“Bütün Hataların Başı Dünya Sevgisidir”

Tepecik

 

O kendisini konuşturmaz, onu Allah konuşturur. Onun için ledünnî ilmi demek: Cenabı Hak bak: “Konuşan dili benim dilim.” buyuruyor. Bu da bir kudsi hadistir ki Cenabı Hak: “O velî kulumun konuşan dili benim dilim; o velî kulumun gören gözü benim gözüm; o velî kulumun işiten kulağı benim kulağım. Benimle görür, benimle işitir, benimle konuşur, benimle yürür, benimle düşünür. Düşünen aklı da benim aklım.”[1] buyuruyor.

İşte bu akl-ı cüz, akl-ı kül dediği odur. Bu söz insanların arasında konuşuluyor, söyleniyor. Hani akl-ı cüz, akl-ı kül ve de bu cüzî irade küllî irade konuşuluyor. Bunlar ne ki? Bunların anlamı ne? Cüzî irade senin iraden, senin gücün, Allah’ın sana vermiş olduğu bir güç, beşerin gücü.

Ama küllî irade ne? Küllî irade, Allah’ın tecellî eden bir gücüdür. Allah’ın sıfatından sende meydana gelen bir güç.

Bu cüzî irade ne? Aklı cüz ne? Sen ne kadar tahsil yaparsan yap, ne kadar medrese ilmi, ne kadar mesela fakülteler bitirirsen bitir, senin aklın cüzi akıldır.

Onun için Peygamber Efendimiz “Utlubul ilme minel mehdi ilel lehd.”[2] buyuruyor. Burada “Doğuştan ölünceye kadar ilim tahsil et.” Kime? Sana, bana insanlara. “Doğuştan ölünceye kadar ilim tahsil et; beşikten mezara kadar ilim tahsil et.”.

Bu kime? Bu ilmi olmayanlaradır. Yani bir insan 40-50-60 yaşına gitmiş de medreselerde okumamış. Efendim okulda maarifte de okumamış, bir ilmi yok. Şimdi bu zamanımızda maarif okulları var ya bunlar da geçerlidir. Niçin, neden?

Zaman bunların zamanıdır. Bugün medrese ilmini bitiren icazet alan büyük bir âlim konuşamıyor. Ona söz hakkı vermiyorlar, konuşturmuyorlar. Değil mi? Ama bir fakülteyi bitirmiş, mühendis olmuş, doktor olmuş, daha da başka nedir? Öğretmen olmuş, fakülteyi bitirmiş bir görev almış, o konuşabiliyor. Eğer onda bir ilim varsa o âlim de sayılıyor. Çünkü onun tahsilinden yararlanılıyor. Onun inancı varsa inancını ne yapıyor? Evet, ilim yok ama Kur’an’ın meallerini okuyor, hadisin meallerini okuyor. Tahsili de var, kültürü de var, hitap edebiliyor, konuşabiliyor. Onun için insanlara o âlimden daha yararlı oluyor. Yani inancı olan tahsilli bir insan şimdi o âlimden insanlara daha faydalı yararlıdır.

Evet, ne buyruluyor? “Utlubul ilme minel mehdi ilel lehd.” durma sen. Bu kime? İşte ilmi olmayanlara, Kur’an’ı bilmiyor, efendim, günahı-sevabı bilmiyor, helali-haramı bilmiyor, hiçbir şey bilmiyor, namazı kılacak Fatiha’yı bilmiyor, değil mi? Evet o kimse 60 yaşına gitmiş, 70 yaşına gitmiş, Daha 70 yaşından sonra ben öğrenemem, daha nasıl öğreneyim, nasıl namaz kılacağım? diyor. Yok, hayır, öğrenecek.

Neyi öğrenecek? Abdest almayı öğrenecek. Neyi öğrenecek? Kur’anı yeteri kadar, yani namazda lazım olduğu kadar Kur’an’ı öğrenecek. O ne kadar? Namaz sureleri var, değil mi bunları öğrenecek. Namazın nasıl kılınacağını öğrenecek, bunları öğrenecek. Gerçi kelamı kibarda bakın:

"Utlubu'l-ilme mine'l mehdi ile'l-lehd" durma sen

Bu ilmi olmayanlara, ümmi olanlara, fakat:

Bir kaç esmâ bilmek ile Hakk'ı bildim sanma sen    

Sohbet-i Pîre devam et rûz u şeb usanma sen          

Bu da nedir? Bu da hani âlimlere diyor: Fakülte bitirdin veyahut da medrese ilmi bitirdin, bir kaç esma bilmekle bir ilim sahibi oldun. Ama bu satırda okuduğun ilim ile sen Allah’ı bildin sanma.”.

Ya! Allah’ı bilmek için bir bilene git. Allah’ı bilmek için bir bileni bul ki sana Allah’ı bildirsin.

Sohbet-i Pîre devam et rûz u şeb usanma sen

İşte Mevlânâ o kadar ilmi ile Allah’ı bulamadı. Şems geldi sohbetinde Allah’ı ona buldurdu. Değil mi? Şems geldi ona bir aşk verdi. Onun gönlüne Allah aşkı verdi. Çünkü gönlünde derç etmiş olduğu, depolamış olduğu ilmi onu engelliyordu. Onu ne yaptı? O depoladığı ilmini dağıttı, o ilmini çıkarttı gönlünden, attı, onu dağıttı. Onun gönlüne bir ilim soktu. Onun satırdan almış olduğu ilmi onun gönlünden çıkarttı. Sadırda olmayan ilmi onun kalbine, gönlüne yerleştirdi. Bu da Allah aşkıdır ki:

Bir noktada pinhan imiş

Gör neyledi bu aşk bana

Ol can içinde can imiş

Gör neyledi bu aşk bana

Oldu bu aşk devlet bana

Evet, Allah insanlar tarafından üç yönden bilinirmiş.

Biri var ilmel yakîn bilinir. Bunu âlimler bilirler.

Biri var ki aynel yakîn bilinir. İlmi de var, fazla amel işlemiş, Allah’a yaklaşmış. İlmel yakîn demek biliyor da bir mesafe var.

Hakkel yakîn demek de mesafeyi de kaldırıyor, yaklaşıyor, bu da amelledir. Zaten bunların delilleri var efendiler! “Kulum bana nafile ibadetle yaklaşır.”[3] Hadis-i kudside var, açıkça burada buyuruyor. Peki, ama yaklaşır, kim?

Niyazi Mısrî Hazretleri zamanın büyük bir âlimi imiş, ne buyurmuş?

Mürşit gerektir bildire

Hakkı sana hakkel yakın

Başka bir ehli dil de buyurmuş ki:

Her kim ki şeyhini hak bilmedi, Hakkı dahi bilmez

Şeyhi hak bilmeyen hakkı bilemez.

Yok eylemeyen varını maksuduna ermez

Burada varlık denilince soy, mevkî, apartman, köşk, fabrika, gayrimenkul arazi bunlar değil. O ilim de bir varlıktır, ondan da geçilecek. Amel de bir varlıktır, ondan da geçilmesi lazım.

İlim ne yapıyor? Evet, ilim çok kıymetli ama bir noktaya kadar onun kıymeti vardır. O noktada durur, oradan geçilmez. Amelin de bir makamı vardır, bir noktası vardır, bir sınıra kadar götürüyor. O da orada onu bırakıyor, o da geçiremiyor.

Ancak ve ancak sınırları geçmek için, Allah’a olan bütün perdeleri kaldırmak için, ilmi de atacaksın, ameli de atacaksın. İlimden de geçeceksin, amelden de geçeceksin.

Ama senin ilmin var, âlimsin sen, ilminden geçemezsin, ilmin seni aşağı düşürmez, ilmin seni yükseğe kaldırır. Halbuki burada Cenabı Hak ne buyuruyor? “Her kim ki Allah için alçalırsa biz onu yükseltiriz. Her kim ki tekebbür sahibi olursa onu da hakir ederiz.”[4]. Tekebbür sahibi olmak, kendini beğenmek, yüksek görmektir. Ama alçalmak demek, tevazu demek; ne kadar âlim olursa olsun, ne kadar ilmi var ve Fatiha’yı bilmeyen birinden kendini aşağı görürse, o alçalıyor. Her kim ki Allah için alçalırsa onun ilmi ona mani değildir. O hiç Fatiha’yı doğru dürüst bilmeyen bir kimse var; ama Allah onun kalbinde bir inanç halk etmiş, tam inanıyor, anlaşıldı mı efendim. O da yükseliyor. Ondaki olan iman cevheri, inancı, onu yükseltmiştir. Ama onu yüksekliği görülmez. Bu bab’ta Yunus Emre ne buyurmuş? Bazı kelamlar var rumuzludur:

Bir sinek bir kartalı

Kaldırdı çaldı yere

Yalan değil gerçektir

Ben de gördüm tozunu

İspat ediyor, yani şahidim diyor, ben bunu gördüm. Bir sinek bir kartalı vurur mu? Bir kartal 100 bin tane sineği taşır sırtında. Kartal 100 bin tane sinek de olsa, alıp alıp, götürür. 

Bir sinek bir kartalı

Kaldırdı çaldı yere

Yalan değil gerçektir

Ben de gördüm tozunu

Diyor. Ama burada efendiler! İşte o kartaldan mana nedir biliyor musunuz?

