“Kelamı KibarlardaTenkit ve Okşama Mahiyeti Vardır”

1.1.1995, Nazilli

 

Esselamu aleykum ve rahmetullah, Allah’ın selamı, rahmeti, hidayeti, bereketi üzerinize olsun. Sabahı şerifleriniz hayırlı mübarek olsun. İşleyeceğimiz bu amel büyüklerimizin ameli, büyük ameldir.

Sizin için bizim için hayırlı mübarek olsun. Feyzinden, nurundan, bereketinden, himmetinden ihya-âbâd etsin. Amelimiz büyük ameldir. Bak! Ameli bilmeyenler var, yeni katılanlar var. Niye toplandık buraya, niye geldik, ne yapacağız? Bilmeyenler var.

Evet, bunun ismi teveccüh. Teveccüh demek Allah’a yönelmektir.

Bu da Cenabı Hakkın emridir, buyuruyor: “Kulum bana bir karış gelirse ben ona bir adım giderim; kulum bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim.”[1]. Hâşâ Allah gelmekten, gitmekten münezzehtir, yani bu bize bir emirdir, teşviktir. Kulum dön bana yüzünü, dön bana doğru yönel, bana doğru gel, demek istemektedir.

İşte bu amellerle Allah’a yönelmektir, Allah’a gitmektir. Teveccüh, Allah’a yönelmektir.

Bir insan bir yere gittiği zaman, bir kimseden iltifat görmediğinde bana hiç hüsn-ü teveccüh göstermedi, diyorlar. Gördüğünde ise çok hüsn-ü teveccüh yaptı, çok iltifat etti, deniliyor.

Teveccüh demek Allah’a yönelmektir. Şimdi burada tabii şüphe yoktur her biriniz bir yerden bir memleketten buraya geldiniz. Her biriniz niye geldiniz? Bir maksat yok, menfaat yok, ticaret yok, ziyafet yok.

Ne var? Allah için geldiniz. Allah’a inandınız geldiniz. Bu teveccüh sadece bizim tarikatımızda var. Bizim Halidî kolunda, Nakşî tarikatının Halidî kolunda vardır, başkalarında yoktur.

Resulullah Efendimiz de ashabına bu teveccühü yapmıştır. Hatta Müzekkin Nüfus isminde Eşrefoğlu Rûmî’nin kitabında yazar. Çok kerameti olan bir Evliyâullah’tır.

Bu Eşrefoğlu Rûmî çok meşayihlerden geçtikten sonra Hacı Bayram Velî’ye gitmiş ve mürit olmuş. Bir gün Hacı Bayram Velî bütün ihvanıyla beraber kıra, açık saha sohbetine çıkmış. Şeyh efendilerine müritleri gitmişler çiçek toplayıp getirmişler. Çok çeşitli çeşitli, renkli renkli çiçekleri toplamışlar. Bu Rûmî bakmış hani bir çiçek var ara sıra zikrediyor, koparamamış. Bir çiçek bulmuş zikirsiz kalmış kurumuş, koparmış onu getirmiş. Bunu hep kınamışlar. Demişler:

—Şeyh efendiye getirdiği çiçeğe bak. Sen bunu mu layık gördün getirdin.

Mübarek şeyh efendi biliyor ama onlara duyursun diye şeyh efendi sormuş:

—Oğlum bu kadar renk renk güzel çiçekler içinde bu çiçeği mi bana layık gördün? Demiş.

—Efendim hangisine el attıysam “Allah” diyor, ancak bunu zikirsiz buldum, getirdim, demiş.

Bir seferinde de sulak olmayan bir yerdeymişler, orada su yok bulamamışlar. Şeyh efendi abdest alacak su yok. Demişler:

—Sulak yer arayın su getirin.

Kendileri de abdest alacaklar etrafı gezmişler su bulamamışlar. Gelmişler:

—Efendim su bulamadık, demişler.

Bir daha dolanmışlar gene bulamamışlar. Demiş:

—Onlar suyu bulamazlar, sen bana bir su bul da getir, demiş.

Cemaatten uzaklaşmış bir tane daldaya girmiş.

—Yâ rabbî şeyhim için su ver.

Demiş, basmış tabana su gümülemiş, doldurmuş suyu gelmiş.

—Çabuk oldu, suyu nereden buldun? Bunlar bulamadı, nereden buldun? Demiş.

—Allah’tan istedim verdi.

Gitmişler bakmışlar su daha yeni çıkmış, daha yatağı da belli değil. Yerden yavaş yavaş gidiyor.

Evet, işte onun kitabında öyle yazıyor. O da büyük bir velîdir. Peygamber Efendimiz’in ashabına teveccüh yaptığı onun kitabında da yazar.

Bir teveccühünde mübarek o da başını sağa sola cezbe almış sallamasında başından sarığının emamesi düşmüş. Düşünce ashap uçuşmuşlar, başına sarığı bütün parça parça etmişler, tırnağımın ucu kadar almışlar ve onu teberrüken saklamışlar.

Evet, bizim teveccühümüz büyük ameldir fakat buna inanacağız, ihlâsımız olacak, inancımız olacak. Zaten bu tarikatın şartlarından bir tanesidir. İhlâs diye tarikatımızın bir şartı var. İhlâs; amelimizi büyük göreceğiz ki ondan feyiz alalım. Şeyh efendimizi büyük göreceğiz ki ondan feyiz alalım.

Onun için işte buraya ıraklardan geldiniz, uzaklardan geldiniz, uykusuz kaldınız. Bak! izdiham içerisinde aç kaldınız, susuz kaldınız. Hiç olmazsa bir iki saatlik bir amelimiz var, buradan boş dönmeyesiniz, mahrum kalmayasınız.

Bu amelimiz ne ister? Şimdi burada kalbi selim olmayı ister.

Kalbi selim olmak ne demek? Yani bu amelde hiçbir şeyi düşünmeyeceksiniz, her şeyi gönlünüzden atacaksınız.

Ağır hastanız belki olabilir. Burada o ağır hastayı da düşünmeyin. Burada düşünmekle senin ağır hastan tedavi olmaz. Ama ağır hastaya şifa iste. Burası şifa mahallidir. Evet, borcunuz var ödeyemiyorsunuz. Onu da burada düşünmekle senin borcun ödenmeyecek. Borçtan da kurtulmayı Cenabı Hak’tan istemekle Allah kolaylıklar ihsan eyler, burası mahallidir, iste. Her ne gibi sıkıntınız varsa, maddi sıkıntılarınız varsa, onlardan kurtulmak için burada dua edin, ama düşünmeyin de.

Evet, bizim bu amelimiz teveccüh’tür. Teveccüh denilince burada bir başlangıcı var, nihayeti var. Başlangıçta bir defa “Estağfurullah” diye nida ediliyor. Tabii teveccühün bir de oturma usulü var. Oturtturacaklar, böyle lalettayin değil. Oturtturduktan sonra Estağfurullah diye nida olacak. Bu nida olunca gözler yumulur. Hatmede olduğu gibi ama gerçi daha yeni ders alanlar hatmeye bile girmediler. Gözler yumulacak, göz açmak yasak, 25 defa istiğfar okuyacaksınız. “Estağfurullah, Estağfurullah, Estağfurullah” diye 25 defa istiğfar okudunuz. Ondan sonra daha okuyacağınız bir şey yok. Kalbinizi ve gözünüzü muhafaza edeceksiniz. Gözünüzü açmayın, kimseye bakmayın, kalbinize gelenleri de atın tutmayın.

Gam gelmez dememişler, Gam eğlenmez demişler

Bakın, insanların kalbi su misalidir. Bir su var, nehirler var, cârî akıyor. Bak, büyük nehirler var, akıyor. Bir su var ki çukurlara birikmiş büyük küçük göller var. Bunlar da su. Ama bak, bu akan nehir kirlenmiyor. Göldeki su kirlenir. Göle atılan şeyler gölü kirletir. Herhangi kimse tarafından atılanlar, daha başka şeyler oraya düşünce orayı ne yapar? Kirletir.

Nehire atılanlar nehiri kirletmez. Şehirlerin içerisinden nehirler geçiyor. Şehirlerin içerisinden geçen nehirlere bütün insanlar, o şehrin halkı evin zibilini dökseler kirletirler mi? Kirletirseler de nehir alıp götürüyor, çünkü gücü var, bırakmıyor alıp götürüyor.

Öyleyse cihat yapan kalp cârî bir nehir gibi kirlenmez. Ama cihat yapmayan kalp çukura birikmiş sudur, kirlenir. Onun için:

Gam gelmez dememişler, Gam eğlenmez demişler

Yani insanların gamı olur, ama gider durmaz. Ama cihat ederse gider.

Nasıl cihadını yapacak? Gönlüne gelen her ne gibi bir meşakkat var ise Allah’a sığınacak. Onu Allah’tan bilecek ki gitsin. Allah’a sığınmazsa onu Allah’tan bilmezse nasıl gidecek?

Evet, işte Estağfurullah nida olunca gözler yumuluyor. Herkes 25 istiğfar okur. Sonlarını uzataraktan, kendisi işiteceği kadar, “Estağfurullaaah, Estağfurullaaah, Estağfurullaaah” bu vaziyette okurlar.

3-5 dakika sonra yine 3 defa bir istiğfar sesi duyarsınız. Onu siz okumazsınız.

Gönlünüzü muhafaza edeceksiniz, evinizi muhafaza edeceksiniz. Allah kalbinizde, rabıta karşınızda, kamçı elinde, Allah’ı unuttuğun zaman tependen aşağıya vuruyor, niye unutuyorsun, diye.

