Aslımdan bir haber veren yok bana

Onun için bak Cenabı Hak: “Kulum ben sana şah damarından daha yakınım.” buyuruyor. Ama Resulullah Efendimiz de: “Sen Allah’tan çok uzaksın buyuruyor.” Bu kelamı kibarda ne diyor şimdi?

Bulam dersen eğer ayn-ı îmânı         

Çalış ki olasın şeyhinde fânî

Sana senden yakın olanı tanı

Ancak demek ki bize bizden yakın olanı kim tanıtır?

Meşayih tanıtır, meşayih tanıtacak.

Allah’a hakkel yakîn olduğu için bize hakkel yakîn de o bildirecek.

Ama biz tamamen ona öyle inanacağız, öyle teslim olacağız ki varlığımız bütün yok olsun.

Umûrun cümle teslîm eyle pîre         

Bu da ancak şeyhimizde fani olmamız için cümle teslim eyle, diyor.

Fani olmak: Sen, O oluyorsun; O, sen oluyor.

Senin varlığın yok oluyor, onun varlığı sende tecellî ediyor.

Bu haktır, fenafişşeyh demek haktır.

Nasıl ki Cenabı Hakk’ın üç nuru var. Ama insanlar bu üç nurundan esma nuru, sıfat nuru, zât nurundan geçecek.

Esma nurunu burada elde etmek için şeyhinde fani olacak, olması gerekir.

Sıfat nurunu elde etmek için fenafirresul olacaksın, Resulullah’ta fani olacaksın. Resulullah’ın nur-ı nübüvvetinde fani olacak, yok olacak. Olmazsa nimetleri elde edemez.

Allah’ın zât nuruna ulaşmak için fenafillâh olacak, olmazsa fani olamaz.

Ama esma nurunu da senin çekmiş olduğun esma ile elde edeceksin. Yani yapmış olduğun herhangi bir zikirle elde edeceksin. Bu zikri erbabından, yetkilisinden, meşayihten alacaksın. Almazsan yapamazsın, olmaz.

Evet, bu işte tarikatın nimetleridir, makamlarıdır.

Sâlih Baba, divanında bütün hepsini rabıtaya söylemiş. Ne söylemişse rabıtasına söylemiş, rabıtasından söylemiştir. Rabıtası söylemiş, rabıtasına söylemiş. Ne buyuruyor?                                         

Bihamdillah kamu varım sen oldun

Elhamdülillah her varlığım sensin, diyor.

Bihamdillah kamu varım sen oldun

Her eşyâda talebkârım sen oldun     

Bütün eşyayı mir’at etmiş, seni görmek istiyorum, diyor.

Bihamdillah kamu varım sen oldun

Her eşyâda talebkârım sen oldun     

Neye baksam seni anda görürem      

Bu manâdan mededkârım sen oldun

Onu elde eden, talep eden oluyor. Cenabı Hak “Kulum iste vereyim.” diyor.

Bütün eşyada böyle hakikate geçmekten maksat budur, tarikatta maksat budur.

Tarikatta olmazsa insan, hakikate geçemez. Hakikate tarikattan geçiliyor, hakikatin yolu tarikattan geçer. Tarikata gelip hakikate geçmezse bir insan o zaman eşyayı mir’at edememiş olur.

Hakikat sahipleri eşyayı mir’at etmişler. Bütün eşyalardan Allah’ın varlığını seyrediyorlar.

Zaten Cenabı Hak “Hüvel evvelû velâhiru vezzâhiru velbâtın.”[2] buyurmuyor mu?

Zâhir de benim diyor, zâhir görünenler hâlbuki niye biz göremiyoruz onu?

Ancak bu şöyle görünür: Zâhir görünenler var ya onları mir’at ettinse onların yankısında onu gördün sen.

Hakikate ulaşanlar eşyayı mir’at ediyorlar, eşyada Allah’ın varlığını müşahede ediyorlar, seyrediyorlar. Allah’ın varlığında eşyanın yokluğunu müşahede ediyorlar.

Nedir?

Bugün okyanus var, büyük deniz var. Bu bütün karada olan bütün cisim görünen taşı olsun, ağacı olsun, insanı olsun, kuşu olsun görüneni okyanusa attığın zaman, ancak denizi görürsün başka bir şeyi görebilir misim? Göremezsin, bir misal bu.

