“Teveccühte Ölü Kalpler Dirilir”

Ocak 1995, Tarsus

 

Esselamualeyküm ve rahmetullah; Allah’ın selamı, rahmeti üzerinize olsun. Cümleten hoş geldiniz, sefa geldiniz, sefalar getirdiniz. Sabah-ı şerifleriniz hayırlı olsun. Yapacağımız büyük amelimiz teveccüh, hayırlı mübarek olsun. Cenabı Hak aşkından, feyzinden, nurundan, bereketinden ihya-âbâd etsin.

Allah’a çok şükür, bin şükür, nihayetsiz şükürler olsun. Rabbimiz bize lütufta bulundu, ihsanda bulundu. Büyük bir lütuf, büyük bir ihsan.

Niçin? Bak!  Kelamda geçiyor. Kelamı kibarlara inanmak lazım, hiç şüphe yok.

Teveccüh olunca her bir ihvâna

Mürde kalblerimiz gelirler câna        

Murg-ı cânlar başlar âh u figâna      

Bir de ne buyuruyor:

Teveccühe gelin ihvân

Kuruldu halka-i Rahmân

Açıldı ravza-i Rıdvân

Yani ravza-i Rıdvan cennet bahçesi.

Teveccühe gelin ihvân

Kuruldu halka-i Rahmân

Açıldı ravza-i Rıdvân 

Bu meydân-ı muhabbettir

Bu bir uzmâ-yı nimettir

Bu bir ıyd-ı meserrettir

Iyd bayramdır; ama bu ruhi bir bayram. İslami bir bayram değil, ruhi bir bayram. Malumunuz Allah emretmiş, iki tane bayram var: Ramazan Bayramı, Kurban Bayramı. Fakat bizim için bayram çoktur. Şimdi silsilede geçiyor ya: “Muhammed Sami-yi Gavvasi bahr-i aşkı râ her dem.”

Dem nefestir. Her nefeste aşk deryasına dalar. Zaten öyle, bayram mesela üçtür:

Bir bayram var ki işte Allah’ın emri olan senede iki bayram var.

Bir bayram da var ki insanlar günah işlemezlerse her gün onların bayramıdır.

Bir bayram da var ki huzur sahipleri velîlerin bayramıdır.

Bu misalimiz onu ifade ediyor. Onlar her nefeslerinde zikir yaparlarsa onların bayramı odur.

İşte Allah’a şükür bu teveccühte insanlar bu nimetlere malik oluyorlar. Demek ki:

Teveccüh olunca her bir ihvâna

Mürde kalplerimiz gelirler câna

Mürde kalp:  ölü kalp. Mürde: Ölü.

Allah’ı unutan kalp ölüdür.

Allah’ı unutmayan kalp de diridir.

Nerede dirilik oluyormuş? Bak, teveccühte oluyormuş.

Teveccühte kalp diriliyor. Ölü kalp dirilirse insan o zaman büyük bir insan oluyor. Kalbi dirilendir büyük insan; kalbi dirilmeyen insan büyük insan olmuyor.

O da şöyledir ki: Bir ağacın çekirdeğini düşündüğümüz zaman; o kuru ağacın kökü, gövdesi, dalları, yaprakları, yemişleri o çekirdeğin içerisindedir. Ama bu çekirdek patlıyorsa onlar meydana çıkıyor; patlamıyorsa meydana çıkmıyor.

Mürde kalp de çekirdek gibidir. Kalp dirilirse o çekirdeğin içerisinden çıkan bir ağaç, büyük bir ağaç gibidir. Gövdesi, kökü, dalı, meyvesi her şeyi meydana çıkıyor. Onun için bak, o küçük çekirdek koskoca bir ağaç oluyor.

Onun için Cenabı Hak “Biz insanı güzel, kıymetli halk ettik.”[1], buyuruyor. Cenabı Hak, insanı nokta-yı kübra büyük; insanı ahsen-i takvim, kıymetli halk ettik,  güzellerin güzeli halk ettik, buyuruyor. 

Evet, insan rahatlar, ferahlar. İşte o rabıta nuru kalbe gelince insanda bir rahatlık olur, ferahlık olur.

O ferahlık nedir? Muhabbettir işte.

Muhabbet ehli o kadar halîm, o kadar selîm ki hiçbir şeye kızmaz, hiçbir şeyden üzülmez; çok rahat, ferah olur. O halinde insanları çok sever, insanlara hürmet eder.

Bir de kabız hali olur ki, rabıta nuru kesilince, o kalbindeki karanlık onu sıkar. Onu sıkınca bu sefer çok vurucu olur, insanlara karşı kırıcı olur. Amelinde bir ağırlık olur. İşlerinde hiçbir şeyden zevk alamaz.

Ama ne yapacak? Cihat yapacak.

Cihat, Allah’ın emridir. Cihat farzdır, farz. Cihat için geldik biz bu dünyaya.

Ama cihat var ki iki: Bir küfür ile imanın çatışmasıdır, küfre karşı bir cihat.

Bir de insanın nefsiyle cihadı vardır.

Nefsiyle olan cihat, cihatı ekberdir. Yani büyük cihattır. Onun için bak! Peygamber Efendimiz buna cihatı ekber buyurmuş. Nefsiyle cihat etmeyi cihatı ekber, büyük cihat buyurmuş.

Peki, biz cihadı neyle yapacağız? Ne ile olacak? Ancak bizdeki bu cihat nedir, nasıl yapacağız?

O kabız halinde Allah’a sığınmamız lazım, bunu tezden atmamız için istiğfara devam etmemiz lazım.

Basıt halinde de çok şükür yapmamız lazım. Çok böyle yüzümüzü yerlere koyup Allah’a şükür secdesi yapmamız lazım ki Allah ne yapsın? O hâli bizde çoğaltsın. Niçin? Allah bak, buyuruyor ki: “Vermiş olduğum nimetin kıymetini bilirse arttırırım.”[2]

Demek ki bu basıt hali Allah’ın bir nimetidir. Ona çok şükredeceğiz ki o çoğalsın.

Kabız haliyse Allah’ın Celal sıfatından tecellî eder. Ondan çok havf duymamız lazım, çok, Allah’a sığınmamız lazım ki ondan da kurtulalım.

Bunlar böyle işte. O zaman bu kalbî cihat müritte ne yapar?

Zaman zaman işte birini azaltır, birini çoğaltır. İşte bu kelam bunu ifade ediyor:

Türlü nimetler verir layık değil isem de ben

Gönderir mimarını tez tez bu dil-i viranıma

Dil-i viran; viran olmuş kalbimi onun mimarı gelip orayı imar ediyor.

Hoş oraya bir mühendis gitmiş de aletiyle sanatıyla kalbini mi tamir etmiş?

İşte burada kalbimizin mühendisi kimdir? Mürşidimizdir.

O bizim kalbimizin mimarıdır. Manevi gücü ile manevi kuvvetiyle…

Onlardaki manevi kuvvet nedir biliyor musunuz?

Onlardaki manevi güçlerini, kuvvetlerini kullanmaları için bir zaman yok. Onlar için bir işlem de yoktur.

Bir insan gücünü kullandığı zaman, bir şey yaptığı zaman, mürur edecek zaman lazım ki onu yapsın ve bir de bunu işlemle yapacak.

Ama bunlarınki “Kün”dür, ol demesidir.

Evet, Allah’a şükür, elhamdülillah, çok şükür, bin şükür, nihayetsiz şükürler olsun. Bugün ruhun bayramıdır, ruhların bayramıdır. Onun için ruhlar mesut olacak burada.

Bu cezbeler, bu bağırmalar, bu ağlamalar nereden geliyor? Başka bir sebep var mı?

Ancak bir muhabbetten doğuyor, muhabbetten geliyor. Burası şimdi muhabbetin ilan edildiği bir yer. Muhabbetin fışkırdığı bir yerdir. Çünkü niçin? Bak!

Ehl-i aşkın katresi ol sohbet-i Mevlâ ile 

Ehl-i aşk değil mi bunlar?

Az da olsa yani bir nebze de olsa, bir kıvılcım da olsa, en ufak bir mum ışığı kadar muhabbetiniz de olsa buraya sizi uzaktan yakından o getirdi.

Ne getirdi sizi? Muhabbetiniz getirdi. Zaten kelamı kibarda ifade ediliyor:

Gelin ey yâr-ı sâdıklar

Bu meydân-ı muhabbettir

Bütün cem olsun âşıklar

Bu meydân-ı muhabbettir

Şefîimiz Muhammed'dir

Allahümme salli ala seyyidinâ Muhammed.

Ne ifade ediyor? Âşık kim? Estağfurullah.

Gelin ey yâr-ı sâdıklar

Yârdan mana Allah’tır.