Zaten rabıtanın özelliği budur, rabıta gönül bekçisidir.

Niçin? Biz Allah’ı hayal edemeyiz, edebilir miyiz? Allah hayal edilir mi?

Allah nerede dese küfürdür. Allah hangi sıfattadır? Sen Allah’ı nasıl düşüneceksin? Küfürdür.

Onun için rabıta gönül bekçisi demek; rabıtanın mekânı da var, rabıtanın zâhirde görünen bir sıfatı da var. Ama nasıl bir sıfattır. Bak! Yunus Emre ne demiş:

Ete kemiğe büründüm

Yunus diye göründüm

Ki  Evliyâullah da bir sıfat taşıyor ama o sıfat içerisinde onda Allah’ın sıfatları var.

Onlar Allah’ın aynasıdır. Görebilirsen ne âlâ, göremesek de inanacağız.

Evliyâullah, Hak aynasıdır.

Eğer bir mürit görecekse, Şeyhinin yüzünden görecek.

Onun için bak!

Götür yüzden hicâbını kılıp âşıkların bayram

Âşık kim?

Bir meşayihin on bin tane seven müridi olsa, eğer yüzünden hicabını götürürse onlar hep bayram ederler.

Bu hicap ne?

Yani bu zâhir yüzü, o yüze perdedir. O açılır. O açılınca işte o zaman mürit neyse arzusuna ulaşıyor.

Açılınca neyi görecek?

Allah’ın nurları var, onu görecek. Allah’ın sıfatları var onda, onu görecek.

Evet, amenna ve saddakna. Bak kelamı kibarda buyruluyor:

"Allah'u nûrun" nûru

Sende kılmış zuhûru

Cismin tecellî Tûru    

Gönlün me'vâde sâkî 

Bunlar kime buyrulmuş? Evliyâullah’a buyrulmuş. Daha ne buyruluyor?

Gönül fehm edeli "lâ"dan "illâ"yı     

Mecnûn-veş biz de bulduk Leylâ'yı   

Bak, burada “Lâ” ne? “İlla” ne? La ilahe illallah, deniliyor, değil mi?            

Allah’tan başka Allah yok. Zaten Allah yoktan her şeyi var etti. Her şey yok olacak, Allah kalacak. Değil mi?

Ama bir defa insan her şeyi kalbinden, gönlünden çıkaracak ki o zaman gönlünde Allah da kalsın. İnsanın gönlünde Allah’tan başka neler varsa o zaman Allah olmaz onun gönlünde. Evet diyor ki:

Gönül fehm edeli "lâ"dan "illâ"yı     

Bir insanın gönlü her şeyi fehmeder anlarsa ki ne kalır?

Allahın bir tek varlığı kalır.

İnsan her şeyi kalbinden çıkarırsa ve bir tek Allah’ın varlığını kalbinde düşünürse, ne olur?

Gönül fehm edeli "lâ"dan "illâ"yı     

Ama nerede bulmuş ”Lâ” yı, “İlla”yı, Bakın!

Mecnûn-veş biz de bulduk Leylâ'yı   

Nûr-ı cemâlinde seyr et Mevlâ'yı

Bir rûh-ı musaffâ mir'âtımız var       

Mecnun on paralık bir kıza âşık olmuş. Ama nasıl âşık olmuş ki onun yüzündeki güzellik Mecnun’a gıda olmuş, uyku olmuş, yeme olmuş, içme olmuş. Mecnun Leyla’nın yüzünde bir güzellik görmüş. Aslında Leyla o kadar güzel de değilmiş. Eğer Leyla o kadar güzel olsaydı, o kadar zenginler var, ağalar var, beyler var, Mecnun’a bırakırlar mıydı? Mecnun fakir bir kimse, onun için vermemişler. Leyla’yı istemiş vermemişler. Ama ona âşık olmuş, onu öyle güzel görmüş ki Allah onu o kadar güzel göstermiş ki dünyada daha onun gibi güzeli yok.

Ama bak, onda Allah’ın sıfat nurunu görmüş. Mecnun Leyla’da Allah’ın sıfat nurunu görmüş. Allah onu çok güzel göstermiş. O güzellik onun gönlünü öyle almış ki yıllar boyu yememiş, içmemiş, uyumamış.  Üç gün uyumasak deli oluruz. Üç gün yemesek kalkamayız, gezemeyiz. O yıllar boyunca yememiş ve uyumamış.

Neticede bakmış ki bütün her şey, eşya, taşlar, kuşlar, ağaçlar, dağlar, insanlar hep Leyla olmuşlar. Onun gözüne hep Leyla görünüyor. Kendi de Leyla olmuş.

Evet, Mecnun on paralık bir kıza âşık olup,  Leyla’nın sevgisinden dolayı aşk-ı mecazdan aşk-ı hakikate ulaşıyor. O sevgiden dolayı Leyla ona bir ayna oluyor, Allah’ın sıfatına ulaşıyor.

Leyla ona bir ayna oluyor ama işte ne diyor, ne ifade ediyor? Leyla aslında çok güzel değil ama çok güzel görünmüş. O güzelliği hep eşyada görüyor, her yerde görüyor. İşte bu kelam onu ifade ediyor:

Gönül fehm edeli "lâ"dan "illâ"yı     

Mecnûn-veş biz de bulduk Leylâ'yı   

Ne demek? Yani Mecnun bütün her şeyi ”Lâ” gönlünden çıkardı. Bir tek Leyla’nın sevgisi kaldı.

Eğer Mecnun’un Leyla’ya olan sevgisi bizim de meşayihimize olsa nimete ulaşacağız, diyor.

Mecnûn-veş biz de bulduk Leylâ'yı   

Nûr-ı cemâlinde seyr et Mevlâ'yı

Bir rûh-ı musaffâ mir'âtımız var       

Mirat aynadır. Bu hadisi şerifte var. Peygamber Efendimiz: “Biz Hak aynasıyız.” buyurmuş.

Onun için Ebu Cehil lanetullah Peygamber Efendimiz’in karşısına geçmiş kötü şeyleri saymış. Düşman, zaten sevmiyor. Ne demişse: “Doğrusun sen.”, demiş hiç itiraz etmemiş. Senin dediklerin bende yok, dememiş. “Doğrusun sen.”, hepsine “Saddakna!” demiş.

Bir gün Sıddık Ekber Efendimiz de Peygamber Efendimiz’i metih etmiş. Ona da “Doğrusun, saddakna.”, demiş.

Tabii bunu bilen bir cemaat var, gören bir cemaat var.

—Ya Resullullah sana Ebu Cehil böyle dedi. Sen doğru söylüyorsun, dedin. Hz. Ebubekir böyle dedi. Ona da doğru söylüyorsun, dedin.

__Biz aynayız. Ebu Cehil kendisini gördü, doğru söylüyorsun, dedik. Kendisini gördü, kendi sıfatlarını saydı, doğru söylüyorsun, dedik. Sıddık kendi sıfatlarını bende gördü, saydı, sen de doğru söylüyorsun, dedik.

Bunun gibi Muhyiddin Arabi Hazretleri’nde de olmuştur. Muhyiddin Arabi Hazretleri müritleriyle devamlı tebliğe gidermiş. Yanında çok cemaat varmış. Bir köpeğin yanından geçmiş, cemaattan hiç kimseye köpek çabalamamış, duruyor. Şeyh Hazretleri’ne öyle sıçramış, atılmış ki tabii cemaatin bu dikkatini çekmiş.

—Bu kadar cemaate bir şey demeyen köpek Şeyh efendiye niye atlıyor hücum ediyor? Demişler.

Köpek gitmiş atılmış tutmamış. Şeyh efendi ondan hiç tiksinmemiş. Tabii onları şüpheden kurtulmaları için sohbette buyurmuş, demiş ki:

 —O köpek bana gelmedi, kendisine geldi. Biz miratız, köpek kendi suretini bizde gördü, kendisine geldi.

Şimdi kelamı kibara dikkat edin:

Nakş-ı cemâlinden kesmem gözümü

Sende buldum mâdenimi özümü

Buraya dikkat edin.

Nakş-ı cemâl rabıta demektir. Rabıta var ama o rabıtayı hakkıyla yaparsanız, rabıtayı hakikaten yani inanaraktan yaparsan onda sıfatlarını göreceğiz, iyiliği de, kötülüğü de Allah’ın sıfatlarını da burada göreceğiz.

Ama tabii ki bu ayna deyince, aynanın büyüğü var, küçüğü var.

Şimdi o zaman sen onda rabıta yaptığın zaman neyi görüyorsun?

Eğer kötü sıfatları görüyorsanız, aynanın karşısına geçtin, senin kötü nefsin sıfatlarını, ahlakı zemîmeleri görüyorsun.

Güzel bir şeyler gördüğün zaman da ruhunun sıfatlarını görüyorsun.

Bilmiş ol ki rabıta yaparken kötü şeyler görüyorsan kendinde daha ahlakı zemîmelerin var, nefsî sıfatların var sende, tebdil olmamış, değişmemiş.

Nefis sıfatları değişecek. Ahlakı zemîmeler, 79 kötü ahlaklar, bunlar nefsin sıfatlarıdır.

79 ahlakı hamîde de bunlar ruhun sıfatlarıdır.

Onun için bizim hatme-i hacemizde 79 elemneşrahleke suresinin okunmasının nedeni budur. 79 ahlakı zemîmelerin izâlesi için, 79 ahlakı hamîdeye değişmesi için bunlar okunuyor. Çünkü elemneşrahleke süresi 79 harftir. 79 defa okunuyor bu sure. 79 harf ahlakı zemîmelerin çekicidir.

