“Teveccühte Çok Büyük İhsanlar Olur”

10.09.1994, Erzincan

 

Esselamu aleyküm ve rahmetullah, Allah’ın selamı, rahmeti, hidayeti, bereketi üzerinize olsun. Cümleten hoş geldiniz, uzaktan yakından, köyden şehirden, içerden, dışarıdan gelen cümleten hoş geldiniz, sefa geldiniz, sefa getirdiniz. Allah sefa, sürûrunuzu arttırsın. Allah aşkınızı, muhabbetinizi arttırsın. Sabah-ı şerifleriniz hayırlı mübarek olsun, feyizli nurlu olsun.

Yapacağımız büyüklerimizin amelidir, taklit edeceğiz.  Büyüklerimizin ameli büyük teveccühümüzdür, onu da sizin için Allah hayırlı mübarek etsin, feyizli nurlu etsin. Allah emeklerinizi zayi etmesin. Allah niyetinizi halis etsin. Allah arzunuza ulaştırsın.

Allah’a şükür, çok şükür, bin şükür, nihayetsiz şükürler olsun. Rabbimizin lütfuna, keremine, ihsanına nihayetsiz şükürler olsun. Büyük ihsanlarda, büyük lütuflarda, büyük keremlerde bulunmuş.

Bizi Müslüman halk etmiş, inananlardan halk etmiş. Ya küfürde bıraksaydı ne olacaktı halimiz? Allah’a şükür Müslümanlardan seçmiş inşallah. Niçin, neden? Müslüman denince Allah’a inananlar, kâfir deyince Allah’a inanmayanlar. Fakat ta Hz. Âdem’den bu zamanımıza kadar 124.000 peygamber gelmiş geçmiş. Bunlara inananlar Müslüman oluyor, inanmayanlar da kâfir oluyor. Semavi kitaplara inananlar mümin olmuş, inanmayanlar da kâfir olmuş, küfürde kalmış. Allah bunlardan da bizi seçmiş ki sevgili habibine bizi ümmet etmiş.

Cenabı Hak bak, öyle buyuruyor: “Habibim senin dininde eksiklik bırakmadım, tamamladım ve dinlerin içerisinde en üstün din, İslam dinini seçtim sana bahşettim.”[1]. Bir de habibi için buyuruyor ki: “Sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir, sizin üzerinize çok düşkündür.”[2] Habibim, senin kadar ümmetine düşkün, ümmetine acıyan, ümmetini kayıran, ümmetini seven hiçbir peygamber olmadı, buyuruyor. Mahbub-ı Rabbil Âlemîn, âlemlerin rabbısı olan Allah’ın mahbubu, güzeli, sevgilisi olan Peygamberimize, bizi ona ümmet etmiş. Geçmiş peygamberler de Allah’tan ona ümmet olmayı dilemişler. Kelamı kibarda geçer, buyuruyor ki:

Cemî-i enbiya cümle sana hep ümmet oldular

Hüviyet babının miftahı sensin ya Resûlallah

Peygamber Efendimiz miftah; anahtardır.  O çok dehşetli, vahşetli günde herkes “nefsi nefsi” diye korktuğu zaman, peygamberler de “nefsi nefsi” diye onlarda da bir havf olacak. Rabbimizin, Allah’ın gadabı öyle tecellî edecek ki onların üzerinde de havf olacak. Onların üzerinde de gadap, havf, korku vardır. Onları havften, korkudan Peygamber Efendimiz kurtaracaktır. Bunu kelamda ifade ediyor ki bütün peygamberler de Peygamber Efendimiz’e ümmet olmayı Cenabı Hak’tan dilemişler. Onlara da şefaati haktır. O şefaat etmedikten sonra hiçbir peygamber kendi şefaat yetkisini alamayacak. Peygamberimiz en evvel onlara şefaat edecek, yani onlara bir yetki alacak, onlara bir hüviyet verecek. Onların üzerinde olan havfi, korkuyu, baskıyı kaldıracak. Ki bunu ifade ediyor:

Cemî-i enbiya cümle sana hep ümmet oldular

Hüviyet babının miftahı sensin ya Resûlallah

O günde, hüviyet kapısının anahtarı sendedir. Açacaksın, onlara da hüviyet, hürriyet vereceksin, diyor.

Evet, demek ki Cenabı Hak bütün mükevvenâtı onun için halk etmiş ve mükevvenâtta tabii insanı kıymetli halk etmiş. İnsanların da en kıymetlisi odur. Niçin?

Cenabı Hak buyuruyor ki: “Habibim seni halk etmeseydim mükevvenâtı halk etmeyecektim, Levlâke levlâk lemâ halaktul eflâk.”[3]. Cenabı Hak Peygamber Efendimiz’in şanına böyle buyuruyor.

Evet, işte böyle bir Peygamberin ümmetiyiz. Burada da şanslıyız, Allah bizi seçmiş. Sair peygamberlerin ümmetlerinden bizi seçmiş, Peygamber Efendimiz’in ümmeti etmiş.

Evet, onu ahir zamana bırakmış, son zamana bırakmış. Ama her nimetin tadı dibindedir, sonundadır. Yağlı yemeğin yağı iniyor dibine, tatlı olunca tadı iner dibine ki Peygamber Efendimiz son peygamberdir. Ama her peygamberden Allah indinde daha çok kıymetli, daha çok sevgilidir. O Peygamber Efendimiz’e Cenabı Hak bizi ümmet etmiş.

Dünyada bizim vaktimizi, ömrümüzü az etmiş ama Cenabı Hak bize çok büyük nimetler vermiş. Az ömür içerisinde çok kutsal günler halk etmiş, kutsal makamlar bize ihsan etmiş.

Bu kutsal günleri bilelim, kutsal makamları bilelim ve bunlara kıymet verelim, bunlara tazim edelim. Bunları değerlendirelim ki o kutsal günlerin nurundan, feyzinden, bereketinden istifade edelim. O günlerde Allah’ın rahmeti çok tecellî ediyor, bunlardan faydalanalım. Bizim teveccühümüz de büyük bir ameldir. Bugün bizim için kutsal bir gündür. Niye kutsal gündür?

 

Teveccühe gelin ihvan

Kuruldu halka-i Rahman

Açıldı ravza-i Rıdvan

Bu meydan-ı muhabbettir

Bu bir ıyd-ı meserrettir

Kelamı kibarda neyi ifade ediyor?

Teveccühe gelin diyor. Halka-yı Rahman, halka olun, oturun da Allah’ı zikredin. Halka-yı Rahman; Allah’ı zikredenler.

Teveccühe gelin ihvan

Kuruldu halka-i Rahman

Açıldı ravza-i Rıdvan

Orası cennet bahçesi oluyor, orası cennet oldu. Cennet görevlileri, rıdvanlar da orada hizmete geldiler.

Bu meydan-ı muhabbettir

Bu bir ıyd-ı meserrettir

Burada meydanı muhabbet ise bizim bu teveccühlerimiz, hatmelerimizdir, sohbet- hanelerimizdir. Bir araya gelmemiz ve muhabbet etmemiz, sohbet etmemizdir. Budur muhabbet haneleri.

Ama ıyd-ı meserret ne? Iyd, bayramdır. Yani bu da ruhların bir bayramıdır. Zâhirde bayramlarda nasıl nefisler mesrur oluyor, mesut oluyorlar; burada da ruhlar mesut olur, mesrur olur. Bu ruhun bayramıdır.

İşte bir de var ki bayramı bayram olarak bilmek, onu değerlendirmek, onun kıymetini bilmek ve onun feyzinden, nurundan, bereketinden faydalanmak gerektiği gibi, bizim de burada teveccühün ruhî bir bayram olduğunu bilelim, buna da kıymet verelim sonra boşuna gelmiş, gitmiş olmayalım.

Nasıl kıymet vereceğiz buna? Burada işte biz yoksul olarak, fakir olarak, efendim muhtaç olarak, ihtaç olarak buraya geldik, diyelim.

Buradaki bayram nedir? Allah’ın ruhlara olan bir iltifatı olacak, ihsanı olacak. Ama burada biz noksanımızı bileceğiz, eksikliğimizi bileceğiz, kusurumuzu bileceğiz.

Bak!  Cenabı Hak ne buyuruyor: “Her kim ki Allah için alçalırsa biz onu yükseltiriz.”[4]. Burada bir misal veriyorlar ki gökten düşen yağmur katreleri hatt-ı bâlalarda, yükseklerde durmaz; onlar hep kayar gider, çukurlara dolar.

Hatt-ı bâlada kalma ise burada kendimizi yüksek görmeyelim, kibirli görmeyelim, günahsız görmeyelim, kusursuz görmeyelim.

Burada çukurlardan mana ise gönül alçaklığıdır. Alçak gönüllü olacağız, tevazu ehli olacağız ki Allah’ın yağmur gibi yağan rahmeti (burada görünmüyor ama yağacak) o zaman kalplerimize dolsun.

Eğer kalplerimiz alçak gönüllü olmazsa, alçalamazsa o zaman hiç istifademiz, faydamız olmaz. Niçin? Cenabı Hak buyuruyor ki: “Her kim ki Allah için alçalırsa biz onu yükseltiriz, her kim ki tekebbür sahibi olursa onu da hakir, yoksul ederiz.”

Allah’ın yükseltmesi, Allah’ın rahmetine ulaşmaktır.

Allah’ın yoksul etmesi, Allah’ın gadabına uğramaktır.

Allah’a şükür işte zaman zaman biz bu teveccühü yapıyoruz. Allah nasip etti, ihsan etti, bugün de geldik, burada bu teveccühümüzü yapacağız.

Fakat burada ayık olalım. Teveccühe gelmekten maksat yönelmek. Oynamaktan maksat ütmek, derler. Yani burada uydum kalabalığa olmasın şimdi. Buraya tam inanaraktan gelin. Amelimizin büyük bir amel olduğunu bilin.

Evet, biz her ne kadar bu ameli işleyeceğiz ama layık değiliz. Siz de bize eşlik edeceksiniz, biz taklidini yapacağız.

Biz taklitçi olalım olmayalım ne olursa olsun, söz sizdedir, kıymet sizdedir, özellik sizdedir. Siz bunu yapacaksınız. Zaten ne buyuruyor:

Sâlihâ bir kimseye yol aldıran ihlâsıdır

Hazret-i şeyhim efendim ehl-i hâsın hâsıdır

Biz kendimizi şeyh yerine de koymuyoruz, utanıyorum da anlaşıldı mı efendim. Bak, hatta bunu da size ifade edeyim: Bazıları diyor ki: Niçin sarık sarıyorsun? Sarık sarmadan bile ben utanıyorum. Teveccüh de bir ameldir tabii. İmam-ı Âzam’ın kisvesidir diye sarıyorum, yine utanaraktan sarıyorum. Niye, niçin? Çünkü biz hoca değiliz, bir ilmimiz yoktur, tahsilimiz yoktur veyahut da bir meşayih yerine de kendimizi koymuyoruz. Ama biz bunun taklitçisiyiz. Olsun, olsun da taklitçisi olsun. Ne buyuruyor mübarek şeyh efendimiz?

Oy desinler desinler

Dilini dişini yesinler

Kolordunun önünde

Kız oynatmış desinler

Her kelamın bir zâhiri vardır, bir hakikati vardır. Bir mecazı vardır, bir hakikati vardır.

Ama bu kolordudan mana nedir?

Dilini dişini yesinler, bunlar kimdir?

Veya kız oynatmış desinler, bunlar nedir? Bunların anlamı nedir?

Kolordudan mana; bir meşayih kolordu komutanıdır. Aslında maneviyatta ordu komutanıdır. Maneviyatta bizim tarikatımız askeridir. Ta erden mareşale kadar rütbemiz vardır. Her tarikata giren bir asker kıyafetine girmiştir. Fakat onun kabiliyetine bakar, çalışmasına bakar. Terakkisine, kabiliyetine, çalışmasına bakar. Niçin?

Kabiliyet biz de olmazsa meşayih neylesin

İster ise mürşidi olsun Muhammed Hazreti

Kabiliyet bizim kalbimizdir. Bizim kalbimize verilen bir muhabbet var.

Bil emanettir muhabbet sana Mevlâ’dan gelir

Doğru Mecnun olduysan bil ki Leyla’dan gelir

Burada doğru Mecnun olmak demek; Mecnun bir on paralık kıza âşık olmuş da Allah’a ulaşmış, Allah’ın nuruna ulaşmış, Allah’ı bulmuş. Mecnun bir on paralık bir kıza, nakısa-i akıl olan bir kıza âşık olmuş. Peki, biz kâmil mükemmil bir meşayihi tanıdık, kapısında bekliyorsak (kendime söylüyorum) bizim emeğimiz boşa mı çıkar? Mahrum mu oluruz?

Ama biz taklidini yapalım da tahkiki onlardan doğacak. Sâlih Baba öyle buyuruyor:

  Ateş-i aşkınla yandır Sâlih’i

  Şarab-ı lebinle kandır Sâlih’i

  Taklitten tahkîke döndür Sâlih’i

  Affeyle hizmette noksanımız var

Her fiilimde ben noksanlık görüyorum. Hiçbir hizmetimi layıkıyla yapamıyorum. Ama bu bize müjde değil mi? ‘Taklitten tahkîke döndür Sâlih’i’,  buyuruyor. Yani taklidimizi, tahkîkî yapacak.

Ateş-i aşkınla ki eğer Cenabı Hak bize tam manasıyla gönlümüzü ihya edecek bir aşk verirse, o zaman zaten bu aşkın semeresidir, o aşkın meyvesidir. O aşkın tecellîyatıdır ki insan:

Olmuşum her bir kusurun nadimi Allah için

Aşkın vermiş olduğu bir ihsandır ki aşktan tecellî eden bir ihsandır ki bir insan amelini sağlam da yapsa yapamadım der.  Hâşâ Estağfurullah, biz sağlam yaptık demiyoruz. Yine sağlam yapamıyoruz ama umutsuz değiliz. Biz umut üzerine yaşıyoruz. Çünkü umutsuzluk küfürdür. Umutsuzluk Allah’ın rahmetini noksan görmektir.

Umudum ne? Umudum şudur ki: Allah’a şükür Cenabı Hak bize tanıttı. Neyi tanıttı? Büyüklerimizi, mürşitlerimizi, mürşidimizi tanıttı. Yeter, bu bize yeter.