Sadıktan mana da Allah’a vermiş olduğu sözü yerine getirmektir. Allah’a vermiş olduğu sözü yerine getirmezse sadık olmuyor.

Cenabı Hak buyuruyor ki: “Beni çok zikredin.”. Biz zikir yapamıyoruz işte, çok zikir yapamıyoruz.

Evet, namaz da bir zikirdir, Kur’an okumak da bir zikirdir, Allah’a yönelmekte bir zikirdir ama onların belli bir saatleri var, sınırları var. Cenabı Hakk’ın burada çok zikredin buyurması yani diyor; unutmayın beni.

Zaten öyle. Başka bir emri de var ki: “Beni yerken zikredin, içerken zikredin, alırken zikredin, verirken zikredin, ayakta zikredin, yatarken zikredin, gezerken zikredin.”[3] Bak!  Şimdi bunları yapamıyoruz.

Demek ki işte bu zikirleri burada elde edeceğiz. Kendimizde olan bu gafleti atacağız. Böyle bir ayıklığı burada elde edeceğiz.

Böyle bu ayıklıkla; ayıklık deyince bir ışık yanacak burada, muhakkak kalbinizde bir ışık yanacak.

Muhafaza etmeniz lazım. Muhafaza ederseniz o büyür. Hani:

Günden güne derdim artar

Varsam Lokman’a Lokman’a

O ışığı muhafaza edersen ikinci bir teveccühte o ışık daha da büyüyecek veya hatmelerde büyüyecek.

Teveccühümüz büyük bir ameldir.

Ne oluyorsa teveccühte oluyor.

Bakın teveccühte insanların kalbine zikir tohumu ekiliyor. Zikir tohumu teveccühte ekilirmiş. Ama tabii ki bir zikir tohumu ekilmesi için o tohumun bitmesine bir zaman vardır, bir zaman gerekiyor.

Ama bir de var ki tohumu bitirecek tarlaya, toprağa tohumu atarlar. Bir ağa, eskiden vardı yine var. Bir tarlası var verir marabaya. Eskiden öküzdü şimdi motor, çiftini de verir, aletini edevatını da verir. Ona der ki:

—Bu tarlayı sür, hazır et; havalandır o tarlayı iyice hazır et.

Tohum ekileceği zaman ağa gider tarlaya bakar. O, tarlayı eğer güzel sürmüşse, halletmişse tohumunu verir, edememişse tohumunu vermez. O tarlaya tohumu ekmez. Der ki:

—Bu toprağı hazır edememişsin, tohum bitirecek bir hale getirmemişsin; ben buraya tohum vermem.

Bundaki maksadımız şudur: Mademki ıraklardan dolandınız, ıraklardan geldiniz, zahmet çekip geldiniz, para harcadınız geldiniz, aç kaldınız, uykusuz kaldınız. Bir arzu var burada, o arzu bunların hepsini yok ediyor. Zahmeti de yok ediyor, açlığı da yok ediyor, uykusuzluğu da yok ediyor.

Bir arzunuz var, geldiniz buraya. Bu arzunun da bir noktası vardır. Dün değil evvelsi günden buraya geldiniz, evet bu zahmetleri, bu meşakkatleri çektiniz.

Şimdi bizim teveccühümüzün bir saat müddeti olur. Sohbetten sonra teveccüh başlar ve bir saat sürer. Zaten izdiham var dışarıda. Evet, bir saat sürer belki bir buçuk, en fazla bir buçuk saate gider. Bir saatten aşağı olmaz. Bir saat zarfında bütün işte dikkatinizi burada toplayacaksınız.

Bir arzu ile bu kadar zahmetler, meşakkatler çektiniz; toplandınız geldinizse bir saat de ayık olacaksınız.

Ne bulacaksanız o bir saatte bulacaksınız.

Ne olacaksa o saatte olacak. Ecri de o saatte, mükâfatı da o saatte, terakkisi makamı da o saatte. İşte onun için:

Teveccüh olunca her bir ihvâna

Mürde kalplerimiz gelirler câna

Sen yıllar boyunca kendi iradenle çalışsan zikrin ile kalbini diriltemezsin.

Ama bu teveccühte dirilecektir.

Yalnız burada bir inanç var; inanç, inanmak var.

İman nedir? İnanmaktır.

Neye inanacağız? Hak olan her şeye inanacağız.

Tarikat da haktır, bizim bu amelimiz de haktır. Teveccühün büyük bir amel olduğuna inanacağız.

Bu amel ne istiyor şimdi? Başlangıcından nihayetine kadar kalbi selim istiyor.

Yani olur, beşeriz gelir:

 Gam gelmez dememişler, gam eğlenmez demişler

Gam insanın gönlünü rahatsız eden bir şeydir. Dem ise ona ferahlık veren bir şeydir. Ama insan bu gamı  “dem”e çevirebiliyor.

Gam içerisinde Allah’a yalvarıyorsa, deme geçiyor, serbestleşiyor, ferahlıyor. Gamı dem’e dönüyor değil mi? Evet.

İşte bu amel kalbi selim istiyor. Her zaman kalbi selim olacağız ama olamıyoruz. Günlerce yıllarca elde edemediğimiz kalbi selimi burada elde ederiz.

Gam olur, gelmez değil, gelir.

Ağır hastan var gelir. Ağır hastanın hastalığı sen burada düşünmekle iyileşmez. Ama ona burada dua iste, duanın merciidir, ona dua iste.

Borcun var ödeyemiyorsun, düşünmekle onu ödeyemezsin. Bu borçtan beni kurtar dersin, kurtarır seni.

Onun için bu amel kalbi selim istiyor. Zaten kelamı kibarda geçer:

Eriş kalb-i selîm içre huzûra 

Seni mahv et erem dersen sürûra      

Ölümden evvel öl gel gir kubûra

Hakikat güllerin görmek dilersen

Marifet meyvesin dermek dilersen

Şüphe yok, amenna ve saddakna. Allah, Cenabı Hak; şeriatı, tarikatı, hakikati, marifeti insanlara bahşetmiş ve kulum iste vereyim (talebena vecedena),  buyuruyor.

İstemesini bilelim, isteyici olalım.

İstemesini bilemiyorsan öğren, bildiysen iste.

Bir istemesini öğrenmek var ki mahviyetle öğrenirsin; bir de onu kalpten öğrenirsin, dilden değil. Kalpten doğacak o kalpten.

Ama kalpten o isteği kendin doğduramazsın, bu isteğin senin kalbinden doğmaz, doğduramazsın. O kalbi açan birisi olacak, o kalbi temizleyecek birisi olacak.

O temiz kalp ile halis kalp ile bir insan isterse Allah onu ihsan eder.

İşte bu halis kalp, selim kalp olmazsa, bir insan kalbi selim olmazsa duası makbul olmaz.

Duası olur ama makbul olmaz. Hiçbir ameli de makbul olmaz. Hiçbir duası da makbul olmaz.

Ve kendisi de ne olur? Huzurlu olamaz. Ne yediğinden, ne içtiğinden, ne aldığından, ne kazandığından hiçbir şeyden huzurlu olamaz.

Ancak kalbi selim olan için varlık, yokluk birdir. Hastalık, sağlık birdir. Dövülmek, sövülmek birdir. Methedilmek, zemmedilmek birdir. Evet.

Eriş kalb-i selîm içre huzûra

Yani insanlar huzurlu olmak isterler. Ama kalbi selim olmazsa hiçbir şey insanı huzurlu etmez ki…

Çünkü niçin? Cenabı Hak “Sizin kalbinizi ancak zikrullah doyurur başka bir şey doyurmaz.”[4] buyuruyor. Zikrullah ile dolan bir kalbe başka bir şey girmez ki rahatsız etsin. Dolmuş bir defa kalp.

Neyle? Zikrullah ile dolmuş. Oraya daha başka bir şey girmez.

Kalbi selim demek, her şeyi atmak, kalpten çıkarmaktır. Sadece Allah ile meşgul olmak, gönül rahatlığıyla Allah’ı zikretmek.

Kalbi rahat ettiren Allah’ın sevgisi, Allah’ın zikridir. Evet, işte burada:

Eriş kalb-i selîm içre huzûra

Huzurlu olmak istiyorsanız kalbi selim olun. Ama kalbi selim olamazsınız ki…. Yıllar boyu uğraşır uğraşır olamazsınız.

Ama bir nazara, bir himmet sahibinin himmetine ihtiyaç vardır. Bakın, niçin Mevlânâ’nın bir kelamı var, bunu ifade ediyor:

Yek nazar eylese arifibillah

Aslı kemhareyi mücevher eyler

Ne buyuruyor?

Arifibillah: Allah’ın velîleridir, Allah’ı hiç unutmayanlar. Çünkü niçin? Allah’ın velîlerinde, onlarda Cenabı Hakk’ın sıfatları tecelli ediyor. Buyuruyor ki, “Veli kulumun gözü benim gözüm.”[5]. Evliyaullah Hak gözü ile bakar.