Onlar ne yapıyor? Yoğuruyor, olgunlaştırıyor veyahut da onları izâle ediyor, değiştiriyor.

Evet, efendiler! İşte Muhyiddin Arabi Hazretleri’nde de zuhur etmiş.

Evet, rabıta hak aynasıdır.

Fakat bizde de bir ayna var. Mademki rabıtada bir ruh var, bizde de bir ruh var. Değil mi? Ruh bir ayna demek, ruhtan tecellî eder. 

Evliyâullah’ta da bir kalp var, bizde de bir kalp var. Ama Evliyâullah’ın kalbi büyük kalp, bizim kalbimiz de küçük kalp.

Biz en evvel küçük olan kalbimizi sileceğiz ki bu küçük aynayı büyük aynanın karşısına tuttuğumuz zaman, büyük aynada görünen bir cismi göstersin.

O büyük aynanın karşısına bir milyon küçük aynayı koyduğun zaman, o büyük aynada ne varsa hep o küçük ayna çeker alır kendisine, görünür. Büyük ayna, küçük aynaya geçer.

Burada büyük mirat (ayna) Peygamber Efendimiz’dir. Ondan sonra da diğer bütün Evliyâullah da tabii ki bunlar da mirattır.

Bir Evliyâullah da bütün müridlerinin miratıdır, aynasıdır.

Evet, Resulullah Efendimiz bütün Evliyâullah’ın aynasıdır.

Resulullah Efendimiz Allah’ın aynasıdır. “Biz miratız, biz Hak aynasıyız.” buyurmuş.

Evet, işte demek ki bu teveccühümüzde kalbi selim olalım, kalbimizi silelim, her şeyi kalbimizden çıkaralım ki burada tecellî edecek nurlar oraya gelsin, dolsun.

Burada muhakkak ve muhakkak ki Allah’ın esma nuru, sıfat nuru, zât nuru tecellî edecektir. Bunların artık hangisini alabilirseniz alın, hangisine doyabilirseniz doyun.

Yalnız işte bu cezbelenmeler nedir? Cezbeler zaten ondan geliyor. Ruha cezbeden Allah’ın nurlarından tecellî ediyor.

Ama bu üç nur Evliyâullah’ta vardır. Esma nuru da vardır, sıfat nuru da vardır, zat nuru da vardır. Bazısında da esma nuru, bazısında sıfat nuru, bazısında da zât nuru tecellî eder. Hangisi olursa olsun, hangisi vurursa vursun, orada bir cezbe meydana gelir, bir aşk-ı muhabbet meydana gelir, bir mestlik meydana gelir. Bir iradesizlik meydana gelir, cezbeler bunlardır.

Ama burada cezbeye de alışmak lazım. Bu neye benziyor biliyor musunuz?

Peygamber Efendimiz Cebraili ilk gördüğü zaman bayılmış. Cebrail’den ona Allah’ın sıfatı göründü. Ayıldı, bir dahasında bayılmadı ama bayılır gibi oldu. Böyle böyle alıştı, senin benim gibi oldu, kelam konuşuyor. Ama ilk defasında bayıldı.

Evet, öyle işte esma nuru olsun, sıfat nuru olsun, zât nuru olsun tecellî eder. Ama esma nurunu bir defa göreceğiz, ona alışacağız ki sıfat nuruna tahammül edebilelim. Onda da bir serkeşlik olur, sıfat nurunda da bir tahammülsüzlük olur, ona da alışacağız ki zât nuruna ulaşalım. Zât nurunda da bir hazımsızlık olur, insanlar dayanamıyor. Zât nurundan geçenler, Kâmil-i mükemmil olmuşlar. Geçemeyenler de Kâmil mükemmil olmamışlar.

Kâmil demek yetişmiş. Mükemmil yetişmiş, yetiştirir.

Çok âlimler de zât nurunda kalmışlar, geçmemişler, iştirah âleminde kalmışlar.

Mesela silsilemizin yakınında Seyyid Sıbgatullahi Arvasi Hazretleri Gavs ismiyle tanınmıştır. Gavs isminin de delilleri çoktur. Evet, sadece sözde değil, onda harikuladelerden, işaretlerden, emarelerden gavslık işareti aşikâr görünmüştür.

Bunun dört tane halifesi varmış. Bir tanesi Abdurrahman Meczup. Bir tanesi Abdurrahman Tâğî. Bir tanesi Molla Halid-i Ölekî. Bir tanesi oğlu Şeyh Bahâeddin. Bunların dördü de birbirinden üstün âlimler. Bu Abdurahman Meczup Allah’ın zât nurunda kalmış, oradan daha geçememiş. Vecd âleminde kalmış, bir daha kendisine, iradesine gelememiş. Hiç kendisine gelememiş ki kimseye bir sohbet etsin veya onları irşat etsin. O öyle istemiş, öyle kalmış.

Gavsın huzurunda bunların hilafetini verecek, mübarek demiş ki:

—Sizin arzularınız, istekleriniz kabul olacak ne istiyorsanız isteyin.

Hepsi bir şey istemiş. Abdurrahman Tâğî Hazretleri demiş ki:

—Benim kıyamete kadar gelen neslimden, ailemden ilm-i şeriat, ilm-i tarikat eksik olmasın, ben bunu istiyorum.

—Tamam, demiş.

Molla Halid Öleki demiş ki:

—Ben ömrümün sonunu kadar bu aşk, cezbeyle beraber gideyim, benden alınmasın. En sonunda şahadet rütbesini istiyorum.

—Tamam, demiş.

Abdurrahman Meczup da demiş ki:

—Ölene kadar ben iştirah âleminden ayılmak istemiyorum.

—Tamam, demiş.

Ondan sonra mübarek demiş ki:

—En iyisini Abdurrahman Tâğî istedi.

İşte onun için bak, bir asır geçti ama onun oğullarından, torunlarından belki 50-100 tane âlim gelmiştir, halen devam ediyorlar. Hem meşayih olarak, hem hoca olarak halen devam ediyorlar. Öyle âlimler ki, tarikati, şeriati anlamışlar.

Şeyh Abdullah isminde torunlarından bir tanesiyle Ankara’da görüştüm. O duymuş, geldi. Kocatepe Camisi’nde Cuma’yı orada kılıyormuş, görüştüm. Çok memnun kaldı, bizim de hoşumuza gitti, mübarek zât, çok âlim. Ondan sonra Cumartesi günü tekkeye geldi. Ankara merkez, yedi bölgenin ortası, cumartesi günü mesai yok, her taraftan geldiler, çok cemaat var. Cemaatten çok da ders alan olmuş, belki 50 kişi civarında ders alan olmuş. O da orada dinliyor.  Bu ders alanlar içinde cezbelenenler oldu, sohbette cezbelenenler oldu. “Allah” diye bağıran, “Hu” diyen, “Şahım Efendim” diyen oldu. İkindi namazını kendisi kıldırdı. Namazda da cezbelenenler oldu, hiç bir şey söylemedi.

Bir gün buraya bir hoca geldi. Bu cezbeler onun tuhafına gitmiş. Sonra bana gelmiş diyor, hocam niye böyle yapıyorlar. Dedim, hocam hoş görün, onlar bilmiyorlar, öğreteceğiz, öğrenince geçerler. Hâlbuki bu hoca onların çırağı, bilmiyor.

Evet efendiler! İşte demek ki ne istiyor bizim teveccühümüz? Kalbi selim istiyor. Başlangıcı, nihayeti bir saati geçmez, geçirmeyiz. Aslında eğer teveccühün tam şartını yerine getirecek olursak akşama kadar da bitmez, ne biz, ne siz dayanabilirsiniz. Ama yine bir şeyler yapacağız. İşte Allah’a şükür olsun yapalım da taklidini yapalım. Olsun da taklidi olsun. Bak, buyurmuş:

Âteş-i aşkınla yandır Sâlih'i

Ateş-i aşk ne?

Öyle sevgini bana ver ki diyor, bu sevgin karşısında ben her şeyimi yitireyim.

Yani ateşe bir şey atıldığı zaman onun ismi kalmaz, cismi kalmaz, her şeyi gitti. Mademki sen de öyle bir sevgi ver ki ben her şeyimi yitireyim, yok edeyim.

İlahi bir aşk ver bana

Kandalıgımı bilmeyeyim

Yâ rabbî öyle bir aşk ver ki ben nerede olduğumu bilmeyeyim. Evet.

Âteş-i aşkınla yandır Sâlih'i

Şarâb-ı lebinle kandır Sâlih'i 

Leb, dudaktır. Şarap nasıl insanlara, haram olan şeyler, nefislere keyif veriyor. Ama bu dudaklardan çıkan kelamlar da ruhun gıdası, ruhun şarabıdır. Ruhu mest eder, ruha keyif verir.

Çünkü niçin? Ruh Allah’a âşıktır. Allah’tan Allah’a âşıktır, Allah’tan ayrılmıştır.

Firakta olduğunu ruh biliyor, biz bilemiyoruz.

Fakat bu ruh ayılırsa, uyanırsa… Ruhu uyanan kim olacak? Ruh nerede uyanacak?

Yeter ey murg-ı can gülşane gel gel

Gül açıldı baharistana gel gel

Ruh nerede uyanacak? İşte bu teveccühlerde, hatmelerde uyanacak.

Yeter ey murg-ı cân gülşane gel gel  

Gül açıldı bahâristâna gel gel          

Açılmış mekteb-i aşkın kapısı

Okuyup ilm ile irfâna gel gel

Bu kelamlar niye buyrulmuş?