Bir de mesela her nerede olursa olsun; dışarıda olsun, içeride olsun hangi memlekette olursa olsun görünen görünmeyen cisimler hep ayna olursa aynadaki kimi görürsün? Değil mi?

Yalnız burada dediğim yanlış anlaşılmasın! Mesela şimdi bu salon var, bak büyük bir salon var, şurada saat var, levhalar var. Bu saatler gibi levhalar gibi burada bin bir tane ayna olsa, bir insan gelse ortaya girse bu aynanın hepsinde görünmez mi? Hepsinde görünür.

O zaman ortada görünen kimdir? Tabii, Bekir Bey.

Bunu görenler Bekir Bey değildir diyebilirler mi burada? Diyemezler.

Bekir Bey vücudu ile girmiş ortaya diyebilirler mi? Hangisine girmiş? Hepsinden görünüyor. Bu da budur.

Allah, Cenabı Hak, evet, cismi ile zuhur etmez.

Ama işte sen kalbini ayna ettinse sen de oldun bir mir’at, Allah aynası.

Sen Allah’ı kendi aynanda seyrediyorsun. Zaten bütün eşyalar sana ayna olmuş.

Bu da ancak şöyledir ki: Bütün insanlar her şeyden geçerler, her bir varlığından geçerler; ilminden geçerler, amelinden geçerler, varlığından geçerler; canından, cisminden geçerler, kendini yok ederler.

Kendini yok etmek için buna işte bir vecd âlemi deniliyor. Bu böyle olunca işte baştaki ayet-i kerimenin meali onda tecellî ediyor.

Âşık imdi varlığın ver yokluğa

Yokluk içinde varlık doğa

Ama burada âşık deniliyor. Âşıklar diyor, âşık isen diyor, Allah’ı seviyorsan, Allah sevgisi karşısında her şey yok olur. Canını da sevmezsin, canın da yok olacak. Evet, onun için bak!

Kıyamazsan başa cana ırak dur girme meydana

Bu meydanda nice başlar kesilir hiç soran olmaz

Evet, burada demek ki Allah’a şükür, çok şükür, bin şükür, nihayetsiz şükürler olsun biz bir defa fenafişşeyh olacağız. Allah’ın esma nuruna ulaşmak için fenafişşeyh olacağız.

Ondan sonra Resulullah’ın nuruna ulaşmak için fenafirresul olacağız. Allah’ın sıfat nuruna ulaşmak için fenafirresul olacağız.

Allah’ın zât nuruna ulaşmak için fenafillâh olacağız.

Bunlar öyle onun için burada evet fenafişşeyh, fenafirresul, fenafillah. Bir de fenafillah, bekabillah, seyriilallah makamları vardır. İnsan dünyadan geçerse fenafillah olur.

Aynı da değil gayrı değil ol buna âgâh         

İnsanlarda böyle.

İnsanlarda mesela avam var, havas var. Ondan sonra mesela bu mevcut insanlarda Allah korusun hayvani sıfat var, beşeri sıfat var, bir de kemal sıfat var.

Bu ceset var ya bütün üçünü de perdelemiş. Zaten kelamı kibarda geçiyor bak!

Çâr-anâsır perdesini zâtına kılmış nikâb      

Burada çar anasır ne? Çar anasır dört madde. Vücutta dört madde var, Cenabı Hak vücudu dört madde ile halk etmiş, dört madde ile yaşar.

Bu dört madde ne yapmış? Bir perde olmuş hayvan sıfatı da gizlemiş.

Hayvani sıfat kim? Günah, sevap; helal, haram bilmeyenler. Şeriatı tanımayanlar. Kitap’ı, sünneti tanımayanlar bunlar hayvani sıfattalar. Onları da bu ceset bir perde olmuş göstermiyor. Ama bu perde yırtılacak. Ölünce bu perde yırtılacak. Onun hayvani sıfatı ortaya çıkacak. Onun için Peygamber Efendimiz ne buyuruyor bak: “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.”[3] Bir.

Bir de insan tamamen Allah’a şükür zâhir şeriatı yaşamış; bu da hayvani sıfatta değildir, kurtarıyor, beşeri sıfattadır. Onu da bu perde gizlemiş. Bu ceset onu da perdelemiş, gizlemiş onu.

Bir de insanlar kemâl sıfata geçiyor; tarikatta girmiş; hakikatte geçmiş kemal sıfatta Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlaşmış. Öyle güzel bir sıfat ki ondaki o sıfat insanlarda olmayan bir sıfat. Bu perde, bu da gizlemiş.