Niyazi Mısrî Hazretleri çok büyük bir âlimmiş. Yunus Emre’yi imtihana gitmiş. Yunus Emre’nin de hiç ilmi yok, ne yapmış? O Niyazi Mısri Hazretleri’ni orada yenmiş. Nasıl yenmiş? Onun ilmini elinden almış, ilmini silmiş gönlünden, kafasından, artık hiçbir şey bilmiyor. Onu kendisine mahkûm etmiş.  Niyazi Misrî Hazretleri onu imtihana gelmişken, onun ayaklarına kapanmış ve beni affet, demiş. Af dilemiş, ona teslim olmuş.

Evet, işte bu kartaldan mana ilmiyle mağrur olan, ilmiyle kendisini yüksek gören, bir âlimdir. Ama işte ilmiyle âlim olmak için tevazu ehli olacak. Amelsiz olmaz, ama amelin en büyüğü tevazudur.

Bizim tarikatımızda da tevazudan büyük amel yoktur, büyüklerimizin emri de böyledir. Bizde en büyük amel tevazu, alçalmaktır.

En büyük keramet, keramet isteriz ya, bizde en büyük keramet takva sahibi olmaktır. Takva: Havf, Allah korkusu.  “Hikmetlerin başı Allah korkusu.”[5] değil mi? Cenabı Hak “Muttaki olun.” diye bize emrediyor. Muttaki, takva sahibi olan kurtulur, muttaki olmayan kurtulamaz. Ama muttakinin kim olduğunu Cenabı Hak bize bildiriyor, ne buyuruyor? "Sizin en çok muttaki olanınız, en çok Allah’tan korkanınızdır.”.

Evet, onun için demek ki bize göre, şeriata da göre, bütün inananlara da göredir;  fakat hepsi böyle amel edemezler.

Bilmek kolay da tatbikatı çetindir. Bir şeyi bilmek kolaydır ama onu yapmak çetindir. Onun için burada tevazuyu, bütün ne kadar inanıp da inancını yaşayanlar varsa bilirler. Ama tatbikatını yapamazlar, amelinden geçemezler.

Çok vakit amelinden geçemez ki tatbikatını yapsın, ameli onu yüksek gösteriyor.

İlmi var, ilminden geçemez ki tatbikatını yapsın, ilmi onu yüksek gösteriyor.

 Ama burada büyük amel tevazudur. Tevazudan büyük bir amel yoktur.

Tevazu feth eder fettah babını

Yani fettah babı demek; açılmayan kapanmış kapıları tevazu açar. Çözülmeyen düğümleri tevazu çözer. Bağlanmış yolları tevazu açar, çözer.

Evet, onun için büyük amel tevazudur.

Keramet ise bizde takva sahibi olmaktır.

Kemalat ise mahviyettir.

Mahviyet, işte bak, kelamı kibarda bunu ifade ediyor:

Âşık imdi varlığın ver yokluğa

Yokluk içinde sana varlık doğa

Bu nedir? Her şey yok olmayacak mı?

Herkes yok olacaksa, Allah da mı yok olacak?

Hâşâ, Allah yok olur mu? Bu kâinat yok iken, mükevvenât yok iken, kim vardı?

Allah vardı. Bunları Allah neyle var eyledi?               

Kün ile bunları ol var eyledi

Birliğine cümle ikrar eyledi

Çünkü “Kün! ” demek, Allah’ın sanatı demek. Ama bir sanatkâr bir maddeyi bulup yapıyor. Ama Allah bu kâinatı maddesiz halk etmiş. Maddesiz bu kadar büyük kâinatı, aklının almadığı varlıkları halk etmiş. Büyük varlıklar var. Cenabı Hakk”ın aklın almadığı büyük hikmetleri var, kudretleri var. Akıl almıyor, alamıyor.

Onun için burada Cenabı Hak neyi nasıl yaptı?  Yani zamanı mı mürur etti? Allah’ın bir işlemi mi oldu?

Kün, ol, dedi oldu. Evet öyleyse. “Fe yekün.” emri tecellî edecek mi? Edecek.

Yok ol dendiği zaman, “Küllü şeyin halikün illa vechehu.”[6]  ayetinde “Allah’ın zâtından başka her şey yok olacak.” Bütün bu gökteki, semadaki, göktekiler yerdekiler, denizde, karada, görünen, görünmeyen ne kadar Cenabı Hakk’ın mükevvenâtta halkiyeti varsa onu insanlar bilemez. Ne kadar bilse de Allah’ın halkiyetinin yüzde birini, binde birini bilemez.

Senin varlığın yok olacak. Senin varlığın yok etme için Cenabı Hak “Mûtû gable entemûtû”[7] buyuruyor. “Ölmeden evvel ölün!” diye bize bir emri var.

Ölmeden evvel ölün, nedir? İnsanlar için nasıl ölmeden evvel bir ölüm var?

İnsan doğdu, öldü. Doğuşu dünyaya geldi, ölüşü dünyadan gidişi. Ama insanlarda bir ölüm var ki o dünyadan gitmeden evvel bir ölüm var.

O da varlığından kurtulmaktır.

İşte ne buyuruyor:

Âşık imdi varlığın ver yokluğa

Yokluk içinde sana varlık doğa

Burada yokluk demek, mahviyettir.

Bütün ilminden, amelinden, malından, canından, cisminden, hepsinden gönlünden çıkartıp attıysa, bir tek Allah kaldıysa gönlünde ve Allah’tan başka bir şey yok ise gönlünde işte “Mûtû gable entemûtû.” sırrına mazhar oldu.

Çünkü insanlar ölünce nereye gidiyor? Allah’a gidiyorlar. Peki sonra insan her şeyi çıkarttı, attı gönlünden. Demek ki Allah’ı buldu, Allah’a gitti.

Zaten Cenabı Hak “Gâlû inna lillahi ve inna ileyhi râciûn[8], Allah’tan geldiniz Allah’a döneceksiniz.”. Ama bir de şu da var ki bütün insanlar Allah’tan geldiler. İnanan, inanmayan hepsi Allah’tan geldi. Ama hepsi Allah’a gidiyorlar mı? Gidemiyorlar.

Nereye gidiyorlar? Cennete gidiyorlar, cehenneme gidiyorlar. Evet, cehennem de Allah’ın bir mahlûku cennet de Allah’ın bir mahlûku. Cenneti de halk etmiş Allah cehennemi de.

Allah cennetini cemalinin nurundan halk etmiş. Cehennemi gadabından halk etmiş. Ama cenneti rahmetinden,  şevkatinden, merhametinden halk etmiş.

Allah’ın cemal sıfatı var, celal sıfatı var. Bütün güzel şeyler, bilinen bilinmeyen; görünen görünmeyen Allah’ın Cemal sıfatından tecellî eder, Celal sıfatından tecellî etmez.

Cenabı Hakk’ın Cemal sıfatı çok güzeldir ama Celal sıfatına çirkin diyemeyiz. Celal sıfatında azap vardır. Celal sıfatını okuyanlar azaba uğrarlar.  Dünyadaki azaplar, bütün kötülükler Celal sıfatının tecellîsinden:

Hak tecelli etmeyince nutka gelmez bir ahad

İzn-i Bâri olmayınca nutka gelmez bir ahad

Ama “Ve bil kaderi hayrihi ve şerrihi.” Emr ü fermanı var, inandık buna. Ama Allah’ın şerre rızası yoktur, hayra rızası vardır. Öyleyse demek ki Allah’ın rızasını istiyorsak hayır işleyeceğiz. Biz kendi kendimize ne yapıyoruz? Kendi kendimize zarara sebep oluyoruz. Onun için bak!  Evliyaullah’ın kelamı:

Hiç kuluna zulmeder mi Mevlâsı

Kulun çektiği kendi cezası

Allah kulunu zulmetmek için yaratmamış. Allah kulunu kendini tanısın, diye yaratmış. Tanıyana zulmetmez. Tanıyan rahat edecektir. Tanımayana zulmedecek. Niçin beni tanımadın? diye ona kendisini orada tanıtacak. Burada tanımayanı orada tanıtacak. İşte Allah’ın adaleti budur, Allah’ın merhameti budur. Burada tanıyana merhameti var, burada tanıyana müfakatı var, cennettir, cemalidir. Burada tanımayanı orada tanıtacak. Neyle? Azabıyla.

Allah’a şükür bizi Müslüman halk etmiş, hepsinin başı budur. Allah’ın kulu için sayısız nimeti var. Zaten bizi yoktan var etmiştir.

Bizde nefis var, ruh var.

Nefsi halk etmiş, ruhu halk etmiş.

Allah’a mutî olan ruhtur. Allah’a muhalefet eden, karşı gelen, isyan eden, nefistir.

İsyanı nefis yapıyor, nefis ölüp gidiyor. Ama cezayı ruh çekiyor.

Mesela senin bir kardeşin var, kusuru o işliyor, cezasını sen çekiyorsun. İşte ruh ve nefis böyledir.

Onun için burada ruhumuz var. Ruhu kurtarmak lazım. Ruhu düşünmek lazım.

Nefis nankör. İşte yediğini de inkâr eder, giydiğini de inkâr eder, isyan eder. Günah -sevap, haram - helal, hayır - şer, iyi - kötü bilmez seçmez. Niçin?