Bunlar amellerimiz, teveccühlerimiz, hatmelerimizdir.

Evet, işte bu bir saat içerisinde kalbinizi muhafaza edeceksiniz. Estağfurullah nida olunca gözler yumulacak, göz açmak yasak. Her kim gözünü açarsa cezalanır. Yani bir sevap kazanmaz, günah kazanır, belki de bir tokat yer ha!

Hatta mübarek şeyh efendimiz buyurdu: “Hatmede, teveccühte göz açarsa en küçük cezası göz ağrısı, göz zayii olabilir, gidebilir de…”

Yine Reşahat’ta yazar ki kendisini meşayih sanan birisinin etrafında çok müritleri var. Beraber bir yatıra gitmişler, Evliyâullah’ın kabrine Fatiha okumuşlar. Oradaki birine sormuşlar:

—Bu şeyh efendi ne zaman öldü?

Onlar da bir tarih söylemişler.

—Heee, çok geçmiş. Bu çürümüş samanın sana ne hayrı olacak, demiş.

 Elini sallamış, gitmiş. Bunu söylemiş, daha hemen gözüne bir rüzgârla bir saman çöpü gelmiş ve çöp gözüne girmiş. Böyle gözünü ovalamış ovalamış gözü kör olmuş. Nedir bu? Bir tokattır. Bak, çürümüş saman ne yaptı? Gözünü kör etti.

Evet, işte burada gözünüzü muhafaza edin, açmayın. Kalbinizi muhafaza edin, kalbinize gelenleri atın, kalbinizi Allah’a dönün, Allah, Allah Allah. Rabıta karşınızda kalbinizde de Allah var. Gözünüzü açmayın, gözünüzü açarsanız sanki şeyh efendiniz elinde bir kamçı “Açma!” diye başında bekliyor veyahut da kalbine gelenleri at kalbinden niye tutuyorsun diye ne yapıyor? Kamçı ile seni kamçılıyor. Evet, bu iki şeye dikkat edeceksiniz.

Cezbelenenlere bakmayın. Ağlıyor, bağırıyor, çırpınıyor değil mi? Cezbe çeşitli çeşitli. Bir cezbe var ki mesela “Allah” diye bağırır. Bir de var ki böyle vücudu sallanır. Öyle sallanır ki bakarsın ki kendini yere vuruyor, duvara vuruyor. Cezbe halinde bunlar olur. Halbuki duvara ayık zaman vurduğunda kafası şişer, kırılır, ağrır. O cezbe halinde vuruyor, vuruyor, hiçbir şey olmuyor. Olmaz, cezbe halinde olmaz.

Evet bunlar olur, bunlara bakmayacaksınız, gözünüzü açmazsınız. Kim bu bana ağlayan? Kim bu bağıran? Kim bu kafasını vuran? Bunlar yaşanır, bunlara gözünüzü açmayın bakmayın. Kendi zararınıza olur, hem de buradaki bütün gelecek nura, tecellî edecek nura engel olursunuz. Çünkü nur gizlidir. Aç basiret gözünü, kalp gözünü aç da gör. Bu gözünle göremezsin, açtığın gibi de onu kaçırırsın.

Teveccühün başlarken Estağfurullah, 25 istiğfar okur gözleri yumarsınız. 5-10 dakika sonra üç istiğfar sesi duyarsınız, ama onu okumazsınız. Evet, teveccühün namazı var kılıyoruz, 25 istiğfar okuyoruz,  üçü aşikâr, diğerini gizli okuyoruz, duaları gizli, aşikâr okuyoruz, teveccühe kalkıyoruz.

İşte usulünce oturttururlar, namaz safı gibi, ama arka arkaya oturttururlar. Sonra aralarda gezerken gönlümüze ne doğuyorsa ebyat, kelamı kibar ne himmet olursa, gönlümüze ne geliyorsa biz onu söylüyoruz.

Fakat şunu ifade edelim ki bu kelamı kibar bir tanesine söylenir. Ama o kelamı kibar herkese söylenmiş olsa akşama kadar da teveccüh bitmez. Onun için bir kelamı kibar söylenir, bir kelamı kibar ile belki 10 kişinin sırtına, belki 15 kişinin sırtına el vurulacak.

Ama o kelamı kibarlar da güzel olsun; güzel deyince hepsi güzeldir de bir tenkit mahiyeti vardır, bir de okşama mahiyeti vardır. Peki, her ikisini de kabulleşin.

O tenkit mahiyetinde ise onu nefsinize mâl edin.

Eğer okşama, sevme mahiyetinde ise onu ruhunuza mâl edin. 

Niçin bak, Beyazit-i Bestami Hazretleri mübarek, genç yaştayken onu sahavetinde insanlar çok seviyorlar. Onda öyle bir akıl, öyle bir zeka, öyle bir davranış ahlak, hüner var ki artık insanlar bütün bunu parmakla gösteriyorlar. Daha böyle bir insan yok, diyorlar. Kendisi de genç daha, onu öyle seviyorlarmış, metih ediyorlarmış.

Evet, Şeyh Şibli Hazretleri’nin sohbetine devam eder, gidermiş. O kadar sevilmiş, o kadar metih edilmiş ki dillerde söyleniyor. Artık şeyh efendi onun şöhretini kırmak için bak, ne yapmış? 

Bir gün büyük bir cemaate sohbet ederken Beyazit-i Bestami Hazretleri de gelmiş onun esas ismi Tayfur’dur. Cemaatten içeri girerken daha şeyh efendi cemaate hitap etmiş, demiş ki:

—Sizin metih ettiğiniz (haşa tövbe estağfurullah, şanına layık olmayaraktan) bu hınzır mı?

Öyle deyince hiç onun ağırına gitmemiş, hiç gadaplanmamış, hiç kötüsüne gitmemiş, ne olmuş? O söz ona bir ilaç olmuş, o söz onun yarasına bir merhem olmuş, o söz onun irşadına vesile olmuş. Niye?

O zaman o sözü kabulleşmiş demiş ki:

—Eyvah demek ki henüz nefsim hınzır sıfatından daha tebdil edememişim.

Ve Allah’a sığınmış, orada öyle bir sığınma ki kendisinden geçmiş, bayılmış orada geçmiş. Bak, ne olmuş orada? Orada çok terakki etmiş ve irşat olmuş. Evet, bunlar olabilir.

Demek ki işte bu kelamı kibarlar söylendiği zaman bazı kelamı kibarlar var ki mesela:

Gezeriz hayvân-ı nâtık misâli

Bak, bu kelamı kibar söylenmiş değil mi? Şimdi bu her kime söylenirse eğer.

Ekl ü şurbdan gayrı ne kârımız var  

Kesret-i sevk içre çok lâübâî

Söylemeden gayri ne kârımız var

Bu bir kişiye söylenirse 5, 8, 10 kişiye vurulur geçilir, 10-15 kişiye vurulur geçilir. Şimdi belki o kelam bir kişi için zuhur etmiştir ama 8, 10, 15 kişiye söyleniyor. Söylensin o kelamı kabulleşecek, nefsine mâl etsin. Bir de var ki mesela:

Sebeb-i necâtım Hazret-i Sâmî         

Esîr-i nefs etme dünyâya bizi

Hercâi nefsimin çoktur sitemi           

Salar günden güne gavgâya bizi

Bak, bu da biraz çekemiyor.

Hubb-ı Rüstem'imi bend et pâyine    

Fırsat verme bu emmâre hâine

Bugünkü ihsânı koyma yarıne

Düşürme sultânım ferdâya bizi         

Bak! Fırsat verme bu emmare haine, diyor. Peki, bu nefsi emmare sahibine söylenir. Ama bu nefsi emmareden geçmişlere de isabet edecek. Ama yine o nefsine mâl etsin. Çünkü bu esas bütün kelamlar burada bütün metihler, zammeler, övmeler, sevmeler, dövmeler hepsi burada iki şey var:  

Medhe lâyık pîrimiz var zemme lâyık nefsimiz

Bu iki şey; bütün her bir gelen iyilikleri, metihleri, hürmetleri, hizmetleri her şeyi:

Medhe lâyık şahımız var

Pirine mâl et, rabıtana mâl et. Onu da sen kendi iyiliğinden bilme, kendinden bilme. Onu kendinden bilirsen varlık sahibi olursun. Varlık olursa, Allah korusun, yok olmaktır. Evet, çünkü bu şeytanın sıfatıdır.

Ama bir de sen dövüldüğün zaman, zemmedildiğin zaman, sana insanlar eziyet ediyor, itâle ediyor, sevmiyorlar, efendim çok zararları oluyor, çok iptilalar geliyor, bunları da o zaman nefsine mâl et. De ki bunlar nefsimdendir.

İyi şeyleri, güzel şeyleri rabıtandan bil. Sevildiysen, övüldüysen, iyilik gördüysen rabıtandan bil. De ki:

Benim sevilecek bir tarafım yok, iyi bir tarafım yok, rabıtam sevdiriyor. Rabıtam bana bu iyilikleri yaptırıyor.

Böyle derseniz varlık olmaz. Öbür taraftan eğer bir insan senin kıymetini bilmiyor, seni itâle ediyor, sana eziyet ediyor, o zaman nefsinden bil. De ki:

Buna müstahakım, müstahak olmasam niye bu adam bana bu sözü söylesin? Niye bu adam bana bu kötülüğü yapsın? Daha da büyüğüne müstahakım ama yine de Allah, pîrim ihsan ediyor da hafif geçiriyorum. Ey nefis! Kolay kurtuluyorsun, bu sana azdır, daha çok olması lazım ama yine himmet oluyor, kolay geçiyorsun.