Hak gözüyle bakınca kara taşı mücevher altını eder. Ama âdetullah cârî olmamış ki inansınlar.

Bak! Necmeddin-i Kübra Hazretleri o, bir makama ulaşmış. Orayı idare edememiş oradan aşağı inmiş. Olur ya insanlar da, bir makama ulaşır, orayı idare edemiyor, ben bunu yapamıyorum diyor, aşağıya iniyor.

Bu makam ne? Beş tane Evliyâullah “Kâbe Kavseyn” makamına ulaşmış. Bu “Kâbe Kavseyn” makamı Resulullah Efendimiz’in makamıdır. Ama dördü orada duramamışlar, orayı idare edememişler, inmişler. Nakşibendî Efendimiz orada kalmış, orayı idare etmiş.

Peygamber Efendimiz’e âşık olanlar çeşitli çeşitli ameller ile işte efendim oruçlar tutmuşlar; salâvatlar, zikirler yapmışlar, rüyada görmüşler. Rüyada görenlere buyurmuş ki: “Beni görmek istiyorsanız gidin Muhammed Bahaeddin’i ziyaret edin.”. Beni görmek isteyen gitsin onu görsün. Onun için “Reis-i Evliya” seçilmiş. Bu makamı o idare etmiş.

Öbürlerinden de mesela Necmeddin-i Kübra var, ismi Kübra yani büyük. Kübreviyye tarikatının kurucusudur. O bir açık sahra sohbetinde, sohbet ediyormuş. Çok büyük cemaat var. Sohbeti dinlemek için dört ayaklı bir kertenkele otların içerisinden sürüne sürüne dizinin dibine gelmiş. O sohbet esnasında tabii o anda bir tecellî olmuş. Bir Hak nuru tecellî etmiş, her zaman olmaz. Vardır ama bu her zaman olmaz. Yalnız:

Görse bir mahbûb-ı ra'nâ mevc urur deryâ gibi      

Ne zaman ki Evliyâullah bir ehlini görürse; ona bakar o gözüyle başkasına bakamaz, bir dilemesi vardır.

Evet, işte o tecellî anında bakmış ki, o kadar cemaat içerisinde bir tane kalbi selim bulamamış. Hepsinin kalbi meşgul, hepsinin kalbi dolu. Bakmış ki o hayvan öyle vermiş ki kendisini sanki ölmüş gibi hiç kımıldamıyor. İşte o anda o hayvana acımış ona bir bakış yapmış, ona bir nazar etmiş. O nazar ona isabet edince o hayvan büyümüş büyümüş şişmiş balon patlar gibi güm diye patlamış. Bu nazarı ancak insanlar taşır.

Bak!  Cenabı Hak öyle buyuruyor: “Biz Kur’an’ı dağlara yükledik, dağlar yüklenmedi. İnsanlar yüklendi.”[6] Her hakikat Kur’an’da değil mi? Dağlar yüklenemedi, taşıyamayız dediler, ama insanlar yüklendi.

O hayvan taşıyamamış onu güm diye patlamış. Mübarek burada manevi bir mahkeme görmüş. Mahkemenin reisi Resulullah Efendimiz. Tüm ervah var mahkemede.

—Sen bu nazarı insanlara verecekken niçin o hayvana verdin?

Manevi, ruhi bir mahkeme. O da demiş ki:

 —Efendim bütün o kadar insanların hepsine nazar ettim baktım ki, hiçbirine acıyamadım, hiçbirine gönlüm acımadı; ama o hayvana acıdım. Ona yazığım geldi, o nazarla ona baktım, demiş.

Demek ki bundaki noksanlık, eksiklik bu olmuş. O nazarı insandan başkasına vermeyecekmiş. Onu taşıyacakmış, onu muhafaza edecekmiş, onu o hayvana vermeyecekmiş.

Yoksa ehli, içinde saklayacaktı, muhafaza edecekti. Evet, onun için efendiler:

Yek nazar eylese arifibillah

Aslı kemhareyi mücevher eyler

Diyor ki: Allah’tan ayık olanlar, Allah’ın velîleri, bunlar bir bakışta (nazar: bakış, yek: birdir) bir bakışta, bir kere kara taşa baksalar onu mücevher altını yaparlar. Bu da şudur ki:

Teveccüh olunca her bir ihvâna

Mürde kalplerimiz gelirler câna

Bu teveccühte eğer hak ederseniz, layık olursanız ve muhakkak ki, muhakkak burada… Hâşâ Estağfurullah ben hepinizin ayağının türabıyım. Bunu böyle söylemekle kendime bir pay ayırmıyorum. Kârı, kemâli sizin olsun. Kârı sizin olsun ama bize de bir emir var. Emir buyurmuşlar, işliyoruz. Ama yalnız emri verenin nimeti de büyük olur değil mi? Emri verenin nimeti büyüktür. Yani Sâlih Baba ne buyurmuş?

Söyleyen Sâlih'tir amma söyleten Sâmi'durur

Bulmak istersen birâder böyle bir sultân ara

Bir böyle buyurmuş. Bir de ne buyurmuş?

Gâhî şecerden söyler ol gâhî hacerden söyler ol      

Gâhî beşerden söyler ol bir mantık-ı bürhânıdır      

Yani insanları burhandan kurtarmak için sohbet var. Muhakkak “Din nasihattir, din nasihattir, din nasihat.” buyrulmuş. Ama bu nasihat ikiye ayrılıyor: birisi vaaz, birisi sohbet.

Vaaz nefislerden nefislere olur ve nefis sahibi söyler. Nefsinden yani nefsi bir şeyi stok etmiş, öğrenmiş bir şeyler var onu harcar. Nefislere vaaz olur. Bu vaaz insanları irşat etmez, kitap insanları irşat etmez. İnsanların kalbini bu vaaz açmaz.

Kitap okumak insanların kalbini açmaz, amel açmaz. Ancak bunlar insanları irşat eder tabii. Ama bu irşat denilince irşadın anlamı çoktur. İrşadın sınırı büyüktür, çoktur. Senin bilmediğin bir şeyi bir kimse öğretirse beni irşat etti dersin.

Bu mudur irşat? Hayır, irşat kalbin açılmasıdır.

Bu da işte ancak zikrullah ile olur. Zikrullah ile kalp büyür, ameller zikrullah ile makbul zikirlerle olur.

Ferdi zikrimiz var; bir de cemi, yani toplu zikrimiz var. Toplu zikrimiz hatmi havace de bu amelin bir küçüğüdür.

Küçük hatme var, büyük hatme var, bir de teveccüh var değil mi?

Küçük hatme neyle olur? On beş kişiden aşağı olursa olur, çetinlik yok, kolaylık var. Allah emretmemiş çetinlik yok.

Çetinlik burada bizde ihmallik, tembelliktir. Bizde ihmallik, tembellik olmazsa çetinlik yok, kolaylık vardır.

Nasıl ki mesela insan suyu bulamayınca teyemmüm ediyor değil mi? Teyemmümle namaz kılıyoruz. Burada çetinlik var mı şimdi?

Peki, on beş kişiden aşağı olursa büyük hatme okunmuyor. Niçin? Uzun sürecek insanlara zahmet olacak, usanacaklar, yorulacaklar diye. Bak, on beş kişiden az olunca küçük hatme okuyor. Aynı sevabı alıyor yine, aynı ameli işliyor.

Büyük hatme ise on beş kişiden fazla olunca okunur.

Nasıl küçük hatmenin büyüğü varsa, teveccüh de büyük hatmenin bir büyüğü oluyor.

Yalnız hatme her zaman okunuyor, yetkililer var. Mesela her yerde bir grup var, her grubun lideri var, onu okuyor. Yani her bölgede hatmeler okunuyor.

Ama teveccüh tabii böyle değil. Mübarek Paşam Hazretleri belki on, on beş kişiye ders verin diye emretmiştir. Ders verin diye emrettikleri on kişiden aşağı değildir. Ama teveccühü bu günahkâra emretti. Öyleyse burada bizim bir kârımız yoktur. Bu bir emirdir, emri işlemekle mükellefiz. Kârı, kemâli sizin olsun. Yeter ki biz görevimizi yapalım mesul olmayalım. Başka bir beklentimiz yoktur. Evet, işte:

Eriş kalb-i selîm içre huzûra 

Seni mahvet, erem dersen sürûra      

Ölümden evvel öl gel. gir kubûra

Hakikat güllerin görmek dilersen

Marifet meyvesin dermek dilersen

Mademki Allah bu hakikati, marifeti de bize ihsan etmiş, tarikatı bize ihsan etmiş.