  Gönlüme nakşoldu hubb-ı cemali

  Terk eyledim cümle hep kîl ü kâli

  Dünya perestlerin çok ise malı

  Bizim de İmam-ı zamanımız var

Bizim dedemiz mürşid-i sakaleyn. İnsin, cinnin meşayihiymiş. Her meşayih mürşid-i sakaleyn olamıyor. Çok meşayihler var ama her zamanda bir tane mürşid-i sakaleyn olur; insin, cinnin, meşayihidir. Ve evlad-ı Resul’dendir de. Elinde verilmiş şeceresi varmış.

Fakat nasıl ki Pîr-i Sâmî Hazretleri’ni tanımışsa, dedemin 9–10 tane nüfusu varmış, işini, çoluğunu çocuğunu bırakmış gitmiş, Pîr-i Sâmî Hazretleri ile dolaşmış. 27 sene ona hizmet etmiş. 27 seneden sonra irşat olmuş. En büyük oğlu da babamdır. Babamı da götürmüş medresede müderris yapmış. O da medresede okumuş.

Fakat zaman sonra tabii irşat olduktan sonra görev verildikten sonra ne yapmış? Bayburt’a gitmişler, oradan Tercan’a gitmiş. Oradan hicrete gitmiş. Hicretten döndükten sonra Erzincan’a gelmiş, Erzincan’da kalmış. Tabii köyümüz Keleriç köyü, Karakaya köyü, yazdan yaza köye gelmiş. Bir gelişinde camide buyurmuş ki cemaate demiş ki:

—Hicret vacip oldu, muhacir oldunuz, hicret ettiniz, efendim amelinizi işleyemediniz, mesela haram yediniz, her bir şey işlendi hicret esnasında.  Siz gelin bir tecdid-i tarik edin, gelin tarikata girin, ders tazeleyin, demiş.

Tazeleyen olmuş, tazelemeyen olmuş.

Bir de buyurmuş ki:

—Komşular, biz bu köyde doğduk, büyüdük. Mum dibine şule vermez, derler. Bir de elden doğan dana kapıda öküz olmaz, derler. Onun için biz Pir-i Sami Hazretleri ile gezdiğimiz zaman bana yumurta yemeye geziyor; bal, yağ yemeğe geziyor; helva yemeye geziyor, dediniz, demiş.

Yani demek istemiş ki ben bu köyde doğdum, büyüdüm de beni tanıyamadınız, bilemediniz ve benim aleyhimde de konuştunuz.

Şimdi efendiler! Böyle, demek ki yalnız Cenabı Hak Âlim’dir, Kadir’dir. Allah bir kuluna ihsan ederse kim karışabilir? Onun verdiğini kim elinden alabilir?

Biz de burada evet, her ne kadar biz de bu memlekette doğduk, büyüdük. Hâşâ Estağfurullah bu memlekette köyümüz, şehrimiz, köylülerimiz bizi tanıyamadı. Neden? Günahkâr olduğumuzu bilemediler. Günahkâr olduğumuzu anlayamadılar. Günahkâr olduğumuzu kabul etmediler, tanıyamadılar. Ta ki Avrupalar tanıdı. Ta ki Avrupa ülkeleri tanıdı. Ta ki Türkiye’nin dört bir yanı tanıdı. Bizim memleketimiz de daha yeni yeni ünlendik.

Evet efendiler! Allah’a sığınırım, Pîrimin velâyetine, Allah’ın azametine, Resulullah Efendimiz’in şefaatine sığınırım. Bu bizim iyiliğimizden, bildiğimizden değil.

Diğer bir tarafta tabii bunlar da haklılar. Niçin? Yani biz burada bir ilim sahibi değiliz, biliyorlar. Bir tahsilimiz, kültürümüz de yoktur, onu da biliyorlar. Fazla bir ebrar, amelim de yoktur, onu da biliyorlar. Bunlar da haklılar.

Ama Allah bir kuluna ihsan ederse ilmine, ameline, hiçbir şeyine bakmaz, sormaz. Cenabı Hak öyle buyuruyor: “Ben bir kulumu aziz yaparsam, kimse onu zelil yapamaz. Ben bir kulumu zelil yaparsam kimse onu aziz yapamaz.”[5].

Evet, burada da Allah’ın lütfudur, ihsanıdır. Her ne kadar kulun bir iradesi var ama Cenabı Hakk’ın nimetleri çoktur. Kul bütün nimetleri iradesi ile çalışması ile elde edebilir. Yalnız bir nimet var ki kul onu çalışması ile elde edemez. O, Allah’ın bir ihsanıdır, kime dilerse verir.

Yalnız bak, bir de buyuruyor ki:

Bir kula ererse lütf-ı Rabbani

Bahre Zülkarneyn-i İskender eyler

Ne demek oluyor bu? Bahr; deniz, berr de kara.

Yani İskender isminde biri yaşamış, Cenabı Hak Kur’an’da bize bildiriyor, şarktan garba dünyaya hâkim olmuş. İskender, yani çok kuvvetli demek. Zülkarneyn ismi ile Kur’an’da geçiyor, İskender-i Zülkarneyn.

Bir kula ererse lütf-ı Rabbani

Allah bir kuluna lütfederse bahre kadar İskender eder Zülkarneyn’i.

Evet, Allah biliyor. Her şeyden haberdar, her şey ona âyân. Bizi de biliyor, herkesi de biliyor, neyse. Biz de Allah’a şükür, ifadem şu: Bu ameli işliyorsak biz taklidini yapıyoruz. Taklidini yapmak da yine lütuftur, yine ihsandır.

Taklitte öyle bir ihsan var ki bakın: Bir Yahudi, Abdülkadir Geylani’yi (kuddise sırruh) taklit etmiş. Abdülkadir Geylani Hazretleri mübarek ona tâbî olanlara cehrî zikir yaptırıyor ve zikri de kumanda ediyormuş. Onlar cehrî zikirde başları sağa sola çevirerek aşikâr yaparmış. Bir Yahudi, Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin cehrî zikir yaparken, sağa sola başını çevirdiğini görmüş. Gitmiş ondan sonra onu hicvetmiş, alay etmiş. O da başlamış ‘hay, hay, hay’ diyerek sağa sola başını çevirip hicvetmiş geçmiş. Yahudi uykusunda âlem-i mana görüyor. Bakıyor ki ölmüş, herkes ölmüş, kıyamet kopmuş. Herkes kalkmış mahşer yerine gidiyorlar. Mahşer yerine giderken bir zebani gelmiş, bunun boğazına halatı zinciri takmış, cehenneme götürüyor. Abdulkadir Geylani Hazretleri’nin mübarek revhaniyeti karşısına çıkmış.

—Bunu nereye götürüyorsunuz? Demiş.

O zebani de demiş ki:

—Bu Yahudi, cehenneme götürüyorum.

—Hayır, bunun başı bizi yansıtmış. Ben başını vermem, başını almayın. Başı bizi hicvetti, onun başı bizi yansıtmış, ben onun başını vermem. Başını almayın da gövdesini alın, demiş.

Yahudi uyanıyor, imana geliyor hemen koşuyor mübareğe intisap ediyor. 

Demek ki bu insibah ne kadar kıymetli bir şey. Yani taklit denilince burada yanlış anlamayın. Taklit ikidir: Bir taklit var ki hicvedenler, hicveden bile nimetine ulaşmış, alay eden bile nimetine ulaşmış.

Onun için buyururlar ki: “Evliyâullah’tan söyleyin de ta ki sui hâlini söyleyin.”.

Hâşâ söylenmez ama ta ki söyleyin de onlardan söyleyin. Tarikattan, şeriattan yeter ki bahsedin.

Evet, burada taklit ikidir: Bir var ki inanmayanların hicvetmesi, alay etmesidir. Bu değil. Bunun hakkında şöyle buyuruyor:

Kavm-i Nemrudîler istemez bizi

 Bak, böyle buyurmuş:

Arifin Hak iledir Hak’tır özü

Anların kıblesidir şeyhin yüzü

Kavm-i Nemrudîler istemez bizi

Biz hafid-i Pir-i Tagî olmuşuz

Pir-i Tâğî Allah’a şükür büyük bir velî, asrın müceddidi; zâhir, bâtın ilmini birleştirmiş ve doğuda, güneydoğuda Kürdistan’a her ne kadar şimdi orada teröristler çıkmışlar, oraları işgal etmişler ama onlar nereden? Irak’tan, İran’dan gelmişler, oranın halkı değil. Ama ne hikmetse onu bilemeyiz. Esas bütün ulema, bütün meşayih hepsi güneydoğuda hatta merkezi neredir? Bitlis’tir. Oradan doğmuş, oradan zuhur etmiş ki Pir-i Tâğî;

Biz Hafîd-i Pir-i Tâğî olmuşuz

Pir-i Sâmî’nin çırağı olmuşuz

Hafîd; torun demektir. Pir-i Tâğî’nin torunuyuz, Pir-i Sâmî’nin de çırağıyız, buyuruyor.

Evet, ama bizim taklidimiz insibahtır. Yani biz de onların amelini yapmaya çalışıyoruz inşallah. Bu kadar teveccüh yapıyoruz. İnşallah taklitten tahkike döner, dönmüştür inşallah veya döner inşallah, bu ümitteyiz.

Peki, ne demek oluyor bu? Yani biz layıkıyla yapmasak bile, layık olmasak bile layık ederler. Onların himmetleri boldur, âlîdir. Onlar merhamet sahibidir. Onlar çok ganidirler, bonkördürler. Onların bir şeyleri eksik olmaz.

Burada biz yeter ki eksikliğimizi bilelim, noksanlığımızı bilelim, kusurumuzu bilelim, acziyetimizi bilelim de bir şey isteyebilelim.

Fakat Cenabı Hak ne buyuruyor? “Yetimlere, fakirlere, saillere ihsanda bulunun.”[6]. Bir de ulemanın insanlara böyle bir emri varsa, Allah insanlara yetimlere, saillerine böyle ihsanda yardımda bulunur.

Biz de Allah’ın saili olursak Allah bize ihsanını etmez mi? Eder amenna ve saddakna. Ama yeter ki biz Allah’ın saili olduğumuzu bilelim. Allah’ın saili olduğumuzu bilmek için efendim kusurumuzu ve eksikliklerimizi bileceğiz.

Zaten eksikliğimiz, kusurumuz çoktur. Her halimiz eksikliktir, her sözümüz noksanlıktır, her işimiz eksikliktir, noksanlıktır. Niçin, neden?

Mademki bir işi görürken Allah’ı anamıyoruz. Bir söz söylerken Allah’ı anamıyoruz veya yerken, içerken, yatarken, kalkarken, konuşurken, alırken, verirken Allah’ı anamıyorsak bundan daha büyük noksanlık olur mu? Tabii bizler için bu noksanlıktır.

Bir noksanlık da var ki zahir emirde günahları işlemektir. Günah-sevap, helal-haram, hayır-şer, bilmemektedir. Bu da bir noksanlıktır. Ama tarikatımızda noksanlık bunlar değildir. İnşallah tarikata giren, zaten bunları yapamaz. Bunları yapıyorsa tarikattan haberi yoktur. Tarikata girmiş değildir. Bunları yapanlar tarikata ayak basmış değildir.

Ama tarikattaki noksanlık nedir?

Tarikattaki noksanlık da gafletimizdir.

Bu gaflet denilince zahirde yine günah işlemektedir. Ama tarikatımızdaki gafletlik Allah’ı unutmaktır. Yerken, içerken, alırken, verirken Allah’ı unutuyorsak gafletliktir. Bu da bir eksiklik, noksanlıktır. İşte bunun def’ine çalışalım, bunun ikmaline çalışalım. Bu gafletimizi atalım, bu gafletten kurtulalım.

Uyan gaflet meyinden kalk

Bu derdin çaresine bak

Kemendi boğazına tak

Ara bul kâmil insanı

Evet, inşallah teveccühümüz bizim büyük bir amelimizdir. Allah’a şükür büyüklerimizin amelini biz de işleyelim. İşte bu kelamda:

Oy desinler desinler

Dilini dişini yesinler

Kelamı kibar değil de bu mecazî bir kelamdır ama bunun da bir hakikati var.

Kolordunun önünde

Kız oynatmış desinler

Burada kızdan mana bir sultanlıktır. Anlaşıldı mı efendim? Kolordudan mana bir askeri kuvvettir. Kolordunun komutanıdır. Bir kolorduda binlerce kişi, er vardır. Bir orduda da belki milyona yakın er vardır. Ama o erlerin içerisinde, erden başlıyor da ta ki rütbeli subaylar, ta ki hepsi bir kumandana bağlı. Hepsi geliyor o kumandanın karşısında bir boyun eğiyorlar. Ona karşı bir tazim yapıyorlar.

Öyleyse bir manevi komutanın karşısında da biz bir tazim yapalım. Eğer tazim yaparsak işte bizde de bu cezbe olur. İşte kız oynatmış desinler, budur.

Oy desinler desinler

Dilini dişini yesinler

Yani bu münkirler, cezbeye, tarikata, meşayihe inanmayanlar bizi hicvediyorlarsa, alay ediyorlarsa, bizim aleyhimize konuşuyorlarsa işte onlardır. Dilini dişini yesinler, onlardır.

Kolordudan mana bir askeri kuvvettir, ordunun komutasıdır. Orada kız oynatmış desinler. Burada da kolordudan mana muhakkak ki burada bizim kolordu komutanlarımız bizim büyüklerimizdir. Onların amelleri işleniyorsa muhakkak manevi kolorduları çok güçlüdür, zahir kolorduları gibi değildir. Zahir kolorduları için zaman vardır, mekân vardır.

Manevi kolordular için zaman, mekân olmaz. Niçin? Onları Cenabı Hak zamandan, mekândan kurtarmıştır. Onlar için uzak yerler de yakındır. Onlar için gaibdekiler de hazırdadır. Niçin?

Bir yerdesin, her yerdesin,  buyruluyor.

Birlikten mana; Allah’ın birliğine ulaşan her yerdedir. İnsan ulaşmayacak mı? Ulaşacak. İnsan Allah’ın birliğine ulaşır. Kim ulaşır? Çalışan ama sa’y eden ulaşır. Allah’ın fazl u tevfiki, sa’y edenedir. “Et tevfiki meassay.” buyrulmuş.

Yalnız burada sa’ysız olmuyor. Sa’y eden insan gider, gider çok nimetler, çok makamlar, çok rütbeler elde eder, terakki eder. Manevi halleri, manevi nimetleri, manevi makamları sa’y ile geçer. Yalnız tek bir makam var ki, tek bir nimet var ki onu sa’y ile geçemez. O sa’yını bırakmadıktan sonra o nimete geçemez.