Mesela şimdi burada üç tane perde olsa, siyah perde olsa birinin arkasında köpek var affederseniz. Veya ayı, kurt, köpek neyse görünmüyor. Perde kalkarsa görünür. Birinin arkasında da güzel bir insan var, ilmiyle ile yakışıklılığı ile güzelliği ile çok tatlı, güzel bir insan var. O da görünmüyor. Perde kalkarsa görünür.

Birinin arkasında da hiç insanda görünmeyen bir güzellik var. İnsanlarda görünmeyen onda da bir güzellik var. O da görünmüyor, perde kalkarsa o da görünür. Melekî sıfat görünüyor, melekî sıfat hakikate ulaşanlarda bulunur.

Yani hakikate geçmezse bu melekî sıfat onda olmaz. Kemal sıfat deniliyor, melekî sıfat deniliyor, onda olmaz.

Bu hakikate, marifete geçmek için şeriatı yaşayacak; şeriatı, tarikatı yaşayacak. Onun için:

Şeriat tarikat yoldur varana

Hakikat marifet andan içeru

Buyurmuş bak!  Bir de:

Bil şerîat emr ü nehyi bilmek imiş ey gönül  

Hem tarîkat râh-ı Hakk'a gelmek imiş ey gönül       

Marifet Hak ile meşgul olmak imiş ey gönül

Burada işte Allah’a şükür burada bütün ifadelerimiz tarikatımızın bir büyük amelidir. Buraya geldiniz bu amel kalb-i selim istiyor. İşte bu nimetlere bu amelleri işlemekle ulaşacağız.

Tarikatımız sohbet tarikatı, hatme tarikatıdır.

Hatme teveccühten gelir, hatme ile teveccüh fark etmez. Yalnız teveccüh hatmenin daha bir büyüğü oluyor.

Büyüklüğü nerede? Neden büyük oluyor?

Büyük cemaat geliyor da onun için. Büyük cemaat oluyor da onun için. Teveccüh hatmeden ayrı cemaat olmuyor tabii; ama bak bir kelamı kibarda:

Bahr-ı aşkın katresi ol sohbet-i Mevlâ ile      

Katreler deryâ olur cem'iyyet-i kübrâ ile

Bak cemiyet-i kübrâ geçiyor burada. Burada katreler ne?

Burada katreler de işte bu cemaatin kalbinde olan az çok Allah sevgisidir.

Bahr-ı aşkın katresi ol sohbet-i Mevlâ ile      

Katreler deryâ olur cem'iyyet-i kübrâ ile

Bu cemiyette de bu muhabbetler ve bunların muhabbeti, arzusu, isteği, hulusu burada meydana getiriyor. Neyi meydana getiriyor?

Sohbeti meydana getiriyor.

Sohbeti mesela bu günahkâr yapıyor; ama zannetmeyin ki biz yapıyoruz. Siz yapıyorsunuz, bu sohbeti siz yaptırıyorsunuz. Sizin arzunuz, sizin isteğiniz bunu yaptırıyor.

Mesela bir alet olduğumuzu kabul edin.  Bir alet kendi mi konuşur yoksa aleti konuşturan mı vardır? Bunu çalıştıran mı var?

Çalıştıran vardır. Bunun hakikati vardır, bu doğrudur. Çünkü neden?

Bizim ilmimiz yok. Ne medrese ilmi var, ne de bir zâhir ilmi var. İlkokulu da okumadık. Medrese ilmimiz de yok. Ama kim konuşuyor?

İşte sizdeki olan muhabbet konuşturuyor, cemaatin muhabbeti konuşturuyor, arzusu konuşturuyor. Bu kelam da onu ifade ediyor:

Bahr-ı aşkın katresi ol sohbet-i Mevlâ ile      

Ehl-i aşkın diyor, Allah sevgisi varsa Allah sevgisi onu konuşturur. Ama bu Allah sevgisiyle Allah onun katresini derya eder.

Cenabı Hak “Herkes bildiğinin âlimi, herkes bildiği ile amel ederse bilmediklerini biz Azimüşşan ona öğretiriz.”[4], buyuruyor.

Her ne kadar zâhirde bu emre zâhir ulemanın bir yorumu vardır. Nasıl bir yorumu var? Zâhir diyor ki: “Herkes bildiğinin âlimi.” Doğru tabii ki  gayet doğrudur. Herkes bildiğinin âlimi, yani herkes bildiği ile amel işlerse bilmediklerini öğrenir. 

