“Aynı da Değil Gayrı da Değil Ol Buna Agâh”

Eylül 1995 Erzincan

 

Esselamü aleyküm ve rahmetullah. Allah’ın selamı, rahmeti, hidayeti, bereketi üzerinize olsun. Allah hepinizden razı olsun. Sabah-ı şerifleriniz hayırlı mübarek olsun. Yapacağımız büyüklerimizin ameli o da sizin için hayırlı mübarek olsun.

Cümleten hoş geldiniz, sefa geldiniz, sefalar getirdiniz. Feyiz getirdiniz, nur getirdiniz, muhabbet getirdiniz, sizi buraya muhabbetiniz getirdi. Allah muhabbetinizi arttırsın. Allah sizin de bizim de sonumuzu hayır getirsin. Allah korktuklarınızdan emin etsin. Allah hulûsunuzun, ihlâsınızın barını meyvesini yedirsin. İki cihanda aziz etsin, leziz etsin. Aziz demek kıymetli, leziz de demek tatlı.

Allah, Cenabı Hak bu amelimizin feyzinden, nurundan sizi ihya-âbâd etsin. Her zaman işlememizin de fırsatını nasip etsin. Allah bu ihsanı üzerimizden kaldırmasın.

Bundan beş sene evvel bu ameli gizli gizli yapıyorduk, aşikâr olamıyorduk. Şimdi Allah’a şükür aşikâr yapıyoruz, gizli değil. Ama bu Allah’ın hikmetidir, buna aklımız yetmez.

Bir atasözü var derler: ‘At verir meydan vermez, meydan verir at vermez.’. Bu çok önemli, geçerli bir kelam. Attan mana insanın muhabbeti, meydandan mana da amelidir. Veyahut da attan mana ameli, meydandan mana da muhabbeti. Böyle de anlaşılabilir.

Yani demek istiyorum ki eskiden insanlarda daha çok muhabbet vardı. Neye? Amele, amele muhabbet vardı, fakat amelini işleyemiyordu.

Amel deyince işte bu da bir ameldir. Fakat amellerin en büyüğüdür. Amellerin en büyüğü bizim teveccühümüz, ama muhabbet var mı burada?

Meydan yoktu, yani fırsat yoktu, işleyemiyorduk, aşikâr işleyemiyorduk. Hatta amelimiz hatmemizi gizli gizli yapıyorduk. Her gün muhit değişiyorduk, her gün yer değişiyorduk ki görmesinler, sezmesinler, bilmesinler.

Ama o zamanki o çok sıkı zamanlarda, gizli gizli yaptığımız zamanlarda korka korka o zaman daha ben nefsimi söylüyorum o zaman daha çok muhabbetimiz vardı. Şimdi serbestlik var ama muhabbetimiz kalmamış. O da Allah’ın bir hikmeti, artık bilemiyoruz.

Hani ‘Ât verir meydan vermez, meydan verir at vermez.’ Yani atı var adamın meydanı yok ki oynatsın. Bir de meydanı var, atı yok ki oynatsın. İşte attan mana muhabbet, meydandan mana da ameldir.

Şimdi bak! Allah’a şükür meydan açık da at yok. De ki at yok da bu gelenler hep atlı değiller mi? Bak, ta şarktan, garptan her taraftan gelmişler.

Fakat sadece bir teveccühe gelmekle olmaz. Hatmede noksanlık yapıyorlar. Bak, hatme teveccühün bir küçüğüdür. Teveccüh hatmenin bir büyüğüdür. Hatmede ihmallik ediyorlar.  Bu teveccühe gelen kişilerin yüzde on tanesi hatmeye devam ediyorsa, yüzde doksanı devam etmiyor. Yani teveccüh artık belki Allah korusun bir şöhret olabilir, bu kadar akıp geliyorlar. Hani insanlar, onlar gidiyor ben de gideyim, diye veyahut da bir gezmek için tabi olalım, diye düşünenler olabilir.

Yani biz bunun farkındayız, teveccühe böyle akın olduğu gibi hatmeye akın etseler, hatmeye kıymet verseler çok terakki edecekler. Tarikatımızın büyük ameli hatmedir.