Bakın efendiler! Tarikatı olmayan sadece şeriatta kalıyor. Hâlbuki şeriatın üzerinde tarikat var, tarikatın üzerinde hakikat var, hakikatin üzerinde marifet var değil mi?

Mesela dört katlı apartmanı düşündüğümüz zaman, dört katlı veya üst üste dört daire var.

Birinci daire şeriat, ikinci daire de tarikat. Üçüncü daire de hakikat, dördüncü daire de marifet. Hâşâ yanlış anlamayın!

Sevilen bir kimse veya bir padişah, amir dördüncü dairede olsa. İşte padişah insanlara duyuru yapacak:

—Benim şu işim var, görün, yapın, diyecek.

O birinci dairede olacak kişi sayısı belki yirmiyi bulacak bulmayacak. Çok binlerce insanın orada müracaatı oluyor, binlerce insandan geriye kalanlar yirmiyi bulacak bulamayacak.

Fakat ikinci daireye çıkınca orada insanların müracaatı, ulaşması biraz daha kolay olur.

Üçüncü dairede daha da kolay olur.

Dördüncüye geçen şifahen kendisi söyler.

Demek ki, evet, şeriatsız olmaz. Şeriat tabandır, tabanın sağlam olması lazım ki üzerine bina kurulsun.

Şeriat tabandır, onun üzerinde tarikat var. Tarikatta olunca biraz daha yükseliyor insan.

Tarikatın üzerinde hakikat var. Ama tarikattan hakikate geçilir. Tarikatsız hakikate geçilmez.

Geçmişte bu kadar velîler, bu kadar Evliyâullah’lar var. Mesela İmam-ı Rabbani gibi, İmam-ı Gazali Hazretleri gibi, Mevlânâ gibi, Mevlânâlar gibi daha sayılmayacak kadar çok velîler var. Abdulkadir Geylani Hazretleri, Bayezid-i Bestami, Cüneydi Bağdadi, Maruf u Kerhî, Sırrı Sâkâtî  gibi bunlar çok büyük âlimler.

Bunlar tasavvufsuz velî olamamışlar. Tarikatsız, mürşitsiz velî olamamışlar.

Onun için burada demek ki şeriat taban, taban sağlam olacak. Tarikat ise ikinci kat, hakikatse üçüncü kat.

Ama birinci kata çıkmadan ikinci kata çıkabilir misin sen? Çıkamazsın.

Marifetse dördüncü kat. Bu da nedir? Ruhun yükselmesidir. Ruhun Allah’a terakki etmesi, yükselmesidir.

Yani dört vasıta var: Birincisi şeriat, ikincisi tarikat, üçüncüsü hakikat, dördüncüsü marifet.

Marifete ulaşan artık ne yaptı? Sebepler hep çıktı aradan, vasıtalar çıktı aradan.

Bu fenâ gülzârı içre fâili mef’ûlünü   

Her sıfâttan zât-ı Hakk'ı bilmeyen dervîş midir

Buyurmuş.

Evvelâ bir pîre teslîm olmayan dervîş midir

Eşiğinde baş koyup cân vermeyen dervîş midir

Evet.

Harfi savtı olmayan bir şehre basmayıp kadem

Bakın harfi, savtı olmayan bir şehir var; harfi savtı olmayan bir mektep varmış.

Harfi savtı olmayan bir şehre basmayıp kadem

Kadem: ayak.

“Alleme'l-esmâ”rumûzun bilmeyen dervîş midir     

Evet.

Varını yağmaya verip İbrahim Edhem gibi

Arayıp Hızr-ı zamânı bulmayan dervîş midir

...

Günde yetmiş kez hitâb-ı “İrci'î” den bî-haber

Bu da çok önemli burası.

Günde yetmiş kez hitâb-ı “İrci'î” den bî-haber        

“Fedhulî” sırrından âgâh olmayan dervîş midir

Burada ne var? Bu ayeti kerimede Cenabı Hak buyuruyor ki: “Ben günde bir kulumun kalbine yetmiş defa nazar ederim. Bu yetmiş nazarımı kim cezbederse helaldir gelsin cennetime girsin.” Cennete davet ediliyor, insan müjdeleniyor.

Zâhirde on kişi, aşere-i mübeşşere, zâhir emir ile cennetle müjdelenmiş. Ama Cenabı Hak ne buyuruyor? “Ben bir kulumun kalbine günde yetmiş defa nazar ederim.” Bir de Fecr suresinin son ayetleri “İrci’î ilâ rabbiki radiyeten merdiyye.”.[7] buyurmuş. Ama kim bu yetmiş nazarı cezbederse Cenabı Hak “Fedhulî fî i’bâdî, vedhulî cennetî.”[8], cennetime gelsin girsin, buyuruyor. Bu müjde değil mi?

Ama bu yetmiş nazarı kim cezbedecek? Gafiller mi, akşamdan yatıp sabahtan kalkanlar mı? Veya sabahtan kalktı da gitti çarşıda pazarda gezdi, efendim, zamanını boşa geçirdi veya dalmış dünya işine sabahtan akşama kadar işinde çalışıyor, hiç Allah aklına gelmiyor. Bunlar mı cezbedecek?

Kim cezbedecek bu yetmiş nazarı? 24 saatin içerisinde bir dakika gafil olursa yetmiş nazarı cezbetmiş olamaz.

24 saat ayık olacak ki bu yetmiş nazarı cezbetsin.

İşte onun için burada, insanların kalbinde merkezi bir damar var. Buna şah damarı deniliyor. Bütün vücuda yayılan 366 tane damarın başı orada birleşiyor. Kalp bütün 366 damara nasıl kan veriyor, pompalıyorsa ve bu 366 damardan da emiyor. Yani kanı bir taraftan emiyor, topluyor; bir taraftan da dağıtıyor, veriyor.

Bu olduğu gibi manevi, ruhu geliştirmek için bu kalp de eğer uyanırsa, dirilirse bu sefer o da ne yapıyor?  Bakın ne yapıyor bu kan? Bu kan vücudu besliyor, vücudu geliştiriyor.

Ama ruhu geliştirmek için, ruhu beslemek için, ruhu yükseltmek için ne lazım?

O kalbe 366 damardan Allah sevgisi, feyiz gelecek. O sevgi orada stok olacak ki kalp 366 damara bu sefer verecek, pompalayacak. Böyle devr-i daim oluyor.

Evet, kalbi açılanlar huzur sahipleri öyleymiş. Onların 366 damarından kalbe feyiz geliyor ve 366 damara da kalp ne yapıyor?

Almış olduğu feyizden, yani Allah sevgisinden onda olan hararet, hareket; zikir hareketi, zikir harareti damarlardan azalarına aksediyor, azalarına giriyor.

İşte bunlar nerede elde ediliyor?

Teveccühlerde, hatmelerde; tarikatta.

Tarikatsız olmaz bu.

Tarikata girmiş ben çok kimseler biliyorum, tarikata girmiş ama ne hatme görmüş ne de teveccüh görmüş, tarikatlı işte öyle. Onlar işte benim gibi bir şey sahibi olamazlar.

Tarîkat cümle haktır olma zâği         

Evet, insan nimetine tarikatla ulaşıyor efendiler!

İnsanın nimeti nedir?

İnsanın nimeti dünyada bu kadar nimetler var; renk renk, cins cins, şekil şekil. Bunlar mıdır nimeti? Bunlar yok olup gidiyor.

Peki, ahirette de nimetler vardır. Cennettedir bu nimetler. Çok nimetler var, bunlar cennettedir.

Ama huzur sahipleri için cennetin nimetleri de nimet değil. Onlardan da geçiyorlar.

Çünkü niçin? Mademki bu söz söyleniyor; terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i terk söyleniyor.

İnsanlarda terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i cisim, terk-i can var, söyleniyor.

Terk-i dünya: Dünyadan geçmek. Zaten dünyadan geçmezse insan ahireti kazanamaz ki.

Terk-i ukba ahiretten de geçecek. O da bir arzu, oradan da geçiyor.

Terk-i cisim, cismini sevmeyecek; nefsini sevmemek, nefsinden geçmek, cisminden geçmek.

Terk-i can ki terk-i can ölmektir.

Yalnız insanın bir defa ölümü mü var? Yok, insanın iki tane ölümü var.

Ben değil Cenabı Hak buyuruyor. İnsanın iki ölümünü de Allah buyuruyor:

Birisi hak olan ölüm. Bu ruh cesetten çıktı, cesedi toprağa kondu, öldü, gitti.

İkinci ölüm ne? Cenabı Hak “Mûtû kable entemûtû”[9], ölmeden evvel ölün, buyurmuş. Öyleyse bir kelamı kibarda geçiyor:

Kabre girip haşre varıp hem sırâtı geçmeden

Kevser-i Haydar’dan içip kanmayan dervîş midir

Buyuruyor. Ama bu dünyada Kevser ırmağı nedir?

