“Esas En Büyük Sır İnsandadır” 

28.08.1994, Aşağılori

 

Sabahı şerifleriniz hayırlı mübarek olsun; hayırlı, nurlu olsun.

Yapacağımız bu büyüklerimizin ameli de sizin için büyük bir amel olsun. Bu amelin feyzinden, nurundan, bereketinden Allah sizi ihya-âbâd etsin.

Cümleten hoş geldiniz, sefa geldiniz, sefa getirdiniz. Uzaktan yakından, köyden şehirden gelenler hepiniz hoş geldiniz, sefa getirdiniz başımın üzerinde geldiniz, sefa getirdiniz.

Allah şerefinizi, makamınızı yüceltsin. Allah aşkınızı, muhabbetinizi arttırsın. Allah arzunuza ulaştırsın. Allah sizin de bizim de sonumuzu hayır getirsin. Allah bu amellerimizi her zaman işlemek için fırsat versin, gayret versin, kuvvet versin, ihlâs versin, inanç versin.

Allah'a şükür bugün teveccüh diye bir amelimiz var. Zaman zaman işliyoruz bunu fakat çok ders alanlar oluyor, yeni başlayanlar olacak. Bu ne demek, yani bu amelin nasıl bir amel olduğunu bilmeyenler var.

Evet, bizim amelimiz büyük amel; büyüklerimizin ameli. Ama de ki sen büyük müsün? Hâşâ Estağfurullah; kemter, kıtmir bu kapıda bir kıtmir. Pirimin evlatlarının kemterinin kemteri.

Allah hepimizi pirimize evlat etsin. Cenabı Hakk’a kul, habibine ümmet, pirimize de evlat etsin. Ama olsun da taklidi olsun. Biz taklidini yapacağız.

Adalet tahtının sultanı geldi

Hâşâ hâşâ estağfurullah biz bunlardan kendimize bir pay ayırmıyoruz.

Biz ne desek gönlünüze ağırlık gelecek. Şahinin yerine bir çakal geçmiş. Olsun da emirle olduktan sonra olsun.

Hz. Ömer (r.a) Efendimiz ne buyurmuş? “Bizim başımıza Hindistan cevizi gibi bir siyah Arap kölesini de geçirseler ona da biat ederim.” demiş.

Bizim büyüklerimiz de maneviyat padişahlarıdır. Onların emridir; yoksa bizde ne var? Bir şey yok. Onun için siz nasıl görürseniz görün, biz kendimizi biliyoruz.

Allah size bağışlasın, Allah habibine bağışlasın, Allah büyüklerimize, pirlerimize bağışlasın. Cenabı Hak utandırmasın, iki cihanda da, mahcubiyet duyurmasın. Allah sizin hulûsunuzun, ihlâsınızın bârını, meyvesini yedirsin. Bize de sabır, hazım versin. Sizin hulûsunuza, ihlâsınıza bağışlasın. Ben sizin dediğiniz adam değilim, ama olsun.

Pirimiz bir sohbetinde buyuruyordu ki adamın bir tanesi, affedersiniz, bir gün ölmüş merkebine mezar yapmış gömmüş. Bunun üzerine de türbe yapmış, kabir yapmış. Kulaklı Baba Türbesi diye yazmış üzerine, Kulaklı Baba Türbesi. Kimse bilmiyor fakat o isme hürmeten duyan gelmiş her taraftan gelmişler, orası olmuş bir ziyaretgâh.

Gelenin her türlü hastalığı yok olurmuş, gidermiş. Niçin? Oraya bir isim vermiş ya Kulaklı Baba Türbesi. Ama Kulaklı Baba burada, hâşâ Estağfurullah, hani merkebin kulakları var ya uzun, ama onu kimse anlamıyor. Burada türbe, Baba ismi geçiyor ya, ona hürmeten.

Türk ıstılahında Türk büyüklerine insanların ileri gelenlerine, büyüklere, Baba denilmiş, Ata denilmiş. Mesela, Terzi Baba, İrşadi Baba işte böyle isimler verilmiş.

Tabii ki bunlar büyük insanlara verilen bir isim, yetişkin insanlara verilen bir isim. O isim hürmetine Cenabı Hak oraya gelen hastanın şifasını veriyormuş. Değil mi? Cenabı Hak zaten öyle buyuruyor: “Kulum nasıl zannederse ben öyle halk ederim.”[1]

Evet, şimdi biz de utanaraktan, hicap ederekten buraya çıkıyorum, yükseğe çıkıyorum. Gerçi benim arzum değil, sizin arzunuz. Daha rahatça göresiniz, daha rahatça dinleyesiniz diye. O da biz de bir aletiz.

Ama bizi konuşturacak sizsiniz. Sizin muhabbetiniz, sizin ihlâsınız çekecek. Bizi de bir konuşturan olacak. Onun için burada hakikaten bir kelam var ya!

            Ey birader sözlerime tut kulak

            Sanma anı söyleyen dil yâ dudak

Burada bizim bu cemaate karşı söyleyecek bir bilgimiz de yoktur, tahsilimiz de yoktur. Biliyorsunuz, herkes biliyor bunu. Ama bir emirdir bu, bir emir.

Mübarek şeyh efendimiz bize teveccüh yap, diye bir emir vermiştir. İşte bize bu bir emirdir. Sohbet et ihvanlara, demiştir. Ki himmet onların, ihlâs da sizin. Arada biz bir aletiz aslında.

Ama ne olursak olalım Allah'a şükür, bugün büyüklerimizin amelini işleyeceğiz. Allah bu amelin feyzinden nurundan, bereketinden sizleri de bizleri de ihya-âbâd etsin.

Hani Sâlih Baba'nın bir emri vardır:

            Ateş-i aşkınla yandır Sâlih'i

Sâlih, amel işleyendir yani bir isim değil. Amel-i sâlih deniliyor ya. Ama amel-i sâlih ise en güzel amel budur, en kıymetli amel budur, en sağlam en makbul amel budur. Ki teveccüh büyük bir ameldir.

Peygamber Efendimiz de teveccüh yapmıştır. Ashabına yapmıştır teveccühü Peygamber Efendimiz.

Hatta Eşrefoğlu'nun kitabında yazar. Bir teveccühünde mübarek, gayri ihtiyari başını sağa sola böyle sallamasıyla başından imamesi düşmüş. Çarpmışlar, parça parça bölüşmüşler, herkese tırnağımın üzeri kadar kalmış. Teberrüken saklamışlar. Yani teveccühü de Peygamber Efendimiz yapmıştır.

Tarikatın her ameli sünnettir, sünnet-i müekkededir. Terki olmayan bir sünnet gibidir tarikatın her ameli.

Ama yaşayan için hem farzdır, hem sünnettir, hem müstehaptır.

Niçin, neden? Cenabı Hakk’ın indinde en makbul olan amel devamlı yapılan ameldir, az da olsa makbul olan devamlı yapılandır. Çünkü devamlı yapılan bir amele riya girmez de onun için. Ama ara sıra yapılan amele, bazen yapmak, bazen yapmamakla ona riya girer.

Bir cemaatin içerisinde yaparsın bir ameli, cemaat olmadığı zaman veya birisi yapar. O yaptı, ben de yapayım, dersin, yaparsın o ameli, başka zaman yapmazsın. Buna riya girer ama devamlı yapılan bir amele riya girmez.

İşte onun için burada bizim tarikatımızın amellerini de devamlı yapmak lazım.

Mesela dersimiz var; devamlı çekeceğiz. Evvabin namazımız var; devamlı kılacağız. Seferde de hazerde de, sağlıklı iken hastayken, boş zamanlarımızda meşgul olduğumuzda bunu kılacağız.

Böyle boş zamanımızda kılıp meşgul zamanımızda kılmazsak veyahut da yolcuyuz yolda kılmazsak, hastayken kılmazsak; hayır, yok kılacağız.

Eğer akşam namazını kılıyorsak onu da kılacağız; akşam namazını kaçırdıysak tabii, o da kaçar. Farkı ne olur? Akşam namazını kaza ederiz, evvabin namazını kaza etmeyiz. Çünkü onun kazası olmaz.

Teheccüd namazı da böyledir, evvabin namazı da böyledir, günlük dersimiz de böyledir, hatmemiz de böyledir.

Gerçi hatme haftada bir gün okunursa o da bir kolaylıktır. Zamana göre bir kolaylık emretmişler. Eskiden haftada her gün okunuyordu. Bir zaman için bir yasaklıktan dolayı, bir darlıktan sıkıntıdan dolayı haftada bir güne düşürmüşler. Büyüklerimizin emri, haftada en az bir kez. Ama bu emir verilmişse yine de haftada bir gün bu emri yapmalıyız, hatmeyi yapmak lazım.

Onun için herhangi muhitte olursa olsun, köyde şehirde nerede olursa olsun orada hatme okunuyorsa ırak demeyin, yorgunum demeyin, efendim ihmallik etmeyin, tembellik etmeyin. Haftada bir gün gitmeye borçlusunuz. Her gün giderseniz daha "Nurun ala nur." olur ama haftada en az bir gün gideceksiniz.

Hatmeden uzaklaşan, ihvandan uzaklaşan, bak, sürüden uzaklaşmıştır. Sürüden ayrılanı kurt yer, büyüklerimiz buyuruyor ki: “Sürüden ayrılanı kurt yer..”

Bu sürü ise işte bizim hatmemizdir, sohbetimizdir, ihvanlar arasına girmek karışmaktır. İhvanlardan ayrılan, sohbetten ayrılan, hatmeden ayrılan, bunlardan ayrılan sürüden ayrılmış olur.

Her tarikatın mensubu bir sahipli çobanın sürüsü gibidir. Ama bir çoban bir sürüyü bırakıp da sürüden ayrılan bir tanesinin peşine gitmez. O bir koyun sürüden ayrılırsa çoban onun peşine gidemez. O zaman onu canavar da yer, gider hırsız da çalar, başından çok felaketler geçer. Ama sürüden ayrılana bir şey lazım gelmez. Zaten burada bak ifade ediliyor:

Nefsim bana râm ol düşme teşvîşe    

Hep fâsiddir bu kurduğun endîşe      

Sürüsün yedirmez kurt ile kuşa

Pîr-i Sâmî gibi arslanımız var

Buyrulmuş böyle. Demek ki onlar sürünün manevi çobanıdır. Biz de bir manevi sürüyüz. Ancak burada manevi çoban onların ruhlarıdır. Manevi sürünün ferdi de bizim ruhlarımızdır. Her ne kadar ismimiz, cismimiz nerede olursa olsun, neyle meşgul olursak olalım onları unutmadığımız zaman onların sürüsündeyiz. Onların gözünün önündeyiz ve onların kanadının altındayız, öyledir zaten.

Bir mürit nerede olursa olsun rabıtasını unutursa ayrılmış olur; unutmazsa ayrılmaz. Sanki bir büyük kuşun yavrusu civcivleri var ya. On tane, yirmi tane, elli tane, yüz taneyi alır kanadının altına. Yüz taneyi de kanadının altına alır, gizler. Böyle olduğu gibi, buyrulduğu gibi,

Pir-i Sami'nin kanadı altına gizlenmişiz

Demek ki Evliyâullah’ın velâyeti o kadar büyük ki… Nasıl bir anne kuş civcivlerini, yavrularını kanadının altına alıyor gizliyorsa, müritler de öyledir isterse dünyanın her tarafına serpilsin, nerede olurlarsa olsunlar yeter ki mürit meşayihini unutmasın.

Zaten öyle Nakşibendî Efendimiz’in emri değil midir bu? Buyurmuş ki:

— Bizi unutmayın, bizi unutursanız bizden ayrı düşersiniz; bizi unutmazsanız biz sizle beraberiz. Ama bir de buyurmuş ki:

—Bizi taklit edin ki unutmayasınız. Taklit etmezseniz unutursunuz, taklit ederseniz bizi unutmazsınız. Bizi unutmazsanız biz sizinle beraberiz.