Dünyayı çok sevdiği için.

Onun için “Bütün hataların başı dünya sevgisidir.”[9] İnsan dünyayı sevmeyecek, dünyayı seven her hataya düşer. Dünyayı sevmek demek kalpten sevmek. Dünya sevgisi gelir kalbinde kalırsa o sana ne yapar? Sana her hatayı işletir, gaflette bırakır seni.

Gafletteki kim? Günahı-sevabı bilmeyen, helal-haramı bilmeyen gaflettedir. Ameli yok, günah işleri çok, bu gaflettedir. Niye bu gaflet var? Dünya muhabbeti onu gaflete daldırmış.

Hubb-u dünya bizi sarhoş eylemiş

Var mı onun gibi bir rind-i kalleş

Dünya sevgisi öyle bir kalleş ki diyor sevgisi ile seni sarhoş etmiş. Sevgisi ile muhabbeti ile doldurmuş seni sarhoş etmiş. Ne yaptığını bilmiyorsun, ne yediğini bilmiyorsun, ne içtiğini bilmiyorsun, nereye gittiğini bilmiyorsun.

Halbuki yemen de ölçülüdür, emirledir; giymen de, alman da, vermen de, bütün hareketlerin emirlerdir. Kur’an’dır senin ölçün.

Bütün orada ne yapar? Bütün efalini fiiliyatını, ne yapacağını sana Kur’an, peygamber bildiriyor. Bizim ancak burada delilimiz bizi kurtaracak, kitap ve sünnettir.

Kitapsız, sünnetsiz insanlar nasıl kurtulacak? Kurtulamaz ki.

Çünkü Allah kitabı insanlara indirdi. Peygamberi insanlara gönderdi. Kitabı tanımayan bir insan, peygamberi tanımayan bir insan nasıl kurtulacak? Bu kimse nasıl ben insanım diyebilir?

Hadi isterse insanım desin, isterse ne kadar zengin olursa olsun. Hoş Karun’dan da fazla zengin olamayacak. Karun’u Allah yere batırdı. Firavun’dan, Nemrut’tan da korkusuz olacak değil. Cenabı Hak en büyük azabı onlara yapacak.

Nemrut’u bir sinekle helak etti. Firavun’u da suda boğdu. Çok güçlü tanrılık davası güdüyordu da niye suda boğuldu? Nemrut çok güçlü, insanlara kendini taptırıyordu da niye bir sivrisinek onu helak etti?

Verir kullarına mühlet ve lakin eylemez ihmal

Onun için:

Kuvvetine gücüne aldanma gör ki

Nemrud’u ne yaptı böyle bir sinek

Efendiler! Şimdi bunlardan maksadımız, her şeyin kübrası var, zerresi var. Evet, Allah’a şükür, Allah bizi Müslüman halk etmiş, tarikatımız var, şeriatımız var, mürşidimiz var. Ama mürşidimize layık olalım. Mürşidimizin rengine boyanalım. Mürşidimizin ulaşmış olduğu nimete biz de ulaşalım.

İşte Cenabı Hakk’ın “Vekûnû meassadıkîyn.”[10] emrinde musannifler iki mana çıkarıyor. Bu mananın birinde kalmayalım. İkincisine de ulaşalım. İkincisi nedir? Zâhirdeki mananın anlamı biri; ilmi ile âmil olan âlimle dost ol, onunla sevil, sev diyor. Onunla teşrik-i mesai kur, onu sev. Zaten âlimi seversen, cahili sevemezsin. Çünkü:

Cahil ile sohbet etme sözleri sakat olur

Çünkü burada Allah her şeyi çift halk etmiş. Zıddıyetli halk etmiş. Alimle cahil birbirinin zıddıdır. Nasıl ki karanlıkla, aydınlık, gece ile gündüz birbirine zıt ise. Aydınlık olursa, karanlık olmaz; karanlık olursa, aydınlık olmaz. Bak, güneşin doğması karanlığı gönderiyor; güneşin batması karanlığı getiriyor.

İşte demek ki cahil demek, bir karanlık demek. Âlim demek, bir aydınlık demek. Ama ilmi ile âmil bak: “İlmi ile âmil velsadıkîn.”. Burada sadık geçiyor.

Allah’a vermiş olduğu sözü yerine getiren kim? Allah’a verilen söz hangisi? Hepimizin öyle bir sözü var. Cenabı Hakk’ın Kur’an’da “Elestü bi rabbiküm.”[11] fermanı oldu. “Bela! ” demişiz. Ne kadar inanan varsa, bela demiştir.

Ama şimdi bunların hepsi sadık mı oldu? Yok.

O “Bela.” diyen kim ki 15 yaşında genç mükellef olmuş, Allah’ın emirlerini tutmuş, yasaklarından kaçmışsa, (bu da kitaptır, sünnettir) o sadıktır işte. Cenabı Hak onlarla beraberim diyor.

Fakat musannif bundan iki mana çıkarıyor. Ulema bundan iki mana çıkarıyor. Manasının biri zâhir, herkesin bileceği bir mana ki evet, ilmi ile âmil olanla dost ol, ondan bilmediklerinizi öğrenirsiniz. Bilmediklerinizi öğrendikten sonra karanlıktan kurtuldunuz. Bir cahil var ki bilmiyor. Bunun hakkında cahil denilmez; buna ümmi deniliyor.

Cahil demek isyan edendir. Biliyor ama yine bildiğini tatbik etmiyor. Biliyor sevap olduğunu, biliyor yapmıyor; günahı biliyor işliyor, helal olduğunu biliyor, o helâlı bırakıyor, haram yiyor, cahil budur.

Ama bir de var ki bilmiyor. O bilenle bilmeyen nasıl bir değil. Ama emirde bu böyle bir değil. Bilen bilmeyenle farklıdır. Fakat bir de isyanda cezaya gelince bilenle bilmeyenin cezası bir değil. Bilmeyenin bilene göre işlediği suçların cezasını eksik öder, çabuk öder. Ama bilerek işlerse cezası çok ağır olur, kolay kolay ödenmez.

Biz Allah’a şükür “Vekûnû meassadıkîyn, sadıklarla olun.”[12] Allah’ın bu emrinin bir manasını işliyoruz. Ama öbür manasını da elde etmek için çalışalım. Burada bak musannif şöyle açıklıyor efendiler.

Evet, zâhir manası bunun; ilmi ile âmil olan bir âlimle teşrik-i mesainiz olsun. Dost olun, onu sevin ki cehaletin karanlığından kurtulasınız.

Peki, ama bir mana da var ki gönül sahibine gönülden bağlanın ki onların mazhar olduğu nimete kabiliyetiniz miktarı siz de mazhar olasınız. Yani onların ulaşmış olduğu nimete, siz de layık olduğunuz kadar ulaşırsınız.

Layık olmak nedir? Layık olmak şudur; evet insanlar rüyetullaha mazhar olurlar. Ama bu rüyetullaha mazhar olanların hepsi de bir müsavi değildir. Bütün velî sınıfına geçenler rüyetullaha mazhar olmuştur. Ama onlar da müsavi değiller.

Zaten tarikatı olmazsa, tarikatın dört şartını yaşamazsa, velî sınıfına geçemez.

O ne kadar âlim olursa olsun; ne kadar sofu, ibadeti olursa olsun; ne kadar âlimlerle dost olursa olsun o ancak neyi? Zâhiri işlemiş oluyor.  Yani ilmi ile âmil olan bir âlimle dost olmuş, ondan bilmediklerini öğreniyor. O ancak cehaletin karanlığından kurtuldu.

Ama esas mesele arif-i billah meşayihle, onlarla olmak, onlara gönülden bağlanmak lazım.

Bu da sevgi ile bağlanılır.

Nasıl ki bak, bize bunun hakkında bize bir izah veriyor: “Vekûnû meassadıkîyn.” ayeti var. Kur’an’ın manaları yazılmış, izahı da şu: zâhirde bir âlimle teşrik-i mesai olduğunuzda ondan ibadetinizi öğrenirsiniz, diyor.

O zâhirde âbı kilden yaratılmış bir cisim, bu zâhir şeriatte böyle, âbı kilden, sudan topraktan yaratılmış bir ceset var bizde. Orada (kâbe) sudan topraktan yapılmış bir toprak var, bir taş var, ona yönelmezsen ibadet oluyor mu? Her ibadetinde ona yöneleceksin. Namazın on iki şartından altısı dışında, altısı da içinde. Dışında olan şartların birisi de kıbledir. Kıbleyi bileceksin, değil mi? Demek ki her ibadette, misal veriyor, âbı kilden, sudan topraktan yaratılmış bir ceset, sudan topraktan yapılmış beytullaha yönelmezse, hiçbir ibadet kabul olmaz.

Öyleyse insanlarda bir de gönül kâbesi var. Gönül kâbesi ne demek? Allahın evi. Allah’ın evi Beytullah (Kâbe) değil.

Beytullah demek: beyt: ev, Allah’ın evi.  Kur’anda var, orada Allah’ın bir emri var.

Allah Beytullah’tadır dese, ona secde etse kâfir olmaz mı?