Bu dünyada Kevser ırmağı Evliyâullah’ın kelamlarıdır, nefesleridir.

Onu sen aldınsa eğer, o senin kalbine geldiyse eğer Kevser ırmağından içtin.

Eğer o geldiyse ne etti?

Ölü kalbini de diriltti. O geldiyse eğer sen varlığından da kurtuldun.

Yani dünyadaki ölüm insanın varlığından kurtulmasıdır. Sa’yından kurtulmasıdır, iradesinden geçmesidir.

Cüzî irade, küllî irade söyleniyor. Bu cüzî irade nedir?

Bu cüzî irade; her insanın kendisinde olan gücü istemesi, murat etmesi, dilemesidir.

Bir de aklı cüz var. Her insanın kendine göre bir aklı var.

Fakat bu cüzî irade, küllî irade var.

Cüzî iradeden küllî iradeye geçiliyor. Yeter ki o cüzî iradeyi küllî iradeye bağlayalım, bu şarttır.

Cüzî iradeyi küllî iradeye bağladık mı büyük daima küçüğü cezbeder.

Mesela şimdi bir deryayı düşündüğümüz zaman bir de deryanın haricinde ufak göl suyu vardır. Veya da kaynar bir su var yerden kaynıyor. Onu bir hat ile deryaya bağlarsanız, kaynar suyunu derya çeker alır. Ama deryayı kaynayan su alamaz. O göldeki su da deryayı alamaz. Derya çeker onu da alır.

Demek ki burada cüzî iradeyi küllî iradeye bağlarsak muhakkak ve muhakkak bu cüzî irade küllî iradeye geçer. Ama yine bu mürşitsiz olmaz.

Evet, işte burada bu amel de kalbi selim istiyor.

Kalbi selim ne? Teveccühün başlangıcından nihayetine kadar kalbinizden Allah’ı unutmayın, Allah’ı zikredin kalbinizden. Kalbinize geleni atın, Allah’ı zikredin Allah Allah diye. Allah’ı unutmayın. Zikrin en hulasası da Allah’ı unutmamaktır. Hani illa bu lisanen değildir.

Zaten bak! Biz, Allah Allah Allah, zikrimizi yaparken lisanen yapmıyoruz, kalbimizden yapıyoruz. Her zaman bizim zikrimiz Lafza-yı Celal; kalbî zikirdir. Bu çünkü zikirlerin en efdalidir. Bir taraftan Cenabı Hak “Nahnü akrabu”[10], kulum ben sana şah damarından daha yakınım, buyuruyor.

İşte kalpten sen Allah Allah zikrini yaparsan o uzaktakini yakına getirmiş olursun. Ama Allah Allah tabii lisanen değil kalben oluyor. Ama sade Allah Allah Allah denilip de kalbi de Allah ile meşgul etmek lazım. O zikri yaparken kalbi Allah ile meşgul etmek lazım. Başka bir şey gelmesin kalbe, bu zikri yaparken. Zikirlerin en hulasası budur.

Evet, Peygamber Efendimiz’in bir emri var ki: “Zikrin en hayırlısı gizli yapılan, rızkın en hayırlısı da yeteri kadar olandır.”[11] buyurmuş. Daha başka bir emrinde Cenabı Hak buyuruyor: “Üd’û rabbeküm tadarru’ân ve hüfyeh”[12], “Beni kalbinizden gizli zikredin.” buyuruyor.

Onun için zikirlerin en efdali Lafza-yı Celal’dir.

Çünkü Allah’ın bin bir ismi var. Evet, bin ismi sıfatlarının ismidir, o bir olan Lafza-yı Celal o da zâtının ismidir.

Bin ismi, sıfatlarının ismi; bin birinci ismi Lafza-yı Celal, Allah’ın zâtının ismidir. Allah’ın zâtının ismi bir: “Allah”tır, Lafza-yı Celal.

Onun için burada bizim zikrimiz Lafza-yı Celal olduğu için yolumuz çok kısa oluyor, kolay oluyor.

Ama tabii çetinliği de var. Kolay, kısa ama çetinliği de var.

Hem kolay olup hem çetin bu nasıl olur?

Hem kolay hem çetin burada ifade ediliyor. Kolaysa çetin olmaz, çetinse kolay olmaz.

Hayır, onun kolaylığı bizim tarikatımıza girince Lafza-yı Celal’i kalbine muhakkak ki bir Allah sevgisi, bir aşk veriyorlar. En evvel aşk veriyorlar, Allah sevgisi veriyorlar. Allah sevgisi olunca o zaman kalp neyi severse, o oradan çıkmaz.

Zâhirde de böyle değil mi? İnsanların dünyada çok arzuları oluyor. Ama en çok arzu ettiği kalbinde oturmuştur, o çıkmaz. Öbürlerini düşündüğü zaman, aldığı zaman, verdiği zaman yine o gelir kalbine.

Demek ki burada en çok sevilecek Allah ki o kalbinden çıkmasın.

Evet, işte Nakşi’lerde, Nakşî tarikatına girildiği zaman muhakkak bir muhabbet, aşk, Allah sevgisi kalbe verirler. Bunu muhafaza ettinse işte yolun yakınlığı budur, kolaylığı budur.  Bunu muhafaza ettinse yolun kısadır. Çok kısadır ve çok kolaydır.

Ama bunu muhafaza etmedinse eğer tabii kolay da olmaz, çetin de olur; yakın da olmaz, kolay da olmaz. Ki onun için bak!

Kabiliyet bizde olmazsa meşâyih neylesin

İster ise mürşidi olsun Muhammed Hazreti

Allahümme salli alâ seyyidina Muhammed.

Kabiliyet bir müridin kabıdır efendiler. Müridin kabı ise kalbidir. Kabiliyet kap anlamına geliyor. Kap ise bu müridin kalbidir.

Diyor ki senin kabın, kalbin temiz olmazsa mürşidin Hazreti Muhammed olsa ne yapacaksın ki?

Onun vermiş olduğu, koymuş olduğu bir şey var. Şimdi bir kap var, bu kab’a daima birisi temiz bir şey koyuyor. Öbürüsü de getirip pis bir şey koyuyor. Onun daha temizliği kaldı mı orada? Kalmadı.

Demek ki kabın sahibi sensin o temiz bir şeyi aldınsa, temiz şeyi kab’a koydularsa oraya daha pis bir şey koydurma.

Niye koyduruyorsun, niye oraya attırıyorsun?

Atılmışsa çıkarabilirsin. Pis bir şey düşerse içindeki temizi de pis etmeden onu atabilirsin.

İşte onun için burada cihat yapan kalp kirlenmiyor, pislenmiyor; temiz. Ama bu cihat yapa yapa temizlenecek.

Bu temizlenme nedir?

Bütün gelen şuğulları, maddi manevi bunların hepsini ata ata bunlar biter. Sırf Allah sevgisi orada kalır.

İşte derviş de budur. Hak için her şeyden geçmiştir.

Dervişlik insanlarda en büyük makamdır.

Derviş olmayan her şeyden geçmiş olamıyor.

Derviş deyince bir dost, bir post olan derviştir.

Post demek ne demek, dost demek ne demek?

Dost Allah, post da vücuttur.

Vücudun karargâhı da kalptir, pay-i tahtı kalptir. Çünkü bütün vücuda hep hâkim olan, hükmeden, her yönüyle hükmeden kalptir.

Bu kalbi insan temizlerse dostu posta oturtur.

Neyle temizleyecek bu kalbi?

Ancak kalbi temizleyen zikirdir. Cenabı Hak bu kadar zikir ayetleri emretmiş. Bu kadar zikir ayetleri var. Kalbinizi temizleyen zikirdir.

Yalnız burada zikir, işte bir sevgi ile kalbe iner, sevgisiz inmez.

Onun için misal veriyoruz. Hani senin çok sevdiklerin var ama bir tanesini hepsinden fazla seviyorsun. Her zaman onu hiç unutmuyorsun. Diğer sevdiklerine gitsen de yine onu unutmuyorsun. Veya yediğin çok nimetler var ama bir şeyi daha çok seviyorsun. Öbürlerini yediğin zaman hiç yine aklından gönlünden çıkmaz o, çünkü her zaman sevdiğin için.

Demek ki burada çok sevilecek “Allah”tır.

Ama biz bu sevgiyi nereden alıyoruz?

Vasıta, meşayih var arada.

Allah’ın emri budur. Cenabı Hak “Sadıklarımla olun.”[13] buyuruyor.

“Sadık olun.” buyursaydı meşayihe ihtiyaç kalmazdı. Ama Cenabı Hak “Sadıklarımla olun.” buyuruyor.