Evet, efendiler! Allah'a şükür böyle inanmak lazım, böyle itikat lazım ki ona göre de sa'yında bulunalım. Evet, hatmelerimize çok dikkat edelim. En büyük amelimiz bizim hatmedir. Hatmelerden hiç geri durmayın, yorgunum demeyin, yok uzaktır demeyin. Herhangi muhitte köyde şehirde kasabada nerede hatme okunuyorsa hatmeye hiç olmazsa haftada bir gün gidin. Gitmezseniz eğer o zaman da kuru davada kalırsınız, kuru dal olursunuz.

Çünkü niçin? Mademki Allah bizi inananlardan halk etmişse, biz bir amel peşindeysek, biz amelin efdalini arayacak olursak bizim hatmeden daha büyük amelimiz yoktur. İnandık bu tarikata girdiysek böyle. Evet, hatmelere çok dikkat edin.

Teveccüh de bu da büyük bir amelimiz. Teveccüh her zaman olmuyor; hatme Allah'a şükür her gün, her zaman, her muhitte yapılıyor. Bir zaman için baskı vardı, sıkıntı vardı. Yine de o baskı sıkıntı o havf arasında bırakmıyorlardı. Hatmemizi bırakmıyorduk.

Büyüklerimizin emri neydi o zaman? “Haftada bir gün yapın, bölünüp parça parça olun grup grup yapın, yerinizi belli etmeyin; her gün bir yerde değil, her gün değişik değişik yerlerde yapın.”

Ama bugün hani zaman, mekân, ihvan var ya. Bir müride üç şart var: Zaman, Mekân, İhvan.

Zaman olacak ki mekân belli olsun. Mekân olacak ki oraya toplansınlar.

Ama yine ne kadar baskı altında zaman müsait değildi, mekân olamıyordu ama mesela yüz kişi gelemiyordu bir araya, onar onar geliyordu. Her gün on'u okumasa da haftada bir gün oluyordu. Sonra değişik yerlerde oluyordu.

Ama şimdi Allah'a şükür bir havf yoktur, baskı yoktur, bir engel yoktur. Belli mekânlar var, ihvanlar her yerde şimdi hatme okuyorlar ve hem de her yerde teşebbüse geçtiler. Tekke ismini veriyorlar.

Tabii bir medreseye isim verilmiştir medrese denilmiştir. Bir Kur'an kursuna isim verilmiştir Kur'an kursu denilmiştir. Bir isimle orası belli olacak. Bir yurda filanca yurt, şu isimli yurt denilmiştir bir isim verilmiştir.

Tabii, bizim de amelimizin toplanması için, işlenmesi için oraya bir isim verilecek. Nedir o? Tekke.

Ama aslında tekke denilince eskiden orada eğitim vardı, orada da bir öğretim vardı; ruhi eğitim, ruhi öğretim. Ama zâhirde de bir belirtileri, emareleri, işaretleri vardı. Şimdi onlar yok. Yine o ruhi eğitim, ruhi öğretim yapılıyor ama.

Mesela mürit kaç idi?

Tespih müridi, Hizmet müridi, Rabıta müridi vardı, ileride eskiden.

Şimdi bunların hepsi rabıtaya bağlandı.

Sonra şimdi bir de eskiden bedenen hizmet, amelen hizmet, malen hizmet vardı.

Şimdi bunlar da artık azı oldu. Bedenen hizmet de tekkelerde olmuyor, amelen hizmet de kifayetsiz. Bir mali hizmet varsa o da yine… Ama olsun Allah'a şükür olsun da yine az olsun. Ya hiç olmasaydı nerede kalırdı?

Yani demek istiyorum ki eskiden tekkelerde çok büyük, muazzam kaynaşmalar vardı. Muazzam eğitimler, öğretimler, efendim ameller oluyordu. Toplanıyorlardı, geliyorlardı; bedenen çalışıyordu kimisi, kimisi malen hizmet yapıyordu, kimisi de amelen hizmet yapıyordu.

Yani bir tekkede mesela gelmiş adam orada yiyip içip yatıyor, ibadet yapıyor, Allah'ı zikrediyor, amel işliyor, orada başka bir şey yapmıyor. Bir kısmı da gelmiş, çalışıyor bedenen, bir kısmı da oraya para veriyor, yardım ediyor.

Ta ki Peygamber Efendimiz’in ashabında da bu olmuştur. O'nun Ashab-ı Suffa diye bir cemaati vardı. Onlar hiç çalışmazlardı, hiç sefere de gitmezlerdi, harbe de gitmezlerdi. Onların bütün amelleri neydi? Hep ibadet ediyorlardı. İbadet, zikir; Allah'a dua ediyorlardı.

Şimdi bu zamanda bunlar yoksa da ama nimetleri mevcuttur. Allah'a şükür çok şükür, bin şükür yeter ki oraya gelelim de orada birleşelim de mali amelimiz de olmasın, öbür amellerimiz de eksik olsun, bedenî amelimiz de olmasın. Oraya artık Cenabı Hak ihsan eder.

İhsan demek yani; oraya nereden geliyor, ne harcanıyor, ne oluyor bilinmez. Bunun masrafı nereden gelir, nasıl gider bilinmez. Akıl ermez ona. Yeter ki biz bir araya gelelim, ihmallik, tembellik etmeyelim.

İşte her yerde şimdi bütün mekânlar kurulmuştur. Allah razı olsun sahiplerinden, sahibinden ki teşebbüs edenlerden. Vakıf diye bir vakıf ismi veriliyor ama bu vakfın aslında yüzde ellisi, daha da fazla, yüzde altmışı bizim tarikatımıza hizmet görüyor.

Bakın şimdi hâşâ Allah'a sığınırım. Bizim Erzincan'daki kendi mülkiyetimiz olan bir yeri ben verdim. Niçin verdim ben bunu? Dedik ki zaten vereli dört sene olduysa biz o zaman altmış yaşımızı idrak ediyoruz. Dedik şimdi biz altmış yaşımızdayız. On sene daha ömrümüz var mı yok mu bilinmez. Bu on sene sonra burası ne olacak? Varislerimiz var, ölüm hak miras helal. Bölecekler, satacaklar veya oturacaklar, işgal edecekler. Burayı verirsem tahminim inşallah bu bir asır devam eder.

Çünkü orayı idare edenler hep ihvanlar. Oranın tüzüğünde de bir şart var. Öyle oradan her ayrılan kimsenin yerine herkes geçemiyor. Hep orayı yine bunu bilenler ve idare edenler, canla başla çalışanlar oraya geçecek.

Öyleyse bu bir asır devam edecektir inşallah. Belki daha da fazla devam eder. Yani nerede açılıyorsa bu vakfın şubeleri, nerede açılıyorsa, açılan o yerde bir asır devam eder. Ne devam eder? Tarikatımızın hizmeti, bu büyük amel olan hatmemiz oralarda devam edecektir.

Evet, şimdi onun için burada, her tarafta, her yerde bugün bak, Almanya'da da tekke var. Biz Almanya'ya gittik efendiler beş şehre uğradık. Belki şimdi on şehirde, on beş şehirde orada da ne olmuş? Teşebbüslere geçmişler, ihvanlar çoğalmış. Mekân tutmuşlar, yer tutmuşlar, kiralamışlar, yapmışlar, almışlar tekke ismini vermişler. Toplanıyor amellerini işliyorlar.

Evet, demek ki burada tekke ismi verilmişse olsun, olsun da taklidi olsun. Taklitten tahkike geçiliyor. Onun için Sâlih Baba buyurmuş ki:

Âteş-i aşkınla yandır Sâlih'i

Şarâb-ı lebinle kandır Sâlih'i 

Taklîd'den tahkîke döndür Sâlih'i

Affeyle hizmette noksânımız var

Yeter ki hizmetimiz noksan olsun ama yapamadık diyelim, yerine getiremedik diyelim; onun da ikmalini alırız, onlar tamam ederler. Başka bir kelamda buyruluyor:

Kusûrun çok diye Sâlih ayağın kesme bâbından

Bâb kapıdır. Senin diyor eksikliğin kusurun çoksa; ne kadar kusurun olursa olsun, ne kadar eksiğin olursa olsun o kapıdan ayağını kesme. Onların "Ulvî" çok yüksek himmetleri vardır.

Allah'ın çok yüksek ulvî himmeti nedir biliyor musun?

Allah'ın indinde, azametinde olan değerleri, onların kıymetleridir. Başka bir kelam var:

Çürüklerin hep sağ olur

Zehrin kamu bal yağ olur

Dağlar yemiş dal olur

Cümle cihan bostan sana

Bu nedir, buradan ne anlaşılıyor? Senin layıkıyla yerine getiremediğin şuğullu, gılletli olan amellerini onlar sağlam ederler. Onlar çarığını, çürüğünü seçerler; sağlam eder mahalline ulaştırırlar, götürürler. Evet, layıkıyla yapamadığınız amelleri layık ederler onlar.

Zehrin kamu bal yağ olur

Bu da zamanımızda hani insanlar iyi niyetli değiller, iyi muameleli değiller. Evladından zarar görüyor, kardeşinden huzursuz oluyor, hanımından huzursuz oluyor, çevresinden huzursuz oluyor, işyerinden huzursuz oluyor; oluyor da oluyor. Huzursuzluk çok şimdi.

Bu nedir? Bu da zillete giriyor. Zillet de iptiladır, iptila-yı Hak'tır.

İptila-yı Hak: İllet, Gıllet, Zillet.

Şimdi bu zamanımızda illet de gıllet de zillet de çoğalmış insanlar için. Bunların Allah'tan olduğunu bileceğiz, buna da sabredeceğiz.

Ama bu sabrı biz yapamayız. Sabrı da bize verecek onlardır. Onların himmetidir, bizim sabretmemiz için onların bir himmeti olacak.

Eğer himmet olmazsa sabredemeyiz. Eğer onların himmeti üzerimize gelirse sabredersek o zaman da acılar tatlı olur. O bizi çok huzursuz eden zehir gibi bizi huzursuz eden şeyler ne olur? Onlar bal, yağ olur.

"Ve bil kaderi hayrihi ve şerrihi" fermanı var. Hayrı, şerri Allah'tan bileceğiz. Biz bilemiyoruz, bunun sözünde kalıyoruz.

Hayır, şer Allah'tan geliyorsa niçin hastalıktan şikâyetçi oluyoruz?

Niçin fakirlikten şikâyetçi oluyoruz?

Niçin insanlardan şikâyetçi oluyoruz?

Eğer Allah'tan geliyorsa bu hayır şer, işte şikâyetçi olmayacağız. Hastalığımızdan da şikâyet etmeyeceğiz.

Şikâyet deyince, bir hasta hastalığından şikâyetçi olmazsa hasta değildir; o da sağdır. Demek ki hasta ama şikâyetçi değilse onun için hasta değil o da sağdır.

Zaten Allah'a teslim tevekkül olan için, inanan bir kimse için hayır şer Allah'tan geliyorsa hastalığı sağlığı bir bilecek. Onun için varlık, yokluk bir olacak. Onun için zillet ve itibar bir olacak.

Zillet nedir? Hani insanlardan görmüş olduğu itâle, eziyet, zahmet; bunlardır zillet.

Ama bir de insanlardan hürmet görüyor, iyilik görüyor, itibar görüyor. Bunları hayır sayıyor, onları da şer sayıyor.

Bizim hoşumuza giden dünya âleminde hoşumuza giden ne olursa olsun bunlar Allah'tan gelmiyor mu? Bizi huzursuz eden ne olursa olsun bu da Allah'tan gelmiyor mu?

Ama işte burada tefrikaya düşüyoruz. Tefrikaya düşünce işte o zaman zararımız oluyor, bir kârımız olmuyor. Çekmiş olduğumuz zahmetler, mihnetler, meşakkatler de yanımıza kalır.

Hani bir hastalığı Allah'tan bilip ona razı olmazsak o hastalıktan çekmiş olduğumuz zahmet yanımıza kalır. Onun ecrini alamayız, onun karşılığını bulamayız. Onun bir karşılığı var, ecri var, sevabı var, mükâfatı var. Nerede? Öbür âlemde.

‘Cefayı çekmeyen âşık sefayı bulamaz’, buyuruyorlar.

Âşık kim? Allah'ı seven.

Allah'ı sevenin ise dünyada cefası vardır. Cenabı Hak sevdiklerine dünyada çileyi fazla vermiş.

Onun için evet, Bektaşi'nin bir tanesi buyurmuş ki:

—Yâ rabbî ben seni seveyim sen beni sevme, demiş.