Misal verilecek olursa; bir padişah, ırak bir yolu olan bir padişah veya cumhur reisi var diyelim. Veyahut da büyük bir mülkî amir var diyelim. Onun bir makamı var tabii. Mülki amir ama bu mülkte yaşayanların hepsi ona gitmek istiyorlar, onu görmek istiyorlar, ondan bir ihsan almak istiyorlar. Fakat ona giderken yollarda çok soyulmalar var, efendim vurulmalar var. Veyahut da bataklar var, sapan yollar var.

Ona gidecek yolu bilmek lazım. Çok yol var ama ona gidecek sağlam bir yolu bulmak lazım. Ve o yolu emniyete almak lazım. O sağlam yolu sana bildirecek birisi olacak. Ve orada giderken, her ne kadar sağlam gidiyorsan da bir de sana bir vasıta veriyor. Bir de sana bir silah veriyor. Şimdi vasıtanla, silahınla gittin. O hünkârın, o padişahın sarayına silahınla ve vasıtanla giremezsin. Orada vasıtanı bırakacaksın, silahını da dökeceksin ki oraya girebilesin.

Demek ki bizim sa’yımız bir vasıtadır.

Zaten öyle, insanlar günah işliyorsa Allah’ın gadabına gidiyorlar, uğruyorlar. Amel işliyorlarsa Allah’ın rahmetine ulaşıyorlar.  Demek ki burada bizim sa’yımız, gayretimiz, amelimiz nedir? Bizim silahımızdır ve bizim vasıtamızdır.

Ama padişahın huzuruna gittiğimiz zaman, bu silahla padişahın yanına giremeyiz ve koymazlar da. Orada dökeceksin bunları, dökmezsen içeri giremezsin.

Onun için burada bizim sa’yımız bizi götürür, götürür de bir makamda bizi tıkandırır. O sa’yımızı geçemezsek biz o nimete ulaşamayız.

Bu sa’ydan geçmek de işte bizim irademizde değil; bizim gücümüzle, çalışmamızla olmaz. Bu bir Allah’ın lütfu ihsanıdır. Bak buyuruyor ki:

Varlık dağını delmeyen

Ağlar iken gülmeyen

Şeyhini hak bilmeyen

Düşer hüsrana saki

Burada hüsran da zarar. Cenabı Hak buyuruyor ki: “Vel asrı innel insane lefi husr.”[7]  Cenabı Hak “İnsanlar zarardadır.” buyuruyor. Ama bu zarar manevi zarar, maddi zarar değildir.

Ama tabii ki bir zarar var ki günah işliyor, zararlar işliyor.

Bir zarar da var ki amel işlemiyor yine zarar ediyor.

Bir zarar da var ki amelini az işliyor, çok amel işleyene karşı o da zarardadır.

Zaten Peygamber Efendimiz bunu böyle açıklıyor: “İki günü müsavi olan da zarardadır.”[8] buyuruyor. Demek ki her günkü amelimizi çoğaltacağız. Veyahut da bu insanların amelleri hep müsavi değil, birbirinden amelleri farklıdır.

Bizim için de madem amelde farklılık varsa, amel de bizim için bir manevi kâr ise biz de bunun farklılarını arayacağız. Biz de bunların efdallerini arayacağız. Amelin farklılarını, efdallerini arayacağız ki manevi kârımızı da yükseltelim.

Ama “İki günü de müsavi olan zarardadır.”. Hani amelimizi çoğalttık, manevi kârımızı çoğalttık, çoğalttık da nereye gider bu?

Mademki bu manevi kâr amelle oluyorsa, bu ameli çoğaltacağız ki kârımız çoğalsın. Bunu her gün çoğalttık, çoğalttık da nereye kadar gider bu? Ancak bir senede dolar.

Zaten farz ameller artmaz eksilmez. Ama Cenabı Hak, “Kulum bana nafile ibadetle yaklaşır.”[9] buyuruyor. Amel artarsa nafile ibadet yaparak artırır. Fazla Kur’an okunur, fazla namaz kılınır, fazla zikir yapılır. Değil mi bunlardır.

Ama bunları insan arttırır arttırır da, her gün çoğaltır çoğaltır da nereye kadar gider? Bir sene sürmez günü dolar.  Gününü doldurduğunda, gününü uzatamaz ki amelini çoğaltsın. Amelini çoğaltamıyorsa o zaman müsavilikten kurtulamıyor. Müsavilikten kurtulamıyorsa zarardan mı kurtulamıyor?

Burada büyük bir rumuz var. Ancak buradaki müsavilikten kurtulmak tarikatı anlamak ve yaşamaktır. Tarikatı anlayan ve yaşayan müsavilikten kurtulmuştur.

Niçin? O her gün terakki ediyor, çünkü ruhun terakkisi var. Her gün o terakki vardır. Bedenin terakkisi amelle oluyorsa, amelle günleri dolar.

Ancak ruhi terakki ancak Allah’a yükselmektir, terakki budur. Bunun nihayeti yok.

Himmet-i evliya bize yar iken

Şah-ı Nakşibendî ser hünkâr iken

Seyyid Taha Sıbgatullah var iken

Kâbe Kavseyn’e kadar seyranımız var

Bakın nasıl burada açıklandı? Kâbe Kavseyn Peygamber Efendimizin makamıdır. İnsan ne kadar yükselse oraya gidemez. Ama yolu kapalı değil. Oraya kadar açık yol, kapalı değil. Gidebiliyorsan git. Bin sene yaşasan, bin sene terakki etsen oraya ulaşamazsın.

Demek ki bu müsavilik ancak burada terakki ediliyor, başka değil.

Allah’a kurbiyetin nihayeti yoktur.

Allah’a olan havfin nihayeti yoktur.

Allah’a olan aşkın, sevginin nihayeti yoktur.

Bu terakki, bu havf tarikattadır. Niçin?

Biz ne kadar havf etsek, bir milyon müptedi insanın, müridin havfi bir evliyanın havfiyle beraber olamaz. Bir milyon müridin sevgisi bir evliyanın sevgisiyle bir olamaz. Zaten ondan alıyorlar. Bu güç ondan geliyor. Bak! Ne buyruldu kelamda?

Bil emanettir muhabbet sana Mevlâ’dan gelir

Doğru Mecnun oldun ise bil ki Leyla’dan gelir

Küntü Kenz’in mebdeidir arş-ı â’lâdan gelir

Evet, demek ki bir tarikatta ne kadar mürit, talip varsa bunların hepsinin sevgisi Evliyâullah’ın nurundan geliyor. Demek ki onun için buyuruyor ki:

Aşk-ı muhabbet hanesi….

Bak, bu aşk-ı muhabbet hanesi, dünya hanesi değildir. Yani Evliyâullah’ın bir hanesi, tekkesi varsa orada ne yapıyorlar? Orada bir aşk, muhabbet sahibi oluyorlar. Muhabbet elde ediyorlar.

“Aşk-ı muhabbet hanesi” onun kalbidir. Gönlümüzdeki aşklar, sevgiler ondan geliyor. O veriyor, ondan geliyor.

Aşk u muhabbet hanesi âlem anın divanesi

Hep cümle hüsnün anesi cümle maâdin kânıdır

Aşk-ı muhabbet hanesi Evliyâullah’ın kalbidir.

Aşk Allah sevgisidir.

Allah sevgisi onun hanesinden dağılır.

Öyle değil mi? Bütün müritler nereden alıyor muhabbeti, kimden alıyorlar? Meşayihten, tekkeden alıyorlar. Orayı tanımayanlar aşkı bilmiyorlar. Orayı tanıyanlar oraya gidiyorlar ki onlarda Allah sevgisi tecellî ediyor.

Öyleyse demek ki onların hem dünya haneleri aşk u muhabbet hanesi, hem de kalpleri aşk u muhabbet hanesidir.

“Âlem anın divanesi”; yani mademki o aşk u muhabbet hanesi olduğu bilinirse, bir de Allah ihsan etmişse, Allah’a inanan insanların hepsi onun divanesi olur.

Divane demek ona gönülden bağlanırlar. Yani akılları gider. İşte o zaman Mecnun sıfat olurlar.

Doğru Mecnun olduysan bil ki Leyla’dan gelir

“Hep cümle hüsnün anesi” derken onlar bütün güzelliklerin anasıdır.

Burada bir anlamı şudur ki 79 ahlakı hamîdeyi, güzel ahlakları o elde etmiştir.

Bir anlamı da şudur ki Allah’ın ne kadar mükevvenâtta güzeli varsa hepsinin güzelidir.

Burada Cenabı Hak buyuruyor ki  “Biz insanı güzel, kıymetli halk ettik.”[10]. Ama hangi insan bu? İşte bunlar velîlerdir.

Niçin? Allah’ın güzelliği onlarda var. Allah’ın sıfatı onlarda var.

Ama o sıfatı, o perdeyi açmak lazım. O sıfatı onlarda görmek lazım. Fakat Evliyâullah’ın yüzünde bir perde vardır. O perde nedir? İşte bu yüzüdür, bu cismidir, o da perdedir. Ama bizim de bir perdemiz var. Biz perdemizi açacağız ki onun perdesi de kalksın, sade onun perdesi değil. Onun perdesi aslında açıktır. Niçin bak!

Seni Hak bilmeyen o geçreviler

Buluğa ermez anların imanı

Pir-i Sami Hazretleri’nin zamanında bütün insanlar onu görmüşler ama zahirini görmüşler. Ama diğer görenler onu kâmil mükemmil bir mürşit olarak onu görmüşler. Onların perdeleri açılmış. Onlar onu öyle görmüşler. Onun için bak, buyuruyor:

Allah’u nurun nuru

Sende kılmış zuhuru

Cismin tecellî turu

Gönlün meva’de saki

Görenler öyle görmüşler.

Ama onların görmeleri şudur ki: Evet Allah’ın bir ihsanı olur. Nasıl ki ilm-i vehbî ve ilm-i kesbî var. İlm-i kesbî insanlar okumakla çalışmakla elde ediyorlar. Ama ilm-i vehbîyi ise Allah ihsan ediyor. Bu bilinmez, o çok azınlıktadır. Cenabı Hak milyonda bir kişiye ihsan eder. Bu velîlerde de olur, müritlerde de olur.

Mürit çünkü üçtür. Bak, mürit var ki mesela göz müridi. Mürit var ki efendim gönül müridi. Mürit var ki ruh müridi.

Ruh müridi nerede olur? Eğer bir mürit ilk meşayihe gittiğinde ona tam manasıyla gönül verdiyse, evet.

Pîr-i Sâmî tuttu destim sakiyi sehba gibi

Yek nazarda aldı aklımı dilber-i Rânâ gibi

Bakın burada Pîr-i Sâmî Hazretleri’nin binlerce müridi varmış. 40 bin müridi olduğu rivayet ediliyor. Fakat bu 40 bin müridin içerisinde tabii çalışıp nimetlerine ulaşanlar olmuş. Sâlih Baba, Pîr-i Sâmî Hazretleri’nin bir bakışında nimetine mazhar olmuş. Onlar ise çalışmışlar, olmuşlar.

Bu neye benziyor? Bir insan sıfırdan başlar çalışa çalışa, büyüte büyüte, büyük bir zengin olabilir. Ama bunu gerekli kılacak zamanı var, işlemi var. Mesela çok zaman geçti, çok da çalıştı, çok da koştu insan zengin oldu. Milyarlık bir zengin olduğunu düşün. Bir de var ki insan bu milyarı ikramiye vurmuş veya eliyle bulmuş. İşte çok fakirken efendim, çalışırken toprakta çapa yaparken bir hazine buluyor. O da bir milyarlık zengin oluyor.

Hâlbuki öbürü milyarlık zengin oldu ama yıllar boyu çalıştı, koştu, çabaladı; çok büyük çalışmasıyla zengin olmak için emek sarf etti. O zaman ne fark eder? O da bir milyarlık zengin, diğeri de bir milyarlık zengin.

Evet, bu da Allah’ın bir lütfu, ihsanıdır.

İşte mürit üçtür: Ki göz müridi: O görür, gelir. Onun sonu gelmez. Yani nedir bu? O bir keramet görecek, ondan sonra gelecek. Keramet o müritin gözünden silininince gönlünden de silinir. Onun sonu gelmez. Çünkü tarikatın adabı şudur: Şeyhinden keramet bekleyen zındıktır, yalancıdır, buyruluyor.

Ama şeyhinin her hareketini keramet bilecek. “Velekad kerremna benî âdeme.”[11] Cenabı Hakk’ın emridir. “Biz insanlara kerameti verdik.”. Ama mürit için budur ki:

Mürit; şeyhinin yemesini, içmesini, oturmasını, kalkmasını, konuşmasını, yürümesini, yatmasını her halini keramet bilecek. Hani bilse ki şeyhi yatıyor, uyuyor. Onun uyumasını keramet bilecek. Niçin? Onlar hakka vasıl oluyorlar. Onların uykuları da zikirdir. Onların uykularında Allah’ın nuru onlarla beraberdir. Allah’ın nuru onlardan kesilmez.

Onun için göz müridi; görür, gelir; gözünden kesildikten sonra her şeyi kaybeder. Göz müridi rüşvetle muamele gören bir memura benzer. Büyüklerimiz öyle buyuruyorlar. Rüşvet verirsen eğer işini görür; rüşvet vermezsen işini görmez. Göz müridi böyleymiş.

Ama gönül müridi öyle değil. Gönül müridi sevmiş, gönülden sevgi ile bağlanmış gelmiş. Allah’ın emri de budur. Cenabı Hak “Allah’ın ipine sarılın.”[12] buyuruyor. Hâlbuki zahirde bir ip yok ki herkes sarılsın. Bu ip sevgi ipi, sevgi bağıdır. Kelamı kibarda da bu geçiyor:

Uyan gaflet meyinden kalk bu derdin çaresine bak

Kemendi boğazına tak ara bul kâmil insanı

Bu kement bir bağ ise bu da müridin zahirinde görülmemiş. Hiç kimse bir bağ ile kendisini meşayihin kapısına bağlamamıştır.

Ama bu kement nedir? Bağ; meşayih vasıtasıyla bir Allah sevgisidir. Çünkü meşayihi seven Allah’ı seviyor. Allah öyle buyuruyor: “Beni sevin, sevdiklerimi sevin.”[13] Sevdiklerimi sevin ki beni sevesiniz.

Evet, öyleyse gönül müridi sevgiyle bağlanmıştır. O keramet ile gelmemiştir. Onun için keramet olsun olmasın önemli bir şey değil. Gönülden bağlanmışsa o keramet istemiyor ki.