Sonra bir de amelde eksiklik var. Hep birbirinizde kusur görüyorsunuz, birbirinizi sevmiyorsunuz. Sonra birbirinize küsüyorsunuz, inat ediyorsunuz da hatmeye gitmiyorsunuz. Hâlbuki bunlar bizim için terakkimize manidir, terakki edemeyiz.

Yani demek istiyorum ki bu teveccühe olan arzunuz hatmeye de olsa diğer amellere de böyle ciddi, samimi olsanız çok terakki edeceksiniz. Ama bakıyoruz sade teveccühe akın var, hatmeye yok, öbür amele yok ve ahlakta da yaşantıda da hiç değişen bir şey yok.

Evet, amelle insan terakki edecek. Çünkü amel Allah’ın emridir. “Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşır.”[1] buyuruyor.  Ama nafile ibadetleri de tamamıyla yapamıyoruz, yerine getiremiyoruz.

Şimdi ‘kör görmez ama sezer’ derler. Teveccühe gelen, koşa koşa gelen adam namazını da kılmıyor, kılmayanlar var. Bu teveccühe gelse ne olacak ki? Teveccühe koşup geliyor, hatmeye gitmeyenler var. Teveccühe koşup geliyor, namazını kılmayanlar var. Teveccühe koşup geliyor, noksanlıklar yapıyorlar.

Evet, teveccühümüz büyük amel ama bilene, görene; köre ne?

Bir kelam var: Bilene, görene; köre ne? Ama de ki kör mü böyle gelenler, bilmiyorlar mı? Elbet körler ve bilmiyorlar. Sade teveccühe koşup gelmekle olmaz.

Birbirinizi seveceksiniz, birbirinizin ahlakını düzelteceksiniz. Kimsede kusur görmeyeceksiniz. Teveccühe verdiğiniz kıymeti hatmeye de vereceksiniz. Namazınızı bırakmayacaksınız. Dersinizi yapacaksınız. Evvabîn namazını, teheccüt namazı bunlara çok ciddi olacaksınız. Amelde ciddi olacaksınız; böyle laçkalık olmaz. Amelsiz olur mu?

Evet, Allah’a muhabbet, Resulullah’a muhabbet, meşayihe muhabbet, amele muhabbet, ahirete muhabbet sonra amele muhabbet var. Ahirete muhabbet olacak ki amel olsun.

Ahirete muhabbet olacaksa ahirette bizim delilimiz, önderimiz kim olacak? Bu dünyada, ahirette de önderimiz; niçin? Bak! Cenabı Hak “Sadıklarımla olun.”[2] buyuruyor. Ama bu bizlere, insanlara bir emirdir. Kelamı kibarda bak, buyruluyor:

Bir seherde murg-ı cânım uyandı     

Vahdet illerini seyrân eyledi

Pîrimin renginden renge boyandı     

Âlem-i ekvânı cevlân eyledi

Pîrinin renginden renge boyandı ne demek oluyor? Pîrinin bütün amellerini işlemiş, bütün ahlakı ile kıyafeti ile ameli ile kendisine delil etmiş. Ahlakıyla ahlaklaşmış. Yoksa rengine boyanmak, pîri beyazmış, o da beyaz mı olmuş? Mübarek vechi kırmızıymış da kırmızı mı olmuş? Yok, hayır.

“Pîrimin renginden renge boyandı.”, yani yaşantıda, kıyafette ve amelde onu kendisine örnek etmiş. O nasıl yapmışsa, o da öyle yapmış.

Vahdet illerini seyrân eyledi

Vahdetten mana Allah’ın varlığıdır.

Allah’ın varlığına seyir etme, yükselmek. Allah yüce, yücelerden yüce. Allah’ın yüceliğine, Allah’ın büyüklüğüne nihayet yoktur. Onun için bu ancak neyle, “Vahdet illerini seyrân eylemiş.” ?

Pîrimin renginden renge boyandı     

Renge boyandım demek: Pîrinin ahlakı ile ahlaklaşmış. Pîrinin kıyafetini kendine örnek etmiş. Ahlakını örnek etmiş, bütün amellerini örnek etmiş.

Öyleyse burada pîrinin amellerini örnek etmişse, bu ihlâsla olacak, muhabbetle olacak ve çok sa’y ile buna kıymet verecek. Laçkalık eder, birinin yanında yapar birinin yanında da yapmaz, böyle olmaz. Bu zaten: “Cenabı Hakk’ın indinde az da olsa devamlı yapılan amel makbuldür.”[3].