Böyle söz olur mu? Anlayamamışlar, sen niçin böyle diyorsun? Demiş ki:

—Allah sevdiklerine çok çile veriyor, ben taşıyamam bunu. Onun için öyle diyorum. Ben onu seveyim, o beni sevmesin.

Öyle zaten Cenabı Hak sevdiklerine… Zekeriya Aleyhisselam’ı hızarlarla biçtikleri zaman melekler ona acıdı. Cenabı Hak da buyurdu ki: “Meleklerim ben sevdiklerime böyle yaparım.” Bak kelamı kibarda var:

Görün şehzâdeler n'oldu birisi sararıp soldu

Biri susuz şehîd oldu bu aşkın mâcerâsından

Şehzadeler kimler burada? Hasan ve Hüseyin Efendilerimiz.

Onlar bak, dünyada ne büyük çileler çektiler. Ne büyük acılar duydular onlar. Onların acılarını, sadece onlar değil, bütün ehli iman o acıyı çekmiştir. Ta ki geçmişte gelecekte bütün onların bu acısını her ehli aşk olan bu acıyı çekmiştir ve çeker. Onun için buyuruyor ki:

Kerbelâ'dan eksik olmaz nâremiz     

Bu nare nedir? Bu nare de müridin cezbesidir. Her cezbeli olan, her ehli aşk olan nedir, o acıyı çeker. Onların naresinin doğuşu oradandır.

Kerbelâ'dan eksik olmaz nâremiz     

Biz hafîd-i Pîr-i Tâgî olmuşuz

Pîr-i Sâmî'nin çırâğı olmuşuz

Çünkü başka bir kelamda da vardır:

Başını top eyleyip gir vahdetin meydânına   

Kıl gazâ-yı Kerbelâ gir kendi nefsin kanına 

Seyr kıl uşşâk-ı Mevlâ nice kıyar cânına       

Terk-i cân etmektir ancak aşk u sevdâdan garaz

Aşk ne, sevda ne? Yani Allah sevgisi bu.

Allah sevgisinden maksat terk-i can olmaktır.

Terk-i can olmasa insan zaten cananı bulamaz.

Canan ne? Canların gelmiş olduğu bir yer var.

Nereden gelmiş bu canlar? Allah'tan.

Çünkü bir ruh üflenmiş. Cenabı Hak, “Nefehtü fihi min rûhî[2], Kendi ruhumdan ruh üfledim.”, buyuruyor. Bu ruh oradan gelmişse oraya gidecek yine. “Küllü şeyin yerciü ila aslihi”[3] Emri fermanı var. Cenabı Hak “Her şey aslına rücu edecek.”, buyuruyor. Her şey aslına rücu edecekse ruhun da bir aslı vardır. Zaten bak!

Derman arardım derdime

Derdim bana derman imiş

Burhan arardım aslıma

Aslım bana burhan imiş

Bunlar hep kelamı kibar, rumuzludur ama çok manalı bunlar. Çok anlamlı kelamlardır. Yani ne demek istiyor? Evet, ben derdime derman ararken derdim bana derman oldu.

Hiç insanın derdi derman olur mu?

Hakiki derdimizi, esas derdimizi bilsek derman olacak. Bilemediğimiz için derman olmuyor, bütün dertlerimiz dert oluyor. Eğer esas derdimizi bilsek bizde daha hiçbir dert kalmaz.

O asıl derdimiz, bütün dertleri yutar. Büyük balık nasıl küçükleri yutuyorsa o da onları yutar, daha dert kalmaz.

Aslımızı düşünsek zaten kurtulacağız, düşünemediğimiz için kurtulamıyoruz. Öyleyse:

Burhan arardım aslıma

Aslım bana burhan imiş

Aslımız nedir bizim? Ruhumuzun bir gelişi var.

Nereden gelmiş? Allah'tan gelmiş.

Bu ruh nereye gider? Allah'a gider.

Ama gelişte hep bir yerden gelmiştir ama gidenler hep bir yere gitmezler.

Evet, insanlar hem cismen gelmişler dünyaya hem ruhen gelmişler dünyaya.

Bu cismen gelişte ve ruhen gelişte hepsi gelmiş ve bir de cismî gidiş var, rûhî gidiş var.

Bu cismî gidişi de hepsi yapar. Ağası, kölesi; zengini, fakiri; delisi, akıllısı hepsi bir cisimle gelmiş mi buraya? Cisimle gelmiş.

Hepsine bir ruh üflenmiş mi? O ruhla gelmiş.

Fakat bir de ölürken gidiş var. Ama bu cisimlerin hepsi birden toprağa gidiyor. Çünkü aslı toprak bu cesedin, toprağa gidiyor.

Hepsi de bir ruhla gelmişse bu ruhların hepsi Allah'a gitmez. Allah'ın rahmetini kazanan Allah'a gider ama Allah'ın gadabını kazanan nereye gider? Allah'ın Celal sıfatına düşer ki gadabına duçar olur.

Allah'ın Cemal sıfatı var, Celal sıfatı vardır.

Biz Cemal sıfatına sahip olacağız ki Allah'ın rahmetine gidebilelim, onu kazanabilelim.

Celal sıfatına sahip olursak eğer Allah'ın rahmetini nereden kazanacağız? Bu sefer de Allah'ın gadabına düşeceğiz.

Allah'ın Cemal sıfatının sahibi olursak çok ulvî yüksek âlemlere çıkacağız.

Celal sıfatına sahip olursak eğer çok süflî aşağılara düşeceğiz.

Burada zaten irade-yi cüziyeyi elimize vermiş. Eğer biz Allah'a inanaraktan geldiysek bu dünyaya, bizim için Kur'an inmişse, bizim için peygamber gelmişse biz o zaman ne yapacağız?

Peygambere tâbî olacağız. Allah'ın emirleri Kur'an'dır; Kur'an'a tâbî olacağız.

Bizim için yasaklar var emirler var. Bunları yani yasakları, emirleri tuttuysak Allah'ın Cemal sıfatına sahip olduk. Yok, Allah'ın yasaklarını işliyorsak Allah'ın Celal sıfatına sahip oluyoruz.

Yoksa halk eden Allah'tır, evet, hayrı şerri Allah halk eder; ama hayra rızası var, şerre rızası yok. Hayrı, şerri bize bildirmiş.

Biz hayra yürüyelim de Allah da halk etsin. Şerre yürürsek onu da halk eder.

Bugün şerre yürüyelim de Allah halk etmesin diyemeyiz burada, hâşâ hâşâ Estağfurullah bunu diyemeyiz çünkü bir cüzi irade var bizde. Allah bu cüzi iradeyi bize farz kılmış. Bu cüzi iradeyle hayrı, şerri biz seçiyoruz. Eğer hangisine gidiyorsak Allah onu halk ediyor. Onun için:

Hiç kuluna zulmeder mi Mevlâ'sı

Kulun çektiği kendi cezası

Evet, efendiler! Ama Allah'a şükür inşallah bu cemaatimiz şer cemaati değildir, hayır cemaatidir. İsyan cemaati değildir, itaat cemaatidir.

Fakat itaatte de ölçü, müsavi yok, hayırda da ölçü, müsavi yok.

Onun için burada hayırda da ileri gidelim, amelde de ileri gitmeye bakalım, çalışalım ileri gidelim. Manen ileri gitmeye çalışalım.

Manen ileri gitmemiz için şeriatımız var. Şeriatımızı hem bildiğimiz kadar, gücümüz kadar, fırsatımız kadar, kudretimiz kadar ne yapacağız? Şeriatımızı çok titizlikle yaşayacağız.

Niçin bu böyle?

Bugün bu zamanımızda hayır-şer, günah-sevap, helal-haram karışmış. Bunlardan çok havf duymak lazım, çok çaba harcamak lazım, çok sa'y etmek lazım.

Eğer zevkimizi, sefamızı, sadece saltanatımızı düşünürsek o zaman bunları seçemeyiz, ayıramayız; birbirine karışmış. Seçmek ayırmak için zevkimizi sefamızı bırakalım bir tarafa da Allah'tan havf duyalım.

—Yâ rabbî sen bizi muhafaza et, esirgeyen sensin, koruyan sensin, muhafaza eden sensin. Bizi her türlü şerden, kötülükten, küfürden, isyandan bunlardan Yâ rabbî sen bizi muhafaza et. Biz bilemeyiz, bizi aydınlat.

Ama tabii, bir delil de var önümüzde.

Delil de nedir? Bu da mürşidimizdir. Bak kelamı kibarda,

Bırak bu mâsivâ ile hevâyı

Pîr-i Sâmî gibi bul rehnümâyı          

Delîl eyle O zât-ı evliyâyı      

Bu berzah âlemin geçmek dilersen

Bekâ gülşanına göçmek dilersen

Berzah âlemi bu dünyadır. “Dünya müminin zindanıdır.”[4] buyuruyor Peygamber Efendimiz “Kâfirlerin cennetidir.” Bir de: “La rahate fid dünya.” emri fermanı var “Dünyada müminlere rahatlık olmaz.”.

Allah'a şükür mademki Allah, ehli dünya halk etmemişse dünyanın her türlü meşakkatine katlanacağız.

Bizim için burada meşakkat nedir?

Bizim için burada meşakkat; ancak acaba kendimiz ve aile efradımız hayrı - şerri seçebiliyor muyuz, helali - haramı seçebiliyor muyuz?

“Her çoban güttüğü sürüden mesuldür.”[5] Öyleyse bir hane reisi de evinin çobanıdır. Bunları da düşünmek lazım, bunları da korumak lazım, bunları da muhafaza etmek lazım. Nelerden?

Haramlardan, yasaklardan veyahut da bunlara da helal lokma kazandırmak lazım, bunları da şerlerden korumak, korundurmak lazım. Bunların hepsinden mesulüz.

İşte bu zamanımızda bunlar çetinleşmiş, güçleşmiş.

O zaman zevkimizi bırakalım, saltanatı bırakalım.

Manevi derdimiz budur, manevi derdimize düşelim.

Allah'a sığınalım, çareler arayalım. Onun için buyuruyor ki:

Uyan gaflet meyinden kalk bu derdin çâresine bak

Kemendi boğazına tak...

Bir rivayette,

Ara bul derde dermanı

Bir de buyuruyor ki,

Ara bul kâmil insanı

Evet, burada kâmil insanı bulmak bir kurtuluştur. Çünkü o bir önderdir, delildir.

Neye delildir? Allah'a delildir, Allah yolunda delildir.

Tarik-i müstakim, Allah'a giden bir yoldur.

Sağlam çok sağlam, emniyetli çok sağlam bir yoldur. O yolun delili onlardırlar.

Onlar o yolu gitmişler gelmişler biliyorlar.

Onlar seçmişler, biz seçemeyiz.

Onları biz önder yapacağız ki ancak o tarik-i müstakimi, Allah'a giden yolu bulmuş olalım.

Zaten onlar bu yolda delillerdir. Kelam da onu ifade ediyor.

Bırak bu mâsivâ ile hevâyı

Masiva dünyadır.

Dünya arzularını, hevalarını bırak; dünya arzuları boştur, hava demektir. Tutulmayan görünmeyen bir şeydir. Bunlar hep havadır bunları bırak.

Öyle değil mi? Sen dünya âleminde tahsilliydin, kültürlüydün, makam mevki sahibiydin. Çok kazandın, altına, inciye gark oldun. Nasıl ki buyruluyor kelamı kibarda:

Nicesin geçirdin sadra mihrâba       

Nicesin kapladın sîm ü zer bâba       

Düşürdün sefînem kûh-i girdâba      

Enginden engine sal kara bahtım

Ne diyor? Tabii, Cenabı Hak kimisini zengin etmiş, kimisini âlim etmiş, sadra geçirmiş. Kimisini mülki amir etmiş, sadra getirmiş, baş etmiş, padişah etmiş, amir etmiş.

Kimisine de ilim vermiş mihraba geçirmiş. Geçiyor bin cemaatin, on bin cemaatin, yüz bin cemaatin önüne imamlık ediyor veyahut da onlara Allah'ın emirlerini tebliğ ediyor, nasihat ediyor onlara.