Tasavvuf da böyle olacak.

Evet, işte saflar arasında gezilecek. Gezinilirken sırtlara el vurulacak. Niye sırtlara el vuruluyor? Niye bu kelamı kibarlar söyleniyor? Bu kelamı kibarlar zuhurattır tabii. Her bir kelam bizim derdimizin ilacıdır.

Kelamı kibar eğer bir güzel kelam ise ruhumuzun bir gıdası oluyor.

Eğer bize söylenen kelam güzel değilse, o zaman da nefsimizin terbiyesi için ruhumuzun terakkisi için kelamlar söylenmiştir. Her ikisi de hoş, niçin bak!

Gelse celalinden cefa

Yahut cemalinden sefa

İkisi de cana şifa

Buyrulmuş. Evliyâullah’ın kelamında olsun veyahut da zâhirde iltifatında olsun veyahut da bâtınından olsun, tüm gelenler; bir müridin bütün başına gelecek sevilmeler, dövülmeler, iyilikler, hastalık, sağlık, kar, kazanç bunlar hepsi Evliyâullah’ın bâtınından geliyor.

Mürit ise öyledir. Mürit değilse o zaman ona sözümüz yok. Niçin bak, öyle buyuruyor:

Kakıyıp döğerse artır hubbunu         

Sevdiği deriyi çok çiğner debbâğ

 Akşam sohbette kelamı kibarda geçti ya:

Sevdim seni seydâ-yı cihân hayır ve şerde

Bu niye söylenmiş? Hayrı ve şerri de rabıtasından biliyor.

Hayır, şer ne? Dövülme, sevilme; zarar, kar; sağlık, hastalık. Bunları hep rabıtasından biliyor.

Sevdim seni seydâ-yı cihân hayır ve şerde

Evet, öyledir zaten işte bu kelamlar söylenir. Sırtınıza el vurulur. Sırtınıza el vurulduğu zaman Şeyh Efendimiz Dede Paşa Hazretleri bize bu teveccühü yapıyor, sırtımıza elini o vuruyor, deyin kârınız olur, daha yararlanırsınız, daha faydalanırsınız. Niçin bak, Sâlih baba öyle buyurmuş:

Kibrît-i ahmerdir şeyhin nefesi          

Yakar dil şehrinde bırakmaz pası      

Berâberdir Pîr-i Tâgî Mevlâsı

Dâim cezb ederler me'vâya bizi

Siz de deyin ki burada:

Beraberdir Dede Paşa Mevlâsı

Her ne kadar biz zâhirde bir vasıtayız, cemaat buraya toplandı ama bize vasıta kim oldu? Dede Paşa olmasa bu kıtmiri (estağfurullaah….) kim tanıyacak?

Onun için:

Beraberdir Dede Paşa Mevlâsı

Daim cezbederler buraya bizi

Bu kelamlar boşuna söylenmemiş. Bak, bunların hakikatı meydanda görünüyor, aşikâr. Bir de var ki:

Gâhî şecerden söyler ol gâhî hacerden söyler ol     

Gâhî beşerden söyler ol bir mantık-ı bürhânıdır

Yani Allah ağacı da konuşturur, taşı da konuşturur veya ümmî, ilmi olanı, olmayanı da konuşturur.

Onları da konuşturan Allah, konuşturmamış mı? Hazreti Musa’nın ağaç asası konuşmuş, bak, ona neler yaptırmış? Koskoca dünyaya hükmeden Firavun’u aciz etmiş, yok etmiş, ortadan kaldırmış. Musa’nın asası kaldırdı. Onun için evet.

Bir mantık-ı bürhânıdır

Burhan; insanların lafzı, kelamıdır. Kelam insanları kurtarır, burhanlıktan, darlıktan, meşakkatten kurtarır.

İşte Hz. Musa’nın o elindeki asa Firavun’un darlığından, şiddetinden onu kurtardı Hz. İsa’yı da darlıktan kurtaran bir taş olmuş. Taş hareket ederek hizmet görmüş, onunla taş konuşmuş.

Evet, Hz. Musa’nın elindeki ağaç konuşmuş onunla, Hz. Musa’ya burhan oldu, mantık oldu, darlıktan, Firavun’un şiddetinden onu kurtardı Ona inananları dünyaya hâkim olmuş Firavun’dan kurtardı. Hz. Musa’nın asasının mucizesini bastırmak için dünya üzerindeki sihirbazları, büyü adamlarını hepsini toplamış gelmişler. Bir sahra dolu onların sihir aletleri 100 deve yüküymüş.

Onlar da aletleriyle Firavun’un tarafından geldiler, cansız ağacı, taşı, altını cana getiriyorlar. Hz. Musa’nın asasının daha hiçbir güç karşısına çıkamıyordu. Ama her seferinde de asayı tut, inanacağım, diyordu. Nasıl asayı tutuyorsa, asa da bir baston, yine inanmıyordu, diyordu ki sen sihirbazların daha da ustasısın, erbabısın.

İşte bütün sihirbazlar toplanıyordu ki onun asasının sihrini yok etsin diye. Sihirbazlar geldiler, aletlerini hazırladılar, harekete geçirdiler, yılanlar oldu, canavarlar oldu, gökten ateşler yağıyor. Böyle bir şey içerisinde Hz. Musa nasıl asayı bıraktıysa onların hepsini yuttu. Firavun:

—Ya Musa, sana inanacağım, tut bu asayı, diyor

Tabii sihirbazlar dediler ki:

—Daha sihirbaz bulamayız, bütün aletlerimiz yok, 100 deve yükü aletimiz yok oldu.

Bunlar Musa’ya inandılar. Firavun çok kuvvetli, askerle etraflarını çevirmiş, kafir, o kadar siyasetli ki bunlar Hz. Musa’ya meyil ederse öldürebilmek için daha evvelden tedbir almış. Kuvvetli bir orduyla etraflarını çevirmiş. Sihirbazlar Hz. Musa’ya inandılar diye hepsini kırdırmış, öldürmüş. Fakat onlar imanlı Müslüman olarak gitmişler. Hz. Musa Kelîmullah’ın hak olduğunu, bir hak peygamber olduğunu kabul etmişler, imanla gitmişler. Kur’an’ı Kerîm’in tefsirinde bunlar var.

Evet, işte bu teveccühün sonuna kadar göz açmak yasaktır. Herkesin sırtına el vurulur, vurulduğu zaman Şeyh Efendimiz Dede Paşa Hazretleri bizim teveccühümüzü o yapıyor, sırtımıza elini o vuruyor, Deyin, aldanmazsınız. Eğer burada itikadınız tam olursa görürsünüz.

Evet, teveccüh bittikten sonra eller vurulduktan sonra bir aşır okunur. Hocalar tarafından cihazla aşır okunduktan sonra teveccüh bitmiş oluyor. O zaman herkes gözünü açar ve serbest rahat oturur.

Teveccühün oturma şekli vardır ama oturma şeklinde saflar düzgün olacak böyle karma karışık oturulmayacak. Yeriniz müsaitse nasıl rahat ederseniz öyle oturabilirsiniz. Üç dört türlü oturma var. Bir yuvarlak oturma var ki bacaklarını serer mürebbi deniliyor. Bir de var ki eksi teverrüt deniyor, ayaklarını bir tarafını çıkartmakla oturuyor, sağından ya da solundan. Bir de var ki diz üstü oturuyor, tehiyatta oturduğu gibi. Bir de var ki bacağının birini diker, birinin üzerine oturur. Öyle oturma da var, nasıl oturursanız oturun, yeriniz müsaitse rahat oturun. Yalnız ayağınızı uzatamazsınız. Ama sakat olanlar varsa onlar kenara otursunlar, ayaklarını uzatsınlar, yoksa oturamazlar.

Evet, işte teveccüh bitince gözler açılır, aşır okunur. Bir Fatiha okursunuz, gözlerinizi açarsınız ve serbestsiniz, teveccühün şeklini o zaman bozarsınız. Kalkarsınız veyahut da ileri geri çıkarsınız, safları bozabilirsiniz. İşte teveccüh bir saat civarında belki biraz fazla sürer. İşte bu saat içerisinde ne yapacaktınız?

Önemli olan gözünüzü açmayacaksınız, gözünüzün ve kalbinizin bekçisi olacaksınız. Gözünüzü açmayacaksınız, kimseye bakmayacaksınız, kalbinizden de geleni atacaksınız, onun için:

Gam gelmez dememişler, Gam eğlenmez demişler

Yani insanların gamı vardır, demi vardır.

Dem zikirdir, gam ise gaflettir.

Gam gafletten gelir. İnsanların gönlüne gelen bir şey, insanın gönlünü rahatsız ediyorsa, gam odur, o gafletten ileri gelir.

Yoksa bir insan gamı deme çevirebilir.

Havayı Hu’ya tebdil et

Diye bir kelamı kibar var.

Hava boş, “Hu” da doludur. İkisi de zaten hava, ikisi de Hu, ikisi de zikirdir.

Biri var ki nefestir. “Ha” da nefes, “Hu” da nefes. “Ha” boş; “Hu” dolu. 

“Hu” Allah’ı zikirdir. Ama “Ha” zikir değildir. 

Ama nefes bir “Ha” ile çıkıyor, bir “Ha” ile giriyor.  Bak, nefesimiz, Ha Hu, Ha Hu değil mi?

“Ha” boş gafletle çıkan nefes. “Hu” da ayık çıkan, Allah’ı anaraktan çıkan nefes, Allah’ı anaraktan alınan, verilen nefes “Hu” doludur.