Gönülden bağlanmak şudur ki: Bakın efendiler! Emir Külal Hazretleri evlad-ı Resul’den. Nakşibendî Efendimiz’in manevi şeyhidir. Ta ki tarikata girmeden evvel sebavette de kerametleri varmış.

Ehl-i aşk bu yolda sararıp solup

Anladılar pîrsiz olmaz bir kulup

Harfi savtı olmayan mektep bulup

Allah ruhu temiz halk etmişse, o sebavetinde de, mükellef olduktan sonra da Allah’a hiç isyan etmez, hiç günah işlemez. Allah’ın emrini yapar. Ama onun da bir özelliği vardır, bir terakkisi vardır, kerameti de vardır, bir kemâl sahibi de olmuştur. Fakat bu mürşitsiz olmuyor. Onun yine bir mürşide ihtiyacı var. Mürşit onun ateşini yakacak, çakacak. Kalbindeki ateşini çakacak. Bak!

Çakmağ-ı aşkı çakmışam

Raz-ı derunum yakmışam

Benliğimi bırakmışam

Onun için işte Emir Külal Hazretleri güreşçilik yapıyormuş. Olur ya gençlik hali gücü var, sıhhati var, güreşçilik yapıyormuş. Güreş meydanında güreşirken Muhammed Baba Hazretleri o zamanın büyük meşayihi tebliğe giderken güreş meydanın kenarından geçiyormuş.

—Bir kalabalık var orada, nedir? Demiş.

Bakmış ki orada güreş var, güreşi seyrediyorlar. Şeyh hazretleri atını çekmiş. Yanında çok mürit var, o güreşçileri seyretmiş. Müritler de zannetmişler ki güreşi o da seyrediyor. Onların da gönlüne gelmiş. Demişler ki:

—Ne hikmeti var ki şeyh hazretleri bu bidat olan bir şeyi seyrediyor.

Tabii ona aşikâr oluyor. Allah Evliyâullah’ın gönlüne doğurur. Evliyâullah muttasıf yaşayandır, Allah bildiriyor. Onların gönlüne böyle gelince diyor ki:

—Ben burada bidat olan bir güreşi seyretmiyorum. Burada bir merdan-ı Huda var, ona bir kanca takacağım, demiş. 

Bu arada seyrederken, Emir Külal Hazretleri de güreşte hasmıyla çarpışırken Muhammed Baba’ya gözü çarpmış. O iki göz birbirine çarpınca işte orada kancayı takmış ona. Bak, kelamda geçiyor ki:

Gelir buy-ı Muhammed gül yanağından senin şahım

Dem-i İsâ zuhur eyler dudağından senin şahım

….

Harami gözlerin âşıkların bağrın kebap eyler

Harami yani tatlı bakışların âşıkların bağrını kebap eyler.

Atar gamzelerin tîri kabağından senin şahım

Yani, o kirpiklerin de ok batar gibi insanlara batar, onu avlar.

Evet, onun için burada gönül müridi işte budur.

Bir de ruh müridi vardır ki:  O meşayih şarkta olur, ta garptaki o ruh müridini rüyada cezbeder veya bir hâl ile cezbeder. Ruh müridini meşayih cezbeder.

Ama biz ruh müridi değiliz tabii. Ama göz müridi de olmayalım.

Cenabı Hakk’a biz gıyabi inanmışız. Göremiyoruz, gıyaba inancımız var. Ama ne zaman ki insanlar Allah’ı hakkelyakîn bilirse, o gıyaba inandığı Allah’ı görecektir.

Nasıl görecek ama? O’nu bir sıfatla mı görecek? Hayır. O’nu bir cisimle mi görecek? Hayır, yok. O’nu bir mekânda mı görecek? Hayır, yok. 

Ama bir mürit evvela esma nurunu görür, meşayihinden görür.

Sıfat nurunu görür, meşayihinden görür.

Zât nurunu görür, o zaman rabıta, tarik, silsile çıkar aradan.

Esma nuru, sıfat nuru rabıtadan görür. Ama zât nuruna ulaşacak olursa… Çünkü neden bu böyle?

Bakın esma nuru isimlerden görülüyor. O da bir isim taşıyor. Sıfat nuru cisimlerden görülür. Ama zât nuru isimsiz, cisimsiz göründüğü için:

Gördüğü nedir bilemez

Kendini yoklar kendini bulamaz

Evet, bu nedir? Esma nurunda rabıtasıyla beraberdir. Sıfat nurunda da rabıtasıyla beraberdir.

Ama ne zaman ki zât nuruna giderse, rabıtası ile beraber gitmiştir. Orada rabıtası da yok, kendisi de yok. Çünkü Cem’ül Cem olanlar hep yok oluyorlar. Hepsi Allah’ın varlığında yok oluyorlar, Allah’ın varlığı kalıyor.

Evet, buradaki mübareğin “Çok ihsan vardır, bu ihsandan içeru.” buyurması, tabii Allah’ın kula ihsanı çoktur. Evet, bizlere de çok ihsan etmiştir. Bakın, sade bu ihsan yememiz, içmemiz değildir, bu nimetler değildir. Bu yeme içme, tatma, uyuma, gezme, tozma bu hayvanlarda da var. Ama yalnız bu ihsan değildir.

Bize ihsan; bu nimetler ki bize İslâm’ı yaşamak, İslâm’ın nurlarına ulaşmaktır. Mesela İslam’ın beş nuru var, beş şartı var, bunu yaşamak lazım. Bunları yaşamakla Allah’ın nimetlerine, Allah’ın sıfatlarına, Allah’ın nurlarına gidiliyor.

Bir de tarikatın içinde tarikatın nimetleri var. Bu tarikatın nimetleri her ne kadar yaşantıda dörttür ama nimeti altıdır. Tarikatın altı nimeti vardır. Bunlar insanlarda olan kutsal makamlardır. Bu tarikata girmeyenler bu kutsal makamları elde edemiyorlar. Kutsal makamları elde edemezse, kıymetli insan olamıyor. O kutsal makamları elde etmekle kıymetli insan olabiliyor. Bunları da insanlar ancak tarikatta mürşitle elde ediyor.

İnsanda letâif makamları vardır. Bunların açılması lazım. Bunlar kapalı bir sandık içerisinde, bir kilitli sandık içerisindedir veya bir kapalı kapak içerisindedir görünmüyor. Mesela çok kıymetli bir mücevheriniz var. Rengi ile mücevheratta da beyazı, sarısı, kızılı çeşitleri vardır. Mesela onlar rengiyle, kıymetiyle değişik olsalar da hepsi bir kutunun içerisinde olsa. Görmeyen bir kimse bunların kıymetli olduğunu nereden bilecek?

Ama bir bilen dese ki:

—Oğlum bak, bu kapakları açabilirsen, bunlarda çok kıymetli şeyler var. Bu kapakları açarsan; bunda şu var, bunda şu var, çok kıymetli şeyler var, der.

O zaman onları açmaya çabalar. Onları açmaya çabalarsa işte sa’yı olur. Sa’yı olursa himmet alır.

Sa’yı ile himmet birleşirse o kapaklar açılır.

Bunlar nedir? Letâif makamlarıdır.

Kalp; kalp var ama kalbin bir cismi var. Ufacık bir et parçası, ama o açılıyor. O açılmazsa onun mahareti, marifeti aşikâr olmaz. Ondaki nimetler ölmez, ondaki kutsiyetler meydana çıkmaz.

Ondaki nimetler nedir?

Ondaki nimetler evvela bir defa o kalp açılırsa insan büyük varlık oluyor. İnsan mükevvenâtı derununa alıyor, kendi içine alıyor, büyük varlık oluyor.

Ondaki nimetler nedir?

O kalp açılıyorsa bir sefer mekânlara sığmayan Cenabı Hak orada tecellî ediyor, kalpte tecellî ediyor. 

O kalpteki nimet nedir?

O kalpteki nimet ki büyümesidir ve o kalpteki nimet; bütün eşyanın, bütün mükevvenâtın hakikatini görmek, hakikatine ulaşmaktır. Evet, amenna ve saddakna.

Cenabı Hak ayetle bize bildiriyor. Bizim kalbimizde olan ululuğu, büyüklüğü, kutsiyeti Allah, ayette[14] bize bildiriyor. Kalbin ululuğu hakkında, büyüklüğü hakkında bir ayet inzal olmuş, gelmiş ki insanların kalbi çok büyüktür. Zâhirde cisim olarak çok ufaktır ama manada çok büyüktür. Fakat o açılacak ki mana meydana çıksın.

Mana ne? Var da görünmeyen bir şey.

Madde ne? Hem var, hem görünüyor, görünen bir şey.

Madde ne? Görünen bir şeydir ama yok olur. Mana ne? Görünmeyen bir şeydir, vardır, o yok olmaz.

Öyleyse burada insanlarda hem madde, hem mana var ise, insanlarda madde nedir?  Cismidir, nefsidir, yok olacak. İnsanlarda mana nedir? Ruhudur, maneviyatıdır, yok olmaz.

Madde dedik görünüyor ama yok oluyor. Mana ise görünmüyor ve yok olmaz.

Onun için bir insan bu kutsal makamları açmazsa, nasıl kıymetini bilecek?

Bir defa insanlarda kalp var. Bu kalp zaten zâhirde de yine bir kıymeti var. Bu bir alet, insanın hayatını yaşaması kalbe bağlıdır. Hep iyi şeyler, kötü şeyler kalbe geliyor. Yalnız bak, bu kalp insanı ne yapıyor? Zarara da götürüyor, kâra da götürüyor.

Allah bizi Müslüman halk etmiş. Kalbimize gelen iyi bir şeyi yaparsak onda kârımız var, kötü bir şeyi yapmazsak onda da kârımız var. Terakkimiz ondan olacak zaten. Allah’ın yasaklarını yapmayacağız; emirlerini tutacağız. Yasak da geliyor kalbe, emir de geliyor kalbe. Emirlerini işleyeceğiz, yasaklarını da işlemeyeceğiz ki terakkimiz olsun.

Fakat bu terakki ancak zâhirdedir. Cesette bu terakki olur ve cesette bir tebâddülat, bir değişiklik olur. Allah bizi bir cisimle halk etmiş, fakat bu cisim yok olacak. Ama bir cisimle daha kalkacağız, o bir cismi işte amelimizle, itaatimizle o cismi biz kazanıyoruz.

Fakat bir cisim de var ki insan çok güzel şeyleri icat eder, yapar. Bir de var ki bir şeyi yapılmış bulunursa veya insanın yapamayacağı bir şeyi bir başka maharet sahibi yaparsa bak o zaman orada farklı oluyor.

Öyleyse bizim yapıcımız Allah’tır, üstadımız Allah’tır. Bütün insanların maddesi birdir, yapıcısı biridir ve babası da birdir. Yalnız burada insanlara ruh üflemiş. Bu ruha da Cenabı Hakk’ın bir iltifatı olmuştur.

Evvela bize işte “Çok ihsan var bu ihsandan içeri” buyurması ki Allah bizi Müslüman halk etmiş,  bu ihsanı ruhumuza etmiş. Bizim ruhumuza “Elestü bi rabbiküm” fermanında “Belâ” demişiz. Burada bu ihsan ruhumuza olmuş.

Fakat burada da seçilmişiz ki bizi Peygamber Efendimiz’e ümmet etmiş. Bu ikinci bir ihsandır. Yani ihsan olan ruhlara ayriyeten bir ihsan daha olmuş ki seçilmişiz, Peygamber Efendimiz’e ümmet olmuşuz.

“Çok ihsan vardır bu ihsandan içeru.” buyuruyor. Üçüncü ihsan nedir?

Üçüncü ihsan da şimdi bu zamanda Allah bizi fesat ümmetten etmemiş. İtaat ümmetten etmiş inşallah.

Allah sonumuzu hayır getirsin. Allah isyan eden ümmetten, fesat ümmetten etmesin.

Fesat ümmet kim? Günah, sevap, hayır şer, helal, haram bilmeyen fesat ümmettir. Fakat bunları bilen, tatbik eden itaat ümmettir. Bunlardan da bizi seçmiş.

Peki, yine itaat eden ümmet var. Bak, bunlarda da tefrikalar var. İnşallah biz tefrikacı da değiliz ki bizim yolumuz kitap, sünnettir.  Kitap, sünnet tefrikayı yasaklamıştır. Tefrikacılar var, bunlardan da değiliz.

Bu tefrikacılar kim şimdi? Bu tefrikacılar şöyle: Bu zaman tarikat zamanı değil, diyenler var, tarikat yok diyenler var. Bunlar da Müslümanlar, hacılar, hocalar; namaz kılıyorlar, oruç tutuyorlar anlaşıldı mı? Ama çok sofular, cenneti kimseye vermiyorlar. Ama bunlar ne diyorlar? Tarikat yok diyorlar. Tarikat neymiş? İşte Kitap var, sünnet var, Allah var, Peygamber var; Meşayih nedir? Diye inkâr ediyor meşayihi. Böyleleri var mı? Var.  Kimler bunlar? Tarikat yok, tarikat sonradan oldu, diyenler. Tarikat zamanı değildir; tarikat geçti, tarikat var ama geçti, zamanı değildir diyenler var. Bak, bunlar hep Müslümanlar!

Onun için, evet tarikat haktır.

Tarikat cümle haktır olma zâği

Ki dört misbahı var birdir çerağı

O misbahın on ikidir budağı

Peygamberlerin vekilleri vardır ki bunlar ikidir: Bir zâhir ulema, nübüvvetinin vekilidir, varisidir. Bir de bâtın ulema, tarikat yönüyledir.

Şeriat-ı Muhammediye, Tarikat-ı Muhammediye.

Şeriat yönüyle zâhir ulema nübüvvetinin varisleridir. Bunlar şeriat memurlarıdır. Bunlar da lazım, bunlarsız olmaz, evvel o zaten. 

Fakat bâtın ulema da tarikat mensuplarıdır, bunlar da Peygamberin velâyetinin memurlarıdır. Esas irşat velâyetle olur. Zâhirde olmaz, zâhir şeriatla irşat olmaz. Zâhir şeriat irşat edemez.

Eğer zâhir şeriat irşat etseydi Mevlânâ irşat olurdu, İmamı Rabbanî irşat olurdu, efendim, Mevlânâ Abdurrahman-ı Câmî irşat olurdu. Sayılmayacak kadar bu büyük âlimler bunlar olurlardı. Niye bunlar daha gittiler mürşide?