Nicesin kapladın sîm ü zer bâba       

Kimisine de o kadar altın, inci, zenginlik verdin ki onlarda ilim de yoktur amel de yoktur.

Düşürdün sefînem kûh-i girdâba      

Kûh-i girdaptan mana da burada bir hesapta fakirlik. Fakirlikten insan yanıp kavruluyor.

Bir hesapta hastalık; hastalık onu perişan etmiş.

Bir taraftan da zillet, zilletten gözü hiç açılmıyor.

Bu kelamı kibardan başka bir kelamı kibar var ki insanlarda manevi fakirlik de vardır.

İnsanlarda manevi zillet de vardır.

İnsanlarda manevi illet (hastalık) de vardır.

Manevi illet nedir insanlarda? Ayrılıktır. Manevi illetini bilmiş, Allah'tan ayrıldığını bilmiş, firakta, ayrılıkta olduğunu bilmiş. Ben nasıl bu ayrılıktan kurtulacağım, nasıl ben firaktan kurtulacağım, demeleri, bu onların derdidir.

Onlardaki fakirlik nedir? Onlardaki fakirlik, yapmış oldukları ameller hiç asla ve asla gözlerinin önüne gelmiyor. Emin, tatmin olamıyorlar. Diyorlar ki: “Biz layıkıyla amel yapamıyoruz, Allah'a layıkıyla amel yapamıyoruz.” Onlardaki fakirlik de budur.

Bir de zillet var ki dünyanın hiçbir şeyinden zevk almıyorlar. Ne yemesinden, ne içmesinden hiçbir şeyinden zevk almıyorlar. Esas kelamı kibar buna buyrulmuştur.

Demek ki bir insan dünyadan zevk almazsa, hiçbir şeyden zevk almazsa ve insanlar amelinden de tatmin olmazsa böyle der. Zaten yaptım derse amelini, onda manevi fakirlik olmaz. Maddi fakirlik, mal fakirliği ama manevi fakirlik de amel fakirliğidir. Maddi illet, insanlarda vücudunda olan arızası hastalığıdır; ama manevi illet ayrılıktır firaktır.

Nicesin geçirdin sadra mihrâba        

Manevi fakirlik amel fakirliğidir. Hiçbir amelinden tatmin olamıyor ve o ameli işliyor havfini de çekiyor. Zaten öyle, amelin makbulü de budur.

‘Ameli güzel işle işlememiş gibi bil’.

Zaten bilmesek de bizim ne amelimiz var ki Allah'a sığınırız. Amel huşû ile olmazsa, huzurlu olmazsa o amelin ne makbuliyeti olacak?

Ama yine de olsun çünkü Cenabı Hak bize cihadı farz kılmışsa; amelde de cihat var, namazda bile cihat vardır.

Namazdaki cihat nasıl olur? Kalbine gelen şeyleri atacaksın, onu tutmayacaksın. Atarsan cihadını yapıyorsun, cihadını yapıyorsan orada da bir sevap kazanıyorsun.

Evet, efendiler işte buyurmuş:

Âteş-i aşkınla yandır Sâlih'i

Şarâb-ı lebinle kandır Sâlih'i 

Taklîd'den tahkîke döndür Sâlih'i

Affeyle hizmette noksânımız var

Burada öyle bir aşk ver Sâlih'e ki Sâlih yansın, kavrulup yok olsun, kendisini kaybetsin. Başka kelamda da:

İlahi bir aşk ver bana kandalığımı bilmeyeyim

Yarabbi, öyle bir aşk ver ki nerede olduğumu ne işlediğimi, ne ettiğimi bilmeyeyim, diyor.

Çünkü niçin? Yarın kıyamet gününde insanlar hesaba çekildiği zaman hesapları melekler görecek. Bir gruba sıra gelince, o grubun hesabını melekler göreceği zaman, Cenabı Hak: “Yok meleklerim onların hesabını ben göreceğim siz görmeyin.” diyecek.

Bunlar kim? Ehl-i cezbe olanlar.

Vecd âleminden bunlarda görünenler aslında şeriata muhalif değil, fakat onların kelamları anlayışa muhalif. Niçin?

Bak! Mansur “Ene'l-hak.”, demiş anlayamamışlar. Şeriata muhalif değildi ama anlayamadılar da onun için astılar. Sonra anladılar ki yok muhalif değilmiş, onun sözü hatalı değilmiş. Ama sonradan anladılar. Anlayışa bu ters geldi. Fakat onda tecellî eden harikuladeden anladılar ki bu söz hatalı değilmiş. Harikulade neydi onda? Öldükten sonra düşen kanlarıyla “Ene'l-hak.” yazılmış. Nereye bir damla kan düşüyorsa orada Ene'l-hak yazıyor anladılar ki:

—Ha, demek ki biz bunu anlayamadık.

Anlayamamışlar. O doğru söylemiş. Çünkü niçin?

İnsanların nefsi var ruhu var.

Nefisten söylenirse hatalıdır, isyan eden nefistir.

Ama ruhtan gelirse ruhtan gelende hata olmaz. Ruh bir memurdur.

Peygamber Efendimiz’e bile Cenabı Hak: “Habibim ruhtan sordular sana (Sen ruhtan cevap vermedin). O ruhtan soranlara de ki ruh Rabbinin emrindedir.”[6] buyurmuştur.

Onun için demek burada ruhtan kelam eden, ruhtan cereyan eden, bir kelammış.

Zaten kelamı kibar da budur, ruhtan cereyan eder, ruhtan geliyor nefisten değil.

Ruhtan geliyorsa, ruhtan gelen söz zâhire ters görünse de hatalı değildir. O bir esrardır, sırdır. Anlamayana bilemeyene hatalı görünür, bilene hata değil, haktır. Çünkü niçin?

Mansûr "ene'l-Hak" söyledi

Gördü hakîkat dârını

Mansûr değil cân söyledi

Cân içre cânân söyledi

Ol rûh-ı sultân söyledi

Keşf eyleyip esrârını  

Onu Mansur söylemedi, Mansur da bir candır ama Mansur'un canının içerisindeki can söyledi. Mansur'un ruh-u sultanisi söyledi, ruh-u hayvanisi değil, ruh-u sultanisi söyledi.

Ruh-u hayvani var nefisten.

Ama ruh-u sultanisi ruhtan gelir.

Bir insan kendi bilgisiyle, kendi görgüsüyle, kendi iradesiyle konuşuyorsa nefsinden konuşuyor.

Ama kendi bilgisi, kendi anlayışı, idraki değil, kendinden konuşmuyorsa o ruhtan geliyor.

Evet, işte burada diyor ki: “Yâ rabbî öyle bir aşk ver ki bana, bu aşk beni ne yapsın? Sâlih'i yaksın, yok etsin varlığını gidersin.”

Nasıl ki cisimler ateşe düşmeyince yok olmazsa, öylece bizim kalbimizdeki cisimleri de ancak Allah aşkı yakacak, o giderecek, o atacak.

Her şeyin zıddiyeti var. Allah aşkının sevgisinin yanında hiçbir sevgi barınamaz.

Bütün sevgiler bir taraf, Allah sevgisi de bir taraf.

O da onun zıddıdır. Allah her şeyi zıddiyetli halk etmiş.

Zaten Cenabı Hakk'ın böyle bir emri vardır: "Biz insanlarda bir tane kalp halk ettik, iki tane halk etmedik.”[7] ki birine dünyayı koysun, birine bizim sevgimizi koysun. Bir tanedir. O bir tane kalbini dünya ile meşgul ederse biz yokuz orada. Eğer bizimle meşgul ise dünya giremez oraya.

Allah'ı unutmamak için Allah'ı çok seveceğiz. Öyle ki Allah'ı unutmayalım. O sevgiyle kalbimizi dolduracağız, kalbimiz dolacak ki boşluk olmasın oraya daha başka bir şey girmesin. Onun için:

Âteş-i aşkınla yandır Sâlih'i

Buyurmuş. Yani bende olan bu sevgini çoğalt, kalbimde çoğalt ki bu sevgi beni ihâta etsin. Varlığımı yok etsin.

Nasıl ateş cisimleri yok ediyorsa o sevgi de benim varlığımı, benim benliğimi yok etsin.

İnsanlarda cüzî irade var, küllî irade var.

Küllî iradeye geçen kimlerdir? Âşıklardır.

Evet, ilim de var, amel de var.

İlim, amel de irade ile oluyor.

İrade ile ilim elde ediliyor, irade ile amel elde ediliyor. İrade de çok kıymetlidir bizim için.

Bizim için iradede iki türlü aldanma var. Ama şeriatı olan, tarikatı olmayanlardaki aldanış şudur: Cüzi iradesi farzdır. Eksiklik bırakırsa ne olur? Küfre götürür insanı. Allah'ın azabına girer, rahmetinden uzaklaştırır.

Ama tarikata geçince iradeye sahip olmak da nimetine ulaştırmaz, yolunu tamamlamaz, yolunu eksik bırakır.

Bu yol nedir? Şeriat, Tarikat, Hakikat, Marifet.

Bir insan hakikate ulaşamazsa yolunu tamamlamış değildir. Hakikate ulaşmak için tarikatı olacak.

Tarikatta da işte şu vardır ki: Aşk.

Ancak onun kalbinde aşk-ı ilahi, Allah aşkı, Resulullah aşkı, Meşayih aşkı onun kalbinde çoğalacak ki dünya çıksın onun kalbinden. Evlat sevgisi çıksın, mal sevgisi çıksın.

Makam, mevki, ilim, amel bunlar hep varlıktır insanlarda. Hatta insanın kendi say'ı da varlıktır.

İlim elde eder, ilim çok kıymetlidir. İlim ile çok terakki eder. İlmiyle terakki etmek de daha sonra ona manidir.

Ameliyle çok terakki eder. Ameliyle terakki etmek de daha sonra ona manidir.

Eğer o ilminden amelinden geçemezse o zaman nedir? Terakki edemez. Yolunu bitirmiş değildir.

Çünkü bu yol mahviyet yoludur.

Mahviyete nasıl düşülür?

Ancak insan cüzi iradesini kaldırırsa ortadan o zaman mahviyete düşer.

Ama cüzi irade ne zaman kalkar?

Cüzi irade şu zaman kalkar ki: Sen bir yolcusun o yoldan yürümen için sana bir silah vermişler, bir de at vermişler, binek vermişler. O atla, o silahla, o binekle gideceksin. Vasıtayla gideceksin vasıtan yoksa gidemiyorsun. Silahın yoksa gidemiyorsun, sade vasıtayla gidemiyorsun. Çünkü eşkıyalardan silahınla kendini koruyacaksın. Vasıtanla da yol alacaksın. İşte insanlarda ilim, amel budur.

Allah'tan geldik Allah'a gideceksek böyle ama o nereye kadar götürür? Bir makama kadar götürür. O makam öyle bir makam ki orada at daha yürümez. Orada daha araba yürümez, silahın da kıymeti yok.

Arabayla silahı da orada dökeceksin (cüzi iradeyi kaldırma). Bırakamazsan oradan geçemezsin.

Onun için şeriat, tarikat, hakikat, marifet var.

Şeriatsız olmaz bir defa. Şeriatımız tamam olacak ki tarikatımız olsun.

Tarikatımızı da tamamlayacağız ki hakikate geçelim.

Tarikatımızı tamamlamak için aşk-ı ilahiyi çoğaltmak lazım. Bizde olan Allah sevgisini, verilen bir sevgiyi çoğaltmak lazım, onu muhafaza etmek lazım. O neden azalıyorsa ondan sakınmamız lazım, neyle çoğalıyorsa çoğaltmamız lazım.

Neyle çoğalacak? Hizmetle ve himmetle.

Hizmet yapmazsak himmet alamayız.

Himmet alamazsak hizmetimizde azimli olamayız. Hizmette azim vardır.

Hizmetteki azim denilince Peygamber Efendimiz: “İki günü müsavi olan zarardadır.”[8] buyuruyor. Hâlbuki bu, amelde değildir aslında.

Ama yine amelde de vardır. Amelde de olacak. Amelde de farklılık vardır. Niçin bu kadar ulemalar çalışmışlar, göz nurları dökmüşler kitaplar yazmışlar, zâhir şeriatta efdaliyet aramışlar değil mi? Bunları da arayacağız, bunları da yapacağız.