“Hu” dolu demektir. Allah’ı anmadan unutaraktan çıkan, alınan, verilen bir nefes “Ha" da boştur.

Bir de Allah’ı anmadan almış olduğunuz nefesler ölü, yok oluyor, zayi oluyor. Ama Allah’ı anaraktan alınan verilen nefes yok olmuyor. Onların hepsi mücevher altın gibidir. Her birisi mücevher altından daha kıymetlidir.

Bir mücevher altın icabında bir daire satın alıyor. Altın çok ama mücevher altın deyince, altınların en kıymetlisi oluyor. Daha çok antika olanı oluyor. Mesela bir yüzüğün başına koyuyorlar, ufacık olanı bir milyar kıymetinde bir taşı var. İşte mücevher altın budur.

Demek ki zayi olmayan nefesler, her birisi bir mücevherdir. Zayi olan nefesler de öldü, yok oldu, boş uçtu gitti.

Evet, efendiler! Gönlünüze gelenlere hemen, affet Yâ rabbî benim gönlümden bunları çıkar, demek lazım. Yahut da Resulullah Efendimiz’e yalvar, Allah’a yalvar, hiç fark etmez. Bunlar birdir, müsavidir. Çünkü Resulullah Efendimiz’e Cenabı Hak buyuruyor: “Habibim seni seven beni sever.”[2], Habibim seni bilen beni bilir, habibim seni gören beni bulur, habibim bana itaat eden sana tabi olsun. Her ne kadar zâhir ulemalar, Allah korusun, nasıl ki Peygamber Efendimiz’in velâyetine inanamıyorlar inkâr ediyorlar.

Nedir velâyeti? Velâyeti Allah’ın varlığıdır, Peygamber Efendimiz’de tecellî etmiş.

Peygamber Efendimiz’in varlığı Allah’ın varlığında yok olmuş.

Bunlar zaten Mîraç’ta da olmuş, onlar zannediyorlar ki bir defa mîrac yapmış da Peygamber Efendimiz Allah’a gitmiş, gelmiş. Fakat buna zâhir ulemadan zaten inanmayanlar da var. Yalnız bir tek şeyi inkâr edemezler, bunu inkâr etseler onlara kâfir hükmü verilir.

Neden? İsra suresinde “Sübhanellezi esra biabdihi leylen minel mescidil haramı ilel mescidil aksa…”[3] buyrulmuş. Bu da ayetle sabit ki Peygamber Efendimiz bir gecede Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya gitmiş, gelmiş, bunu inkâr edemezler. Bunu inkâr eden kâfir olur. Bunu inkâr etmiyorlar da göklere yükselmesine inanmayanlar var, Mîrac-ı saadeti göklere yükselmemiştir veya Allah’ı görememiştir diyenler var.

Bunların sözlerine yine de inananlar var, işte kandırıyorlar. Onlara bir şeyler okuyorlar, bir şeyler söylüyorlar, kandırıyorlar.

Evet, Allah’ın üç nuru var; esma nuru, sıfat nuru, zât nuru.

Esma nurundan mana; Evliyâullah’ın velâyetidir. Evliyâullah’ta olan nurdur.

Sıfat nurundan mana; Resulullah Efendimiz’in nübüvvet nurudur. O da Evliyâullah’ta mevcut, çünkü varis-i enbiya.

Zât nurundan mana; Allah’ın zâtının nurudur. O da Evliyâullah’ta mevcut.

Ama ruhun herhangi bir nurdan olgunlaşmadan, bunu ifade ettik ya, bir insan esma nurunda pişmeden, olgunlaşmadan sıfat nuruna geçemiyor, geçemez. Sıfat nurunda pişmeden zât nuruna geçemez. Zât nurunda da olgunlaşmasa oradan da geçmese insanlar için faydalı olmaz orada kalır.

Öyleyse velîlerden birçokları esma nurunda yanmışlar, kalmışlar. Birçokları sıfat nurunda kalmışlar. Ama birçokları da zât nuruna geçmişler. Sıfat nurunda kalanlar olmuş. Esma nurunda kalanlar olmuş.

Bak! Hallac-ı Mansur, Muhyiddin Arabi Hazretleri bunlar büyük meşayihler; zamanın da büyük meşayihleridir. Ama onlar da kalmışlar. Mansur, sıfat nurunda kalmış. Resulullah Efendimiz’in sıfat nurunda yanmış. Orada kalmış, geçememişler.  Çünkü bak!

Mansûr "ene'l Hak" söyledi

Gördü hakîkat dârını 

Mansûr değil cân söyledi

Cân içre cânân söyledi

Ol rûh-ı sultân söyledi

Keşfeyleyip esrârını   

Burada “ruh-u sultan” Resulullah Efendimiz’in nuru nübüvvetidir. Yani fenafirresul olmuş. Resullullah Efendimiz’in nübüvvetinde yok olmuş. Mansur’un sözü Resullullah Efendimiz’in nübüvvet nurundan tecellî etmiştir. Daha da bunu başka da açıklayamıyoruz. Mansur’un dilinden Resulullah Efendimiz konuşmuş.

Onun için bir insan, tabii görünmez bilinmez olan bir şeydir, fenafişşeyh olunca herkesi zanneder ki o konuşuyor. Halbuki rabıta sahibi kendisi konuşmaz. O bir alettir. Onun dilinden, onun ağzından çıkan kelamlar şeyh efendisinindir, Şeyh efendisi konuşuyor.

Sıfat nuruna ulaşan bir zât da söylediği zaman, o kelamlar onun ağzından çıkıyor ama o kelamlar o sözler Resulullah Efendimiz’indir. Resulullah Efendimiz’in nübüvvet nuru onu konuşturuyor.

Zaten bak! Resulullah Efendimiz’in sözleri hadisi şerif, hadisi kudsi diye ikiye ayrılıyor. Ulema burada ikiye ayırıyor, Hadisi Şerif, Hadisi Kudsi diye.

Niye Hadisi Şerif, Hadisi Kudsi diye ayırıyorlar?

Hadisi Kudsiyse lafzı Peygamber Efendimiz’in manası Hazreti Allah’ındır. Burada zâhirde bir emir var ki açıklanıyor, bir emir var açıklanamıyor. Niçin açıklanamıyor? Akıl almıyor, onun için açıklanamıyor.

Bir var ki şimdi bir kimseyi Allah konuşturuyor, dese hak, zâhirde böyle bir emir var. Allah konuştu, dese küfür oluyor.

İşte Mansur nasıl “Ben Allah’ım.” demiş. Onu anlayamamışlar. Demişler Mansur konuştu, Mansur söyledi. Bu kelamı Mansur söylemedi, çünkü Mansur yok olmuş. Mansur’un varlığı yok ki Mansur söylesin. Resulullah Efendimiz’in nuru nübüvveti ona söylenmiş.

Reşahat çok sağlam bir tasavvuf kitabıdır. Hep delilleri ayet ve hadisler. Orada anlatılan maceraların delillerini ayetlerle hepsini koymuşlar, ayetle hadisle ispat ediyorlar, orada yazar.

Ubeydullah Ahrar Hazretleri zamanının çok büyük bir cezbe sahibi ve daha çok meşayihleri gezmiş. Allah ona öyle bir ihsan etmiş ki sebavette, doğuşta Allah ona vereceğini vermiş. Bir defa bak, doğmuş annesinin memesini kırk gün emmemiş, ona bir şey olmamış. O zaman bardaklarla yedirecek bir şey yok. Kırk gün sonra annesi iyice temizlenmiş, yıkanmış ki ondan sonra annesinin memesini emmiş bu bir. İkincisi artık yürümeye başlamış, konuşmaya başlamış, ondan böyle harikulade kelamlar böyle hareketler görülmüş ki insanlar hayret ediyorlar. Velî olduğu sebavetinden belliymiş. Zaten dedesi meşayihmiş, dedesinin iki tane oğlu varmış, torunları varmış.

—Getirin oğullarınızı ben gidiyorum. Onlar gelsin ziyaret edeyim, demiş.

Onların hepsini ziyaret etmiş, Ubeydullah Ahrar Hazretleri o zaman körpeymiş. Onu o kadar sevmiş, o kadar koklamış ki:

—Bu büyük bir insan olacak, büyük bir velî olacak, demiş.

Dedesi tebşir etmiş. Ana dedesi meşayih, baba dedesi de meşayih, iki tarafı da meşayih. Şimdi bu Ubeydullah Ahrar Hazretleri yedi yaşında okula giderken çamurdan geçeyim derken ayakkabısı çamurda kalmış, çekmiş almış. Ayakkabısını almak için biraz onunla meşgul olmuş, zikrinde bir boşluk olmuş. O ayakkabıyı alıncaya kadar gönlünde bir zikir boşluğu görmüş. Ayakkabıyı giymiş, karşısında çift süren bir amcayı görünce kendi kendini dövmüş. Elinin tabanını vurmuş yüzüne öyle kendini dövmüş ki parmaklarının eseri, izi yüzünden kaybolmamış. Demiş ki:

—Şu amca bu kadar zahmetli iş görüyor, Allah’ı unutmuyor. Sen bir ayakkabıyı alıncaya kadar niçin Allah’ı unuttun?

Sonra diyor ki:

—On iki yaşıma kadar ben herkesi böyle biliyordum. Allah’tan gafil kimse yok, diye böyle biliyordum. On iki yaşıma bastım anladım ki bu sade bendeymiş. İnsanlarda gaflet var.