Allah’a mekan yok, mekan olmaz. Ama Beytullah’a secde etse, o da kime gider? Secde Allah’adır, Oraya yönelin diyor. Başka yere yönelin dese kıble değişmesi lazım.

Zaten Peygamber Efendimiz de evvel kıble olarak bir müddet Mescid-i Aksa’ya karşı yönelmiş. Peygamber Efendimiz bir zaman ters istikamete, kuzey doğu, ters istikamete kıble olarak yönelmiş.

Bir öğle veya ikindinin dört rekâtlı bir namazında, iki rekâtını kılarken kıbledeyken, Cebrail vahiy getirdi, “Mescid-i harama doğru dön.[13]” diye. Tam güneye döndü, Beytullah’a döndü, o zaman kıble Beytullah oldu.

Ondan evvel kıble neresiydi? Mescidi Aksa. Mescidi Aksa Süleyman Aleyhisselamın cinlere, perilere yaptırmış olduğu bir mescit, Kudüs’tedir.

Evet, işte gönül kabesine gönülden bağlanacaksın, diyor.

Gönül kabesi neresidir? Gönül kabesi Evliyâullah’ın kalbidir.

Çünkü Cenabı Hak “Yerlere göklere sığmam velî kulumun kalbine sığarım.”[14] buyuruyor. Velî kulumun kalbi diyor. Senin benim gönlüm bilse dahi Allah’ı biz bilemiyoruz.

Allah’ı hiç unutmaz zikredebilsek, Allah’ın bizde esma nuru var, zât nuru değil. Hiç Allah’ı unutmayacağız ki bizim kalbimizde Allah’ın esma nuru olsun.

Ama Evliyâullah’ta Allah’ın zât nuru var. Bak! Allah’ın 1001 ismi var, 8 sıfatı var, zâtı bir. Hâlbuki Evliyâullah esma nurundan da geçmiş. O da senin benim gibi evvela bir defa Allah’ı 1001 ismi ile Allah’ı zikretmiş, zikretmiş bu zikri tamamlamış esma nuru ile kalbini doldurmuş.

Gönülden perde-i hicâb açıldı          

İlm-i ledünnîden bezmi içildi 

Cümle esmâ birbirinden seçildi

Herbiri bir gûnâ elvân eyledi

Şimdi burada esma nurundan geçmiş, sıfat nurundan geçmiş, zât nuruna ulaşmış ki onun kalbi beyt-i hakikat olmuş. Onun kalbi Allah’ın hakikat beyti. Evet, bir kelamı kibar daha var, değil mi?

Kâbe inşâ-yı Halîl'dir sendedir beyt-i Celîl  

Kâbe’yi Halil-i Rahman inşa etmiş, Cenabı Hakk’ın emri var.

Kâbe inşâ-yı  Halîl'dir sendedir beyt-i Celîl 

Sensin Allah'ın delîli rûh-ı sultân elmeded

Ne diyor? Kâbe’yi Halil İbrahim Aleyhisselam oğlu ile yaptı. Ama sendedir, Celil’in, Allah’ın evi, diyor. Senin kalbin beyt-i Celîl. Allah’ın evi senin kalbindir, diyor.  Kâbe değil. Kâbe Halil’in evidir.

Sensin Allah'ın delîli

Allah’a gideceksen, delille gidilir. Vasıtayla da gidilir. Vasıtayla gelir, vasıtayla gideriz.

Bu da işte evveli şeriat, ikincisi tarikat, üçüncüsü hakikat, dördüncüsü marifet. Hakikate ulaşanlar, Allah’a ulaşırlar.

Hakikat demek bizim ruhumuz.

Hakikat ruhumuzda. Hakikat demek yok olmayan bir şey.

Şeriat demek yok olan bir şey, cesedimiz nefsimiz yok olabiliyor.

Ama ruh yok olmuyor, o hakikat ruhu tanıyor, onun bir makamı var. Gelmiş olduğu bir yer var, nereden geldiğini bilmişse eğer, ruhu hakikate ulaştırdın.

Bu da tarikattan geçer, tarikatı olmayan bu hakikate ulaşamıyor.

Şeriat, tarikat, hakikat, marifet.

Marifete hakikatten seçilenler, yani velîlerden seçilenlerden ulaşıyor.

Bu velî nerede bakın. Kendine görev tevdi olunan irşat memurları var, bir de gavs var, kutup var. İsterse dünya yüzünde bir milyon velî olsun. Bir milyon olması mümkün değil ama bize bildirilen emir şudur; büyüklerimizin emri, tasavvuf âlimlerinin emri burada, arz üzerinde her bir asırda 124 bin peygamberin temsilcisi vekili olan velî mevcuttur. Küreyi arzda, Türkiye’de değil, ne kadar İslam beldeleri varsa, o üç kıtada var, Avrupa’da var, Asya’da var, Afrika’da var, hatta Amerika’da da var. Oraya da sıçradı.

Evet demek ki 124 bin peygamberin temsilcisi olan bunlar kimler? İnsanlardan, avam içerisinden seçilmiş velîlerdir. Ne ile seçilmişler?

Ama tarikattan, şeriattan geçiliyor. Şeriatımız tam olacak ki, tarikatımız olsun. Bakın bunlar olacak, evet bu da;

Kabiliyet bizde olmazsa meşayih neylesin

İster ise mürşidi olsun Muhammed Hazreti

(Allahümme salli alâ Muhammed) Kabiliyetse burada kab anlamındadır. Kab kabiliyet demektir. Kab ise bizim kalbimizdir.

Mesela bir kabı taşıyan var misal. O kabı taşıyan, o kabın içerisine bir madde koydu. O kaptan bir madde, bir yeme maddesi dağılıyor, ikram ediliyor. Ya da satılan bir yeme maddesi alacaksın, önüne bir kab getiriyorlar. O temiz kabın içine koyulan temiz madde kabı kirletebilir mi? Kirletemez. Bir de; kabın çok temiz de o kaba sen pis bir şey alıyorsun, temiz bir şey almıyorsun, o kap temiz olur mu? O kap da pislenir, kirlenir.

Burada da işte bizim kabdan mana kalbimizdir. Bizim kalbimize verilen bir muhabbet var, bu da mürşit sevgisi, meşayih sevgisidir. Meşayih sevgisi olmayanın kalbinde aşk yoktur, muhabbet yoktur.

Muhabbet demek Allah sevgisidir. Ama mürşit vasıtasıyla, onun için bak! Celâlî  Baba hazretleri ne buyurmuş:

Metahından alan gelsin derin deryadan almışam

Bugün aşkın pazarıdır veren Mevlâmdan almışam  

Burada ne diyor? Benim sattığım herkesin sattığından farklıdır. Mesela adam imalatçı, neyi imal etmişse onu satıyor. Pazara götürüp onu satıyor. Veyahut da yeme maddesi, giyme maddesi, efendim çalıştığı alet, kullanılacak olan aletleri ne yapıyor? Yapmış, imal etmiş, satıyor, pazarlıyor.

Bu da diyor, benim de bir metahım var, satıyorum. Benim metahımın müşterisi gelsin. Ama ben metahımı derin deryadan almışım.

Derin deryaysa bir ilimdir. Bu ilim ise kalp ilmidir. Derin derya dibi olmayandır.

Kalp ilminin dibi yoktur. Ledünnî ilminin sonu, nihayeti yoktur.

Onun derinliği ölçülmez, onun sınırı ölçülmez. Evet.

Bugün aşkın pazarıdır

Allah aşkını pazarlıyorum, bunu satıyorum.

Veren Mevlâmdan almışam

Mevlâ; efendi, efendim verdi bana, sattı. Onun efendisi kimmiş?

Sordular mürşidin kimdir

Beşir Efendi’mden almışam

Bunu ondan almışım. Beşir Efendisi kimden almış? O da Muhammed Sami Efendi’den almış. O kimden almış? O da Piri Tâğî Hazretleri’nden.

Silsileyi saydığımız zaman bu halkanın bitimi nerede bitiyor? Peygamber Efendimiz’de bitiyor.

Efendilerin efendisi O.

Ondan geliyor, onda bitiyor. Efendilik ondan geliyor, onda bitiyor.  Ama bu efendilik; sen zenginsin, sen mevki sahibisin veyahut da sen ilim sahibisin, hayır bu değil. İrşat olmuşsan, bir meşayihe hizmet görmüşsen, onun rengine boyanmışsan, onu irşat etmişse.

İrşat demek insanların kalbinin açılmasıdır.

İrşadın çok anlamı var. Senin bilmediğin bir şeyi sana öğretirse dersin ki beni irşat etti. Değil mi? Bildiğin bir şeyi de sana zararlı bir şeyi, zararlı olduğunu farkına yetemiyorsun, ama sana öğretirse, irşat etti, dersin. Ama bunlar irşat değil.

İrşat insanların kalbinin açılmasıdır, ancak insanları şâd eden kalbidir. İnsanların kalbidir.

İnsanlarda şadlık, ferahlık nerede? Kalbinde, eğer kalbin açılırsa. Sen bir geniş yerdeysen sıkılmazsın, dar yerdeysen sıkılırsın. Kalbin açılırsa işte o zaman irşat oldun sen. O zaman şâd oldun.