Bir insan amel olarak bir şeyi biliyor. İşleyeceği on tane amelden bir tanesini biliyor, on taneden dokuz tanesini bilmiyor. O bir tanesini işlerse o bir tanesi başka bir tanesini öğretir ve dokuz tanesini öğrenir.

Günah olarak on tane günahtan bir tanesini biliyor. O bir günahtan kaçarsa o dokuz tanesini öğrenir. O bir günahtan kaçmazsa dokuzunu da öğrenmez. Zâhirin anladığı budur.

“Herkes bildiğinin âlimidir, herkes bildiği ile amel ederse bilmediklerini öğrenir.” Bu nedir?

Cenabı Hak Kur’anı Kerim’de Hazreti Musa’ya buyurdu: “Ya kelimim benim kendi ilmimden bir ilim vermişim ona.”[5] O ilmimden sen bir şey bilmiyorsun, bir harf bilmiyorsun. Değil mi?

Peygamber Efendimiz: “Benim mürebbim rabbim, rabbim beni terbiye etti.”[6] buyuruyor. Peki, nesini rabbisi terbiye etmiş?

Ruhunu terbiye etmiş.

Büyüklerimizin emirleri ne?

Büyüklerimiz sohbette buyururlar ki şeyh efendimizin sohbeti: Cenab-ı Hazreti Allah Peygamber Efendimiz’in ruhunu, bir hoca talebesini nasıl karşısına alır okutursa öylece onu bin sene okutuyor. 

Zaten Peygamber Efendimiz: “Evvel, Allah benim ruhumu halk etti, evvel, Allah benim nurumu halk etti, evvel, Allah benim aklımı halk etti.”[7] buyuruyor.

Demek ki evvel, Allah onun ruhunu halk ettiyse, bütün mükevvenâtın ruhu zerresi ondandır. Zaten:

“Küntü kenz”in mebdeidir arş-ı a’lâdan gelir          

Buyuruyor.

            Küntü kenz esrarını beyan eyledi

Buyuruyor.

Bu kelamlar çok geçer. Yani, “Küntü kenz”: Cenabı Hak buyuruyor ki: “Ben gizli hazine idim, aşikâr olmak için insanları halk ettim.”[8].

Ama evvela aşikâr olan o gizli hazineyi Cenabı Hak nerede halk ediyor?

Evvela Peygamber Efendimiz’in varlığında, varlığıyla halk ediyor.

Onun için evvel onun nurunu sonra bütün mükevvenâtın nurunu halk etmiş.

Evvel onun ruhunu halk etmiş, sonra Peygamber Efendimiz bütün ruhların “Ebul ervahı” olmuş.

Ebul ervahtır, ruhların anasıdır.

Ve evvel onun aklını halk etmiş ki bütün insler, cinler, melekler onlar aklından almışlar. Evet, onun için zaten:

Vücûdu cümle mevcûdatı câmi'        

Dahi ilmiyle bî-pâyân değil mi          

Buyuruyor. Kelamın başı şöyledir:

Saâdet burcunun sultânı sensin yâ Resûlallah

Saadet burcu, burc demek burada bulut demektir. Bulutlardan gelen saâdet…

Saadet bulutlardan geliyor, mesela bulutlarda yağmur olmasa yerde otlar bitmez. Otlar bitmese hayvanlar, insanlar ne yiyecekler?

Zaten Allah’ın rahmeti olmasa hiçbir şey meydana gelmez.

Fakat bir de Peygamber Efendimiz’in nuru, buluttan çıkan güneş çıktığı zaman arz nasıl aydınlanıyorsa, öyle aydınlatır.

Burada demek ki: Cenabı Hak hiçbir mahlukatı halk etmezden evvel bunlar vecd âlemindeymiş. Zaten açıklayacağız kelamı.

Saâdet burcunun sultânı sensin yâ Resûlallah

Kamu derdlilerin dermânı sensin yâ Resûlallah

Dahi hem âlem-i a'mâda iken cümle esmâlar          

Dikkat edin burada, “âlem-i a’mâ” denmiş. A’mâ görünmeyen bir âlemde; görünmüyor. A’mâ demek görünmüyor. Gözleri kör olanlara a’mâ derler.