Evet, öyleyse ben bir büyük âlimden hem de zâhir fetva veren bir meşayihten dinlemiştim ki: Cehalet devri geçti.

Cehalet devri hangisi? Tabii ki Hazreti İsa Ruhullah ile Peygamber Efendimiz’in arasında geçen 500 küsur sene olan cehalet devri. Onlar çünkü İncil kitabını gizli neşrettiler. Ve zaman zaman bu İncil kitapları tahribata uğradı. Ve İncil kitabının ulaşmadığı yerler oldu. Onlar cehalette kaldılar. Onlarda ilim yok, amel yok. Peygamberi duymadılar, peygamberi görmediler, vahyi duymadılar. Amel işlemediler, ilim bilmediler. Onların Allah’a inananları ehl-i iman oldular. Allah’a inananları küfürde kalmadılar.

İşte ondan ben duydum ki: “O cehalet devrinde Kitap duymayanlar ve ulemayı görmeyenler, peygamberi görmeyenler, peygamber varisini ulemayı bilmeyenler, onlara Allah bir hak tanıyacak. Onların bir hakkı vardır. Onların haricinde, peygamber görmüş, peygamberden sonra varisi olan velîleri, kitab’ını, şeriatını neşretmişse onlar hak sahibi olamazlar.”

Yani mademki İslam beldelerinde Kur’an kursları var, medreseler var, okumalar var, ilim var, vaazlar var, nasihatler var. Buralardaki inanmayanlar, bunlar kurtulamazlar. Ama bugün küfür beldesinde diyelim, Hıristiyan ülkelerin beldesinde, bunlarda yok ama onlar da kiliseye gitmiyorlar, putlara tapmıyorlar, Allah’a inanmışlarsa, Allah’a secde ediyorlarsa amelleri olmasa da onlar kurtuluyorlar. Allah’ı aklen bulanlar bunlardır işte.

Evet,  Allah zalim değil, hâşâ Estağfurullah. Allah âdildir, Allah çok merhametlidir. Allah kulunu çok seven, çok kayıran, çok koruyan birisidir. Bir babanın evlada karşı şefkatini düşündüğümüz zaman, öyle bir şefkati var ki esen rüzgâra karşı durur ki evladına dokunmasın.  Bir ebeveyn baba değilse bile, bir anne evladı için kendisini ateşe atarmış. Suya da atarmış onu kurtarsın diye. Baba da atar. Hani baba atamasa da anne atarmış.

Ata deyince anne baba birdir, evladına olan şefkati kıyas edildiği zaman Allah’ın kula olan şefkati yüz mislidir, bin mislidir. Niçin? Çünkü o şefkati de veren Allah’tır. Veren Allah ise onunkisi cüzidir, o şefkat bizde cüzidir; küllisi Allah’tadır.

Cenabı Hak insanlara ilim vermiş cüzidir, şefkat vermiş cüzidir, adalet vermiş cüzidir, merhamet vermiş cüzidir, ne vermişse insanlara, kuvvet vermiş cüzidir. Ne vermişse cüzidir.

Mademki Allah’ın sekiz sıfatı var. Bu sekiz sıfattan insanlara vermiştir. Fakat bunlar insanlarda cüzidir, Allah’taki küllidir.

Ama ne zaman ki bir insan, Allah’tan gelmiş olan bu ruhu Allah’a ulaştırırsa kâmil insan o oluyor. O zaman Allah’ın sıfatları ile sıfatlaşıyor. Allah’ın sıfatları onda tecellî edince Allah’ın gücü onda oluyor. Allah’ın görüşü onda oluyor. Allah’ın konuşması onda oluyor.

Cenabı Hak zaten kutsî hadisinde buyuruyor: “O velî kulumun gören gözü benim gözüm, konuşan dili benim dilim, işiten kulağı benim kulağım, uzanan eli benim elim, düşünen aklı da benim aklım.”[15] 

Sâlih Babanın işte burada: “Çok ihsan var bu ihsandan içeri.”,  demek ki evet Allah bizi inananlardan halk etmiş. İnananlardan seçmiş makbul bir ümmet etmiş. Onlardan seçmiş, fesat ümmete bırakmamış, itaat ümmet etmiş. Onlardan seçmiş bize hak olan tarikatı tanıtmış, bildirmiş. Hak olan mürşidi bildirmiş. Hak, tarikat hak, mürşit haktır. Evet, onu da bildirmiş.

Bunda da eğer hak olan mürşidin izinde olursak, hak olan tarikatın hizmetinde bulunursak, zikrini, fikrini, şartlarını yaşarsak; tarikatın dört şartı var: muhabbet, ihlâs, âdap, teslim. Bunları yaşarsak o zaman nihayetsiz, sonsuz, hiç akla gelmeyecek, hiç dillerin ifade edemeyeceği nimetlere mazhar olacağız.

Evet, burada işte insan çok makamlar görür. Büyük makamlar olarak insanda kutsiyet üçtür: Allah’ın esma nuruna ulaşmak: bu, meşayihsiz olmaz. Allah’ın sıfat nuruna ulaşmak: bu da meşayihsiz olmaz.

Allah’ın esma nuruna ulaşırsa Resulullah’a giden bir vasıtayı buluyor. Ümmetlikte makbul olmak için bir Evliyâullah’a makbul bir evlat olacaksın.

Buraya itaat ümmetten bir meşayih gelmiş idi. Büyük bir âlim olduğunu bize tanıttılar. Buraya geldiğimizi duymuş da gelmiş. Ona dedim ki: “Ben üç ay kaldım Ankara’da. Üç ay kaldım orada görüşemedik de buraya geleli bir hafta oldu, burada görüştük.” Dedi ki: “Allah böyle nasip etmiş.” . İki gün evvel de gelmişti, gitti. Şimdi “Yine gelemem.” dedi. O zaman sordum. Peki, burada kimin var? “Evlatlarım var, onlara gelmiştim.” dedi. Meğer müritleri varmış.

Evet, nasıl ki zâhirde bizim annemiz, babamız vardır.

Tasavvufta da bizim annemiz, babamız meşayihimizdir.

Fakat hakikate geçince değişiyor. Hakikatte değişiyor. Bunlar böyledir burada tabii Allah hâşâ Cenabı Hak, İhlâs suresinde doğmamış, doğurmamıştır.

Ama hakikatte babamız Hazreti Allah, annemiz de Resulullah.

Çünkü öyle, ruhlar ondan ayrıldı geldi ama hakikatte; tarikatta değil.

Şeriatta beşer olan bir annemiz babamız var. Ama tarikatta babamız meşayihimizdir. Hakikate gelince annemiz Resulullah, babamız da Hazreti Allah’tır.

Çünkü neden? Evvela Cenabı Hak ruhları kendi ruhundan ayrılmış, bu ruhlar gelmişler. Ruhları halk etmiş ve ruhlardan en evvel Peygamber Efendimizin ruhunu halk etmiş. Onun ruhundan ruhları halk etmiş, “Ebul Ervah” oluyor. Zaten öyle. Bak niye buyruluyor? Kelamı kibarda buyuruyor.

Semâda ismi Ahmed’dir bu âlemde Muhammed’dir

Ahad’den vahidiyyettir bu sözde olmagıl şekkâk

Evet, onun için burada “çok ihsan” ise burada tarikattadır. Bu çok ihsanları, çok makamları var, çok nimetleri var.

Bunları neyle elde edeceğiz? Evet, hizmetimiz de olacak.

Hizmete gelince tarikattaki hizmetler, amellerimiz. En büyük amelimiz de bu hatmelerimizdir, teveccühlerimizdir, sohbetlerimizdir.

Onun için bunlara çok dikkat edelim. Bunları basit görmeyelim. Bunların büyük nimetler olduğunu bilelim. O büyük nimetleri de istemesini bilelim.

Şimdi burada tabii büyük bir nimet de vardır. Nedir bu? Bu teveccühe bu insanlar gelmiş toplanmışlarsa:

Gelin ey yâr-ı sadıklar

Bu meydan-ı muhabbettir

Meydan-ı muhabbet burasıdır işte.

Yar-ı sadıktan mana: Ta Erzurum’dan gelen, Kars’tan gelen, İstanbul’dan gelen, İzmir’den gelen, efendim Mersin’den gelen, Türkiye’nin yedi bölgesinden buraya insanların toplanmasıdır. Bunu hangi kuvvet toplayabilir? Ancak Allah kuvvetidir bunları toplayan. Allah’ın kuvveti, kudreti toplar. Allah’ın kuvveti, kudreti ise burada tecellî eder.

Cenabı Hak evvela sana bir arzu verir. Cenabı Hak evvela bir kuvvet verir. Bir de Allah kula fırsat verir. Bu üç şeyle kul ne işleyecekse işler.

Cenabı Hak bize kuvvet vermişse, bu kuvvetimizi rızası hududunda, rızası olan şeye sarf etmek için vermiş. Ve fırsat vermişse, rızası olan bir ameli işlemek için bu fırsatı vermiş. Cenabı Hak gayret vermişse, rızası olan bir ameli işlemek için bu gayreti vermiş. Bunlar da büyük bir nimet değil mi?

Niçin mesela “Ve bil kaderi hayrihi ve şerrihi.” emri fermanı var. Hayrı, şerri Allah halk ediyor.

Allah’ın şerre rızası yok, hayra rızası var.

Hayır nedir? İşte inanıp da inancını yaşayanların yaptıkları hayırdır, bunu da Allah halk eder. Halk etmezse işleyemez.

Ama şer ne? İnancı yok veya da inanmış ama taklidî imanda. Taklit iman onu küfürden geri alamıyor. İsyandan geri alamıyor. O da onu işliyor.

Ama Allah fırsat vermezse gidemez onu işleyemezdi. Kuvvet vermezse o melanet yerine gidemez. Fırsat vermese yine gidemez.

Nasıl? Affedersiniz içki çok günah, bu bir isyandır. Bir vaaz, nasihat dinlemeye gitmek itaattir.  Bir vaaz, nasihat dinlemek için bir hocanın vaazine gitmek üzere evinden çıkmak istese mesela dişi ağrır, hasta olur veyahut da o anda bir zararın olur veyahut da bir misafirin gelir veyahut da başka bir şey olur gidemezsin. Bak, dinlemeye fırsatın olmaz. Veya gitmek istemedin, gayretin yoktu, gitmedin.

Bir de gücün yok. Fırsatın var, gayretin var; ama kuvvetin yok. Bunları kim veriyor? Allah veriyor.

Ama bunları Allah vermiş ki biz hayra sarf edelim, şerre rızası yoktur.

Şer, burada denilmesin ki madem Allah halk ediyorsa alsın kuvvetini o şerri işlemesin. Vermesin fırsatı da o şerri işlemesin. Vermesin arzusunu da o şerri işlemesin.

Yok, böyle dersek o zaman biz nasıl ayrılacağız? Biz nasıl terakki edeceğiz? Bu ayırım nasıl olacak? Cennetlik, cehennemlik nasıl ayrılacak? Cenneti, cehennemi Allah lüzumsuz mu halk etmiş? Hiç mi lüzumu yok?

Cennette Allah’ın rahmeti vardır, rahmetine ulaşıyor. Allah’ın mükâfatı orada var. Cehennem ise Allah’ın gadabı vardır, cezası vardır.

Öyleyse Allah’ın cezasından kork, rahmetini bul da rahmetine ulaş. Allah’ın cezasından korkmak için günahtan çekineceksin. Çekiniyorsun da korkmuyorsun. Korkmuyorsun ve sen istiyorsun da Allah da halk ediyor. 

Hiç kuluna zulmeder mi Mevlâsı

Kulun çektiği kendi cezası

Evet, işte kula ihsanlar var ki Allah bizi “Çok ihsan var bu ihsandan içerü.” nasip etmiş. İhsanının içerisinden ihsan, ihsanın içerisinden ihsan, ihsanın içerisinden ihsan vermiş.

Yalnız burada zâhirde de şöyle var: Şeriat var, şeriatın özü tarikat, tarikatın özü hakikat, hakikatin özü de marifettir.

Şeriatta seçkin olanlar, çok takva olanlar oluyor. Çünkü tarikat takva yönüdür. Şeriatın takva yönünü alır, fetva yönünü almaz.

Evet, neden böyle? Şeriatta misal bir sol elinle su içmek mekruh ise tarikatta haramdır.

Niçin? Tarikatta haram olan bir şey gaflettir. Sen o zaman gafil içiyorsun. Gafil içilen bir şey zaten temiz olmuyor. Her şeyi temizleyen zikirdir. Her şeyi temizleyen “Bismillahi Allahu Ekber” demektir veya rabıtadır, Allah’ı anmaktır değil mi?

Cenabı Hak sağ eli ibadet için, zikir için veya yemek için, içmek için sağ eli vermiş. Sol el ancak sağ elin yardımcısıdır. Sol elin yapmadığı bir şeyi yapar. Sol elin affedersiniz mükemmel bir görevi de taharettir, affedersiniz, burun sümkürmek var. Sağ elle burun da sümkürülmez. Bu da mekruhtur. Sol elle sümküreceksiniz burnunuzu ve taharet de sol elle yapılır. Bu iki yaşantıda sol elin görevi vardır. Yoksa günlük işlerde, yapılan işlerde bir elin yapamadığı bir işte sol elin yardım etmesi vardır.

Öyleyse demek ki şeriatımızda sol eliyle bir şeyi yiyor içiyorsa mekruhtur. Ama tarikatta da haramdır. Tarikatın meşrebi vardır. İşte onun için şeriatın fetva yönünü almaz. Tarikat, şeriatın takva yönünü alır.

Cenabı Hak çünkü ne buyuruyor? Öyle buyuruyor ki “Müttaki olun, müttaki olan kurtulur; müttaki olmayan kurtulamaz. Sizin en çok müttaki olanınız en çok Allah’tan korkanınız.”

Ama Allah’tan neden korkacağız? Sade günahlardan mı? Allah’tan bir de gafil olduğumuzdan korkacağız. Acaba yediğimize, içtiğimize şükredebiliyor muyuz? Veyahut yediğimize hamd edebiliyor muyuz? Bunu ayık mı yiyoruz, gafil mi yiyoruz? Mesela sözümüzü nasıl söylüyoruz? Zararlı mı söylüyoruz? Evet, öyle zaten bizi zarara, hüsrana uğratan sözümüzdür, işimizdir, icraatımızdır, fiiliyatımızdır.