Çok da olsa devamlı yapılmayan amel makbul değildir. Niçin? Devamlı yapılan amele riya girmez. Ama muhakkak ki ara sıra böyle kesik kesik, bazen yapılıp bazen yapılmayan amele riya girer.

Niye ameli bazen yapıyor bazen yapmıyor? İşte cemiyet içerisinde insanları gördüğü zaman işliyor, sair zaman işlemiyor. O makbul değil.

Devamlı yapılan amel az da olsa makbuldür. Bin ders yapıyor, devamlı yapıyor. O beş bin ders yapıyor da bir gün yapıyor, bir gün yapmıyor. Aslında dersimiz beş bindir de ama bin ders de olabilir. Cezbelilere bin ders veriyorlar, fazla vermiyorlar. Beş bin dersi devamlı yaparsan makbuldür. O yirmi beş bin, otuz bin ders yapıyor da bir gün yapıyor, bir gün yapmıyor, bu makbul değil.

Evvâbîn namazı da böyle, teheccüt namazı da böyle.  Üç beş kişinin yanında ya da bir yere misafir gitti veya misafir evlerine geldi onunla beraber teheccüt namazını kılıyor, başka zaman kılmıyorsun, evvâbîn namazını başka zaman kılmıyorsun. Bu da makbul değil.

Zaten farz namazını da terk ederse, farz namazını kılmıyorsa Allah’tan korksun, Resulullah’tan utansın, meşayihten de utansın. Farz namazlarını kılmıyorsa, tarikatlıyım demekten utansın.

Evet, namazsız olur mu? Evvel namaz; şeriatta, tarikatta, hakikatte, marifette namaz. Mesela şeriatı yaşayan da namaz kılıyor, kılmazsa şeriatı yaşamıyor. Tarikatı yaşayan da namazı kılıyor. Kılmasa zaten onun tarikatta yeri yok. Hakikate ulaşan da bu namazı kılıyor, marifete ulaşan da bu namazı kılıyor. Müslüman namazsız olur mu?

Nakşibendî Efendimiz’e sormuşlar sizin tarikatınızın bidayeti nedir? Âmentü billâh. Âmentü billâh demek; Âmentü’nün şartlarına inanıp tatbik etmek. Âmentü’yü okuduğunda tatbikatı yapılacak. Tatbikatı neyse şartlarını yerine getirmek. Bir de İslam’ın şartları var. İslam’ın şartlarını yerine getirmezse insan nasıl Müslüman olacak?

Tarikatımızın bidayeti nedir, yani başlangıcı nedir? Âmentü billâh, buyurmuş. Nihayeti nedir? Âmentü billâh.

Şimdi burada anlayacağımız: İnanan bir Müslüman Âmentü’yü yaşıyorsa inanmış oluyor. Bu velî de Âmentü’yü yaşamış, nebî de Âmentü’yü yaşamış.

Yani insan demek ki terakki edecekse, insanlıktan terakki edecekse Âmentü’yü yaşayacak. Bu görünürdeki insanları hep insan mı zannedeceğiz? Hani buyuruyor:

Her beşer sûretli insân olamaz

Yani Divan’da diyor ki her beşer surette gördüğünü insan mı zannediyorsun? Değil efendiler! İnsan olmak için Cenabı Hakk’ın göndermiş olduğu Kur’an’a insanlar sahip olacak. Peygambere tâbî olacak.

Cenabı Hak bak, buyuruyor ki: “Biz insanları ve cinleri halk ettik ki bizi mabut bilsinler.”[4] bize itaat etsinler. Bir de “Peygamber göndermediğimiz kavme azap etmeyiz.”. Bakın peygamber göndermiş, peygambere inananlar kurtulurlar; inanmayanlar azap görürler.

Sonra Cenabı Hak “Habibim bana itaat eden sana tâbî olsun.”[5]. İtaat Allah’adır. Allah’ın emirlerini tutmayanlarda zaten itaat yok. Cenabı Hak emirlerini, yasaklarını bize Kur’an ile bildirmiş. İşte Kur’an’a tâbî olmak için Allah’a itaat etmek ve bir de peygambere tâbî olmak var.

İşte şeriatta da kitap sünnet var, tarikatta da kitap sünnet var, hakikatte de kitap sünnet var, marifette de kitap sünnet var.