Ama en efdal olan amel de mahviyetle olan ameldir. Ameli güzel işle işlememiş gibi bil. Bu da ancak aşka duçar olacaksın ki ameli yaptım, değil yapamadım, diyebilesin. Yaptım demek varlık oluyor, yapamadım demek makbul oluyor. Evet, efendiler;

Şarâb-ı lebinle kandır Sâlih'i   

buyurmuş. Leb, dudaktır, şarap da keyif veren bir şey insanlara. Ama senin dudaklarından çıkan sözlerin insanları mest eder.

Şarap ikidir: Biri nefse mestlik verir biri de ruha mestlik verir. Ruha mestlik veren şarap, Allah sevgisidir. Nefse mestlik veren de bildiğimiz şarap. Ondan keyif alıyor ki onu içiyor; almasa niye onu içsin? Günah olduğunu bildiği halde ondan almış olduğu keyfe dayanamıyor, o günahı işliyor. Onun zevkine dayanamıyor, o günahı işliyor.

Ama bir şarap da var ki ruha veriyor bu mestliği, bu keyfi. Onun için:

Bu aşk bir bahr-i ummandır

Aşk, bahr-i ummandır, bahr-i umman da büyük deryadır.

            Bu aşk bir bahr-i ummandır

            Buna had ü kenar olmaz

            Delilim sırrı Kur'an'dır

            Bunu bilende ar olmaz

Kur'an'daki sır nedir?

Kur'an'daki sır şudur efendiler: Cenabı Hak “Nahnu akrabu” buyuruyor. “Kulum ben sana şah damarından daha yakınım”[9].

Bu şah damarından daha yakın olan Allah'ı biz nasıl yakın bileceğiz?

Ancak onu çok seveceğiz ki onun sevgisiyle kalbimizi dolduracağız ki ondan sonra Kur'an'ın esrarı da bizde tecellî etsin.

Kur'an'ın esrarında ne var? “Nahnu akrabu, kulum ben sana şah damarından daha yakınım.”. Zaten bunu kelamı kibarda açıklamıştır.

Dâireyiz hem kudûmüz cismimiz neydir bizim         

Aşk u sevdâdır gıdâmız bağrımız meydir bizim        

Virdimiz İsm-i Celâl'dir kalbimiz "Hay"dır bizim    

Zikrimiz ihfâ-durur esrâr-ı Kur'ân bizdedir  

Bir daha tekrar edeyim.

Dâireyiz hem kudûmüz, cismimiz neydir bizim        

Bu, hatm-i haceyi ifade ediyor. Hatmede daire olup zikir yapıyoruz ya. Burada kudüm, ney bunlar da bir zikir aletidir. Kudüm, Kâdiri tarikatlarının bir zikir aletidir, onunla zikir yaparlar. Ney de Mevlevilerin zikir aletidir, onunla zikir yaparlar. Diyor ki: Nakşîler daire kurup hatmeyi okudukları zaman kudüme ney'e ne hacet? Onların cisimleri kudüm olur, ney olur zikir yaparlar.

Dâireyiz hem kudûmüz, cismimiz neydir bizim        

Evet, daire olup zikir yaptığımız zaman bizim azalarımız ney gibi veya kudüm gibi zikir yapar. Ney'e, kudüme ne hacet var? Diyor.

Dâireyiz hem kudûmüz, cismimiz neydir bizim        

Aşk u sevdâdır gıdâmız, bağrımız meydir bizim       

Virdimiz İsm-i celâl'dir, kalbimiz "Hay"dır bizim    

Virdimiz yani zikrimiz İsm-i Celal'dir, Lafza-i Celal'i çeke çeke diyor, kalbimiz "Hay"dır, kalbimiz diridir. "Hay" diri demektir.

Bu hangi kalp?

Allah'ı unutmayan kalp diridir.

Allah'ı unutan kalp ölüdür.

Neyle dirilecek bu kalp? İsm-i Celal'i çeke çeke bununla dirilecek. Ama bu ism-i Celal denilince bizim, Allah Allah Allah, olan zikrimizdir.

Gerçi bu beş bin ders ile de olabilir. Bazı meşayihler öyle demişler, beş bin ders ile sultani zikir olabilir. Ama bizatihi ben kulağımla işittim, şeyh efendimiz bize buyurmuştur, bin ders ile de sultani zikir olabilir, buyurmuştur.

Ama yetmiş bin ders ile de olabilir. Yetmiş bin dersi çeken olmazsa da ona başka ilave dersler de verilir. Bunlarla olabilir.

Gerçi, mesela mühim olan o kalbi bir an evvel diriltmek, ayıltmaktır. Onun için de çok sa'y u gayret etmek lazım.

Sadece günlük dersimiz değil, veya sen yetmiş bin dersi çektin, evradı da sair zamanlarda da unutuyorsun, bu değil.

Bin ders vermişler sana, o bin dersi yapıyorsun, sair zamanlarda da Allah'ı unutmuyorsun. Az da olsa unutkanlığı daima azaltıyor, atıyorsun, atıyorsun, ne zaman ki bu unutkanlık senden kesilirse yirmi dört saat Allah'ı hiç unutmuyorsan işte tamam işin bitti. Nimetine ulaştın.

Evet, efendiler! İşte Allah'a şükür hatmelerimiz de teveccühlerimiz de büyük ameldir.

Büyük ameller Allah'a yaklaştırıyor insanı. İlim, bildiriyor; amel, yaklaştırıyor.

Amelin büyüğü demek ki gideceğimiz yolun bir vasıtası oluyor. Ne kadar süratli bir vasıtaya binersen o kadar tez gidersin o yolu. Bir yol var ki insan yürüyerek gidiyor, bir de var ki atla gidiyor, taksiyle gidiyor, bir de var ki… Bunlar böyledir, ama amelsiz olmaz. 

Amelle beraber bir de aşkın varsa senin, sen o zaman füze gibi gidiyorsun o yolu veya da o yolu kuş gibi gidiyorsun, çift kanatla uçup gidiyorsun. Bu da nedir?

            Şeriat tarikat yoldur varana

            Hakikat marifet andan içeru

Ama işte burada şeriatı da anlayıp yaşamak lazım, tarikatı da yaşamak lazımdır.

Şeriatımız olmazsa ne kadar tarikatlıyım desek de tek kanadımız var. Kanadımızın biri yok, uçamayız.

Şeriatı olanlar da çok âlim, çok ameli var, tarikatı yok. O da tek kanatlıdır, uçamaz.

Zülcenaheyn, çift kanatlı olması için insanın şeriatı - tarikatı olacak.

Şeriat ise edille-yi şeriye: Kitap, sünnet, icma, kıyas. Şeriat; farz, vacip, sünnet, müstehap değil mi? Şeriat bunlardır.

Tarikatsa muhabbet, ihlâs, adap, teslim.

Burada, şeriat, tarikat, hakikat, marifet var. Şeriatta bu dört şart vardır. Tarikatlı olmakla şeriatı bırakmış değildir; şeriatlı olmakla tarikatlı olmuş değil. Demek ki burada bir kelamı kibar var:

Bilinmez âlemin sırrı nihândır          

Dört şâhın hükmüyle döner cihândır

Ârif olanlara özge seyrândır

Kâmile her eşyâ olmuş bir evrâd      

Burada, "Bilinmez âlemin sırrı nihan." demek âlemlerde çok bilinmeyenler var, sırlar var, esrarlar var.

Esas en büyük sır da insanda, sen de ben de onu bilemiyoruz.

Ama o sırrın açılması lazım. O da bir makamdır, oraya ulaşmayanlar o sırra vakıf olamıyor.

O sırra nasıl ulaşacaksın? Sır üçüncü makamdır.

Evvela, bir defa, kalp makamı var. Kalbine vakıf olacaksın, kalbin açılacak.

Ondan sonra ruh âlemini anlayacaksın, ruh âlemine ulaşacaksın, ruhundan haberdar olacaksın. Ruhundan haberdar olur insan ama haberdar edemez.

Çünkü ruhun esrarı gizlidir sırdır; sır ifşa edilmez. Onun için Peygamber Efendimiz ruhtan cevap vermemiş. Sormuşlar ruhtan, cevap vermemiş.

Niçin? Ruhu, akıl anlayamıyor, bu beşeri akıl ruhun esrarını anlayamıyor. Bu akıl ruhun bir aletiymiş. Bir usta bir alet yapmış, alet ustayı anlayabilir mi? Anlayamaz. Ama usta aleti yapmış, anlar.

Onun için evet, ruh âlemi var. Ruh âlemine ulaşacaksın ki ruhundan haberdar olursun ama haberdar edemezsin.

Ondan sonra sır âlemi, üçüncü sır âlemi var. İnsan kalp âleminden geçmezse, ruh âleminden geçmezse; yani kalp âlemine ulaşmazsa, ruh âlemine ulaşmazsa sır âlemine ulaşır mı?

Bak zâhirde şeriat var, tarikat var, hakikat var, marifet var. Şeriatı olmazsa ya da eksik olursa tarikata geçemiyor. Tarikatı tamam olmazsa hakikate geçemiyor. Hakikati tamam olmazsa marifete geçemiyor.

İnsanlarda letâif makamları var. İnsanın yükselmesi için, ulvî âleme çıkması için, kıymetini bulması için, büyüklüğünü elde etmesi için, güzelliğini elde etmesi için, ruhu bu makamları idrak edecek, geçecek bu makamları.

İşte birincisi, kalptir. Kalp makamı, kalpten başlıyor. Zaten zikrimiz de kalpten başlıyor. Ama bu kalp âlemi açılıyorsa ondan sonra terakki edeceksen nereye gidiyorsun? Ruh âlemine geçiyorsun. Oradan da sır âlemine geçiyorsun, oradan da ahfa âlemine geçiyorsun.

İşte sır âlemine geçilmezse o zaman sendeki sır da, âlemlerdeki sır da, Rabbimizde olan sır da, Peygamber Efendimizde olan sır da, mürşidinde olan sır da bilinmez. Bilinir, bildiremez; bilir bildiremez; görür gösteremez.

Onun için sırlar, o zaman aşikâr olur. Sır âlemi öyleyse burada,

Bilinmez, âlemin sırrı nihândır         

Dört şâhın hükmüyle döner cihândır

Ârif olanlara özge seyrândır

Kâmile her eşyâ olmuş bir evrâd      

Burada diyor ki insan da bir âlemdir, bunun dönmesi lazım, değişmesi lazım. Mesela şimdi bak, bu sehpanın burası başka, arka tarafı başka; altı başka, burası gibi değil. Burasında bir cila varsa öbür tarafında yoktur. Veya bir nakış varsa öbür yüzünde başka bir nakış varsa, dönmesi lazım ki görünsün.

Onun için burada, dört şahtan murat, zâhirde bir defa edille-yi şeriye olacak. Bu edille-yi şeriye bizi, hayvani sıfattan beşeri sıfata geçiren oluyor.

Edilleyi şeriye olmazsa hayvani sıfatta kalıyoruz.

Hayvani sıfatta kalırsak nardan kurtulamayız.

Eğer şeriatımız olursa hayvani sıfattan beşeri sıfata geçiyoruz.

Ama tarikatımız da tamam olursa o zaman ne oluyor? Melekî sıfata geçiyoruz. Yani beşerden daha üstün bir sıfata geçiyoruz. Beşerde olmayan bir güzellik, beşerde olmayan bir özellik, olmayan bir sıfata geçiyoruz.

O da Cenabı Hak, “Biz insanı güzel halk ettik.” buyuruyor. “İnsanı mükemmel halk ettik, insanı çok kıymetli ve güzellerin güzeli halk ettik.”[10] diye Cenabı Hak buyuruyor.

İşte bu insandaki güzellik üçtür:

Allah korusun, bir güzellik var ki; ameli yok, günah, sevap bilmiyor, edille-yi şeriyeyi yaşamamış, hayvani sıfatta, fakat onun da bir yüz güzelliği vardır. Boyası - cilası, süsü - püsü vardır. Vechinde veya yapısında bir güzellik vardır. Ama bu güzellik ancak ve ancak bu dünyada ve bu gençliğindedir. İhtiyar olduğu zaman, bakın dikkat edin, veçhen, cismen, zâhirde güzel görünenler, boyası - cilası olsa da olmasa da güzel görünenler, ihtiyar olunca onların sıfatları tamamen değişecek. Allah korusun, sanki o gençliğindeki cisim sıfat gitmiş, başka bir sıfat gelmiş.