Evet, efendiler! İşte şeriatın özü tarikattır. Tarikatın özü yani hülasası hakikattir. Ondan sonra hakikatin özü de marifettir.

Çünkü hep şeriatlı olup da tarikatı olanların hepsi tarikatlı olamaz. Şeriatın özünü yaşayacak ki tarikatlı olsun. Tarikatın özünü yaşayacak ki hakikate geçsin.

Tarikatın özünü yaşamak nedir? Tarikatın özünü yaşamak işte gafil yemeyeceksin, gafil içmeyeceksin, gafil yürümeyeceksin, gafil konuşmayacaksın, gafil nefes alamayacaksın. Böyle olunca hakikate geçiyor.

Hakikatin özü de nedir? Hakikatin özü de; bütün hakikate geçenler velîlerdir. İnsanlardan seçilmişlerdir.

Fakat velîlerden de seçilenler marifete geçiyorlar. Hakikatin özüne ulaşanlar da bunlar oluyorlar. Marifet sahipleri bunlar oluyorlar.

Öyleyse tarikat, şeriat, hakikat, marifet bunları bahşetmiştir. Ve biz bu yoldayız, bu yoldan kaymayalım.

Zâhir şeriatımızda havfimiz olsun. Günahlardan, yasaklardan, haramlardan, şerlerden, en küçüğünden bile korkalım kaçalım. Bilene de sorup öğrenelim. Şüpheli de şer mi, hayır mı karışmış.  Şer mi, hayır mı biliyorsak zaten şer olduğunda kaçacağız, hayır olduğunda koşacağız.

Bir de var ki hayır mı şer mi bilmiyoruz. Onu da öğreneceğiz. Öğrenmeden onu işlemeyeceğiz. Helal lokma karışmış, helal haram karışmış.

Helali var biliniyor, haramı var biliniyor, bir de karışmış bilinmiyor. Haramından biliyoruz kaçacağız. Helali biliyoruz koşacağız. Ama bilmediğimizi öğreneceğiz. Öğrenmeden onu işlemeyeceğiz.

Fakat bunu bilen kimdir? Bu haram, helal, hayır, şer karışmışsa bunu seçen kimdir? Evliyalullah. Çünkü Allah ona bildiriyor.

Cenabı Hak “Bilmediklerinizi bildiririm ben.”[16] buyuruyor.

Onun için burada şeriat, tarikat biz bu yoldayız.

Şeriatimizi de dikkatli yaşayalım. Günahlardan, şerlerden, haramlardan son derece kaçalım, sakınalım.

Tarikatımızın dört şartını elde etmeye çalışalım. Muhabbet, ihlâs, âdap, teslim bunları elde etmeye çalışalım. Ve tarikatta bütün gafletimizi atmaya çalışalım. Gafletten kurtulalım.

Evet, şeriatta bir noksanlık var ki günah işlemek.

Tarikattaki noksanlık Allah’ı unutmaktır. Bir nefes unutmuşsan o da bir noksanlıktır.

Ancak insan kişi noksanını bilmek gibi bir irfan olamaz, buyruluyor; ancak ve ancak sen bütün günler boyunca hareket yaparken, yürürken, her adımını attığın zaman, her nefesini alıp verirken Allah’ı unutmuyorsan noksandan kurtuldun. İnsanın nefesi:

            Muhammed Sami Gavvasi bahri aşkı râ her dem

Dem nefestir. Yani her dem diyor her nefeste aşk denizindedir. Allah’ın aşkı öyle ihâta etmiş ki hiçbir nefesi boş değil.

Evet demek ki insanların noksanlığından kurtulması için; 24 saatte 24 bin nefesi varmış insanların, o 24 bin nefesin bir tanesini zayi etmeyecek ki kurtulsun.

Hangisi zayi etmiş? Nefesi çıkarken Allah’ı unutmuş veya alırken Allah’ı unutmuş.

Aslında bu nefes; “Hay”dır” çıkan, “Hay”dır” giren.  Allah’ın gaybiyetteki zâtının zikir ismi bu “Hay”dır.

Bundan haberdar olmak lazım. Bundan ayık olmak lazım. Bundan ayık olmayan ârif olamıyor. Bundan ayık olmayan marifete ulaşamıyor.

Evet, işte şeriatın özü demek ki seçiliyor. Seçilme nedir? Şeriatı çok iyi yaşayacak. Günaha, sevaba, helale, harama çok dikkat edecek ondan sonra onun tarikatı olsun.

Niçin, bak! İnsan tarikata girmekle şeriatta eksikliği varsa onun hiç asla tarikatla hiç alakası yok. O ancak kendini aldatıyor. Kendini aldatır, kimi aldatacak. Tarikatla onun hiç alakası olmaz.

Evet, o zaman tarikatın özü de şudur ki hakikate geçmek için özünü yaşamak lazım.

Bak, bir söz var, bir de öz vardır insanlarda.

Evet, o söz nedir? İkrarıdır.

O öz nedir? Kalbindeki inancıdır.

Bu da tarikatın şartlarını elde edecek.

Evet, insanlardan şeriatla seçiliyor. Şeriatta da seçkinlik, âlimler var, ilmiyle amel edenler, bunlar seçiliyor.

Fakat ilmiyle âmil olmuş, amel etmiş fakat bir de tasavvufu varsa bak, o da “Zülcenaheyn” oluyor. Tarikatı varsa zülcenaheyn çift kanatlı, o daha çok ileri gidiyor.

Uçanla yürüyen bir olur mu? Uçan çabuk ileri gider, çok gider, çok fazla yol alır, çok ileri gider.

İşte bir âlim eğer tarikata giriyorsa zâhirde de ilmiyle amel ediyorsa; tarikatı da var, inanmış, tarikata da girmişse o çift kanatlıdır.

O uçar, o uçunca gider. Nereye? O uzak menzile, yürüyerek gidilmeyen yere o gider.

Orası neresi? Orası hakikattir, hakikate o ulaşır.

Hakikatten de marifete geçiliyor. İşte hakikate geçenler bütün velîlerdir. Velîlerden de seçilenler bunlar da nedir? Marifete ulaşıyorlar ve bunlar bizim için açıktır. 

Himmet-i evliya bize yâr iken

Şahı Nakşibendî ser hünkâr iken

Seyyid Taha Sıbgatullah var iken

Kâbe kavseyne dek seyranımız var

Evet, efendiler işte “Çok ihsan var bu ihsandan içeru.” buyurduğu budur.

Ne zaman ki şeriatımızı da tarikatımızı da yaşar hakikate ulaşırsak, hakikatten marifete de ulaşırsak o zaman ihsanın çoğunluğunu elde ederiz. Çoğunluğu o zaman elde ederiz.

Peki, bir 10 dakika da teveccühü tarif edeyim de başlayalım, izdiham var.

Evet, efendiler! Bizim teveccühümüz büyük bir ameldir, büyüklerimizin amelidir. Bize emretmişlerse biz emir kuluyuz âcizane. Kârı, kemâli de haram olsun. Kârı da sizin olsun, kemâli de sizin olsun. Yeter ki biz bu emri işleyelim de mesul olmayalım, yerine getirelim. Onun için bak, burada kârı, kemâli sizin dersek eğer bunun kârı nedir? Kârı inancımızdır. Kemâli nedir? İnancımızın neticesine ulaşmaktır.

Buna inanaraktan geldinizse bu amel neyi istiyor? Bu amel burada kalbi selim ister. Teveccühün başlangıcı var, başlangıcında teveccühün oturma usulü var. Tabii yetkililer, bilenler, herkes kendi bulunduğu yerde; yukarıdaki yukarıda, buradaki burada, aşağıdaki aşağıda, sağdaki sağda, soldaki solda, bilenler teveccühü çabuk olarak, seri olarak oturma usulünce oturttururlar.

Böyle karma karışık oturmayacaksınız.  Oturma usulü var. Fakat oturmanın da her ne kadar usulü varsa da kendinizi de sıkmayın. O da kalbinizi meşgul eder. Dizleri ağrıyan varsa illa diz üstü oturma, tahiyyatta oturur gibi oturmak şart değildir. Eğer oturabiliyorsa mürebbe yani bacaklarını yere sererekten, yuvarlak oturur. Yok, onu da oturamıyorsa bacağının birinin üzerine oturur da birini diker. Yorulduğu zaman değiştirebilir, nasıl rahat olursa.

Fakat teveccühün usulünü yani safları bozmayacak, ileri geri çıkmayacak. Zaten ayak uzatamaz. Eğer sakatlar var ise onlar da kenarlara otursunlar ki ayaklarını uzatabilsinler.

Evet, teveccühün oturma usulünce oturacaklar. Başlarken “Estağfurullaaah” diye bir nida olacak. Sesi yüksek olan bir tanesi cihazla “Estağfurullah” diye bir nida eder her yerde sesi duyulacak şekilde. Bu “Estağfurullah” nidası duyuldu mu gözler yumulur, göz açmak yasak! Gözler yumulur. Sonuna kadar gözlerinizi açmayacaksınız.

Biz bunu çok teveccühlerde tekrar ediyoruz. Yine bazılarının gözünü açık buluyoruz. Bu da şundan oluyor herhalde: Ya kulağı sağır işitmiyor ya da başka bir tarikattan gelmiş aldırış etmiyor. Evet, tarikatı olmayan bir defa dersi olmayan bu amele girmesin. Bir amel işleyim, sevap kazanayım derken günah kazanır. Sohbetimiz serbesttir, dinledi, artık çıksın, gitsin. Bahçede sokağa çıkmak yasaklığı bugün için var. Sokakta yığıntı olmayacak.

Bunu da aklıma gelmişken söyleyeyim. Teveccüh bitince hemen kumanyasını alan, iki taraftan çıkış olacak, kumanyasını alan gidecek. Sokakta yığıntı olmasın. Ben arkadaşımı gözlüyorum, ben arkadaşımı göreceğim, bu olmasın. Ve sokakta kumanyasını da yemesin. Zaten hiç uygun da olmuyor şeriatımıza,  tarikatımıza; ayakta, sokakta yemek yemek olmaz. Götürsün bahçesinde yesin.

Erzincan’ın halkı köyden, şehirden gelenler kalmazlar hemen kumanyasını alır giderler. O zaman tekrar ediyoruz sokakta yığıntı olmasın! Burası dar bir sokak, kimseye zarar etmeyelim.

Evet, bugün burada iki bin civarında cemaat var, belki fazladır. Bu sokakta herkes yığılacak olsa ne olur? Daracık bir sokak. Onun için bir yığıntı olmasın diye kumanyasını alan gider. Erzincan’ın şehirden ve köyden onlar giderler, durmazlar. Fakat burada görevliler birkaç kişi var, onlar kalırlar.

Ama dışarıdan gelen misafirler minibüsle, otobüsle gelmişlerse onlar da izdiham oluyor. Bak, bir otobüs on tane taksinin cemaatini alıyor. Minibüs üç taksinin cemaatini alıyor. Onun için bunlar da otobüsle, minibüsle gelenler onlar da lütfen vasıtalarına binsin, gitsinler. Arkadaşını bekliyorsa orada beklesinler, göreceklerse orada görsünler. Kumanyalarını vasıtada yesinler veya yolda yesinler.

Fakat taksiyle gelenler varsa bunlar da istedikleri zaman giderler. İşte bunlar da Erzincan’da akrabası varsa gider akrabasına. Teveccühten sonra burası bir boşalsın. Sokak sakinlesin. Anlaşıldı mı efendim? Evet bir akrabasına gider, sonradan gelir veya ziyarete gider sonradan gelir veya kalırsa biraz 50–100 cemaat onlar da kumanyasını yemekhanede yesinler. Yine sokakta, herhangi bir salonda, başka bir yerde yemesinler. Yemekhane var, orada yesinler. Bunlara çok dikkat edin, bu bir.

İkincisi işte dersi olmayanlar gelmişler başımızdan yüksek. Sohbetimiz herkese açık, sarhoş da gelsin, dinlesin. Ama amelimize gelince yasaklık var. Dersli olmayanlar girmesinler! Evet, kumanyadan da bırakıyoruz, sokakta görünmesinler. Bak etrafta bahçe var. Çimenlere zarar vermeden gider bahçede de oturabilirler. Burada etrafta da herhangi bir yere oturabilirler. Geçip gidedebilirler.

Dersi var da başka tarikattan Rufâî, Kâdirî onlar da riayet edecekler. Bizim teveccüh bitinceye kadar kendi zikirlerini yapmasınlar. Her ne kadar bizim ihvanlarda cezbe var ama bu gayri ihtiyari oluyor. Bu bağırmalar, ağlamalar, çırpınmalar bunlara biz cezbe diyoruz. Bu aşktan geliyor. Gayri ihtiyari oluyor. Onun için onda bir mahsur olmuyor.

Ama başka tarikatlar kendi zikirlerine irade ile başlıyorlar. Cehrî zikir bizlere yasaktır. Bizim de amelemizi bozmasınlar. Cehrî zikir yapmasınlar. Teveccüh bittikten sonra yaparlar, o müstesna, onu da yaparlar.

Evet, bir de burada işte gözler açık oluyor. Niye oluyor? Bu muhakkak ağır işitiyor. O ağır işiten bir kimse, diğer bir kimseyle gelmiştir, canım onu bir bilen var. Ona bildirsin. Desin ki: “Bak, gözlerini yum, açmayacaksın.”. Bu göz açmak gelen feyze mani oluyor. Muhabbete mani oluyor. Onun için burada göz açılmasın! Veyahut da başka tarikattan olanlar, ne olacak göz açmakla, deyip de basit görüp de açmasınlar. Başka tarikattan olanlar otursunlar, riayet etsinler dediğimiz budur. Teveccühün sonuna kadar gözlerini yumacak, açmayacak ve kendi zikrini de yapmayacak. Bunlara çok dikkat edin.

Şimdi teveccühe gelince işte, “Estağfurullah” nida olunca gözler yumuluyor herkes 25 defa istiğfar okuyor. Usul, işiteceğiniz kadar ve sonlarını uzataraktan “Estağfurullaaah, Estağfurullaaah, Estağfurullaaah” bu vaziyette okursunuz. 5–10 dakika sonra bir üç Estağfurullah sesi daha duyarsınız. O bize ait, onu okumazsınız.

Gözleriniz yumuk, karşınızda rabıta, şeriat kamçısı elinde, Allah kalbimizde olacak. Allah’ı unutmayacaksınız, Allah’ı unuttuğunuz zaman o kamçı ile tepeden aşağı vuruyor. Unutma! Diyor.