Kendisi çok da zengin babadan varlığı var. Bu bütün doğu havalelerini gezmiş, çok meşayihlerle karşılaşmış. Böyle görüp geçmemiş, onlarla dostluğu olmuş, onların peşine gitmiş onlara bedenî hizmeti, mâlî hizmeti, bedenî hizmeti olmuş. Fakat hiç- birinden ders almamış. Ubeydullah Hazretleri’ne ders verememişler. Bizim nispetimiz de oradan geliyor, kendisi Türk’tür, Türk asıllıdır.

Taşkent şehrinde yaşıyor, fakat şehre bağlı bir köyde de Ömer Dağıstanî isminde bir dayısı varmış. Meşayihten, o da cezbe sahibiymiş. Onu sık sık görmeye gidermiş. Bir gidişinde:

—Gel şehzade geldin mi? Demiş.

—Geldim efendim, demiş.

—Şehirde ne var, ne yok? Demiş.

Şehirden havadis soruyor. Demiş ki:

—Efendim güzel, bir şeylik yok, demiş.

—Havâfîler ile Tırmizîleri nasıl görüyorsun sen?

Nurettin Havâfî isminde bir zâhir meşayihi varmış. Yani ilmi çok ilmiyle, zenginliğiyle, müridinin çokluğuyla tanınıyor, merkezi yerde bir tekkesi var, cehrî zikir yaptırıyor. Cehrî zikirler daha çok şatafatlı oluyor, görünüyor, insanı çekip alıyor.

Bir de Seyyid Kasım Tırmizî varmış ki onun böyle varlığı yok, kendisi de yaşlıymış, onun da müritleri varmış ama azmış. Bir mahalle içerisinde, mütevazı bir yerdeymiş. Ama Havâfîlerinki çok merkezi iyi bir yerdeymiş.

İşte buna sormuş:

—Ne var, ne yok şehirde; Havâfîleri ile Tırmizîleri nasıl görüyorsun sen?

—Efendim bunların sözlerini anlayamıyorum.

—Neden? Demiş.

—Havâfîler diyor ki:  “Hep ondan.” yani Allah’tan.

   Tırmizîler de diyor ki: “Hep o.”.

Reşahatta açın bakın, orada yazılıdır. Evet, bu demiş ki:

—Havâfîlerinki doğru, Tırmizîlerin yanlış demiş.

Sonra mübarek sohbet etmiş. Ubeydullah Ahrar Hazretleri bakmış ki sohbette hep Tırmizîlerin sözünü ispat ediyor. Havâfîlerinki doğru, dedi ama sohbette hep Tırmizîlerinin sözünü takdir ediyor. Sonra diyor:

—Anladım ki bunu dile getirmek olmuyormuş. 

Zaten kelamı kibarda geçiyor:

Kendiyi kendi göre kendi bile

Bakışın edemezem gelmez dile

Bu macera kitapta yazılı sonunda böyle bir ibare var.

Demişlerdir ki: “Söyleyene bakma, söyletene bak!”

Hâlbuki demek olur ki: “Söyletene bakma, söyleyene bak!”

Bu da var.

İşte tarikatta bir makam vardır ki oraya gittiğinde aşikâr edersen, Mansur gibi kafası gider. Onun için o dile gelmez. Onu konuşamaz, dile getiremez.

Evet, işte burada esma nuru, sıfat nuru, zât nuru bunlar tecellî edecek. Evvela bir mürit tarikata girince esma nuruna ulaşabiliyor. Eğer Allah bir ihsan edecekse, bir nazara uğrayacaksa esma nurunda kalmaz.

Cezbeli olan kimseye zikirle değil de ona ayrı bir ihsan oluyor, Allah’ın öyle bir ihsanı, lütfü oluyor. Evliyâullah’ın himmeti olur. Fakat bunu da muhafaza etmek lazım.

Yine esma nuruna ulaşmadan sıfat nuruna geçemiyor. Misal insan bir karanlıkta yaşıyor ama karanlığın ötesinde bir aydınlık var, bu aydınlığın olduğunu duymuş. Ama ne oluyor? Karanlık olduğundan dolayı yolunu da bilemiyor. Yolunu da bulamıyor o aydınlığa da gidemiyor. Karanlıktan kurtulmak için o aydınlığa gidecek yolu görmek için ona bir ışık lazım, gidebilir mi? Ne yapar esma nuru? Onu karanlıktan kurtarır, kalbinde daha gaflet kalmaz.

Evet, esma nuruna ulaşmayanın kalbinde gaflet vardır. Esma nuruna ulaşan daha Allah’ı hiç unutmaz ki dâhil olmayan zaten buna ulaşamıyor. Nefs-i mutmainneye dâhil olan zaten şeyhinde fani olur.

Ondan sonra ne oluyor? Elinde bir ışıkla karanlıktan rahatlıkla çıkıp nereye gidiyor? Sıfat nuruna, yani küçük nurdan büyük nura gidecek. Küçük nurun ışığı onu büyük nura götürecek.

Bunlar böyle efendiler, yalnız bu üç nur burada, teveccühte tecellî eder. Esma nuru da eder, sıfat nuru da eder, zât nuru da eder.

Bir de şu var ki bak! Reşahatta yine böyle bir yazı var. Şeyh Saadettin Kaşgari Hazretleri otuz iki tane halife çıkarmış. O otuz iki tane halifenin en ileride olanı ilmiyle hizmetiyle her yönünle çok daha yakın, şeyh efendisine mahrem, daima hizmetindeymiş. Bir gün mübarek hastalanmış, o da hizmetinde.

O zamanın meşayihlerinden Muzaffer Kethüda isminde bir Halvetî tarikatından bir meşayih daha varmış. Bu da Saadettin Kaşgari Hazretleri’nin hastalığını duymuş. Demiş ki gidelim ziyaret edelim. Ve müritleriyle beraber gelmişler. Saadettin Kaşgari Hazretleri’nin de Mevlânâ Alaaddin isminde çok âlim bir müridi var.

Ziyaret etmişler, hal-hatır, geçmiş olsun dedikten sonra Saadettin Kaşgari Hazretleri’nden müsaade almış demiş ki:

—Efendim müsaade ederseniz kendi usulümüzce bir zikir yapalım.

—Olur, demiş.

Bu nedir? İnsanlar acıktığı zaman muhakkak az çok yemek ister. Bu zikir de ruhun gıdasıdır. Onlar cehrî zikir yaparlar, o zikirden fevkalade bir zevk alırlar. Hem o zikrin harareti, bir taraftan da onlarda olan hareket ve zevkten dolayı son derece güçlerini sarf ediyorlar. Ne zaman ki böyle güçleri kalmıyor, bayılıp düşüyorlarsa, o zaman cehrî zikri bırakıyorlar.

Böyle kendi usulünce bir zikir yapmış ve bayılıp düşmüşler bir müddet sonra ayılmışlar. Sonra Saadettin Kaşgari’ye sormuş:

—Efendim siz evlad-ı resulden misiniz?

—Evet, demiş.

—Siz bu nesebinizi izhar, aşikâr edeceksiniz ki insanlar size hürmet etsin, sevap kazansın.

— Tarikata girdikten sonra babamdan kalan bir şecereyi, o bana varlık olur, ondan bir gurur gelir diye duvarın deliğine koyduk, çamurla kapattık. Sen nerden bildin benim evlad-ı resulden olduğumu? Demiş ki:

—Bu zikirden sonra beyhutluk âleminde Resulullah Efendimiz’le görüştüm. O bana söyledi: “Saadettin bizim evladımızdır iki taneyi bize ulaştırmıştır.”

Fakat mübarek kulakları ağır işitiyormuş, otuz iki taneyi iki tane anlamış.

—Lâ, Lâ (hayır) o hazret fazla söyleyecekti, eğer görüştüysen iki taneden fazla söyleyecekti, demiş.

Müridi demiş ki:

—Efendim şeyh efendimin kulakları ağır işitir, ben de işittim Resulullah Efendimiz otuz iki dedi, efendim iki anladı.

—Saddakna sen doğru söylüyorsun, demiş.

Şimdi buradaki esrara bakın efendiler. Mevlânâ Alaaddin’in gönlüne gelmiş ki, en mahremi o, daha yakını yok.

—Acaba ben bu otuz iki içerisinde var mıyım?

Haberi yok,  mübarek şeyh efendi onun yüzüne bakarak tebessüm etmiş yani varsın, demiş.

Demek ki Nakşî’lerde insan fenafirresul âlemine ulaşırsa da yine haberdar etmiyorlar. Halbuki diğer mürit görmüştür. Görme başka, ulaşma başka. Resulullah Efendimiz’i görmüştür, görebilir ama Resulullah Efendimiz’in sıfatlarıyla sıfatlaşmamıştır. Bak, sıfatlaşmış ama haberi yok, onun için Nakşî’lerdeki bu büyük bir maharettir.

Nakşî’lerde öyle. Esma nuruyla, sıfat nuruyla müridi uğraştırmazlar, göstermezler. Çünkü eğer gösterilirse oradan geçemiyor, oradaki zevkten daha geçemiyor. Bundan daha güzel bir şey olur mu, der oradan geçmez, gitmez, götüremezler. Der ki: “Ben gelmiyorum, işte burası çok güzel bir yer, benim gördüğüm bulduğum bana yeter, ben daha gelmiyorum.” der.

Şimdi burada Nakşî’lerde esma nurunda, sıfat nurunda takılmasınlar, kalmasınlar diye göstermezler zât nuruna ulaştırırlar. Peki, o zat nuruna ulaşmak da şöyledir:

Âşık imdi varlığın ver yokluğa

Yokluk içinde sana varlık doğa

   Ne zaman ki kendi varlığın yok olur, ortadan kalkarsa o zaman sen zât nuruna ulaşmışsın. Bunu gör, görme.