Ama ameli olanların sıfatları böyle değil. Ameli olanlar, o gençliğinde güzel görünüyorlarsa ihtiyarlıklarında daha çok güzelleşiyorlar. Bir Nur-u Muhammediye görünüyor onların yüzünde. Bir güzellik görünüyor sözlerinde, hareketlerinde, görünüşte bir güzellik görünüyor. Zaten bu zâhirde de belli oluyor.

Öyleyse demek ki hayvani sıfattan bizi geçiren ne olacak? Şeriat. Tamam, hayvani sıfattan beşeri sıfata geçtik.

Beşeri sıfattan bizi kemal sıfata geçiren ne olacak? O da tarikat.

Tarikatın şartları ne? Muhabbet, İhlâs, Âdap, Teslim. Bunlar olmazsa geçemeyiz.

Eğer bunlar olur beşeri sıfattan meleki sıfata geçersek bir defa, en evvel kalp âlemi açılacak bizde. Tarikatsız olmuyor. Çünkü niçin? Bu senin kalbin neyle açılacak?

Senin bir defa ehlinden almış olduğun bir zikir var, o zikri yapmakla; tarikatın yasakları vardır, yasaklarından kaçmakla olacak.

Yasakları nedir tarikatın? Gerçi şeriatta da vardır, tarikatta da vardır ama şeriatta, tarikattaki gibi tamamen temizlenmiyor. Şeriatta tamamen temizlenmiyor.

Mesela bak, şeriat demek; bir ağacı hızardan geçiriyor. Dalını, budağını, çirkinini kesip bir tahta yapıyor diyelim. Fakat o ağaç tornadan geçmese onda bir güzellik olmuyor.

Demek ki şeriat, insanları kaba bir ağaç gibi yontuyor veyahut da hızardan geçiriyor bir şekle sokuyor, tahta yapıyor. O tahta da tornadan geçmezse onda herhangi bir özellik, güzellik, bir işlem olmuyor.

İşte burada şeriat, insanları hayvani sıfattan beşeri sıfata geçiriyor. Tarikat da beşeri sıfattan meleki sıfata geçiriyor. Bunun da dört esası vardır. Tarikattaki bu dört şah, seni beşeri sıfattan meleki sıfata geçiriyorsa bu dört şahtan murat: Muhabbet, ihlâs, âdap, teslim. Bunlar olmazsa geçemezsin.

Geçince ne oluyor? İşte o zaman kutsal makamları elde ediyorsun.

Kutsal makamları elde ediyorsan büyük varlık oluyorsun.

Allah'ın en büyük varlığı sen oluyorsun.

Allah'ın en güzel varlığı sen oluyorsun.

Allah'ın en kıymetli varlığı sen oluyorsun.

Bir de nedir? İşte letâif âlemleri var ki:

Bilinmez âlemin sırrı nihandır

Sende bir sır âlemi var. O sır âlemi sana açılmazsa hiçbir eşyanın da sırrına ulaşamazsın

Kuvve-i kudsîden edip imdadı                                        

Bize haber verdi zâtı sıfatı

Ol zaman anladık sırr-ı Ahmed'i

Dikkat edin, Peygamber Efendimiz biliyordu, onda da bir sır vardı. Peygamber Efendimiz’de de bir sır vardı. Görünmeyen bir tarafı vardı. Görünen tarafı ise nübüvvetidir.

Kur'an geldi ona; mucizeleri, ay'ı şak etmesi, göğe yükselmesi görünen, bilinen tarafı bunlar.

Ama bilinmeyen tarafı var, sır tarafı vardır. Ne zaman anlayacağız?

Kuvve-i kudsîden edip imdadı                                         

Bize haber verdi zâtı, sıfatı

Ol zaman anladık sırr-ı Ahmed'i

"Küntü kenz" esrârın beyan eyledi                                 

Demek ki burada bize sır makamı tarikatsız açılmaz. Ama bu sır makamı daha üçüncü makamdır.

Daha evvela bir kalp âlemi var, kalp makamı var.

Ondan sonra ruh âlemi var, ruhun makamı var.

Sır âlemi var, sırrın makamı vardır.

Ondan sonra hafî âlemi var, havfin bir makamı var.

Ondan sonra Ahfa âlemi var, ahfanın bir makamı var.

Kalp gözü var insanlarda. Gözün görmüş olduğu bir âlem var, kalp gözü makamı var.

Bunlar nerelerde?

İşte kalbin makamı da belli ve cismi de var. Küçük de olsa bir cismi var, makamı da belli.

Ama ruha yok diyemeyiz, ruh vardır; ruhun makamı var cismi yok, vücudu görünmüyor.

İnsanın vücudunu açınca; kalbi ameliyat da yapıyorlar. Kalbin bir vücudu var, makamı da belli.

Ruhun makamı var cismi yok. Nerede?

Paralel sol memenin dört parmak aşağısında kalbin makamı.

Onun karşısında sağ memenin dört parmak aşağısında ruhun makamı var. Buradan buraya geçiliyor.

Ruh makamından sır makamına geçiliyor. Sır makamı da sol memenin dört parmak yukarısındadır, buraya geçiyor.

Letâifi onun için çektiriyorlar. Kalpte, ruhta, sırda, hafîde, ahfada ve burada (kalp gözünde) çektiriyorlar.

Evet, sır makamı da buradadır.

Ondan sonra geçiyor hafî makamına. Hafî makamı nerede? Sağ memenin dört parmak yukarısında.

Ahfâ makamı nerede? Ahfâ makamı, insanın göğsünde noktada.

Kalp gözünün makamı nerede? İki kaşının arasında.

İnsanlarda manevi bir göz var. Cenabı Hak buyuruyor: “Biz insanlarda dört tane göz halk ettik. İkisi başında ikisi kalbindedir.”[11] Ama kalbinde açılan o iki göz buradan açılır. Onun makamı buradadır.

Burada demek ki insanlardaki kutsal makamlar bunlardır.

Bir nefis varsa, Allah bizde bir nefis halk etmişse, evvel cesettir nefis.

Bu nefis cesede hâkim ise buraları nefis çorlamış, bu makamları işgal etmiştir.

Nefsin dört şekli var:

Kertenkele şekli var, yılan şekli var, köpek şekli var, kedi şekli var.

Bunların dördü de muzır hayvanlar, zararlı hayvanlar. Köpeğin, kedinin, kertenkelenin de dört ayağı vardır. Kertenkele şekli ise, köpek şekli ise, kedi şekli ise bunlar nasıl işgal etmişler buraları?

Cephe cepheye gelince sağ arka ayağını, koymuş kalbin üzerine. Sol arka ayağını, basmış ruhun üzerine. Sağ ön ayağını, basmış sırrın üzerine. Sol ön ayağını da basmış, hafînin üzerine. Dört ayağı var. Göğsünü ahfanın üzerine, başını da kalp gözünün üzerine koymuş.

Bunları ancak zikrullah ile onların ayaklarına vura vura, başına vura vura, göğsüne vura vura,  zayıf düşürüyor. Orada daha duramıyor, pat düşüyor aşağıya. Düşünce ne oluyor? Göbekten aşağıya iniyor.

Bu sefer bu makamlar ruha geçiyor. O zaman bu cesede ruh hâkim oluyor.

İşte kâmil insanlardaki, büyük insanlardaki maharet, marifet budur. Görünmeyen taraf budur. Onların cesetlerine ruh hâkimdir. Kutsal yerleri ruh almıştır ve nefsi de aşağıya düşürmüştür.

O zaman kendisini bilmiştir. Bakmıştır ki evet, kendisinin ancak ve ancak yaşaması için kendisinin de korunması için ruhun bir adil, adaletli olduğunu bilmiş. Mülke hâkim olduğunu anlamış. O zaman ruha tabi olur.

Nefis ölmez aslında. Ama nice ki bu makamlar elde edilmezse, bu nefis buradan sıyrılıp düşmezse, cesede nefis hâkimdir.

Evet, kedi, köpek, kertenkele şekli böyle.

Yılan şekli ise, dolanmayla buraları işgal etmiş. Bir dolanmada kalpten başlamış ruha gelmiş, arkadan dolanmış gelmiş sırrı hafî'yi kapatmış. Bir daha dolanmış gelmiş göğsünü buraya (ahfaya) koymuş, başını da buraya (kalp gözüne) koymuş. Yılanın şekli de budur.

Bunlar haktır, doğrudur. Tarikattaki terakki budur. Tarikatı insan anlamaz, yaşamazsa bundan kurtulmuş olamaz. Bundan kurtulamazsa hakikate geçmiş olamaz.

 

Bilinmez âlemin sırrı nihândır          

Dört şâhın hükmüyle döner cihândır

Ârif olanlara özge seyrândır

Kâmile her eşyâ olmuş bir evrâd      

Kâmiller için bütün eşya tevhit, zikir olmuş:

"Lâ ilahe illallah"

"Lâ"yı iskât eyleyenler dâim illâ "Hû" çeker

"Lâ" yani her şeyi kalbinden yok ederse eğer… Kalbin sahibi Allah’tır. Allah; kalbine, mülküne lütfeder, gelirse o kalp bu sefer büyür, o kalp hakikatine ulaşır.

Bu kalbin hakikati nedir? Hiçbir yere sığmayan Allah kalbe sığıyor.

Kalp o kadar büyük olursa bu sefer mademki Cenabı Hak; katreden deryayı, zerreden kübrayı ihâta etmişse; derya da orada, katre de orada, kübra da orada, zerre de orada; hepsi orada zikir yapıyorlar.

Kâmile her eşyâ olmuş bir evrâd      

Buyurması budur ki her cisim zikirdir, zikir yapıyor.

Bunların hepsi insanın kalbinden doğuyor. İnsan bir camia oluyor. Her şeyi alıyor kalbinin içerisine. İnsanın kalbinde her şeyin hakikati vardır. Hepsi bunları kalbinden seyrediyor. Bakıyor ki kalbinde bütün eşya zikir yapıyor. Ama nerede? Kalbinde oluyor.

İşte böyle nimetler var. Bu nimetleri Cenabı Hak bizler için halk etmiş. Çünkü Cenabı Hak:  “Sayısız nimetleri kulum için halk ettim.”[12] buyuruyor.

Sayısız nimetler, sadece maddi nimetler değil manevi nimetler de var. Ahirette de akıllar idrak edemeyecek, diller idrak edemeyecek, nimetler cennette de çoktur.

Ama bunların hepsinin mafevki nedir?

Hepsinin mafevki, Cenabı Hakk'ın varlığına ulaşmak, Cenabı Hakk'ın varlığını elde etmektir.

Eğer onun varlığına ulaşırsan, onun varlığını elde edersen bu sefer o nimetlerin hepsi sende mevcut oluyor.

Onun için Cenabı Hak bir kutsî hadiste: "Sayısız nimeti kulum için halk ettim ama kulu da zâtım için halk ettim." buyuruyor.

Evet, manevi nimetleri elde etmek için maddi nimetlerden faydalanacağız. Ama manevi nimetlerden de geçe geçe en büyük nimete ulaşacağız. Eğer bunlardan geçemezsek büyüğüne ulaşamayız. Onu biz bilemeyiz.

Bakın dikkat edin, bir insan görmediği bir şeyi gördüğü zaman çok hoşuna gider, ona çok güzel görünür. Der ki:

—Bundan daha güzel bir şey yok; ben daha buradan gitmem ve bundan başkasını da istemem.

Güzel bir makamı görmüşse bundan daha güzel bir şey yok, ben buradan daha gitmem. Güzel bir şey görmüşse yemede, giymede, eşyada, hoşuna giden bir şey daha bundan güzeli varsa onu bilmez.

Ama onu bir bilen var ki yok oğlum, diyor.

—Senin esas güzel gördüğün bu değil, makam olarak veyahut da cisim olarak gördüğün bu değil. Gel bundan vazgeç ki seni daha güzellerine götüreyim. Bunu bırak, bundan daha iyileri var, onu vereyim.