Zaten rabıtanın özelliği budur. Rabıta gönül bekçisidir. Çünkü rabıtayı unutuyorsa Allah’ı unutuyor. Rabıtayı unutmazsa Allah’ı unutmamıştır. Niçin? Cenabı Hak işte:  “Benim sevdiklerimi sevin.” buyuruyor. Allah’ı seveceğiz ki unutmayalım.

İnsan çok sevdiği bir şeyi gönlünden hiçbir zaman çıkarmaz. Hiçbir zaman unutmaz.

Biz beşer olarak zâhirde bizde çok arzular olsa bile; ama en çok arzu neye olur? En çok sevdiğimiz rağbetimiz neye ise o gönlümüzden çıkmaz.

Öyleyse burada en çok muhabbetimiz Allah’a olacak. Allah’a en çok muhabbetimiz olması için, Allah’ı sevenlere muhabbetimiz olacak.

Onun için rabıta gönül bekçisidir. Rabıtayı unutuyorsak Allah’ı unutuyoruz. Rabıtayı unutmazsak Allah’ı unutmayız.

Bu hususta, Nakşibendî Efendimiz’in zamanında zâhir ulema rabıtaya karşı çıkmışlar. Demişler ki:

—Bir salik, bir mürit namazda rabıta ederse bu puttur, demişler.

Nakşibendî Efendimiz bunu duyunca bütün Buhara’nın ulemasını davet etmiş.  Kendisi çok hizmet ehliymiş. Onların bütün hizmetlerini kendisi yapmış. Yemeklerini, çaylarını, ikramlarını yapmış. Bittikten sonra demiş ki:

—Ey Hocalar bir müşkülüm var, bunu siz halledin, demiş.

—Nedir efendim? Demişler. Demiş ki:

—Efendim siz demişsiniz ki rabıta puttur. Bunu lütfen bana izah edin. Nedir, neden bu rabıta put oluyor? Demişler ki:

—Efendim rabıta puttur. Bakın, ben idrak edemiyorum, demiş.

—Peki, müptedi namazı var, müntehi namazı var. Müptedi irade sahibi, müntehi de huzur sahibi. Huzur sahibi demek namazda da namazın haricinde de yerken, içerken, alırken, verirken hiç Allah’ı unutmayandır. Müntehi Allah’ı hiç unutmayandır. Yatarken de unutmuyor, gezerken de unutmuyor; alırken, verirken, yerken, içerken Allah’ı hiç unutmuyor. Huzur sahibi odur. Onun için namazda olmak değişir mi? Değişmez.

Ama biz namazda bile şuğuldan kurtulamıyoruz. Her şey gönlümüze geliyor. Gelsin Allah’a şükür, namazda cihat var. Geleni at, tutma; at, tutma. Geleni atacak tutmayacak. Bizim kârımız bu, cihat yapacağız. Geleni atacağız. Büyük kârımız, namazda kârımız budur.

Mübarek işte buyuruyor ki:

—Müptedinin namazı ile şuğulsuz namazı kimler kılar, demiş.

Ulema demiş ki:

—Şuğulsuz namazı kılan huzur sahipleridir.

—Ee, müptedi huzur sahibi değil. Namaza durduğu zaman oğlu gelir gönlüne, hanımı gelir, işi gelir, malı gelir, alacağı gelir, vereceği gelir; birisine kalbi buğz etmiştir o gelir, bir insana kini vardır o gelir. Bunlar gelir, bunlar put olmaz da Allah için sevmiş olduğu bir meşayih mi gelir kalbine put olur, demiş.

Böyle sertelmiş onlara. Düşünmüş, kalkmışlar hepsi eline, ayağına sarılmış.

—Efendim bizi affet, biz anlayamadık, demişler.

Ağlar Baba, İrşadî Baba Hazretleri bir hocayı namaza geçirmiş. Namazda hoca Bayburt’ta gelirken arabanın bir urganı varmış, urganı kaybolmuş. Acep bu yolda mı düştü, ondan sonra şehirde mi kaldı, kaza da mı kaldı? Namazda bu gelmiş gönlüne. Namazdan sonra demiş:

—Hocam bize uzun bir ip namazı kıldırdın.

Şimdi öyle efendim, huzur sahibi Allah’ı hiç unutmayandır. Zaten namazda olmasa da Allah’ı unutmuyor. Onun gönlüne batıl şey gelmez. Öyle olmayan bir kimse, huzur sahibi olmayan bir kimse kim olursa olsun, onların gönlüne her şey gelir. İşte bir âlimin gönlüne namazda bak, İpi ben nerede bıraktım, diye gelmiş. Evet, bu gelirse bunun gönlüne bunlar put olmaz da Allah için sevmiş olduğu bir meşayih gönlüne gelirse bu mu put olur? Demiş. Olmaz. Allah için sevilen put değildir.

Hak ile sevdiğimin var mı vebali

Buyurmuştur.

Evet, işte burada efendiler teveccühümüzün başlangıcında “Estağfurullah” nida olunca 25 istiğfar okuyun. Başka bir şey okumazsınız. Gözünüzle, kalbinizi muhafaza edeceksiniz. Gözünüzü açmayacaksınız. Cezbelilere bakmayacaksınız. Ağlayana bu kimdir? Demeyeceksiniz. Bu bağıran kimdir? Demeyeceksiniz. Sağınıza, solunuza, önünüze bakmayacaksınız veya bir çırpınma olur kimdir? Bakmayacaksınız. Bunlar yasaktır!

Ve rabıta karşınızda, altın koltuk üzerinde kamçı elinde Allah’ı unutuyorsan, Allah’tan başka bir şey gönlüne geldiği zaman tepeden aşağı vuruyor, unutma diyor.

Allah kalbimizde. Bunu ta ki teveccühün sonuna kadar muhafaza edin. Gözünüzle kalbinizi muhafaza edin. Çünkü eğer bu nimetin, teveccühün nimetinden tatmak isterseniz.

Tabii teveccühün nimeti nedir? Hoş burada börek, çörek yahut tatlı yedirecek değiller. Ama manevi börekler var burada. Manevi tatlar var. Bu da nedir? Ruhun tatmasıdır. İşte ruh tadınca bu cezbe meydana geliyor. Hiç cezbesi olmayan bu teveccühte eğer teveccühün kutsiyetine inanırsa, o bile cezbeye gelecek.

Cezbe demek Allah için gözünden gelen bir yaştır, bu da cezbedir. Allah için bağırmaktır. Allah için çırpınmaktır. Cezbenin çeşitleri çok, renkleri çoktur. Çok çeşitleri vardır. Gülmek de bir cezbedir. İradesi dışında oluyorsa, gülüyorsa o da bir cezbedir. İradesi dışında olaraktan ağlıyorsa bu da cezbedir. Bağırıyorsa bu da cezbedir. Evet, cezbenin çeşitleri çoktur.

Bunlara işte bakmayın, gözünüzü açmayın. Teveccühün sonuna kadar gözünüzü açmayın. Teveccühün sonu ne zaman?

Kalbinizi muhafaza edin. Kalbî cihadınızı yapın. Çünkü gam gelmez dememişler, gam eğlenmez, demişler. Dikkat edin bizim için bir gam vardır, bir de dem vardır.

Bizim için yararlı olan demdir. Zararlı olan da gamdır. Her ne kadar zâhirde gam insanlara zararlıdır. Nedir gam? İnsanın gamı nedir?

Bir zararından dolayı, bir sıkıntısından dolayı, bir bunaltısından dolayı bir gamı olur. Buna gam denilir. Hâlbuki bu insanların bir de demi vardır. O gam içerisinde deme çevrilir. O gam içerisinde de Allah’ı zikretmektir ve Allah’ı düşünmektir. Ama burada gönüldeki gam şudur: Bak, bir kelam var:

Sensiz ey nur-ı hakikat rahat-ı can istemem

Dikkat edin nur-ı hakikat nedir? Nur-ı hakikat insanın gönlünde olan Allah’ın sevgisi, Allah’ın nurudur. Evet.

Sensiz ey nur-ı hakikat rahat-ı can istemem

Bu vücudum şehri içre iki sultan istemem          

Vücudun şehri gönüldür. Orada iki sultan istemem, diyor.

Gönlümün tahtında sultanım, gamındır sevdiğim

Ne diyor? Benim gönlümdeki gam, sultanımın sevgisidir.

Müddei gamdan halas olmak diler ben istemem

Müddei, bunu bilmeyenler anlamayanlarda başka gamlar var. Bunlar o gamdan kurtulmak isterler. Hâlbuki ben bu gamdan kurtulmak istemem.

Evet, işte burada efendiler, teveccühün sonuna kadar gözlerinizi açmayın. Teveccühün sonu ne zaman olacak?

Teveccühün namazı var, kılacağız. Allah kabul etsin noksanıyla. Biz namazı kılacağız. Namazından sonra gizli aşikâr duaları var, okunur.

O işte başlangıcında 25 istiğfarı okuyorsunuz. Sonradan o üç istiğfarı biz aşikâr okuyacağız ama 22’sini de gizli okuyoruz. Onları siz okumazsınız. Ondan sonra teveccüh yapmaya kalkacağız. Bu usulünce oturulmuş böyle saflar arasında gezeceğiz. Kelamı kibarlar ne himmet olursa, gönlümüze ne doğdururlarsa, pîrimizin himmeti ne gelirse onu okuruz. Evet, bak, Sâlih Baba ne buyurmuş:

Kibrid-i ahmerdir şeyhin nefesi

Yakar dil şehrinde bırakmaz pası

Hangi kiri, pası yakacak? Gönlümüzde olan dünya arzularını, mal sevgisi, evlat sevgisi, makam sevgisini bunları yakacak, bunları yok edecek.

Kibrid-i ahmerdir şeyhin nefesi

Bu nefes; teveccühte olan, bu nefes teveccühte okumuş olduğumuz ebyattır.

Aslında bir de nefes vardır ama bununla başa çıkılmıyor, bunu işleyemiyoruz.

Evet, nefes denilince çıkan kelamlar da bir nefestir.

            Kibrid-i ahmerdir şeyhin nefesi

            Yakar dil şehrinde bırakmaz pası

            Beraberdir Pîri Tâğî Mevlâsı

            Daim cezbederler buraya bizi

Biz de işte onun için ifademiz şu ki: “Daim cezbederler me’vâya bizi, Beraberdir Dede Paşa Mevlâsı.”. O, beraberdir. O, olmasa biz ağız açıp konuşamayız, adım atamayız, inandıysak böyledir. Allah inancımızdan ayırmasın. Çünkü niçin, evvela bir defa:

            Bihamdillah kamu varım sen oldun

            Her eşyada talepkârım sen oldun

            Neye baksam seni anda görürem

            Bu manadan medetkârım sen oldun

Evvela biz muhakkak ve muhakkak ki riya değil hâşâ;

            Bihamdillah kamu varım sen oldun

Her varlığımızı ona teslim ettik. Her varlığımızın onun olduğunu bildik de ondan sonra bizde bu ihsan oldu, niye olmasın. Biz nimetimizin nankörü olmayalım. Evet:

Bihamdillah kamu varım sen oldun

            Her eşyada talepkârım sen oldun

Öyle olmazsa zaten:

            Neye baksam seni anda görürem

            Bu manadan medetkârım sen oldun

Evet, onun için efendiler şeyh efendimiz muhakkak ki şeyh efendilerimiz de mademki burada bu amel işlenecekse, bu ihvanlar buraya toplanmışsa himmet edecekler.

Bu da şudur: Bu ihvanlar içerisinde Allah’ın sıfat nuruna ulaşan inşallah nasip olur. Allah’ın esma nuruna ulaşan vardır. Yalnız bilmese de bile, görmese de bile onun ruhu esma nurundan iktidarını alıyor. Esma nuru onun ruhunu ihâta etmiştir. O nur burada tecellî edecek. Görmese bile, bilmese bile.

Çünkü bunlar kapalı da geçiyor. Esma nurundan insan kapalı da geçebiliyor. Sıfat nurundan kapalı da geçebiliyor. Bunlar kapalı geçiliyor.

Evet, bunları sıfat nurunu görmese bile eğer onun ruhu sıfat nurundan idare ediliyorsa, burada tecellî eder. Sıfat nuru nübüvvet nurudur. Nübüvvet nuru onun ruhunu ihâta etmişse o nübüvvet nuru burada tecellî edecek. Nimetini ondan alır.

Eğer onun ruhu Allah’ın Zât nuruyla ihâta edilmişse, Allah’ın zât nuru burada tecellî eder. Fakat üçü de Allah’ın nuru, fark etmez.

Yalnız sen bir helva yiyorsun, seviyorsun. O da seviyor helvayı, o da seviyor helvayı. 100 gram helva seni doyuyor. O da bir kilo yiyor, o da doyuyor, farkı işte budur. Bu nurların büyüklük küçüklük farkı vardır. Yoksa üçü de Allah’ın nuru.

Yalnız bir de var ki esma nuru isimlerden görülüyor. Sıfat nuru cisimlerden görülüyor. Zât nuru isimsiz, cisimsiz görülür. Evet, bir de bu var.

Bir de var ki adam on kilo helvayı yiyor, hevesi vardır ancak onunla doyuyor. Amaç helva yemektir. Tamam, 100 gram onu doyurdu, onu da bir kilo doyurdu, ötekini de 10 kilo doyurdu. Tadı, rengi hepsini doyurdu. Bu böyledir efendiler.

İşte çok dikkat edin. Kalbinizi muhafaza edin. Kalbinize gelen neyse borcunuz mu var, hastanız mı var, alacağınız mı var, vereceğiniz mi var,  daha hani bir makam mevki arzusu mu var? Bunları hep gönlünüzden hep atın. Kalbî cihadınızı yapın.

Cihat yapan kalp kirlenmiyor. Cihat yapan kalp cârî bir nehirdir, kirlenmez. Bir nehir aktığı zaman bütün insanlar bu nehre ne kadar ev zibili, sokak zibili ne atsalar kirletemezler. Kir orada durmaz, nehir alıp götürüyor. Ama cihat yapmayan kalp bir çukura birikmiş bir sudur. O su akmıyorsa atılan orayı pis eder, kirletir. O zaman demek ki burada biz de kalbimize geleni atalım, tutmayalım. Tutmayalım ki kalbimiz kirlenmesin, atarsak kirlenmez.

Evet, işte burada sonra çok tevazu ehli olun. Tevazu ehli olmak, gönül alçaklığıdır. Buradaki cemaatin hepsinden kendinizi aşağı görün.