Dahi hem âlem-i a'mâda iken cümle esmâlar          

Cümle esmalar; insan da bir isim taşıyor, hayvan da bir isim taşıyor, otlar da gökler de ağaçlar da mahlûkat, mesnuat; ins, cin hepsi bir isim taşıyor. Sonra Allah’ın binbir ismi var. Bunlar “âlemi a’mâ”daydı, görünmeyen bir âlemdeydiler.

Dahi hem âlem-i a'mâda iken cümle esmâlar          

Zuhûrı âlem-i a'yânı sensin yâ Resûlallah    

Bunlar görünmeyen bir âlemdeydiler. Bunların aşikâr olması, var olması, görünmesi, çıkmasına sebep sensin, sendin diyor.

Dahi hem âlem-i a'mâda iken cümle esmâlar          

Zuhûrı âlem-i a'yânı sensin yâ Resûlallah    

Bu âlemlerin var olması,  nur etmesi, aşikâr etmesi sebebi sensin. Senin hürmetine, senin sebebine, senin nurundan var oluyor.

Dahi hem "küntü kenz" esrârının bil mahremi sensin

Cenabı Hak: “Küntü kenzin mahviyen, biz bir gizli hazine idik aşikâr olmamız için insanları halk ettik.” buyuruyor. Bunun da mahremi sensin diyor. “Küntü kenz” esrarının mahremi de sensin.

Mademki Cenabı Hak tanınması için insanları, cinleri halk ettiyse ondan başka daha bilen oldu mu, ondan fazla bilen oldu mu; ondan fazla ona yaklaşan, ona giden oldu mu? Olmadı tabii.

Dahi hem "küntü kenz" esrârının bil mahremi sensin

Makâmındır senin hem "Kâbe kavseyn" yâ Resûlallah

Cenabı Hak “Kâbe kavseyni ev edna”[9], habibim sen bana iki kaşın yaklaştığı kadar yaklaştın, buyuruyor.

Evet, Peygamber Efendimiz de ümmidir. Allah ona kendi ilminden ilim vermiştir. İşte “Benim mürebbim rabbim, rabbim beni terbiye etti.” buyuruyor.

Peygamber Efendimiz’in ruhuna bir mürebbi Cenab-ı Hazreti Allah olmuşsa bizim de ruhumuza bir mürebbi lazım olacaktır.

Muhakkak mürebbisiz bu ruh terakki etmez.

Mürebbisiz bu ruh tahsilini elde etmez.

Nasıl insanların nefsi, her nefis zâhirde tahsil yapıyorsa veya tahsile ihtiyacı varsa ilim öğrenmek için bir hocaya, bir medreseye veya bir okula ihtiyacı vardır.

Sanat öğrenecekse bir ustaya, bir sanatkâra ihtiyacı vardır. Muhakkak ki olmazsa olmaz.

Öyleyse ruhun da bir ustası olacak.

Peygamber Efendimiz’in ruhunun ustası Cenabı Hazreti Allah olmuş, onun hocası Hazreti Allah olmuş.

Fakat senin de ruhuna bir mürebbi gerekli. Mürebbi muhakkak vardır. Onun için:

Özün bir pîre teslim et müdâvim ol kapısında          

Meşâyihden murâd şâhım mürebbî kâmil olmaktır  

Bu mürebbinin manası nereden geliyor ve nereye gider?

Diyor ki: “Sen de özünü, kendini bir pîre teslim et.”. Ona teslim olmaktan maksat; o mürebbidir, o yetiştirmiştir, seni de yetiştirir. Ama senin ruhunu yetiştirecek.

Çünkü bunda da hiç şüphe yoktur ki Evliyâullah’ın maneviyatı var, zâhiri var.

Biz zâhirinden faydalanıyoruz, maneviyatından da faydalanıyoruz.

Ama maneviyatından faydalandığımızı göremiyoruz, bilemiyoruz.

Ama o olmazsa zaten maneviyatımız terakki etmez.

Zâhirimiz maddeyse, maneviyatımızda ruhumuzdur.

Bu ruh neyle terakki edecektir? Bu ruh neyle tahsilini elde edecektir? Bu ruh neyle yetişecektir?

Ancak Evliyâullah’ın maneviyatıyla…

Bak, üveysiler var değil mi. Hani Nakşibendî Efendimiz de üveysidir.

Üveysi olması ne demek?

Zâhirde onun bir mürşidi var; ama ondan zikir talimi almamış, onun zikrini yapmamış. Ancak ona hizmet görmüş, bir de ondan himmet almış ama icazet vermemiş, zikrini yapmamış.