Şeriatta da Âmentü’nün şartlarını inanıp yaşamak lazım, tarikatta da bu yaşanılıyor, hakikatte de bu yaşanılıyor,  marifette de bu yaşanılıyor. Yalnız mesela tabii ki daha da inceliyor. Şimdi bak, onun için şeriat kıldan ince kılıçtan keskin.

Sonra bir de şeriatta takva var, fetva var. Fetva her inanan yaşayacak, ama takvayı her inanan yaşayamıyor. Eğer her inanan takvayı yaşasa hepsi velî olurlar.

Tarikat da şeriatın fetva yönünü almaz, takva yönünü alır.

Demek ki tarikattan mana terakkidir. Bu terakki de takva ile oluyor; fetva ile değil.

Takva demek Allah’tan çok korkmak, Resulullah’tan çok korkmak, Meşayih’ten çok korkmak; günahtan çok korkmak, vebalden çok korkmak değil mi? Bir de böyle var.

Allah’a insanlar; bir, sevgi ile yaklaşır gider, bir de havf ile de yaklaşırlar. Çünkü Allah’ın emri öyle: “Muttaki olun, sizin en çok muttaki olanınız, en çok Allah’tan korkanınızdır.” buyuruyor.

Evet, şimdi efendiler! Biz bunun farkındayız. Bir de bazı dedikodular oluyor. Bunlar olmasın, bunlar yasak, tarikatımızda bunlar yasaktır.

Mesela ihvandan bir tanesi bir yere sohbet yapmaya gidiyor. Oraya güya bir şey biliyormuş gibi gidiyor. Halbuki sohbet bilsin bilmesin emirle olacak. Emirle, sen sohbet et, derlerse o hiçbir şey bilmiyorsa da yapabilir. Sen sohbet yap, denilmediyse âlim de olsa sohbet yapamaz ama vaaz müstesna.

Vaazda daima şeriattan bahsedilir. Ehli olmayan bir kimse, emir de olmazsa tarikattan ne biliyor ki ne söylesin? İşte çapak alırken göz çıkarıyor. Çok yerlerde oldu bak, bizi hasta eden de bu oldu.

Mesela gitmiş bir tanesi Aliağa’da sohbet etmiş. Gitmiş başka yerde bir tanesi sohbet etmiş. İhvanları bozmuş, ihlâsını şevklerini bozmuş, dağıtmış ihvanları. Bir tanesi gitmiş Nazilli’de o da orada dağıtmış. Bir tanesi gitmiş Nevşehir’de o da orada dağıtmış. Bir tanesi gitmiş Sivas’ta o da orada dağıtmış. Tabii bunları biz biliyoruz.

Sonra “Vahdet-i Vücut”tan bahsediyorlar. Yahu Vahdet-i Vücut’tan bizim şeyh Efendimiz, zamanın en büyük bir velîsiydi, en büyük tasavvuf âlimi o idi, tasarruf sahibi idi, ondan duymadım.

Ben çok meşayihlerle görüştüm ama tasarruf sahibi o idi. Böyle gıyabî de değil gözlerim gördü. Onda olan tasarrufu, onda olan kuvveti, onda olan kudsiyeti bildirmiştir. Ama sonra bak, bu kelam çok doğrudur:

Dede Paşa’dır mahlası

Cemi-i evliyâ  hası

İrşat etmiştir çok nâsı

O idi zamanın gavsı

Kaç düğümleri çözmüştür. Bu tarikatta da şarkta, garpta nerelerde, tarikatta tasavvufta gitmiş, oradan daha ileri gidemiyor, mühürlenmiş yolu, onların mühürlerini çözmüştür. Ama ben ondan Vahdet-i Vücut’tan hiçbir şey duymadım. Şimdi Sâlih Baba’nın söylediği aynı gelmiş çıkmış:

Çok kulak verme bu kavmin ekseri deccâlîdir

Ruhtan kitap yazıyorlar, Vahdet-i Vücut’tan bahsediyorlar. Yahu ruhun esrarı bilinir mi? Ruhun esrarını Peygamber Efendimiz bildiği halde söylememiş.