Ondan sonra daha senin için mihnet meşakkat, senin için bir darlık yok, bir böyle. Bir de kalbin sahibi Allah’tır. Kalbini Allah’a o zaman teslim ediyorsun, o mülkün sahibi odur. O tasarruf eder, sen tasarruf edemezsin.

Sen tasarruf ediyorsan bu kalbine gelenler niye geliyor? Koyma gelsinler hadi. Koyma! Her şey geliyor.

Mesela inanan bir Müslümanın nefsi var. Allah öyle halk etmiş, nefse fırsat vermiş, şeytana fırsat vermiş. Şeytan kalbe vesvese, her şey getiriyor. Senin nefs-i emmaren var. Allah’ın yasak ettiği gayri şeyleri işliyorsan, bunu nefs-i emmaren işletiyor.

Peki, ama bir defa muhalif şey evvel kalbine geliyor. Bu kalbine gelen muhalif şeyi niye atamıyorsun? Atabilirsin, ama gelmesine mani olamazsın. Hâlbuki hiç gelmesini istemiyorsun.

Sen bir hanede oturduğun zaman, kapısı açık hanedesin ama senin sevdiklerin var, hoşuna gidenler var, hoşuna gitmeyenler var. Kapıyı şimdi kapatsan sevdiklerin de giremez, alamazsın içeri. Açsan sevmediklerin de gelir, çünkü kapı açık. Sevdiğin de var, sevmediğin de var. Ama bu sevdiğin geldiği zaman bak, ne yapıyorsun? Ondan sefa duyuyorsun, onun gelmesine seviniyorsun, neşeleniyorsun, rahatlıyorsun, ferahlıyorsun. Hoş sohbet ediyorsun. Bir de var ki sevmediğin bir kimse geldi, girdi, sıkıyor seni. Gelmesini istemiyorsun ama geldi. O geldi, şimdi onunla mücadele et. Zaten geldi o. Onunla mücadele et, onu atmaya bak, atmaya da gücün var. Girdi seni sıkıyor, atarsan sıkıntıdan kurtuldun. Atmazsan seni sıkar.

Öyleyse demek ki insan gelmesine mani olamaz, gelmesine mani olamıyoruz ama onu kalbimizden atacağız. Ne zaman ki bunları kalpten geleni attın; ata, ata, ata, tükenecektir, bitecektir.

Bir ateş yandığı zaman, o ateşe insanlar yakacaklarını atarlar. Attılar yandı, yine attılar yandı, daha başka bir şey bulamıyor ki atsınlar. Ateş daha neyi yakacak? Bir şey bulamıyorlar ki atsınlar. Herkes attı, attı. Büyük - küçük, azılı bir ateş atılanı yakıyor, daha bir şey bulamıyorlar ki atsınlar. Neyi yakacak bu ateş? O zaman kendisi sönecek.

Bu da işte aşkın sonu mahviyettir.

İnsanların kalbinde aşk olmazsa, insanların kalbi temizlenmez.

Kalbindeki muhalifler gitmez, bitmez, tükenmez. Bu muhalif tükenmez, bu bir tane, beş tane, yüz tane, bin tane değil ki. Gelmiş, yaşamış olduğu ömür boyunca çok arzuları var. Zaten nefsin varsa, bu nefsin arzuları bitmez tükenmez. Bunların hepsi kalbe gelir, gönüle gelir.

Ama ruhun tek bir arzusu var.

Bütün bu nefsin arzularını gönülden atan çıkaran ne olur? Bu bir anda da olur. Bu uzun bir zamanda da olur, kısa bir zamanda da olur.

O da artık insanın kabiliyetine göre. Alacağı göreceği hizmete göre, alacağı himmete göre, daha da ihlâsına, müridin ihlâsına göredir.

Sermaye bu yolda heman

Teslim olup şeyhe inan

Sıdk ile Allah’a dayan

Gör olmaz mı ihsan sana

Bak, mesela bu tarikat bir adımdır, kırk adımdır, yüz kırk adımdır.

Bu tarikat bir dakikadır, bir saattir, bir gündür, bir haftadır, bir aydır, bir yıldır, on yıldır, kırk yıldır. Değil mi? Bu da nedir? Bu da eğer bir Evliyâullah’ın nazarına uğradıysan. Onun için Mevlânâ buyurmuş:

Yek nazar eylese arif-i billâh

Aslı kemhareyi mücevher eyler

Arif-i billâh, Allah’tan ayık olan; yek nazar, yani Farisi’de yek bir demektir, bir nazarda, bir bakışta, kara taşa bir bakarsa, onu mücevher altın yapar, diyor.

Kara taştan mana işte bizim mülevves, kirlenmiş, paslanmış, masiva kirleri ile dolmuş olan kalbimizdir. Onu bir bakışta, bir nazarda, onu ne yapar? Siler atar, mücevher altın yapar. O kararmış, katılaşmış, sertleşmiş, pis mülevves olmuş kalbimizi ne yapar? Siler temizler, genişletir, aydınlatır, evet teslim eder. Bir nazarda da oluyor. İşte Sâlih Baba böyle bir nazara uğramış:

Pîr-i Sâmî tuttu destim sakiyi sahba gibi

Yek nazarda aklım aldı dilber-i rana gibi

Varlığım dağını deldi açtı vuslat rahını

Bir nefeste cuşa geldi şehr-i dil derya gibi

Bir nefeste bir nazarda diyor benim kalbimi derya etti. Şehr-i dil de burada dil şehri kalptir, kalbimi derya etti, derya gibi kalbime bir ilim aktardı.

Vahdetin sırrını duyup yağmaya verdim gönlümü

Dost göründü her taraftan aynıma leyla gibi

Saatimiz ne oldu? Peki, yirmi dakikada teveccühten bahsedeceğiz, ondan sonra teveccühü yapacağız.

Evet, zaman zaman senede en azından on beş, yirmi, yirmi beş, otuz, belirli bölgelerde, belirli muhitlerde teveccüh yapıyoruz. Bu cemaatin ekserisi, çoğu bunları zaten biliyor. Ama şimdi bu cemaatte hiç teveccüh görmeyenler vardır. Niçin? Sürekli ders alanlar oluyor. Geçen akşam on beş, yirmi kişi yeni ders alan oldu. Diyelim ki Ankara’dan gelmiş ders almış da veyahut da daha önce ders almış da teveccüh görmemiş. Onlar şimdi gelmiştir.

Bu nedir? Bu teveccühün aslı nedir? Bunda ne lazım? Bunda ne elde ediliyor? Buraya niye gelmişiz? Bunu bildirmek lazım.

İşte teveccüh Allah’a yönelmektir. Biz de Allah’a yöneleceğiz. Ama bu Allah’a yönelmemiz şöyle olacak. Biz kendimizi kusurlu, günahkâr olarak göreceğiz.  Çok muhtacız. Neye?

Hani bir insan çok fakirdir. Çok fakir olunca bir ağaya, zengine ihtiyacı vardır. Fakir çok ihtiyaçlı, neyi giderecek? Üşüyor, çıplak giyecek bir şeyi yok ama zengin birine giderse kıyafet versin de bu soğuktan kurtulsun. Daha da aç kalmış, bir lokma ekmeği bulamıyor, yesin. Aç kalmış, açlık neticesinde helak olacak. Bu bir ihtiyaçtır işte, bir zengine gider de işte o para versin veya bir lokma ekmek versin de o açlıktan da kurtulsun, bu hayat meselesi.

Evet, şimdi bizim de manevi olarak aç olduğumuzu, manevi ihtiyacımızın olduğunu bilmemiz lazım. Bu da işte bizim noksanlığımız, evvela bir defa noksanlığımızı bileceğiz. Allah bizi noksan halk etmiş.

Her ne kadar noksanlık denilince neyi anlayacağız? Günahlar, yasakları anlayacağız. Ama bu günah işleyenlere göre.

Bize göre de bir noksanlık var. Bize göre noksanlık da şudur ki tam layık ile Allah’ın vermiş olduğu nimetlerin karşılığında biz ona şükür yapamıyoruz. Allah’ın vermiş olduğu bize sıhhat karşılığında biz ona zikir yapamıyoruz, şükür yapamıyoruz, zikir yapamıyoruz, layığı ile amel işleyemiyoruz bu bir.

İkincisi mesela icabında bizde olan bir hastalık. Veyahut da herhangi bir şeye dayanamazlık. Allah’tan gelen en ufak bir iptilaya bile dayanamıyoruz. Bu bir noksanlık değil mi?

Niçin velîler onlara dayanıyorlar? Niçin peygamberlere Cenabı Hak daha çok büyük çileler vermiş, onlar dayanabiliyorlar da biz dayanamıyoruz? İşte noksanlıklar budur. O zaman demek ki:

Kişi noksanını bilmek gibi irfan olamaz

Biz noksanlıklarımızı bileceğiz.

Noksanımızı da burada işte amelde eksikliğimiz var. Yapıyoruz, yine layığı ile yapamıyoruz. Allah bize bu zamanda bilhassa çok bol rızık vermiş, biz zevk sefa içerisindeyiz. Yine de nankörlük ediyoruz, yine de şükredemiyoruz.