Şayet olabilir, dışarıdan ve içeriden gelmişler, herhangi bir alavereden, akrabadan veyahut ticaret dolayısıyla birbirinize kırgınlık var ise burada olsun olmasın herhangi bir kimseye kırılmışsan onu da gönlünden çıkart. O da manidir.

Bunlar hep neye benzer? Bunların hepsi hani yağan yağmura insan başına şemsiye tutar, ondan sonra başına yağmur katresi düşmez. Şemsiyeden kayar, gider sağa, sola. İşte bizim gönlümüze de gelecek nurlar ne oluyor? Kaydırır. Ne kaydırır?

Az da olsa dahi kinimiz, gadabımız, hasedimiz, gururumuz, değil mi bunlar kaydırır. Veya işte gönlümüze bir hastalığın gelmesi. Hasta gelir ama hastaya dua et. Dua etmek Allah’a ilticadır, dua gaflet değildir. Hastaya dua et, şifa dile. Borcun var gelmişse, Allah’tan borcundan kurtulmayı iste.

Evet, burada işte bunları hep gönlünüzden çıkarın atın. Gönlünüzü çok böyle Allah’a verin, günahkâr kusurlu olduğunuzu bilin, acziyetinizi bilin. Evet, burada Allah’ın büyük bir ihsanı, lütfu tecellî edeceğini bilin. Bunu elde etmek için ayık olmak lazım, bak:

            Yâr sana daim nazar eyler

            Seni gafil görürse güzar eyler

Yani yâr daim sana nazar eyler, diyor. Yârdan mana Allah’tır. Ama nazardan mana bakıştır.

İnsanlara yardım ikidir. İnsanlara yardım bir var ki; zâhiren zenginlerin insanların çıplaklığını götürmesi, borcunu da ödemesi, zahmetini götürmesi, bunlar bir yardımdır.

Ama Evliyâullah’ın bir nazarı, bir bakışı, büyük yardımıdır, Evliyâullah’ın bir ihsanıdır. Ne yapar seni? Seni kara taş iken mücevher altını yapar. Evet, senin bütün gönlündeki o borcunu, derdini, illetini, gılletini çıkaracak. Evet, bu da:

Yar sana daim nazar eyler

Seni gafil görürse güzar eyler

Burada yârdan mana Allah’ın rahmeti, yârdan mana Resulullah’ın şefaati. Çünkü yârdan yardım gelir. Yârdan gelecek yardımlar, pîrlerimizin himmetidir.

Bunlar burada olacak. Bunlara ayık olmak lazım. İşte Cenabı Hak: “Saillere ihsanda bulunun.”[17] buyuruyor. Sailler, fakirleredir. Biz de burada Allah’ın saili olalım, burada Resulullah’ın saili olalım, mürşidimizin burada saili olalım.

Allah’ın saili olmak için de ki:

—Yarabbi bunlar senin hep kulların. Ama ben sana kulluğumu yapamadım. Bunlar yapıyorlar. Burada kulluğunu yapanlar var, burada makbul kulların var. Onların makbuliyeti hürmetine beni de bu kusurlardan, nefisten, şeytandan, nefsin tuzağından, dünyanın esaretinden, şeytanın mekrinden kurtar beni, muhafaza et. Nefsimi bana bildir. Zâtını unutturma. Böyle bunları iste.

Peygamber Efendimiz’e:

—Ya Resulullah bunlar senin makbul olmuş ümmetlerindir. Bunların hürmetine beni de ümmetlikte makbul eyle, sünnetlerini işlemeyi bana nasib eyle, sana kurbiyeti yaklaşmayı nasib eyle.

Mürşidimize:

—Ya hazreti şeyh efendim, bunlar senin için gelmişler, hep evlatların. Bunlar sana hizmet görmüşler, himmet almışlar, sana çok yaklaşmışlar, mahrem olmuşlar ve içlerinde daha mahrem olanlar var. Bunların hürmetine beni de günahlarımı, kusurlarımı bağışla.

Öyle, bugün bu cemaatin içerisinde 35–40 senelik ihvan var, değil mi? Şeyh efendimiz zamanından 35–40 senelik ihvanlar var. Evet, yeni ders alan da var.

Bakın şimdi bu şeriatta da vardır, tarikatta da vardır. Şeriatta bir genç, amel işleyen bir genç, amel işleyen bir ihtiyarı gördüğü zaman Allah’a şöyle şefi getirecek;

—Yâ rabbî bu ihtiyar benden evvel seni tanıdı. Benden evvel sana çok ibadet yaptı. Madem sen emrediyorsun ki: “Kulum bana nafile ibadette yaklaşır.” Bu sana çok evvelden ibadet yapmış, yaklaşmış sana. Senin makbul bir kulun olmuş. Bunun hürmetine günahlarımı, kusurlarımı, beni de bağışla, demesi lazımdır.

Bir ihtiyar da genci gördüğü zaman:

—Yâ rabbî ben ihtiyarladım, ömrüm boşa gitti. Sana layıkıyla kulluğumu yapamadım. Bu genç yaşta bunun karşısında dünya var iken, nefis var iken, manevi düşmanlar var iken, bunları bırakmış. Dünya, nefis, şeytan gençliğinden dolayı çevresi, etrafı var, bunları hep dökmüş, bunları bırakmış da senin yoluna dönmüş. Bunlardan hepsinden kurtulmuş, yakasını sıyırmış da senin yoluna dönmüş. Bunun sende bir makbuliyeti vardır. Bu genç yaşta senin yoluna girmişse Yâ rabbî bunun hürmetine beni bağışla. Böyle diyecekmiş.

Alçalmak budur, tevazu budur.

Cenabı Hak “Her kim ki Allah için alçalırsa biz onu yükseltiriz.”[18] buyuruyor.

“Her kim ki tekebbür sahibi olursa onu hakir ederim.” buyuruyor.

Tarikatta da buraya gelenler de böyle olması lazım.

—Ya hazreti şeyh efendim ben daha yeni girdim tarikata, bir şey anlayamadım. Ama burada şu efendilerin içerisinde daha evvelden alanlar olmuş. Bu tarikatı onlar anlamış, onlar yaşamış. Hizmet görmüş, himmet almışlar. Sana sözleri geçer onların. Sen bunları seviyorsun. Bunların hatırası için benim günahlarımı hep bağışla ve beni bu tarikattan, bu doğru yoldan sapıtma. Bu yolun nimetlerine ulaştır, demesi lazım. Hani buyuruyor ki:

Heva-yı hevesten ayık olmadım

Asla bir amele faik olmadım

Esrar-ı pîrime layık olmadım

O eski ihvan da:

—Evet, ben şu zamandan beri ihvanım; ama anlayamadım, yaşayamadım, yapamadım. Ama yapamadım diye nereye gideyim? Gidecek bir kapım yok. Gidecek kapım bu kapıdır. Bu kapıda makbul olanlar var, Yâ rabbî. İşte bu kapıya genç yaşında günahsız olarak gelen var. Bak, bu tarikata yeni girdi, bunun hürmetine beni de bağışla. Bana da himmet et, demesi lazım. 

Bunların ikisi de Nakşibendî Efendimiz’in amelleridir. Nakşibendî Efendimiz’in bir ameli şuymuş ki kendisi aslında zîrûh-u evliya olduğu gibi bütün evliyanın reisi olmasına rağmen, bir ihvan kardeşi Arif-i Dikgirâni Hazretleri, ondan üç gün evvel tarikata girmiş. Hâlbuki Nakşibendî Efendimiz’in makamı onu çok geçmiş. Çok ileride olduğu halde zâhirde öyle hürmet ediyormuş ki yolda giderken ondan evvel gitmiyormuş. Bir akarsuda abdest alıyorlar. Onun arkasına geçiyor, etrafına geçmiyormuş. Niçin? Tarikata üç gün evvel girmiş diye onu kendinden büyük görüyor.

Bir gün de dışarıdan gelen bir kimse Nakşibendî Efendimiz’in ismini duymuş gelmiş. Bu cemaat içerisinde Nakşibendî Efendimiz’in kim olduğunu bilememiş. Cemaate sormuş;

—Sizin büyüğünüz kimdir burada?

Nakşibendî Efendimiz’in o gün yeni ders alan bir müridi varmış. Akşamdan boy abdestini almış, sabahtan sohbetindeymiş. Buyurmuş ki:

—Bizim büyüğümüz budur. Bu akşam tarikata girdi. Boy abdesti aldı. Bütün günahlarını döktü. Buna daha günah bulaşmadı, işte budur, demiş.

Evet, işte öyle efendiler. Ayık olalım. Teveccühün sonuna kadar gözlerimizi açmayalım. Kalbimizi muhafaza edelim. Allah’a yalvarıcı olalım. Resulullah Efendimiz’e yalvaralım, mürşidimize yalvaralım, fark etmez. Evet, burada hangisine yalvarmak istiyorsak, yalvaralım. Burada Allah’ın rahmetini umalım, Peygamber Efendimiz’in şefaatini umalım, pîrimizin himmetini alalım, bunları umalım.

Allah’ın rahmeti tecellî ederse ne olur?

Resulullah Efendimiz’in şefaatini elde edersek, kazanırsak ne olur?

Cenabı Hakk’ın burada nurları tecellî eder. Bu nurlardan kalbimiz ihya-âbâd olur. Burada bilhassa teveccühümüzün en büyük mükâfatı bak:

Teveccüh olunca kalb-i ihvana

            Mürde kalplerimiz geliyor cana

Veyahut da;

Teveccüh olunca her bir ihvana

Mürde kalplerimiz geliyor cana

Mürde, ölü kalpler teveccühte dirilir.

Ölü kalp hangisi? Allah’ı zikretmeyen kalp ölüdür. Fakat Allah’ı zikreden kalp diridir. Bu teveccühte oluyor.

Mübarek Şeyh efendimiz de buyuruyordu ki: “Müridin kalbine teveccühte zikir tohumu ekilir.” Tabii zikir tohumu ekilir ama her arsa, her tarla da o tohumu bitirmez. Erbabı da her tarlaya ekmez. Ekse de bitmez.

Yani bu nedir? Bir Evliyâullahın himmetidir. Bir müridin herhangi bir hizmetinden dolayı veyahut da bir amelinden dolayı ona himmet eder ama o himmet ona tesir etmez. Niçin?

Evet, o arsadan mana bizim kalbimizdir. Bu kalbimize eğer dünyayla, şuğulla böyle her şey gelir dolarsa, o kalbimiz temiz değildir. Ekilen tohum orada bitmez ve erbabı zaten o kalbe de ekmez. İşte onun için:

Yar daim sana nazar eyler

Seni gafil görürse güzar eyler

Evet, bu zâhir emirde Cenabı Hak buyuruyor ki: “Ben bir kulumun kalbine günde yetmiş defa nazar ederim.”. Ama bu nazarın saatleri, dakikaları belli değildir ki. 24 saatte yetmiş defa hangi saatlerde hangi dakikada bu nazar geçer bilinmez. Öyleyse bunları cezbetmek için bütün ayık olmak lazım ki bunları cezbetsin, bunları alsın.

Ama burada işte bunun günü, saati, dakikasıdır. Günü de belli, saati de belli, dakikası da belli. Madem büyük amel; ayık olana bu Allah’ın ihsanı oluyorsa işte en büyük amel buradadır. Burada ayık olun. Bugün bu Allah’ın ihsanları burada olacak.

Evet, öyle efendiler. Teveccühten sonra da daha görüşmek olmasın. Kusura bakmayın özür dilerim. Aslında mümkün değil, olmaz zaten. Teveccüh bitince çok yorucu oluyor. Ama teveccühün nuru, teveccühün feyzi bereketi bizi sağ ediyor. Teveccüh nasıl bitiyorsa çaput gibi düşüyorum. Güçsüz bir hâl geliyor. Onun için burada teveccühten sonra daha görüşme olmasın.

İşte tekrar ediyorum Erzincan halkı köylerden, şehirlerden gelenler kalmasın gitsinler. Yine 20 gün daha buradayız. Yine görüşmemiz mümkün olur. Evet, dışarıdan gelen büyük vasıta minibüsler, otobüsler ile gelenler onlar da gitsinler. Kumanyalarını dışarıda yesinler ve yollarına devam etsinler. Evet, taksiyle gelenler onlar da ziyarete gidebilirler. İstedikleri zaman giderler. Yani teveccühün sonunda burası bir sakinlesin, sokak sakinleşsin. Ondan sonra taksi ile gelenler ziyarete giderler veya akrabası varsa akrabasına gider. Kumanyasını içeride yesinler. Bunlara riayet edelim.

Evet, işte şimdiden hepinize Allah’a ısmarladık, hakkınızı helal edin. Allah’a ısmarladık sizi, duâdan unutmayın bizi, sağ kalırsak göreriz birbirimizi. Cenabı Hak tezde, yakında görüşmek nasip etsin inşallah.

Hani bir yerde sabit değiliz geziyoruz, Allah’a şükür, hamdolsun. Meşayihe tebliğ sünnet. Yine biz kendimizi meşayih yerine koymayalım. Tebliğ sünnetse, demek ki bizim gezmemiz de sünnet oluyor.

Bu tebliğ vilayette olur. Köylerinde, kazalarında olur. Ama bu Türkiye çapında da olur. Bizim tebliğimiz Türkiye çapındadır. Bu yetki bize verilmiştir. Bak, her bölgeyi geziyoruz. Bizim tebliğimiz Türkiye çapında da kalmadı, Avrupa’ya da gidiyoruz. Bak, bir ay sonra Hicaz’a Medine-i Münevvere’ye gidiyoruz. Muamelemiz yapılmıştır. Orada bizim için ikame alınmıştır, oturma müsaadesi alınmıştır. Orada temelli kalabiliyoruz da. Ama temelli kalamayız, bir ay kalınca döneceğiz.


[1] Maide 5:3

[2] Tevbe 9:128

[3] Keşfü’l-Hafa, c.2, s.164

[4] Hikmet Goncaları Trc. (500 Hadis Şerif) 397

[5] Al-i İmran 3:26

[6] Duha 93: 9-10

[7] Asr 103:1-2

[8] Keşfül Hafa C.11 S.233

[9] Buhari Rikak 38

[10] Tin 95:4

[11] İsra 17:70

[12] Al-i İmran  3:103

[13] Al-i İmran  3:31

[14] Fussilet 41:53 

[15] Buhari Rikak 38

[16] Camiül-ûlüm vel Hikem C.1 S.342

[17] Duha 93: 9-10

[18] Hikmet Goncaları Trc. (500 Hadis Şerif) 397