Sordular rûhtan Resulullah cevâbın vermedi

Ol Ebü'l-Ervâh iken setrettiği hemtâya bak  

Ama yalnız Peygamber Efendimiz de ruhtan söylememiş. Bilmediğinden değil, o “Ebu’l-Ervah” ruhların anasıdır. Çünkü ruhlar onun ruhundan halk edilmedi mi? Bütün mükevvenât onun ruhundan halk edilmedi mi? Ama o söylemiyor; niçin? Ruhu anlayamazlar diye. Bak, bu kelamı kibar bunu ifade eder:

Akl-ı cüz etmez ihâta akl-ı küll sensin gönül 

Evet, ruhtan ancak kim bilir? Aklı külle ulaşan ruhu bilir ama bildiremez, görür gösteremez, anlar anlatamaz.

Niçin? Aklı cüz demek, bak, bu tabla, bak, bu da bardak. Bir tablayı bu bardağın içine sokabilir misin?  Bardağın içine bu tabla girmez. Ama bu tablanın içine yüz bin tane bardak sığar. Evet:

Sordular rûhtan Resulullah cevâbın vermedi

Ol Ebü'l  Ervâh iken setr ettiği hemtâya bak

            Bir takım dehrî…

Yalancılar.

Bir takım dehrî oturmuş akl-ı rûhtan bahs eder       

Nâsı idlâl eyleyip söyleşdiği yalana bak       

Yani halkı delalete götürüyor.

Çok kulak verme bu kavmin ekseri deccâlîdir

Şeriat, şeriat, şeriat.

Hudânın lütfü ihsânı şerî'ât   

Marîzin cümle dermânı şerî'ât

Şeriat olmazsa tarikat olur mu yahu? Bugün işte söylüyoruz bakıyoruz ki gitmiş tarikattan söylemiş, Vahdet-i Vücut’tan söylemiş, efendim ondan sonra çeşitli şeylerden söylemiş. Hâlbuki bildiğimiz o insan, hem daha küfürde, küfürden kurtulmamış. O daha küfürden kurtulmamış. İşte bak, burada söylemiş:

Marifetten dem vurursun belde zünnârın durur        

Kesmeden zünnârını eylersin îmân ile bahs

Nedir bu? Marifetten dem, yani söylüyor ama söylediği gibi değil.

Bak: “Olduğunuz gibi görünün, göründüğünüz gibi olun.” deniyor. Söylüyor ama o söze kim inanır? Nasıl söylüyor?

Ehl-i aşkın sözlerin alıp satan âşık mıdır

İçini görmez sarâyın vasf eder dîvârını

Yani duymuş, söylüyor hâlbuki onun vasfını nedir bilmiyor. O sözüyle kendisi ben de bir şey biliyorum, diye insanlara kendisini saydırmak istiyor. İhvanlar evet bu böyle.

Bir de bunu açıkça söylüyorum. Şeyhe “Allah” diyorlar. Bunlar da küfre gider. Şeyh, Allah değil; Evliyâullah, Allah değil. Yalnız Evliyâullah, Allah’ın sıfatı ile sıfatlaşmıştır. Eğer Evliyâullah’ın maneviyatını görürseniz, Evliyâullah’ın maneviyatını görürseniz o zaman Allah desen de onu aşikâr edemezsin.

Çünkü niçin? Hazreti Ali Efendimiz’in bir kelamı var. Buyurmuş ki: “Ben görmediğim Allah’a secde etmem.” Bunu aşikâr söylemiş. “Görmediğim Allah’a ama görmediğim Allah’a secde etmem” demiş. Fakat o neyi görmüş?

Kur’an-ı Kerim’de “Kâbe kavseyni ev edna.”[6], Habibim sen bana o kadar yaklaştın ki iki kaşın birbirine yaklaştığı kadar yaklaştın, buyuruyor. Yani Resulullah Efendimiz’in maneviyatını görmüş. Onun velâyetini görmüş, nübüvvetini değil. Yani cesedini değil ruhunu görmüş. Ruhunu görmüşse eğer, ruh Allah’tan zaten ayrı değil ki. Ayrı olan nübüvveti, mübarek cesedidir.

Hatta Evliyâullah da böyledir. Evliyâullah’ın velâyetini görmüşse eğer Resulullah’tan ayrı değil, Allah’tan ayrı değil.