Cenabı Hak “Sevdiklerimi sevin.”, buyuruyor. “Beni sevin, sevdiklerimi sevin.”, buyuruyor. Öyle olmasaydı onu herkes sevebilirdi.

Bu emirler varsa zaten bizim aklımız var, mantığımız var.

Her şey hak ile kaim, akıl ile kaim. Akıl ile hak ile kaimdir.

Çünkü bu da nedir?

Aklı olmayana hak olan şeyleri söylesen de anlamaz, bilmez ki…

Ama aklı olan bir şey duymasa da hak olan bir şeyi muhakkak ve muhakkak hisseder.

Çünkü niçin?

Aklen Allah’ı bulanlar olmuş, aklen Allah’ı bulmuşlar. Ki nasıl bulmuşlar?

Evet, onlara kitap inmemiş, peygamber gelmemiş ama Allah’ın varlığına inanmışlar. Bu dünyanın fani olduğuna inanmışlar. Ahiretin bâkî bir âlem olduğuna inanmışlar. Bak! Allah’ı böyle aklen bulmuşlar.

Şimdi burada aklımız, mantığımız deyince:

Bir meşayihi sevdiysek bu bizim babamız mıdır? Değil. Anamız mı? Değil. Akrabamız mı? Değil. İş ortağımız mı? Değil.

Nerede meşayih? Doğuda Erzurum’da. Müridi nerede? İstanbul’da.

Nerede meşayih? Türkiye’de. Müridi nerede? Diğer ülkelerde, yabancı ülkelerde.

Niçin bunlar saymışlar, tanımışlar birbirlerini?

Bu cemaat burada zaten bir delildir. Bu cemaatte Türkiye çapında her taraftan gelenler var. Şimdi her bölgeden burada var.

Bunları buraya ne toplamış?

Ben de bir günahkâr kulum, günahımı kabulleşmişim. Ama burada bir emir var. Ne var?

Kibrît-i ahmerdir şeyhin nefesi          

Yakar dil şehrinde bırakmaz pası      

Berâberdir Pîr-i Tâgî Mevlâsı

Dâim cezbederler me'vâya bizi         

Şeyhin nefesi kibrit-i ahmerdir, yani şeyhin nefesi bir insanın, bir müridin kalbine isabet ederse, orada kiri, pastan mana bütün masiva, bunları atar.

Berâberdir Pîr-i Tâgî Mevlâsı

Bu nereye gidiyor?

Mevlâ, efendim manasında. Bizim Mevlâmız da Dede Paşa Hazretleri.

Onun Mevlası da var, onun Mevlası da var, onun Mevlası, Mevlası, Efendim, Efendim derken; Resulullah Efendimiz’e gider.

Onun için burada bu tarikat onun tarikatıdır.

Bu nur onun nurudur.

Bu yol onun yoludur.

Bu ondan haberdardır. Bu amelimizden her zaman o haberdardır.

Zaten bu amellerde; hatmelerde olsun, efendim teveccühlerde olsun, her huzur yaptığımız zaman bir nur irat ediyorsa kimin nurudur bu?

Allah’ın, Resulullah’ın nurudur.

Allah’ın nuru Resulullah’tan tecellî ediyor.

Hüdâ'nın cümle esmâ'ı sıfâtı

Muhammed'den kamu tibyân değil mi

Allah’ın esmaları, sıfatları; esma nurları, sıfat nurları Muhammed’den zuhur etmiş.

Hüdâ'nın cümle esmâ'ı sıfâtı

Muhammed'den kamu tibyân değil mi

Peygamber Efendimiz’in de hadisleri var. Niye buyurmuş ki: “Benim ümmetim velîleri beni İsrail’in peygamberleri derecesindedir.”[14] Öyleyse şurada bir nokta daha var, bir hakikat daha var. Hazreti Musa, Hazreti İsa zaten Sâlih Baba divanında geçiyor.

Şârihin şerh ettiği gör bir tecellî Tûrudur     

Kim bilir kim nice bin Tûr ile Musa'sı geçer 

Şarih; yani zâhir şeriat âlimlerinin Kur’an’da görmüş olduğu, anlamış olduğu bir hakikat var. Ne var?

Hazreti Musa Kelîmullah Cenabı Hak ile Tûr dağında binbir kelam konuşmuş ve ona Tevrat inmiştir. Kelamı kibarda diyor ki; şarihin yani şeriat âlimlerinin şerh ettikleri, daima bahsettikleri tecelli Tûrudur. Sadece bu tecelli Tûr’da mı olur? Diyor. Onlar bilmezler ki günde nice Tûr ile Musa’sı geçiyor.

Kim bunlar? İşte “Benim ümmetimin velîleri benî İsrail’in peygamberlerinin derecesinde.” buyuruyor. Peki:

Mürdeler ihyâ eden âlemde bir Îsâ mıdır

Devr eder âlemde çok nutk-ı Mesîhâ'sı geçer           

Burada ne diyor?

Hazreti İsa ölüyü kaldırdı, diriltti. “Kalk!” dedi, kalktı. Onun mucizesidir.

“Mürdeler ihya” yani ölüyü dirilten sadece İsa mıdır? Bilmezler ki günde nice “Nutk-ı Mesihası geçer”. Yani Hazreti İsa’nın nefesi olan günde nice velîler geçiyor.

İşte burada efendiler Mevlânâ’nın kelamı bu ki  Evliyâullah’ın nazarı ne yapar?

Ölü kalbi diriltir.

Hazreti İsa’nın nefesi cesedi diriltiyor. Fakat Evliyâullah’ın nefesi ölü kalpleri diriltiyor.

Hâlbuki bir ölü kalp diriliyorsa insan büyük âlem oluyor.

Bir velî âleme mukabildir.

Evet, bu insan büyük bir varlık oluyor.

Bir cisim nerede, âlemdeki insanlar nerededir? Bu da şudur ki:

Âlimlerde bir esrar var ki avam bilmez.

Velîlerde bir esrar var âlimler bilmez.

Nebilerde bir esrar var velîler bilmez.

Öyle bir milyon âlim olmayan insan, bir âlimle beraber olamaz. Allah’ın emridir bu zaten; “Sizin bileninizle bilmeyeniniz bir değilsiniz.”[15] Bilen bilmeyenden farklıdır.

Madem bilen bilmeyenden farklıysa bugün zâhir ulema var. Evet, onlar satırdan okuyorlar. Ama Allah bâtın ulemayı da bildiriyor. Zâhir ulema okumuş oldukları satırda bâtın ulemanın olduğunu biliyor. Ama buna gelince yan dönüyorlar.

Zaten onu anlayanlar işte o Mevlânâ gibilerdir. Bak! Mevlânâ dünya üzerinde bir tane âlimmiş. Şems’e kendisini teslim etmiş. Mevlânâ satırdan Şems’i yüz sene okutsaymış kendisi gibi bir âlim yapamazmış. Çünkü kendisi dünya üzerinde tek bir âlim, daha yok onun emsali. Ama kendisini Şems’e teslim etmiş. İlmiyle beraber kendisini teslim etmiş.

Demek ki, bu nedir?

Mevlânâ o kadar âlim iken satırda okumadığı ilimleri onun kalbinde bulmuş. Onda bulmuş, Şems’te bulmuş, Şems’te görmüş.

Zaten insanlar “Allemel esma”dır. Bu “Allemel esma”yı bilmezse zaten bâtın ilmini anlayamıyor. Bâtın ilmini anlamak için “Allemel esma”yı bilmek vardır.

İnsan “Allemel esma”dır, insan Fatiha suresidir.

Fatiha suresi insanda mevcuttur. Kalbinde mevcuttur, yüzünde mevcuttur.

Bak!  Sâlih Baba buyuruyor:

Vechinde yazılmış Seb'ul Mesânî

“İnnâ fetahnâ”dan verir nişânı

Bak, değil mi?

Âfitâb-ı hüsnün yandırır cânı

Bir de buyurur ki:

Vechinde yedi âyet

Fâtiha'ya işâret

Çok kelamlar vardır.

Ledünnî ilmi insanların kalbinden doğan bir ilimdir.

Eğer bir müridin, o kalbindeki ilmini, ona okutacak olursa, onu yüzünde gösterir.

İşte onun için bir de buyuruyor ki:

İnayet kılsa bana Hak

Haktan oku gel her sabah

İlmi ledünni bir merak

Ol şan pirimde gizlidir

Bu kelamlar hakkı söylüyor. Haktır, hakikattir, doğrudur.

Öyleyse demek ki, şu anda kalbi dirilen bir insan, bir âleme mukabildir; velî oluyor.

Velî deyince:

Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlaşıyor,

Allah’ın ahlakıyla ahlaklaşıyor.

Resulullah’ın sıfatıyla sıfatlaşıyor.

Resulullah’ın ahlakıyla ahlaklaşıyor.