Bakın efendiler! İnanın buna, Cenabı Hak hiçbir asırda bu asırdaki insanlara, hiçbir nesile, bu asırdaki nesile vermiş olduğu rahatlığı safahatı vermemiştir. Yarım asır evvelini de biliyorum. Elli sene evvelki insanların geçimi nerede, şimdiki insanların geçimi nerede. Hiç birbirlerine benzerliği yakınlığı yok. Çünkü elli sene evvel geçim binbir meşakkatle karşılanıyordu, elde ediliyordu.

Bu geçim nedir biliyor musunuz? Açlık, çıplaklık.

Açlığı, çıplaklığı gidermek için adam binbir meşakkatle geçim elde ediyordu. Şimdi geçim açlık, çıplaklık değil, şimdi geçim zevki, sefadır.

Her şey makineleşmiş, her şey otomatikleşmiş, bu petroller çıkmış, vasıtalar çıkmış. Efendim makinalar çıkmış, daha insan gücünden her şey çıkmış, hep makineye bağlanmış. Onun için işte rahatlık, sefahat var. Fakat bunun şükrünü yerine getirmiyoruz.

O elli sene önceki nesil binbir meşakkat karsısında bu geçimi sağlarken yine şükrediyorlardı, sabrediyorlardı. Bak, bugün onlarda olan şükür, sabır yok.

İşte bu da bir noksanlık değil mi bize? Büyük noksanlık. İşte bunların ikmali için bunlardan da kurtulmamız için geldik buraya.

Allah’ın bir hak kapısına geldik. Allah’ı istemeye geldik. Çünkü Evliyâullah sohbetinde der ki:

Babını çalar taamını yerim

Bab, kapı demek. Taam ise yemek. Kapısını çalar yemeğini oradan alır, yerim, diyor.

Bir dilenci bir zenginin kapısına gittiğinde o kapıyı çalması lazım ki o kapıdan ona bir parça ekmek alsın yesin.

O kapıdaki dilenciden mana, onun delili nedir? Bak! Cenabı Hak buyuruyor ki: “Fe emmel yetime felâ tekhar, ve emmes sâile felâ tenhar”[15] “Yetimlere saillere ihsanda bulunun”. Allah bir sâile ihsanda bulunun derse, biz de onun sâili olursak bize ihsanda bulunmaz mı? Ama onun sâili olduğumuzu bileceğiz.

İşte bu kapı onun kapısı. Onun sâiliyiz, onun dilencisiyiz, onun kapısına geldik, dileniyoruz, bunu bileceğiz.

İşte bu amelimiz ne istiyor? Bu amel kalbi selim istiyor.

Bu amel bizim buraya noksanlığımızla, kusurumuzla geldiğimizi bileceğiz. Burada Allah’ın rahmetine, merhametine, şefkatine nail olacağımızı bileceğiz.

Böyle olmak için teveccühümüzün bir usulü var, orada dikkat edilecek hususlar var. İşte teveccüh başlarken bir oturma usulü var ama evvela teveccüh kalbi selim istiyor.

Kalbi selim demek ne demek oluyor? Ama gerçi biz kalbi selim değiliz ama olmaya çalışacağız.

Gam gelmez dememişler, Gam eylenmez demişler

Bak cihat var. Cihat Allah’ın emri değil mi?  Kaç türlü cihat var?

Nasıl ki zâhiren cephede senin dinine, mevzine, vatanına taarruz eden birine düşmana cihat yapıyorsun, biri bu. Halbuki bundan daha büyük cihat, nefsî cihattır.

Bu da gönlüne gelen muhalif şeyleri atmak. Kitaba, sünnete uygun atmak. Hatta kinin, kibirin, gururun varsa, hasedin varsa, bunların hepsini gönlünden atmaktır. Atmak lazım.

Bunları insanlar birden atamaz. Birden de atabilir. Birden atmak için bir nazara uğrayacak. Birden böyle bulmak için bir nazara uğrayacak.

Mesela zenginleri düşündüğümüz zaman bazı zengin vardır ki sıfırdan başlamış, kazanmış. Aklı ile çalışması ile neyse tecrübesi ile çalışmış kazanmış, bunlar helal rızkıdır. Zenginlik de olsa helal rızkıdır, tereddüt etmesin. Evet, bu ne etmiş? Zengin olmuş. Milyarlar, şimdi milyonun kıymeti kalmadı, üç, beş, on milyarlık bir insan bu dünyada zengin olmuş. Bir de var ki babasından kalmış veyahut da ikramiye vurmuş, o da zengin. İşte böyle birden bir nazara uğrayan, birden böyle bir kemal sahibi olmak için bir nazara uğrayan, böyle bir hazine bulmuş da birden zengin olmuş gibidir.  Öbürü ise üç senede beş senede on senede yirmi senede ameli ile hizmeti ile çalışmış. Ne olmuş? Oda bir zengin olmuş.

Burada zenginlik dostla buluşmak, bir kemal sahibi olmaktır.

Bak! Nasıl ki İbrahim Ethem Hazretleri Belh padişahı imiş. Padişahlığı bırakmış gitmiş, bir gece yatağından genç bir hanımı varmış, onu bırakmış, çıkıp gitmiş. Yani genç bir padişah tahtını, tacını bırakıp gitmiş. Bir şeyh bulmuş onun dergâhında hizmet görmüş. Ne yapmış orada? Yedi sene sırtında dağdan odun çekmiş getirmiş. Yedi seneden sonra orada irşat olmuş. Padişahın halkı da padişahlarından çok memnunlarmış, buluruz diye arıyorlarmış, padişah tayin etmemişler. Derviş olduğunu, nerede olduğunu hiç kimse bilmiyor. Fakat ona şeyh efendisi bir görev yetki vermiş, irşat etmiş.

—Hadi sen de irşat et, artık görevlisin, git belli bir mekân yer belli et, halkı topla onlara nasihat et onları irşat et, demiş.

Bu da gitmiş sohbet ediyor. Derya kenarında bir mekân bulmuş. Sohbetin etrafına zaman zaman çoğalıp geliyorlar. Kerametinden, sohbetinden işte çok mübarek zât diye böyle duyuluyor, her taraftan geliyorlar. Belh halkı da duyuyor, İbrahim Ethem işte şeyh olmuş, bilmem nereye tekke kurmuş, diye. Bu halk padişahlarını alıp götürmeye geliyorlar, çünkü padişah tayin etmemişler. Geliyorlar nerede buluyorlar? Evet derya kenarında dergâhı var, bir mekânı var. Denizin kenarında böyle pardösüsüne iğne iplik elinde yama vuruyor, bunu böyle bulmuşlar.

—Selamın aleyküm, aleyküm selam, hadi seni biz götüreceğiz. Yedi senedir seni arıyoruz, bulamıyoruz. Demişler.

—Gidin ben padişah olmam, gidin padişahınızı bulun. Demişler ki:

— Padişah tayin etmedik.

—Gidin kendi aranızda padişahınızı tayin edin, ben daha gelmem. Ben bu pis dünyaya daha elimi sürmem, demiş.

—Olmaz seni götüreceğiz, cebri götüreceğiz, demişler.

Anlamış ki bunlar cebir kullanacaklar. O zaman kendinin maneviyatını, manevi gücünü bunlara göstermiş. Demiş ki:

—Bir şartım var. Onu yerine getirirseniz gelirim?

—Nedir şartın?

Demişler. İğneyi atmış deryaya, demiş ki:

—Bu iğneyi bulur getirirseniz gelirim.

Şimdi deryada iğneyi arayıp bulmak insanların kârı değil. Bunlar aciz kalmışlar. Demişler ki:

—Sen bunu bahane ettin. Deryada iğne bulunmaz, ama biz yine de seni götüreceğiz. Demiş ki:

 —Siz şimdi bu iğneyi getiremiyorsunuz.

— Getiremiyoruz efendim.

—Bakın gözleyin, benim iğnem gelecek.

Deryaya bir seslenmiş böyle yumuşak ve buğulu bir sesle:

—Ey balık, Allah rızası için benim iğnemi getir, demiş.

Bir balık iğne ağzında başını çıkarmış sudan, uzatmış iğneyi o da almış, bunu görmüşler. Tabii bir manevi gücünü görmüşler. Tehditle zorla götüreceklerdi. Daha bakmışlar bu sefer manevi gücünden kahrından korkmuşlar, bedduasından korkmuşlar. Demiş ki:

—Gidin babam. Ben Belh padişahı iken insanlara emrediyordum, sözüm geçiyordu. Ama şimdi Allah beni maneviyat padişahı etti. Bak, balıklara da benim sözüm geçiyor.

Onun için burada da evet kalbî cihadımızı yapacağız, bu Allah’ın emridir. Bu cihattır, büyük cihattır, cihad-ı ekber kalbî cihattır.

Burada da kalbi selim olmak gerekiyor. Evet, biz gelene karşı duramıyoruz, gelecek, geliyor avamız çünkü. Ne zaman ki havas sınıfına geçersek, daha onların gönlüne Allah’tan başka bir şey gelmez. İşte onların gönülleri beyt-i Celîl demek onların gönüllerine Allah’tan başka bir şey gelmez. Ama canım onların yemeleri de var, içmeleri de var; oturmaları da var, almaları, vermeleri var. Ama Cenabı Hak bak, ayette buyuruyor, “Ricalün la tülhihim ticaretün ve la bey’un ân zikrillah”[16], “Benim öyle kullarım var ki onların ticaretleri zikirlerine mani olmaz. Yerler beni zikrederler, içerler zikrederler, alırlar, verirler, yatarlar, kalkarlar, gezerler beni zikrederler. Onlar zâhirde ne kadar meşgul olursa olsunlar onlar beni unutmazlar, kalplerinden çıkmazım, kalpten beni unutmazlar.”