Evet, bu zamanda belki onu da göstermezler. Çünkü orada da geçememezlik olabilir ki birçokları vecd âleminde kalmışlar.

Bak! Abdurrahman Cami Hazretleri beş asır boyunca (bu da kitapta yazılı) dünya üzerinde bir tek âlim olarak gelmiş. Tabi bu beş asır boyunca, geleceği değil geçmiş olarak söylenmiş. Abdurrahman Cami Hazretleri geçmiş beş asır boyunca, tek olarak gelmiş, Mevlânâ da onun içerisinde oluyor.

Çünkü Mevlânâ Hazretleri mübarek Azizan Hazretleri’nin zamanındaymış. Ama Mevlânâ oğlunu Azizan Hazretleri’nin sohbetine göndermiş.

—Git oğlum, Azizan Hazretleri’nin sohbetinde kendini iyice yetiştir, kendini olgunlaştır, kendini orada pişir, demiş.

Onun için Mevlânâ oğluna icazet vermemiştir. Mevlânâ’ya sormuşlar:

—Efendim sizden sonra yerinize, kaim makamınıza kim oturacak?

—Hüsamettin Çelebi, demiş.

Her sorduklarında Hüsamettin Çelebi, demiş. Fakat aşikâr olarak değil de özel olarak sormuşlar:

—Efendim Sultan Veled hakkında ne buyuruyorsunuz?

İki oğlu var biri Alaaddin, biri Sultan Veled. Alaaddin babasına muhalefet etti. Şems’e ihanet edenlerle beraber oldu. Ama Sultan Veled babasına çok inandı, teslim oldu. Babası onu Azizan Hazretleri’nin sohbetine gönderdi, dedi:

—Git oğlum, Azizan Hazretleri’nin sohbetine bir sene kal dinle, orada kendini yetiştir.

Zâhir emirde Mevlânâ Sultan Veled’e hilafet vermemiş. Hüsamettin Çelebi halifem demiş. Bir seferinde Sultan Veled için ne buyuruyorsun, demişler.

—O pehlivandır, pehlivanın vasiyete ihtiyacı olmaz, demiş.

Ondan sonra Hüsamettin Çelebi de dâhil bütün ihvan onun başına toplanmışlar.

İşte üveysiler var, o da üveysi oluyor. Üveysîler var ki onlara zâhir emir maneviyattan verilir. Yalnız zâhirdeki meşayihlerin ona izin vermesi şudur ki yani kimse itiraz etmesin, Sen bu yetkiyi nereden aldın?, demesinler.

Evet, efendiler! Mevlânâ Alaaddin’in de böyle hiç kendinden haberi yok ve acaba bunların içerisinde ben var mıyım, diye düşünmüş.

Bak! Peygamberimiz otuz iki taneyi bize ulaştırdı, demiş ama otuz iki tanenin içerisinde en ileri olanının haberi yok.

İşte böyle efendiler! yalnız Nakşibendî Efendimiz’den sormuşlar:

—Sizin tarikatınızın bidayeti nedir?

—Âmentübillah, demiş.

—Nihayeti nedir?

—Âmentübillah, demiş.

Başlangıcı da âmentübillah, nihayeti-sonu da âmentübillah. Yani ne demek olur?

Hani bir mürit, daha irade sahibi, tarikata girmiş ama âmentünün şartlarına inanıp yaşayacak, değil mi?

Evet, bir marifete ulaşmış birisi var. Velîlerin en yüksek makamına ulaşmış. Onlarda şimdi âmentü yok mu? Onlarda da âmentü var. Âmentünün şartlarını onlarda yaşıyorlar.

Fakat müridin âmentüsü onlarınkine göre mecazdır.

Onların âmentüleri müridinkine göre hakikattir.

Mürit mesela ne yapıyor? Âmentüye inanmış, icraatlarını yapıyor, kendisi yapıyor, iradesi var.

Ama onlar kendileri yapmazlar. Onlar bir alettir. Allah’ın kuvveti, kudreti onlara yaptırıyor. İşte mecaz-hakikat bu demek oluyor.

Ama mecaz hakikate köprüdür. Mecaz olmasa hakikate ulaşamaz.

Evet, izdiham var. Bir saat de teveccüh sürer. Abdest sorunu var. Bir, iki kişi abdesti beklerken, biraz sonra on kişinin abdesti daralacak. Öyle efendim. Allah razı olsun işte böyle zaman zaman bu teveccühümüzü yapıyoruz.

Yalnız toplu halde ben şöyle bir şey ifade etmek istiyorum. Bu cezbe sahipleri cezbelerini yensinler. Hele başka yerde değil de namazda yensinler, bu çok dikkat çekiyor, fitneye mucip oluyor.

İşte bakın efendiler! Hakikaten Ankara’da o şeyh efendi, kendisi âlim de cezbeye itiraz etmedi. Biz ne almışsak, zâhirimiz, bâtınımız bütün ne kadar güneydoğu, doğu meşayihleri varsa hepsi oraya (Nurşin) bağlıdır. Çünkü orası menbayı, gözenin başıdır.

Abdurrahman Tâğî Hazretleri Gavs’tan (Sıbğatullah Arvasi) hilafetinde ne istemiş?

—     Kıyamete kadar benim ailemden ilm-i şeriat, ilm-i tarikat eksik olmasın, demiş.

Onun için onlarda âlimler hiç eksik değiller. İki yönlü zülcenaheynler, hem zâhir ilmini okuyorlar bitiriyorlar, medresede okutuyorlar, hem de tasavvuf ilmini orada isteyenler, herkese değil, öğreniyor, orada yetişiyor.

İşte başka bir hoca burada bir şey söylemedi ama bana telefon açtı, telefonda böyle böyle oluyor, niye böyle oluyor, diye sordu. Biz hoş gördük. Tabii hocam onlar bilmiyorlar, öğrenecekler, önüne geçeceğiz, mani olacağız, dedik. Hatta namazda öyle yapanı küfre götürür, İbni Halidun’un kitabında böyle yazıyor,  dedi.

Şimdi zâhir değil ki hoca. Mansur “Ene’l Hak” deyince kafir oldu mu? Mansur “Ene’l Hak” deyince niye kafir olmadı? Ver cevabını, bakalım ne cevap verecek, ne diyecek, buna ne bahane bulacak?

İşte öyle, yine de olsun namazda dikkat edin, namazda bu gibi şeyler olmasın.  Hakikaten zaten bir insan namazda iradesiz oluyorsa “Allah” dese, vursa yere kendini, çırpınsa çırpınsa, kalksa, dursa namaza; namazı bozulmaz, ama iradesiz olması lazım. İradeyle söylerse küfürdür. Hem de namazı ifsat eder.

Cezbe sahipleri bilhassa dikkat edin namazda kendinize sahip olun, sıkın. Hatmelerde teveccühlerde de kendinizi sıkın, çok fazla bağırınca bu sefer ki diğeri de bir şey anlayamıyor, ne olduğunu anlayamıyorlar, bilemiyorlar, burada biraz kendinizi sıkın, bu bir.

İkincisi, bu teveccüh bölgelerine teveccühe bir gün kalarak gelin, çok önceden gelmek olmuyor. Bu da bir usulsüz oluyor. Bir gün kalaraktan gelin. Üç gün, beş gün önceden gelmeyin. Senin gibi bir kişi değil ki, sadece bir memleketten gelmiyor ki. Her memleketten iki-üç kişi gelse yine burada izdiham oluyor. Burası Ankara gibi de değil ki. Gittim baktım beş tane lavabo var, bir tane banyo var. Akşamüstü o kadar ders alan oldu, bunlar nerede banyo yapacaklar? Burası cevap vermiyor.

İnsan teveccühe yakınlığını hesaplar gelir, bir camide abdestini alır ve bu abdestiyle teveccühe girer, çıkar, burada da bir sıklet olmaz. Yemede de olmaz, içmede de olmaz, abdestte de olmaz, yatmada da olmaz, üç gün beş gün evvel teveccühe gelinmez, bu olmaz usulsüzdür, bak, biz böyle görmedik.

Teveccüh saatini hesaplayıp gelin. Çok ırakta olanlar cumartesi öğleden sonra gelebilirler. Hani belki kış yolculuğu, vasıta bozulur, bir aksama olur, bunlar cumartesi öğlenden sonra gelebilirler. Ama teveccüh diye buraya sohbete gelmiş de yeri yakın, gidip geliyor bu başkadır. Teveccüh için üç gün önce beş gün önce gelip kalmak usulsüzdür, ben bunu çirkin görüyorum. Onun için bu bölgeye gelmişim, bu bölgenin etraftakiler her gün de gelebilirler, burada kalabilirler onlar başka, sadece bu bölge için bu hafta gelmişim. Bu bölgenin dışından gelenler teveccüh diye geliyorsa hesaplasın gelsinler, cumartesi öğleden evvel gelenleri ben kınıyorum, cumartesi öğleden sonra gelebilirler, hesaplasın gelsinler. Buna dikkat edin, bunda çok huzursuz oluyorum.

Evet, şimdi teveccühe başlayacağız, çabucak yukarıdaki yukarıdakine, aşağıdaki aşağıdakine seri olarak on dakika içerisinde hazırlayın.

 


[1] Buhari, Tevhid 50, Zikr 2

[2] Al-i İmran 3:31

[3] İsra 17:1