Biraz da teveccühten bahsedelim de teveccühümüzü yapalım.

Evet, efendiler! Bizim teveccühümüz büyük bir ameldir.

Allah’a şükür, çok şükür, bin şükür başka tarikatlarda yoktur. Nakşî’nin Hâlidî kolunda vardır.

Yani bunu diyorsak, hâşâ Estağfurullah, itimat edin yani bu amelimizin büyük amel olduğuna iftihar duyun. Büyüklerimizin amelinden iftihar duyalım.

Nasıl ki Hazreti Ömer (r.a) Hazretleri buyurmuş ki:

—Hindistan cevizi kadar başı olan siyah bir köleyi de amir etseler ona da boyun eğerim.

Amir etseler, deseler ki hadi sen de git, şu vazifeyi gör, ona da tabi olurum.

Burada da bu emir bize olmasa da başkasına olsaydı benim için değişen bir şey olmazdı. Hani bize olmuş diye bir iftihar duymuyorum.

İftihar bu emrin, bizim teveccühümüzün yapılmasıdır. Başkasına olsaydı yine benim için değişen bir şey olmazdı. Teveccüh büyük bir ameldir. Teveccüh işte her tarikatta yoktur. Teveccüh bizim Nakşibendî Tarikatı’nın Hâlidî kolunda vardır.

Teveccühün ne kadar kutsiyetinden bahsetsek, bahsedemeyiz.

Çünkü niçin? Bak! Zerreyi, kübra ediyor, katreyi, derya ediyor.

Mesela bir ufak çekirdek var. Ama o çekirdek patladığı zaman büyük bir ulu ağaç çıkacak. Ama o çekirdek kendi kendine patlamaz. Veya patlasa da kendi kendine büyümez. Onun bir erbabı olacak, kararıyla çekirdeği toprağa verecek, değilse yüzünde kalır, bitmez, derine batar bitmez. Bitse de ona suyu, çapası, hizmeti lazım ki büyüsün. Veya aşısı lazım ki meyvesi olsun. Bunlar hizmetle oluyor değil mi?

İşte Evliyâullah’ta da böyle manevi bir yetki var. Bu yetkilerini ruha yapıyor.

Zâhirde nefsi terbiye eder.

Ruha da ne yapar?

Ruha da tahsil yaptırır. En evvel onu yetiştirir. Ona eğitim yaptırır.

Evet, nefsi de terbiye eder, ıslah eder.

Onun için Evliyâullah’ta iki nur var: Rabıta nuru, velâyet nuru.

Rabıta nuru zâhir, görünen taraftır. Görünen tarafına uyacağız.

Onun için bak, buyuruyor ki:

Bir seherde murg-ı cânım uyandı     

Vahdet illerini seyrân eyledi

Pîrimin renginden renge boyandı     

Pirimin renginden renge boyanması nedir? Pîri siyahmış da siyah mı olmuş? Hayır. Pîri beyaz, onun da beyaz mı olmasını istemiş? Yok.

Yani pîrinin rengine boyanmak, pîrini kendine örnek etmiş. Her yaşantısını, her amelini, her işini, her sözünü kendisine örnek etmiş. O zaman pîrinin rengine boyandı.

Gönülden perde-i hicâb açıldı          

İlm-i ledünnîden bezmi içildi 

Cümle esmâ birbirinden seçildi

Her biri bir gûnâ elvân eyledi           

Gönüldeki perde, hicap ne?

Gaflet, gaflet.

Bir perde var önünde, siyah bir perde, nasıl olursa olsun bir perde, kalın perde arkasındakini göstermiyor. O perde kalkacak ki görünsün.

Veya da orada bir nur var, önünde de bir perde var, ya da duvar var. Işığı geçirmeyen o perde, o duvar kalkacak ki oradaki nur buraya geçsin.

Gönüldeki perdeyi, hicabı ne kaldırıyor?

Meşayihimizden, şeyh efendimizden almış olduğumuz zikirdir.

Gönülden perde-i hicâb açıldı          

İlm-i ledünnîden bezmi içildi   

Cümle esmâ birbirinden seçildi

Her biri bir gûnâ elvân eyledi

Demek burada anlaşılan madem bu kul Allah’tan gelmiş Allah’a gidecekse bu kulun Allah’a iki türlü gitmesi vardır; bir cismî, bir de ruhî.

Allah’tan da iki türlü gelmek var: Bir ruhen gelmiş, bir cismen gelmiş. Bunu zengini fakiri, delisi akıllısı, âlimi cahili, sakatı sağlamı, zengini fakiri hepsi bu cisimle gelmişler. Onların ruhları bir cisimle buraya gelmiş.

Fakat yine buradan da Allah’a hem cismen, hem ruhen gitmek var. Ama onlar cismen giderler, ruhen gidemezler.

Ama ruhen nasıl gidecek? Ruhuyla nasıl gidecek?

Şeriat, Tarikat, Hakikat, Marifet ile. Ruhun Allah’a gitmesi bunlarla oluyor.

Bunlar olmazsa ruh Allah’a gidemez.

Ruh nerede? Her ne kadar kavrayamıyor ama insan ulvi oluyorsa onun ruhu arş-ı alaya çıkıyor, altta kalmıyor.

Yani arş-ı âlâ gibi onun kalbi geniş, aydın, rahattır. Bir ayette de buyruluyor: “Biz insanı çok mahbup halk ettik, güzellerin güzeli halk ettik.”[16] Güzellerin güzeli halk ettik deyince bu insan melektir, güzel. Hani insanda olmayan güzellik melekte var. 

Nasıl Hazreti Yusuf Aleyhisselam’da olan güzellik dünyaya gelen bütün nebiler, velîler, peygamberler arasında onun güzelliğinde hiç ikinci bir kimse yokmuş, o tektenmiş. Fakat onu görenler;

—Böyle beşer olmaz, melektir, diyorlarmış.

Onun yüzündeki nura, güzelliğe, gözler kamaşıyormuş, bakamıyorlarmış. Ama görenler melek diyorlarmış ona. Çünkü niçin?

Melekleri Cenabı Hak noksan sıfattan beri halk etmiş, onlar da güzel nurludur.

Ama melekleri sıfatının nurundan halk etmiş.

Bu insana üflenen ruh var ya, zâtının nurundandır.

Eğer her şey aslına cezbedecek, gidecek. “Külli şeyin yerciü ilâ aslıhî.”[17] fermanı var. “Her şey aslına rucü edecek”se bu ceset toprağa giriyor.

Bu cesedi Allah topraktan halk etmiş. Ceset toprağa gidecek ama ruh da aslına gidecek olursa neyle gidecek?

İşte şeriat, tarikat, hakikat, marifet olacak ki gitsin.

O zaman böyle bir insan -şeriatı, tarikatı, hakikati, marifeti olan- işte o zaman o ne oluyor?

O insan güzellerin güzeli oluyor, melekten de güzel oluyor. Meleğin üzerine çıkıyor, melekten yukarı çıkıyor.

Fakat bir de insan süflî makama düşerse o zaman da insan aşağı, aşağı hayvanların aşağısı oluyor, hayvanlardan aşağıya düşüyor.

Affedersiniz hınzır var ya hayvanlardan aşağısı olan hınzır, onun derisi dabak kabul etmiyor. Bütün ne kadar vahşi pis hayvanlar varsa, affedersiniz hâşâ nefsimden pisi yoktur, bunların hepsinin derisi ne oluyor? Ne kadar hayvan varsa ta ki bir yılanın, kedinin, köpeğin, ayının bunların hepsinin derisi dabak kabul ediyor, temizleniyor. Ama hınzırın derisi dabak kabul etmiyor. O da Cenabı Hakk’ın emridir.

İnsan süflî âleme düşerse ondan da aşağıdır. O insan cehenneme gidecek olursa ondan da aşağıdır. Niçin?

O hınzır pis hayvandır ama Allah onu diriltip azap etmeyecek.

Evet demek ki burada Allah’ın rahmeti var, gadabı var. Allah’ın rahmeti de insanlara, gadabı da insanlaradır. İnsanlardan başka hiçbir mahlûka değil. Herbiri yok olacak, var olmayacak. Bunları diriltmeyecek ki bunlar Allah’ın rahmetine ulaşsın veya gadabına düşsün.

Demek ki insan Allah’ın rahmetine ulaşırsa o insan her şeyin mâfevkindedir. Allah’ın gadabına düşerse o insan her şeyin süflîsi, hepsinden aşağı olur.

İmamı Azam’ın sohbetini şeyh efendimiz buyurmuştur. Burada çok büyük bir anlam var. İmamı Azam mübarek on tane talebesiyle böyle nur saçaraktan gidiyormuş. Bu talebeler ilim tahsil ediyorlar. Çünkü ilim tahsil edenlerin yüzünde nur vardır. Kıyafetlerinde de bir farklılık vardır. Sarıklı cübbeli nur saçaraktan on tane talebe ile beraberinde İmamı Azam da ortalarında talebeler kenarında, sağında solunda gidiyorlarmış.