İşte burada demek ki işte Evliyâullah’ın iki ciheti vardır. Zâhiri var, bâtını var.

Zâhiri halk, halk ile bu cesedi; bâtını Hak, Hak ile o da ruhu.

Allah’tan gelen ruhu Allah’a kavuşturmuş ki bu işte kemal demektir. Yetişmek demek bu demek, ulaşmak demek bu demek.

Evet, işte burada, bize düşen ne? Bize düşeni işleyeceğiz. Bizim görevimiz kalp cihadı yapacağız. Allah’ın emri olan kalbî cihadı yapacağız, geleni atacağız, geleni atacağız, geleni atacağız. Bu da bizim için bir amel oluyor.

Evet, şimdi bu teveccühte de böyle bir sa’yımız olacak. Teveccüh’ün oturma usulü var, oturtturacaklar. Oturduktan sonra teveccüh başlarken bir “Estağfurullah” nidası olacak.

Kalp büyüyor, kalp büyüdükçe aşk da çoğalıyor.

Aşk; Allah sevgisi daha çok geliyor. Mürit vardır ki onun kalbine bakın bidayette böyle.

Bak, rabıta tarifinde bu başparmağın kalınlığında feyz-i ilahi, Allah sevgisi, nereden geliyor? Mürşidin iki kaşının arasından geliyor, amenna ve saddakna.

İşte Cenabı Hak buyuruyor, değil mi? “Kulum beni sev, sevdiklerimi sev.”[17].

Mürşidin iki kaşının arasında gelen nedir? Allah sevgisi.

Allah “Sevdiklerimi sev, beni seversin.” diyor. Ama başlangıçta bu başparmağın kalınlığında feyz-i ilahi büyüyor, o kat büyüyor, çoğalıyor.

Mesela şimdi bir çocuğu düşündüğümüz zaman, anne bir çocuğu dünyaya getirir. Ona anne mama verir. Ne kadar? Mesela diyelim ki bidayette on gram süt içebiliyor. O bir aylık oldu, o on gram süt onu daha doyurmaz. Süt yüz gram olur, öncekinden daha fazla. Memesini bu sefer yiyemiyorsa, ona daha ayrı mama veriyor. Daha büyüyünce yeme gıdaları veriyor.

İşte bir müridin ruhu da aynıdır. Bidayette tarikata girince, bir Evliyâullah’ın velâyetinde, bir anne nasıl bir çocuğu kucağında memesinde büyütüyorsa, o müridin ruhu da Evliyâullah’ın kucağında memesinde büyür.

Evliyâullah’ın manevi memesi vardır.

Şiğ memeden, şiğ memeden,

Olayım kucağında, emerim şiğ memeden

Diye kelamı kibar var. Tabii mecazı var, hakikati var. Şiğ meme Evliyâullah’tadır. Bu müridin ruhunun memesidir. Bu meme ağzından çıkarsa, bu meme büyütmezse o mürit ne oluyor? Bak! Yunus Emre!

Senin aşkın denizden bir balıkca

Balık sudan çıksa heman ölür

Diyor ki balık nerede yaşar? Suda, deryadan çıktı mı ölür. Senin aşkında benim ruhumu, öyle bir balığı ihâta etmiş gibi etmiştir. Senin aşkından ayrılırsam eğer benim ruhum ölür, amenna ve saddakna. Öyle evet onun için Sâlih Baba Hazretleri buyuruyor:

Heman bir lahza sağ olmak bana sensiz haram olsun

Bir lahza demek ne demek? O kadar bir az zaman ki lahza demekten daha azmış. Lahza kelimesi var ya, ismi “lah-za” demekten daha az bir zaman.

Heman bir lahza sağ olmak bana sensiz haram olsun

İstemez hiçbir şey tüm mülkü versen

Dünyayı bana verseler, dünyanın hâkimi olsam, padişahı olsam bir lahza sensiz olmayı istemem. Bir nefes sensiz olsam, bir dünyayla değişmem. Evet, şimdi bunlar böyle işte tarikatın hakikatin esrarları bunlardır.

Şeriat tarikat yoldur varana

Hakikat marifet ondan içeri

Onun için bir kelamı kibarda vardır onu da söyleyelim sonra teveccüh yapalım.

Bilinmez âlemin sırrı nihandır

Dört şahın hükmü ile dönen cihandır

Arif olanlara özge seyrandır

Kâmile her eşya olmuştur evrat

Bakın, dikkat edin. Burada dört şah var ya âlemlerin sırrı var, biliyoruz.

Âlemlerin sırrı bilinir mi? Bilinmez.

İnsan da bir sır, insan kendini bilemiyor ki âlemi bilsin. İnsanlarda da bir sır var ki insan kendindeki o sırrı nasıl bilecek?

İnsanlarda letâif makamları var. Sır makamı var, sır makamı açılmazsa insan kendisini de bilemez, rabbısını da bilemez; bu esrarı da bilemez, sırları da bilemez.

Sır demek görünmeyen bir şey. Görünmeyen bir şeyi mesela şimdi bir salon var, bir bina var, ama onun içerisinde bir şeyler var, ona girmeden onun içerisine girmeden nasıl bileceksin?

Gireceksin ki göresin, girmeden göremezsin. İşte insanlarda bu letaif makamları var ki bir de sır makamı var. Oraya insan ulaşamazsa gizli sırlar ona aşikâr olmaz. Evvela bir defa kendisini bilemez. Niçin bak Yunus Emre;

İlim ilim bilmektir

İlim kendin bilmektir

Sen kendin bilmezsen

Ya nice okumaktır

Sen diyor, ilimden mana sen kendini bileceksin. Sen kendini bilemedinse daha niye okuyorsun. Ama kendini bilmesen rabbını bilemezsin. Ama sana kendini bildireni de bu da Allah’ın emri, Allah’ın kitabı bildiriyor. Ama bu kitap ikidir. Bir de var ki gönül kitabı. Gönül kitabını okumazsan eğer, gönül kitabı açılmazsa sen de kendini de bilemezsin rabbını da bilemezsin. Evet, onun için bak!

Yeter ey murg-ı cân gülşane gel gel  

Gül açıldı bahâristâna gel gel          

İşte gülşan da burası, baharistan da burası, gül de burada açılacak. Murg-u can demek ruhumuz.

Yeter ey murg-ı cân gülşane gel gel  

Gül açıldı bahâristâna gel gel          

Açılmış mekteb-i aşkın kapısı

Okuyup ilm ile irfâna gel gel

Mektebi açmak için diyor bu aşk mektebinde oku ki irfan sahibi olasın. Evet, işte dört şahtan murat, âlemlerin sırrından murat, bu anlaşılıyor tabii. Allah’ın halkiyatında bilinenlerden çok bilinmeyenler var, görünenlerden çok görünmeyenler var. Allah’ın halk etmiş olduğu bir mucize maharet var ki insanların fakülte bitirenlerin aklı yetmiyor, bunları umumiyetle bilemiyor, yapamıyor. Fakat:

Dört şahın hükmüyle dönen cihandır

Dört şahtan murat ne burada?

Bir defa zâhir şeriatte edille-yi şeriye; kitap, sünnet, icma, kıyas; farz, vacip, sünnet, müstehap. Bunlar olmazsa hayvani sıfattan beşeri sıfata geçemez.

İnsan da bir cihandır.

İnsan da bir cihan demek, dünya değil mi?  İnsan da bu dünyadan daha büyük bir âlem. Eğer insanlık âlemine ulaşırsa, insanlık şerefine ulaşırsa. Ahsen-i takvim olursa bir insan tabii dünyadan da büyüktür, tüm her şeyden de kıymetlidir.

Ama bu kimde? İşte evvela bu letâif makamları var. Letâif makamları her insanda mevcut. Ama bunlar körlenmişler, bunlar açılabilirler.

Nasıl bir çekirdeğin içerisinde büyük ağacın kökü gövdesi, dalları, meyvesi vardır. İşte bak, çekirdek patlıyor da çıkıyor meydana. Ama erbabı onu böyle atıyor, koyuyor toprağa, topraktan patlıyor bitiyor, onu bir müddet büyütüyor. Aşısını yapıyor da o marifet çıkıyor meydana. Bir çekirdek kendi kendine hiç büyür mü? Büyüse de meyvesini verir mi? Vermez.

Öyleyse demek ki burada hatta ayet-i kerime var kalbin ululuğu hakkında. Ayet-i kerime çekirdeği misal getiriyor. O çekirdek biterse, büyürse maharetini verir meydana. Bitmezse büyümezse çekirdek vermez. İşte insanlar da letâif makamlarını elde etmezse, büyük insan olamıyor, cihan olamıyor. Cihandan büyük olamıyor.

Ama insanlarda evvela kalp var. Bak, kalbin cismi de var, ama ufacık olsa da bir cismi var. Peki, bu ilmin bildiği bir şey, tıbbın bildiği bir şey, aklın idrak ettiği bir şey. Bak, bir ufacık et parçasında Allah ne maharet halk etmiş.