İşte tarikattaki nimetler bunlardır.

Daima terakki, terakki, terakki…

Ki tarikatın en yüksek nimeti nedir?

Ru’yetullah'a mazhar olmak.

Ru’yetullah'a mazhar olmak için mahviyete düşmek lazım. Mahviyete düşmeyen olamıyor. Sâlih Baba'nın emri de budur.

Âşık imdi varlığını ver yokluğa

Yokluk içinde sana varlık doğa

Bütün yokluğa düşmezsen varlığa ulaşamazsın diyor. Çünkü senin varlığın, varlığı göstermez. Senin varlığın bir perdedir, hakiki varlığını örtmüştür. Onun için:

Haktan ayan bir nesne yok

Gözsüzlere pinhan imiş

Buyuruyor.

Allah ayandır ama gözsüzler göremez.

Ama hangi gözsüzler? Gözlü hangisi, gözsüz hangisi?

Basiret gözü açılmayanlar, gözsüzdür.

Bu göz maddedir, yok olup gidecek. Görünenler de zaten yok olup gidecek. Ama yok olmayan bir varlık var, yok olmayan bir göz var.

Bizde de mana var; madde değiliz, biz de manayız. İnsan sadece madde değildir.

Madde cesedi, mana ise ruhudur.

İşte o ruhunu nimetine ulaştırırsa, o zaman o manevi gözü de açılır, manevi kulağı da açılır, manevi dili de açılır, manevi eli de olur. Bunlar o zaman onda meydana gelir.

Evet, biraz da teveccühümüzden bahsedelim şimdi. Teveccühümüz büyük bir ameldir, büyüklerimizin amelidir. Biz bunun taklidini yapacağız. İnşallah tahkiki doğar. O da sizin zannınız, sizin ihlâsınız, sizin hulusunuzdan meydana gelecek.

Sâlihâ bir kimseye yol aldıran ihlâsıdır

Hazret-i şeyhim efendim ehl-i hâsın hâsıdır 

Sevdiğimiz şeyhlerimiz, efendilerimiz ehl-i hasın hasıdır.

Has, demek insanlardan seçilen; hasın hası da haslardan seçilen. Bu da nedir? Has, insanlardan seçilen velîdir.

Ama velîlerin de tebliğ memurları var, irşat memurları var. Tebliğ memurları has, insanlardan seçilmişler; irşat memurları da haslardan seçilenler.

Onun için velîlerde de bir müsavilik yoktur. Evet, velîlik tabii ki seçkinliktir. Velîlikte, en azından velî olan Allah'ın üç nurundan birine ulaşmasa velî olamaz.

Bu üç nurdan biri nedir? Esma nuruna ulaşmasa zaten velî olamaz.

Esma nuruna ulaşmıştır ama bir de sıfat nuruna geçmek var.

Zât nuruna geçmek var. Bunlar daha ileri gidiyorlar.

Velîliğin ilk basamağı nefs-i mutmainneye dâhil olmaktır. Çünkü kelamlardan bu anlaşılıyor. Böyle işaret ediliyor. Sâlih Baba buyurmuş:

"Men aref" sırrına vâkıf olmuşam

Nefsim ile hem Rabbimi bilmişem

Mutmainne kalasına girmişem          

Gayette bir metîn hisârımız var

Hisar: İnsanları düşmanlardan koruyan bir yerdir. Kuvvetli bir hisarı olursa insanın oraya hiçbir düşman zafer kılamaz. Hisarı olmazsa eğer tabii ki onun düşmanları çok, sadece silahı, evi de onu kurtaramaz. Eğer hisarı varsa düşman hisardan içeri giremez ki; silahını kullansın, gücünü kullansın veya bir şey yapsın. Bir hisar var arada.

Öyleyse burada bu hisar nedir?

Bizim hisarımız nefs-i mutmainnedir.

Düşmanlarımız ne?

Düşmanlarımız da, manevi düşmanlarımız var:

Şeytan aleyhillane,

Nefs-i emmare,

Dünya sevgisi, dünya muhabbeti,

Bir de yaramaz insanlar.

Bir insan eğer nefs-i mutmainnedeyse yani kalbi daima Allah'ın zikriyle, Allah ile meşgul oluyorsa, Allah kelamı olmayan yere gitmez, hoşlaşmaz. Öyle buyuruyor:

Bir yerde ki gül yoktur o gülşâneye varmam

Hem sohbet-i pîr olmadığı hâneye varmam

Aşk ehlinin ahvâlini pervâneye sormam

Âşık olanın ciğeri yanar da pişer de

Sevdim seni seydâ-yı cihân hayır ve şerde

Demek ki bak, ne nimetler var burada, ne anlamlar var burada.

Evet, nasıl ki bir bülbül gül olmayan bahçeye gitmez. O bahçe ne kadar da meyveli, ne kadar da sebzeli, ne kadar da yeşillikli, çiçekli olursa olsun gül yoksa girmez oraya, gitmez oraya.

Bir Allah dostu da Allah'a sevgisi olan bir insan da Allah'ın ismi anılmayan, Resulullah'ın ismi anılmayan yere gitmez. Hoşlanmaz oradan, canı sıkılır gitmez oraya.

Öyleyse demek ki burada nefs-i mutmainneye geçince yaramaz insanlardan da kurtuldu. Çünkü bir insan yaramaz bir insanın yanına giderse ona ondan zarar gelir. Ama bir insan iyi bir insanın yanına giderse ona ondan kâr gelir.

Onun için bir defa buradan (yaramaz insandan) kurtulmuş oluyor.

Ondan sonra daha nef-si mutmainne demek, kalbi dolmuş. Neyle? Allah sevgisiyle. Allah'ı hiç unutmuyor, Allah kalbinden çıkmıyor ki.

Yalnız, Allah her şeyi zıddiyetle halk etmiş. Bütün sevgiler Allah sevgisinin zıddıdır. Allah sevgisi oldu mu başka bir sevgi olmaz o gönülde.

Ama Allah sevgisi olmazsa orada çok sevgiler vardır. Onlar nöbet değişirler. O girer o çıkar, o girer o çıkar, o girer o çıkar.

Ama burada bir de şu vardır ki bunlar her ne kadar nöbet değişse de beşeriyet icabı gönlüne gelen şeylerdir. Tabii kötü niyetliyse kötü şeyler gelir çeşitli çeşitli. İyi niyetliyse iyi şeyler gelir çeşitli çeşitli.

Fakat en çok neyi seviyorsa onu hiç atamaz kalbinden, o sabittir orada.

Burada en çok sevilenin Allah olması lazım ki onun sevgisi çıkmasın kalbimizden. Bu da nefs-i mutmainneye dâhil olmazsa bir insanda olmaz.

Ama Allah'ın esma nuru tecellî edecek ki onun kalbinde o zaman insanlardan seçilmiş olsun, nefs-i mutmainneye dâhil olsun.

Nefsin yedi makamı var ya:

Nefs-i emmare, Nefs-i levvame, Nefs-i mülhime, nefs-i mutmaine var.

Nefs-i emmare, küfür sıfatıdır Allah korusun.

Nefs-i levvame, küfür sıfatı değil ama noksan sıfattır yine, küfre yakındır.

Nefs-i mülhime ise, yine noksan sıfattır az da olsa onda noksanlık vardır. Nedir ondaki noksanlık? Az da olsa bu noksanlık gün içerisinde işle veyahut alaveresiyle, akrabasıyla meşgul olduğu zaman Allah'ı unutmasıdır.

Ama nasıl ki nefs-i mutmainneye dâhil olursa onun kalbi artık doluyor ve daha dolu olan kalp Allah'ı unutmayan bir kalptir. Zikrin de hulasası kalpten Allah'ı anmaktır.

Nefs-i mutmainneye dâhil oluyor ki o zaman tamam, küfürden uzaklaşmış oluyor.

Küfür denilince sade içki içmek, kumar oynamak, günah-ı kebâirleri işlemek değil. Bir de küçük günahlar vardır. Küçük günahlardan da kaçmak, korunmak lazım.

Küçük günahlar nedir? Küçük günahlar da yine bizim meşru olan şeyleri düşünmemiz, onlarla meşgul olmamızdır.

Günahlar da gayr-ı meşru şeylerle uğraşmamız. Küçük günahlar meşru olan şeylerdir. Yalnız burada Cenabı Hak: “Yiyin için israf etmeyin.”[13] buyuruyorsa, bir var ki; israf, gayr-ı meşru olan haram oluyor.

Bir de var ki; insan, yiyor, içiyor ama gafil yiyor, içiyor. Onun için de o, gafil yiyip içmek de onun için noksanlıktır. O da kusurdur, küçük günahtır.

Niçin? Cenabı Hak: “Ve gıyamen ve guuden ve ala cunubihim”[14] “Beni ayakta zikredin, yatarken zikredin, yerken içerken beni zikredin, gezerken beni zikredin.” buyuruyor. Yapabiliyor muyuz bunu? Yapamıyoruz.

Ancak nefs-i mutmainneye dâhil olursak işte Allah'ı hiç unutmayız. Hiç unutmazsak işte biz insanlardan seçildik. İnsan velî sınıfına geçiyor.

Ama daha velîliğin birinci basamağıdır bu, velîliğin en küçük rütbesidir. Velîlerde de rütbe var, velîlerde de makam var, dereceler var.

Tebliğ memuru var, irşat memuru var.

Ondan sonra gavs var, kutup var.

Velîlerden, burada nefs-i mutmainnede kalan var; esma nurunda yanan var, Raziye Marziye makamında kalan var. Sıfat nurundan içeri geçemiyor, daha ileri gidemiyor.

Safiye makamına ulaşıyorsa ne oluyor? Allah'ın zât nuruna geçiyor.

Bunlar da vardır. İşte onun için burada:

Çok ihsân var bu ihsândan içeru

Buyurmuş.

Ama çok ihsan nedir? Bu çok ihsan hangi ihsanın içerisinde?

Allah bizi Müslüman halk etmiş, inananlardan halk etmiş onun içerisinde. Ama onun içerisindeki ihsanlara giderse bu ihsanlar onun küçüğü, ondan daha büyükleri vardır. İleri gittikçe büyükleri var, daha kıymetlileri var. Ama bunun içerisinde:

Bir noktada pinhân imiş        

Gör neyledi bu aşk bana

Sonra:

 

Cihân bir noktada pinhân değil mi   

Anı fehm eyleyen irfân değil mi

Bir nokta ise; burada Allah'ın varlığıdır, Allah'ın birliğidir, hepsi onda gizli, hepsi orada birleşmiştir.

O noktalar senin kalbindedir. Ne zaman ki o noktayı okudunsa işte tamam her şeyin hakikatine malik oluyorsun. Her şey sende mevcut, her şeyin hakikati, büyüğü sende mevcuttur. Sen büyük oldun, câmi’  oldun her şeyi aldın içine. Niçin? Zâhirdeki anlamı oluyor ki:

Bir yerdesin her yerdesin

....

Evet efendiler, ayakta mı cemaat, dışarıda çok var mı? Almayacak mı yani?

Peki, şimdi teveccühü tarif ediyorum. Teveccühümüz büyük bir ameldir. Zaman zaman yapıyoruz muhitlerde, bölgelerde yapıyoruz. Eskiden daha çok yapıyorduk. Şimdi biraz yaşlandık, hastalığımız var.

Aslında zâhire bakarsanız, doktorların söylemesine bakarsanız; sen yerinden çabalama, hastasın diyorlar. Yerinden çabalama, yorulma, üzülme diyorlar. Hatta öyle dikkat et ki bir grip hastalığı bile almayasın, senin için tehlikeli olur, diyorlar. Ama ben kendi hastalığımı hissetmiyorum, yalnız bir halsizlik hissediyorum.

Bir de bizim için çetin olan diyetimizdir. Bu diyetimizden dolayı biz bir tarafa gidemiyoruz. Bir yerde sabit kalmamız lazım. Yediğimiz bütün her şey ölçülü, saatli ve çok fersiz şeyler. Bizim için yağlı, yağ yasak, et yok katiyen yasak. Hububat yasak, tuz yasak, tatlı yasak, ekmek yasak.