İmamı Azam’ı sevmeyen bu beşinci mezhep davasında olan Rafızîler var, Şialar var. Kendilerine Alevî diyorlar ama onlar Alevî değil, Rafızîdir.

Alevî demek ehl-i beyt’e bağlanmak, bağlı olan demektir. Onlar her ne kadar ehl-i beyitten konuşuyorlar ama onlarınki sözdedir. Ehl-i beyt’e bağlılık izinden gitmektir. Onların yolunda olmaktır, yaşadığını yaşamaktır. Bunlarda hiçbiri yoktur. Kitap yok, sünnet yok, hiçbir şey yoktur. Affedersiniz gusül, abdest yok bunlar bir de ehl-i beyt’i seviyoruz diyorlar.

Neyse onlar işte İmamı Azam’ı sevmezler, hala da sevmiyorlar. Daima hakaret etmek isterler. Ama biliyorlar ki İmamı Azam çok tevazulu, hiçbir şeye kızmıyor. Ne kadar ona hakaret etseler karşılık bile vermiyor.

Rafızînin bir tanesi hakaret olsun diye ona talebeleriyle beraber giderken bir soru soruyor. Orada bir siyah köpek görmüş, parmağıyla göstermiş. Sorusu da şöyle:

—Ya İmam, şu köpeğin kılları mı hayırlı, senin sakalının kılları mı hayırlı? Demiş.

Hâşâ Estağfurullah. İmamı Azam hiç gadaplanmamış ama talebeleri adamın üzerine yürümüş. Öyle yürümüşler ki parça parça edecekler. İmamı Azam onlara öyle heyecanla çok şiddetli bir şekilde,

—Durun, elinizi sürmeyin! Size hakkımı helal etmem, demiş.

Talebeler donmuş kalmışlar, el sürememişler.

Bir düşünmüş ve demiş ki:

—Oğlum Allah seni de beni de kulu olarak halk etmiş. Allah niçin bizi halk etti? Eğer biz kulluğumuzu bilirsek, Allah’a kulluğumuzu yaparsak cennete gideriz, sakalımız da bizle beraber. O köpek bizimle cennete gelmeyecek. Sakalımın kılları ondan hayırlı olur. Yok, eğer ben Allah’a isyan edersem, Allah beni cehenneme koyacak olursa o köpek cehenneme de gelmeyecek. O köpeğin kılları benim sakalımdan hayırlı olur.

O Rafızî şöyle bir düşünmüş ve ayaklarına kapanmış.

—Aman beni affet, dinin de hak, sözün de hak, demiş.

Demek ki evet amenna ve saddakna zaten bak, Cenabı Hak “İnsanı çok kıymetli halk ettik”, Bir de buyuruyor ki: “O çok kıymetli, güzellerin güzeli insanı cehennemin esfele safiline düşürürüz.” Değil mi? Evet.

Ama çok güzel olan burada Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlaşandır.

Teveccühü tarif edeyim de sohbeti keseceğim.

Şimdi bakın efendiler, evet teveccüh kalbi selim istiyor. Yani teveccühün başlangıcında bir oturma usulü var, oturtturacaklar sizi. Saf saf, sıra sıra oturacaksınız. Bir de şunu ifade edeyim ki aklıma geldi: Dün yeni ders alanlar eğer boy abdesti almışsa, bak, sohbeti dinlediniz, katılsınlar; boy abdesti almayanlar onlar ayrılsınlar, bu bir.

Bir de tarikatı olmayanlar varsa onlar da ayrılsınlar, yasaktır. Bu nispeti âliye, balık-ağusuna benzer biliyor musunuz?

Bakın şimdi gökten nisan yağmuru yağdığı zaman, nisan yağmuru yağıyor. Bu nisan yağmuruna deryadaki balık ağzını açıyor, yağmur onun ağzına düşüyor. Onun ağzında ne oluyor? Kıymetli bir gevher, inci oluyor. Aynı yağmura yılan da ağzını açıyor, yılanın da ağzına düşüyor. Onun da karnında zehir oluyor.

Şimdi burada yasaktır bizim tarikatımızda sohbetimiz herkese açıktır. Sarhoş da gelsin dinlesin. Hatmemize, teveccühümüze gelince dersi olmayanlar oturamazlar. Onlar işte nasıl ki buradan bir feyiz alayım derken zehirlenirler, yasaktır. İnsan yasak olan bir şeyi yaptı mı cezalanır, bizden söylemesidir. Dersi olmayanlar; köyden gelmiş, şehirden gelmiş, ihvana takılmış gelmiş, bilmemiş gelmiş, bilmiş gelmiş neyse dersi olmayanlar oturmasınlar, seçilsinler.

Dün işte gündüzden veya akşamdan çok ders alanlar oldu. Belki bunlar tazeleyenler değil. Eğer yeni alanlar boy abdesti alamamışlarsa onlar da ayrılsınlar. Onlara da zararlıdır.

Sair tarikatlardan Rufâî, Kâdirî cehrî tarikatlardan olanlar varsa onlar da usule riayet edecekler. Yani bizim bu teveccühümüzde kendi cehrî zikirlerini yapmasınlar. Yapacak olurlarsa eğer, çıksınlar. Yok yapmayacaklarsa otursunlar dinlesinler. Anlaşıldı mı şimdi?

Evet, teveccühün usulünce oturtturacaklar.

Teveccüh usulünce oturduktan sonra “Estağfurullah” diye bir nida olacak. Bu “Estağfurullah” nida olunca gözler yumuluyor, göz açmak yasak. Herkes gözünü yumacak. Bunu her zaman söylüyoruz yine gözü açık buluyoruz. Niye acaba bu? Niye söylediğimiz halde gözü açık görüyoruz? Herhalde anladığım bunlar başka tarikattan oluyor, riayet etmiyor. Lütfen, lütfen riayet edecekseler otursunlar; etmeyecekse çıksınlar. Veyahut da kulağı sağır, gelmiş hiç duymamış. Onu getiren adam ona bildirsin. Desin ki gözünü açmayacaksın, gözlerini açmayacaksın. Nasıl bildiriyorsa bildirsin, gözünü açmasın. Göz açmak yasak. Göz açılırsa gelen feyze, muhabbete mani oluyor.

Evet, “Estağfurullah” nida olunca gözlerinizi yumacaksınız 25 defa istiğfar okuyacaksınız, işiteceğiniz kadar ve sonlarını uzatarak. Derslerimizin başlangıcında, günlük derslerimizin başlangıcında okuduğunuz gibi 25 istiğfarı okuyacaksınız. Daha başka da yapacağınız bir şey yok.

Hepiniz kalbinizi muhafaza edeceksiniz, gözünü muhafaza edeceksiniz, gözünüzü açmayacaksınız. Kalbinize de gelen düşünceleri atın.

Rabıta karşınızda, Allah kalbinizde. Kalbinizden Allah’ı unuttuğunuz zaman elinde kamçı ile vuruyor tepenizden aşağı, unutma, diyor. Bunu anlayana, bilene; sağıra ne köre ne?

Bunlar manevi nimetler, manevi haller. Manevi demek, görünmeyen bir şeydir. Peki manevi nimeti göremiyoruz diye inanmayacağız mı biz buna?

Rabıtanın özel bir gözü var, rabıta gönül bekçisidir. Yani rabıta senin gönlüne gelenleri at, diyor içindekileri dışarı at, diyor.

Evet, rabıta karşınızda Allah kalbinizde. Gözlerinizi açmayın, gözünüze sahip olun, kalbinize sahip olun. Kalbinize gelen her geleni atın. Allah Allah Allah zikre devam edin, gözünüzü açmayın.

Cezbelenenlere, bağıranlara bakmayın, çırpınanlara bakmayın, ağlayanlara bakmayın. Sağ tarafında birisi ağlıyor. “Kim o?” Diye açma, bakma! Önündeki bağırıyor. Açma, bakma! Arkandan bir ses geliyor. Açma, bakma! Birbirinizi rahatsız etmeyin.

 


[1] Tin 95:4

[2] İbrahim  14:7

[3] Al-i İmran  3:191

[4] Ra’d  13:28

[5] Buhari Rikak 38

[6] Ahzap 33:72

[7] Fecr 89:28

[8] Fecr 89:29,30

[9] Ömer Dağıstani Fetvalar S.149

[10] Kaf 50:16

[11] Ahmet b. Hambel, Müsned

[12] Araf 7:55

[13] Tevbe  9:119

[14] Keşfü’l Hafâ

[15] Zümer 39:9

[16] Tin 95:4

[17] Kelamı Kibar