Emir Külal Hazretleri cehrî zikir yaptığı zaman, Nakşibendî Efendimiz çıkıp gidiyor, onun zikrini yapmıyor, yapmamış. Gidip kendi hafî zikrini yapıyor.

Ama Nakşibendî Efendimiz’in dört tane manevi ustası var. Birisi Abdülkâdir Geylani Hazretleri. Bakın hatmede okuyoruz ya: “Ve ila ervahi küllin minessaadati silsiletil tarikatıl aliyetin nakşibendiyeti, vel kâdiriyeti, ves sühreverdiyeti, vel kübreviyeti, vel çeştiye.”

Bunlar geçmişte büyük tarikat reisleri, kurucularıdır. Bunların revhaniyetinden faydalanıyor. Bunların revhaniyeti, ruhları Nakşibendî Efendimiz’in ruhuna hocalık etmiştir.

Esas Abdülhâlik Gücdüvânî Hazretleri’nden zikrini almış, onu da zâhirde görmemiş. Aralarında iki buçuk asır varmış.

Öyleyse demek ki bizim de ruhumuzun yetişmesi için bir mürebbi lazımdır. Bu ruhun tahsil etmesi için, bu ruhun kemal sahibi olması için bir mürebbi lazımdır.

Bu mürebbi meşayihtir. İşte!

Özün bir pîre teslim et müdâvim ol kapısında          

Meşâyihden murâd şâhım mürebbî kâmil olmaktır  

Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: “Benim mürebbim rabbim.” Peygamber Efendimiz’in mürebbisi rabbisi ise Peygamber Efendimiz de Sıddık Ekber Efendimiz’in mürebbisi olmuştur; bizim yolumuz Sıddık yoludur.

Devr edip vahdet diyârından gelip işbu ile   

Vahdet diyarı ne? Allah’tan geldi.

Ne geldi? Ruh geldi.

Bu ruh dolanıp geldi.

Devr edip vahdet diyârından gelip işbu ile   

Biz bekâ bülbülleriyiz konmazız her bir güle

Bir kişinin kim refîki Hazret-i Cibrîl ola       

Bâb-ı Sıddık'tan açılmış âlî-meydân bizdedir

Bâb-ı Sıddık: Sıddık kapısı oluyor. Sıddık kapısı ise bak, Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: “Bütün kapılar kapanır, yâr-ı garım Ebu Bekir’in kapısı açık kalır.”[10] Peygamberimizin böyle bir emri, böyle bir hadisi var.

Ama bu kapılar nerede? Mekke-yi Mükerreme’de otuz altı tane kapı var. Bir gün umredeyken saydım otuz altı tane kapı var. Bu kapıların isimleri var. Ravza-yı Mutahhara’da on altı tane kapı var. Bir tane de yeni açılmış on yedi tane olmuştur. O Bâb-ı Selamdan girilince karşıda kapı yoktu. Şimdi Peygamber Efendimiz’in ayak izini de daha gezmeleri için o kapıyı onun için açmışlar. Bab-ı selam’dan çıkıyor, o kapı (Bab-ı cibril) yoktu. Ondan evvel on altı kapı vardı.

Belki şimdi büyüttüler daha da çoğalttılar. Bu on altı kapının isimleri var. Hep büyük sahabelerin isimleri. İşte Peygamber Efendimiz: “Bütün kapıları kapanır yâr-ı garım Ebu Bekir’in kapısı açık kalır.” Bu kapılar için büyüklerimizden Seyyid Sıbgatullahi Arvasi: “Bu kapılar tarikatta elde edilir.” buyurmuş.

Eğer bu emir Beytullah’taki kapılar olsaydı veya Ravza-i Mutahharadaki kapılar olsaydı o kapıların kapanması lazımdı. Resulullah yalan mı söyler? Hâşâ, Estağfurullah. Şimdi o kapıların kapanması lazımdı. Mademki onlar kapanmadılarsa, hadisler rumuzludur ya bu kapılar tarikatlardır. Bunlar icabında zaman zaman kıyamete kadar kapanır; ama Ebu Bekir Sıddık’ın kapısı açık kalır.

Bu da şudur ki bütün tarikatlara bid’at girmiştir, ilaveler olmuştur. Ama Nakşî tarikatında hiç bid’at yoktur. Niçin?