Ne yiyoruz? Ölçülü, tartılı, saatli şeyler çok az miktarda, bir de meyve. Mesela peyniri yemeği kestiler, patates vardı onu da kestiler. Eskiden bizim diyetimizde yüz gram öğle vakti tavuk, balık eti vardı haşlanmış. Sığır eti yasaktı bize. Yüz gram da akşam için, toplam iki yüz gram et vardı; bunu tamamen kestiler. Beş bardak süt, yoğurt vardı onu da üçe indirdiler. Tatlı, yağlı zaten yoktu. Şimdi bir de tuzsuz verdiler.

Bizim şimdi sabahtan kahvaltımız saatli. Saat yediyi geçirmeyeceğiz. Yediden evvel de olmayacak, sonra da olmayacak. Diyor ki doktorlar, bunlar saatinde olmazsa aksi tesir yapar. Bu hastalık işte tebdil ediyor, yediğin yemekleri tebdil ediyor. Buna da bir düzen veriyorlar. Bu düzende olursa bir şey yapmaz, diyorlar.

Diyorlar ki bu alacağın meyveyi yarım saat sonra alsan vücut onu yağa çevirir. Zaten bizim en büyük rahatsızlığımız yağdan.

Hastaneden çıktıktan bir ay sonra tahlile gittim. Kolesterol yüksek çıktı. Bana dediler ki sen perhizini bozmuşsun. Hayır, efendim bozmadım hiç asla bozmadım. Niye böyle oldu? Dediler. Hangi yoğurdu yedin? Dediler. Koyun yoğurdu mu yedin? Evet, koyun yoğurdu da yedim. Koyun yoğurdu yemeyeceksin. Beş bardak yoğurdu üçe düşürdüler, onu da koyun yoğurdu yemeyeceksin. İnek yoğurdu, yavan yoğurt yiyeceksin, dediler.

Evet, bu kadar hassas. Şeker bizim bir böbreğimizi tahrip etmiş. Sağ böbreğimiz çalışmıyor. Sol böbrek için böyle yapmazsan o da tahrip olur, bunu biraz yaşatmak için bunlara dikkat edeceksin, diyorlar.

İşte burada şimdi sabahtan bir bardak tarttım iki yüz gram. Büyük bardaklar var ya su bardaklarıyla iki yüz gram yoğurt. Elli gram kepek ekmeği. Evvelki perhizde yetmiş gramdı, şimdi otuz grama düşürdüler. Bir kibrit kutusu kadar tuzsuz, yağsız peynir. Sabahtan saat yedide bundan başka bir şey alamıyoruz.

Saat onda, kuşluk vakti, yüz gram meyve alıyoruz. Ekşi alabiliyorum elma veyahut da portakal ne olursa olsun yüz gram. O da değişiyor. Mesela bazısı var ki iki yüz gram oluyor, bazısı var ki yüze düşüyor. En azı yüzden aşağı olmuyor. Yüz oluyor, yüz elli oluyor, iki yüz oluyor. İcabında buluyorsak ekşi elma iki yüz gram alabiliyorum, bulamıyorsak ondan aşağı alıyorum. Mesela, üzümü yüz gram alabiliyorum fazla alamıyorum. İşte bunlar da değişiyor. Yani saat on’u geçirmeden bunu alacağız. Onları da tartıyor, alıyorum; tartısız bir şey yok.

On ikide, elli gram kepek ekmeği, iki yüz gram sebze yemeği. İki yüz gram yani bir su bardağı dolusu sebze yemeği tadsız tuzsuz, yağsız. Yağ var ama ne kadar yağ var? Yirmi dört saatte yiyeceğim yağ, yirmi gram mısır özü yağı. Öğle on gram. O sebze yemeğine beş gram koyuyorlar, beş gram da çorbaya. Yağlı olduğu belli bile olmuyor, hiç görmüyorum. Bir su bardağı çorba, bir su bardağı dolusu sebze yemeği; bamya, fasulye veya taze yeşil kabak, bunlar oluyor. 

Bunları yanımızda dolandırıyorum şimdi. O meyveleri tartmışım, koymuşum. Yemekleri de sefer tasıyla beraber dolandırıyorum. Başka türlü dışarıya çıkamıyorum.

Şimdi bunun saatini de geçirmeyeceğiz. Şimdi saat yedide yemem gerekiyordu yiyemedim. Akşamüstü saat onda meyve alacaktım on birde ancak alabildim. Altıda yemek yiyecektim yedide ancak yiyebildim. Bunlar sapıyor değişiyor, yerine getiremiyoruz.

Yine saat üçte meyvem var, yedide yemek, saat onda meyvem var. Bunların dışında, çayla sudan başka, bir gram üzüm bile alamıyorum. Bu durumda işte bir yerde sabit kalmam lazım. Gezince bunlar yerine gelmiyor.

Hadi bunları bırak, şimdi bir de; sende yorgunluk olmasın, üzgünlük olmasın, istirahat etmen lazım. Bu böbreği muhafaza etmen için istirahat etmen lazım, diyorlar.

Şimdi çalışmayan böbreğin bana zararı ne? Ben söyledim doktora benim bu böbrekten şikâyetim yok. O da:

—Olmasın, şikâyetin olmasın. Böbrek ağrı sızıyı iltihap olursa yapar;  taş, kum olursa yapar. Bu onu yapmaz ama görev yapmıyor, dedi.

Görevi neymiş? Almış olduğum gıdalardan vücuda vereceği besin maddelerini dışarıya atıyor.

Şimdi onun yerine böbreğe takviye için üç tane hap alıyorum. Zaten bundan fazla yiyemiyoruz. Bunda da kana vereceği bir gıdayı, vitamini böbreğin biri veriyor; biri atıyor dışarı, vermiyor. İşte onu da takviye için üç tane hap vermişler. Sabah alıyorum, öğle alıyorum, akşam alıyorum onu takviye ediyor. Bu halsizliğin yüzde altmışını gideriyor. Bunu almazdan evvel çok halsizdim, ayakta duramıyordum, namaza duramıyordum. Böyle yerlere seriliyordum. Ama onu aldıktan sonra şimdi yüzde altmışı gitti. O hapın bir tanesini almasam hemen etkisini gösteriyor. İşte durumumuz bu.

Peki, şimdi teveccühe başlayacağız. Yeni ders alanlar, teveccühü görmeyenler teveccühte dikkat edeceğiniz hususlar şunlar:

Bu amelden bir faydanız olsun, kendinize bir şeyler aksetsin, buradan bir şeyler kazanmış olasınız.

Burada teveccühün en büyük mükâfatı burada kalbin dirilmesidir. Kalbe zikir tohumu ekilecek.

Ama hangi kalbe? Sâfî olan bir kalbe. Bak,  bir kelamı kibar var

Yar daim sana nazar eyler

Seni gafil görürse güzâr eyler

Bunun, kelamı kibarın bir anlamı da şudur; Cenabı Hak buyuruyor ki: "Ben kulumun kalbine günde yetmiş defa nazar ederim. Bu yetmiş nazarımı kim cezbederse cennetim helaldir; gelsin, girsin cennetime."

Ama bu yetmiş nazarın saati dakikası belli değil ki bilmiyoruz ki. Öyleyse bu bilinmiyorsa insan ayık olacak ki bu nazarları cezbetsin. Yirmi dört saat hep ayık olacak ki yetmiş nazarı cezbedebilsin. Yani yirmi dört saat Allah'ı hiç unutmayacak ki bunları cezbedebilsin.

Fakat burada belli bir saat var, bir mekân var. Burada muhakkak ve muhakkak bu teveccühte Cenabı Hakk'ın nurları tecellî edecek.

Esma nuru tecellî eder, sıfat nuru tecellî eder, zât nuru tecellî eder. Bu da buradaki müritlerin ruhları hangi nurla idare ediliyorsa ona bağlıdır.

Esma nuruyla idare ediliyorsa esma nuru tecellî eder, onu cezbeder. Ruhun cezbetmesi, yani çekmesidir.

Rabıta müridi, tefekkür müridi, huzur müridi deniliyor ya.

Rabıta müridi, esma nurunu tecellî eder.

Tefekkür müridi, sıfat nurunu tecellî eder.

Huzur müridiyse zât nurunu çeker.

Bunlar değişiyor ama üçü de Allah'ın nuru.

Bir nur var ki burayı ihâta etmiş. Üç yüz mumluk bir lamba, burayı ihâta etmiş. Ama daha büyük bir yere bu nur kâfi gelmiyor. Ama bu nur kendi sınırını muhafaza ediyor, kaybetmiyor. Daha büyük yere yetmiyorsa o zaman sıfat nuru biraz daha büyük oluyor. Bu nurların, esma nuruyla sıfat nurunun, içindeysen sen o zaman daha büyük bir nurun içinde oluyorsun.

Misal; sen Karadeniz'e girdin orada boğuldun veya orada gark oldun, Karadeniz'in büyüklüğünü bilemiyorsun. Ama Karadeniz’le beraber Akdeniz'in içine girdinse yine Karadeniz’in büyüklüğünü bilemiyorsun. Akdeniz'in içindesin ama Karadeniz’le beraber Akdeniz'in içindesin. Akdeniz okyanusa akacak olursa Akdeniz de okyanusun içindedir.

İşte Allah'ın üç nuru böyle, farkları budur, haşa başka şey olmaz.

Esma nuru, isimlerinin nuru,

Sıfat nuru, sıfatlarının nuru,

Zât nuru da zâtının nurudur.

Sıfatları ise zâtının âsârı, esmalarıysa sıfatlarının âsârıdır.

Esmalar burada deyince sadece Cenabı Hakk'ın bin bir ismi değildir. Bu mükevvenâtta, bütün halkiyattakiler isim taşıyor. İsimler var cisimler var.

Evet, Allah'ın esma nuru, isimlerden tecellî eder.

Sıfat nuru, cisimlerden tecellî eder.

Sonra zât nuruysa Cenabı Hakk'ın isimsiz cisimsiz tecellî eder.

Bunlar böyledir.

Yalnız burada işte bu amelde başlangıçtan sonuna kadar kalbinizi muhafaza edeceksiniz, gözünüzü muhafaza edeceksiniz. Bu amel bunu istiyor. Bir de kalb-i selim olmanızı isteyecek.

Diyeceksiniz ki canım kalb-i selim nereden olalım? Geliyor kalbimize atıyoruz yine geliyor.

Olsun onu (geleni) atmak kalb-i selim demektir. Çünkü burada cihat yapacaksınız.

Kalbinizi bir şeyle meşgul etmeyin. Yani kalbinizde bir şeyi tutarsanız ne olur? O kalp meşgul olmuştur.

Pis bir şey, affedersiniz, bir yerde durursa oraya daha çok tesir eder, pis eder. Ama o şey düşer düşmez oradan hemen alınırsa tesir etmez.

Veyahut da burada bir su var, cârî, akan nehir var. Bakın memleketinizde Bayburt'ta bir Çoruh Nehri var. Bu şehirde hiç pislik olur mu? Olmaz. Bütün sokak zibillerini, ev zibillerini Çoruh'a dökseler Çoruh'u kirletemezler, alıp götürüyor. Onda bir güç var. Yine tertemiz götürüyor.

Ama bir göl suyunu düşündüğümüz zaman ona atılan kalır, kalınca orayı kirletir pis eder.

İşte burada da cihat yapan kalp, cârî bir nehirdir, kirlenmez.

Cihat yapmayan kalp kirlenir, mülevves olur.

Burada cihadınızı yapacaksınız. Geleni atın, geleni atın. Mesela bir geldi attınız. Atınca bu sefer neyle attınız Allah'a yalvarmakla sığınmakla, Allah'ı zikretmekle, rabıtayla bunu attınız.

 


[1]  Hadis Kutsi, Buhari

[2] Sad  38:72

[3] Kelamı Kibar

[4] Müslim 2959, İbni Mace 4113

[5] Riyazüs Salihin C1. S.324 Hadis No:281

[6] İsra  17:85

[7] Ahzap  33:4

[8] Keşfül Hafa C.11 S.233

[9] Kaf 50:16

[10] Tin 95:4

[11] Ahzab 33:4,  Beled 90:8, Araf  7:203

[12] Mutaffifi 83:22-24, İnfitar 82:13

[13] Araf 7:31

[14] Al-i İmran  3:191