Yani cismi olan bir şey var bizde. Cismi olmayan ruh var.

Ruh var ama onun cismi yok.

Var ama cisminin nasıl olduğunu bilmiyoruz.

Bir cismi vardır, ama bak, Allah vacib’ül vücut. Onun için ruhu, dil söylemez ve akıl bunu almaz.

Onun için Peygamber Efendimiz ruhun esrarını söylemedi. Ancak ayet var, bak, Allah habibini insanlara karşı mahzun bırakır mı? Birçok sorulara Peygamber Efendimiz cevap vermedi. Allah’tan cevabı geldi değil mi? Cenabı Hak’tan geliyor Cebrail ile vahiy ulaştırıyor. Habibim senden ruhtan sordular, sen ruhtan cevap vermedin. “Gulirruhü min emri rabbî.”[18] de ki: Ruh rabbinin emrindedir.

Evet, işte insanlarda letâif makamları var, göbekten yukarı. Kalbin bir makamı var biliniyor, cismi de var, vücudu da var, görülüyor. Ama şu kadar et parçası, güvercin yumurtası kadar ama Allah onu ne kadar maharetli, ne kadar güzel halk etmiş, büyük halk etmiş. O ufacık et parçası var ya o açılırsa eğer insan, maneviyatı dünyadan büyük oluyor.

Onun için Evliyâullah’ın kelamları vardır ki rumuzludur, anlaşılmaz. Ama söylenmiş haktır. Ne buyuruyor?

—Zâhirde dünya harmanında ben bir taneyim.

Yani zâhir cesedimle bütün bu insanlar buğday tanesi olsa; hani bir çiftçi yüz teneke eker tarlasına bin teneke buğday alır, o bin teneke içerisinde milyarlarca buğday tanesi var. İnsanlar içerisinde de zâhirde dünya harmanıysa bu insanlar, yani o milyarlarca buğday tanesinin zâhirde bir tanesiyim.

—Manada dünya benim harmanımda bir tane.

Evet, işte bu mana kimde? Mana ruh.

Ruh nimetine vasıl olursa, ruh makamına malik olursa…

Ruh nimetine vasıl olmak için, nail olmak için, makamına ulaşmak için, insanlarda bu letâif makamları var, bunların açılması gerekir.

Letâif makamları: Kalp, bir defa sol memenin dört parmak aşağısında, vücudu da var.

Ama ruhun makamı var, cismi yok. Vardır görünmez, bilinmez. Nerede? Bu ruhun makamı neredeymiş? Sağ memenin dört parmak aşağısında.

Bir de sır, sırrın makamı nerede? Sol memenin dört parmak yukarısında. İşte o açılmazsa, O bilinmez. İnsanda bir esrardır, sırdır. Yani esrarları, sırları bilemez. Sır ne? Esrar ne? Gizli olan şeyleri bilemez. Bilir ama gizli olan şeyleri bilir. Ama bildirmesi yasaktır. Bilir, bildirmez, görür, gösteremez bu sırları.

Demek kalp sol memenin dört parmak aşağısında. Bak! zikri sayıyla orada çekiyoruz, yapıyoruz. En evvela bir defa onu diriltmek lazım. En evvela onu zikirle temizleyeceğiz, onu temizlemek lazım. Ama bu sade yirmi dört saat içinde olan bir zikrimizden ibaret değildir. Her zaman için bizim kalbî zikrimiz lafza-yı Celal’dir.

Allah’ı hiçbir zaman unutmayacağız. Kur’anı Kerim’de kaç yerde ayetler var, hani “Gıyâmen ve guûden ve alâ cunûbihim.”[19] sonra “Fezkürullahe zikren kesira.”[20] Ayet-i kerimeleri var. “Çok zikredin”, ondan sonra, “Elâ bi zikrillahi tadmainnül gulub.” bu da var. “Sizin kalbinizi ancak zikrullah doyurur, başka bir şeyle doymaz”.

Ama zikrullahla doyan kalp, Allah’ı hiç unutmayacak ki onun kalbi zikrullahla doymuş olsun.

Bu da birden değil babadan miras kalmaz, çarşıda satılmaz ki gitsin zenginler alsın. Bu tedricen tedricen müridin sa’yı ile müridin hizmeti ile meşahiyin himmeti ile olur. Onun için baba himmet oğul hizmet, buyurmuşlar.

Evet, bu dört şahtan murat: Zâhirde edile-yi şeriyedir. Bu olmazsa hayvanî sıfattan kurtulamazsın, beşerî sıfata geçemezsin.

Ama tarikatta dört şahtan murat: muhabbet, ihlâs, adap, teslim. Bunlar da olmazsa tarikattan hakikate geçemezsin.

Hakikate geçmek için işte bu letâif makamlarını elde etmen lazım, bunları açman lazım, bunları bitirmen lazım. Evvela kalp âlemi açılıyor, ondan sonra ruh âlemi açılıyor, ondan sonra sır âlemi açılıyor, ondan sonra hafî âlemi açılıyor, ondan sonra ahfa âlemi açılıyor, ondan sonra kalp gözü açılıyor.

Nerede kalp? Kalp sol memenin dört parmak aşağısında.

Ruh nerede? Sağ memenin dört parmak aşağısında.

Sır nerede? Sol memenin dört parmak yukarısında.

Hafî nerede? Havf makamı nerede? Bak, onun için Cenabı Hak “Elâ inne evliyaallahu lâ havfün aleyhim velâhüm yahzenun.”[21], buyuruyor. Bu ayet-i kerime, onların hakkında nazil olmuş. Canım bunlar velîler, bunlar halktan seçilmişler, ilimleri ile amelleri ile efendim her yönü ile seçilmişler. Seçilmişler deyince Allah’a yakın gitmişler, Allah’a vasıl olmuşlar, olmasa velî olamazlar.

Niye bunlarda bu havf var ki? Neden bunlarda bu havf oluyor ki? Havf makamı açılmış onun için. Onlarda o zaman demek ki yüz bin tane müridin havfi bir gelse bir Evliyaullah’ın havfiyle beraber olamaz. Ama bu havf ne onlarda? Müritlerin havfi, senin benim havfimi çekiyorlar. O havf kendilerinin değil, bütün müritlerinin havfidir.

Onun için bizim tarikatımız askeriyedir. Hani bir yüzbaşı bölüğünden sorumlu, mesul. Bir binbaşı taburundan mesul. Bir tümen komutanı tümeninden mesul.  Kolordu komutanı böyle yükseldikçe rütbesi onun maiyeti çoğalıyor. Büyüyünce hepsinden sorumlu olmuyor mu?

Evet, şimdi burada dört şahtan murat tarikatta da muhabbet, ihlâs, adap, teslim.

Muhabbet: meşayihe olan sevgi

İhlâs: meşayihi büyük görmek

Adap: Meşayihin zâhirini bâtınını bir bilmek. Meşayih ne kadar ırakta olursa olsun onu ırakta görme. Ben onu göremiyorum,  o beni görüyor, tamam üç. Dördüncü de

Teslimiyet: Meşayihe teslim olmak, şudur ki evet İbrahim Aleyhisselam:

—Beni rabbim yedirir, rabbim yatırır, rabbim içirir, rabbim konuşturur, rabbim yürütür.

Allah’a öyle bir teslim olmuş. Allah onu ateşte yakmamış. Burada o peygamber, peygamberlerle Allah’ın arasında zâhirde bir melek var.

Ama bizim zâhirde bir şeyimiz; bizim meleğimiz, vahiy edenimiz yok. Ama bize de bir vasıta lazım. Onu elde etmek için bir defa teslim olmak lazım.

Teslimiyet şuymuş: Mürit bir cenaze, hocaya nasıl teslim oluyorsa, hoca efendi cenazeyi gasil ettiği, yıkadığı zaman, o cenazede hiç hareket yok. Sağa çeviriyor, sola çeviriyor, sıcak döküyor, soğuk döküyor, hiç ses çıkarıyor mu? Çıkarmıyor.  İşte öyle teslim olması lazım. Veyahut da bir alet, kendisi bir alet, aleti kim çalıştırıyor? Cansız bir alet, alette çok maharetler, hünerler var. Ama hüner o aleti yapanda, hüner o aleti çalıştıranda, aleti çalıştıran olmazsa kendisi bir şey yapamaz.

 


[1] Buhari Rikak  38

[2] Kenz-i Mahfi s.89, Şir’a

[3] Buhari Rikak 38

[4] Hikmet Goncaları Trc. (500 Hadis Şerif) 397

[5] Taberani, El-Münavi, Fevzü’l Kadir-3:574

[6] Kasas 28:88

[7] El-Mesn’u

[8] Bakara 2:156

[9] Tirmizi, Müslim

[10] Tevbe  9:119

[11] Araf 7:172

[12] Tevbe 9:119

[13] Bakara 2:149

[14] Alusi Ruh’ul  Me’ani XX.101

[15] Duha 93: 9-10

[16] Nur 24:37

[17] Al-i İmran  3:31

[18] İsra  17:85

[19] Al-i İmran  3:191

[20] Ahzab 33:41

[21] Yunus  10:62