Bak bizim zikrimizi Resulullah Efendimiz hicret yaptığı zaman mağarada, garda Sıddık Ekber Efendimiz’e şöyle zikri talim ettirmiş:

“Ya yâr-ı garım Ebu Bekir ağzını yum.”, yumdurmuş.

“Dişini dişinin üzerine koy.”, koydurmuş.

“Dilini üst damağa birleştir.”, birleştirmiş.

“Hufyeten, kalbinden zikret, La ilahe illallah de.”.

 İşte bizim zikrimiz böyle gelmiş. Hiç değişmiş mi? Değişmemiş.

Ama bak, çok zikirler var ki onlara ilaveler olmuştur ki cehren demek, cehrî zikirlerdir. Bunlar alındığı gibi kalmamış.

Mübarek şeyh efendimizin şöyle bir sohbeti vardır: Mesela Mevlânâ büyük bir Evliyâullah, fakat onun tarikatı şimdi nerede? Kapanmış, yok. Var mı? Şimdi, olsa da çok değişmiştir.

Mesela Abdülkadir Geylani Hazretleri mübarek zikir yaptığı zaman havaya çıkıyormuş.  Nispetten, muhabbetten dolayı havaya çıkıyormuş. Bu, şöhret olmasın diye, “Şöhrette afet vardır, şöhretten kaçınmıştır büyükler.”, görünmesin istemiş. Demiş ki:

—Benim ayaklarım yerden kesilirlerse, havaya kalkacağım zaman yerden kesildiğini görürseniz bir tabağa, tak tak tak, vurun.

Vurmuşlar işte ki kalkmasın diye. Çünkü o tak tak tak sesi onu şuurlanıyor, daha o nispeti azalıyor, azalınca daha yükselmiyor. Ona mahsus, kendisine mahsus bir emir, bunu yapmışlardır. Bu dünyasını değiştikten sonra bunu bu sefer o tabağı “tef” etmişler, “tef”e zil takmışlar daha başka ilaveler ile bunu zikre döndürmüşler böyle zikir yapmışlardır.

Fakat bunlara bid’atlar girmiştir. Bid’at giren tarikatlar kapanıyor, bid’at girmeyen tarikat kapanmıyor.

Bizim tarikatımıza hiç bid’at girmemiştir.

İşte demek ki bu gibi amellerimizi işliyorsak eğer bunlardan fazla, daha yararlanmamız için çok inanalım ve kalbimizi selim edelim bol bol bu amelimizi işleyelim.

Şimdi teveccühten bahsedeceğiz. Teveccühümüz bizim için büyük bir amel dedik, ifade ettik.

Teveccüh demek Allah’a yönelmektir.

Zaten buraya Allah için geldiniz değil mi?

Burada başka bir maksat yoktur, burada bir ziyaret, bir ticaret yoktur. Allah için buraya geldiniz.

Demek ki Allah’a yöneldiniz, teveccüh demek yönelmek demektir.

İşte bu teveccühe yönelip geldiysek bu teveccühümüz ne istiyor? Bu teveccühümüz kalb-i selim istiyor. Kalb-i selim ile denilince bu teveccüh farz edin bir saat civarında sürer.

Bu cihat yapmayan kalp bir göl suyu gibidir. İnsanlar tarafından göle her ne atılırsa gölü kirletir, pis eder. Ama cârî akan nehre ne atsalar kirletemezler, alır götürür.

İşte cihat yapan kalp cârî akan bir nehir gibi kirlenmez. Cihat yapmayan kalp ise bir göl suyu gibi kirlenir, paslanır, yosunlanır. İşte burada da zaten kalbî cihat gerekir, bak kelamı kibarda da geçti:

Evvelâ kıl hâne-i dilde gazâ-yı ekberi           

Pâk edip beyti, sanemden Hızrı veş mihmân ara

Öyleyse burada şimdi kalbî cihadınızı yapacaksınız, Allah ile meşgul olacaksınız. Zaten zikrin hülasası da budur.


[1] Kaf 50:16

[2] Hadid 57:3

[3] İhya-yı Ulumiddin C.8  S.260

[4] Camiül-ûlüm vel Hikem C.1 S.342

[5] Kehf 18:65

[6] Tırmizi Menakil 1 Müsned 4.Bab S.66

[7] Tirmizi Menakıt 1, Müsned 4. Bab S.66

[8] Fususül Hikem  Trc. C.1 S.43

[9] Necm 53:9

[10] Buhari, Ashabü’n-Nebi, 3