Hatta tasavvuf kitabı “Reşahat”te yazar sağlam bir kitaptır. Hace Ubeydullah Ahrar Hazretleri’nin oğlu imam Muhammed Yahya çok âlimmiş. Ondan ders almış, ona hizmet görüyormuş. Bunda hacca gitmek arzusu olmuş. Hacca gitmek için müsaade istemiş. O da böyle bir huzur yapmış demiş ki:

—Oğlum bu sene seni hac kafilesinde göremiyorum.

Haccı çok arzu etmiş, Resulullah Efendimiz’i çok arzuluyor, onu görmek istiyor, Ravzasını ziyaret etmek istiyor. Çok ısrar etmiş:

—Peki, git, demiş.

Git, demiş ama ilkin oğlum bu sene seni hac kafilesinde göremiyorum,  demişti.

Bizden de bu geldi geçti. Mübarek şeyh efendimizle hacca gitmeyi çok arzu ettim, nasip olmadı, gidemedim. Fakat sonraki sene oldu, daha hac arzusu gönlümden çıktı. Onunla gidemedim, diye daha da gitmek istemedim fakat hacdan teşrif etti, geldi. Mübarek ziyarete bir başladı, Ankara’ya gitti, Bor’a gitti. Bir seferinde de gittim mübarek buyurdu ki:

—Ah bu insanlar dünya muradı, dünya muradı diye çırpınıyorlar. Ama dünya muradının da ne olduğunu bilmezler. Dünya muradı gidip o topraklara yüz sürmekmiş.

Niye olmasın ki? Bir insan bütün günahıyla gidiyor. Dünyaya gelmekten muradı ne insanların? Ahireti kazanmak. Bir insan bütün günahlarını oraya gitmekle döküyor. Dünya muradı olmaz mı? Hac yapmak hem dünya muradı, hem ahiret muradı.

Ondan sonra tekrar ikinci bir Hacca gitmek arzusu bizde oldu. Fakat geldik köyde yaşıyoruz, çocuklar küçük. Bağımız var, bahçemiz var, tarlamız var, icabında hayvanlarımız var. Ama hikmet-i ilahi, o zaman köylerde “Çiftçi Koruma Kanunu” çıktı. Arazi içerisine hayvanları koymak yasaklandı. Bizim köyümüzde de ancak herhangi tarafa bir saat gidecek ki arazi içerisinden çıksın, hazinenin yerlerine, yani meralara gitsin. Bu da mümkün olmuyor. Olmayınca tabii arazi arasında da boşluklar var. Dereler var işte bayırlar var, çayırlar var. Ama bunlar yasaklandı. Yasaklanınca köyün çobanı sürüyü bıraktı. Daha ben otlatmam, dedi, bıraktı.

Bir de bu kır köylerinde, bizim köylerimizde manda vardı. Bunu yazın kabara veriyorduk. Kabara demek mandasına göre işte üç okka, beş okka sağılması. Bu üç okkadan başlar, altı okkaya kadar sağımı oluyor. Dağ köyleri, biz ovadaki köylere bir saat mesafeye gelemiyor. Manda yola, taşa, toza da dayanamıyor. Mecbur kaldık yazın onlara veriyoruz. “Çiftçi Kanunu” çıkınca onu da muhtarlar yasakladılar. Daha dışarıdan kabara getirmeyeceksiniz. Mandayı da daha götürmüyorlar, kaldı üzerimize. Manda oldu bize azap.

Koyunları çoban bıraktı, koyunlar da kaldı üzerimize. Adamı olanlar götürüyor bağında bahçesinde; bizim kimsemiz yok. Koyunların kuzuları, küçük yavruları var, ineklerin buzağısı var. Onlarla aynı doyacak, koyunlarla aynı doyacak, mandayı gidip geliyoruz. Biz de işte o zaman köyün efendileri Çiftçi Koruma olunca 12 tane koyunumuz vardı, sattık. Yedi tanesi sağılıyor, üç tanesi toklu oluyor, bir tanesi koyun oluyor, neyse sattık. Mandayı da sattık. Bir hac parası tamam oldu. 12 tane koyunla bir manda hac parası tamamladık. Şimdi 12 tane koyun ile bir manda hac parası artar bile değil mi? Bir koyun şimdi beş yüz lira. On iki tanesi eder altmış bin lira. Bir manda şimdi mesela altmış bin lira yahut da yetmiş bin lira.

Evet, işte hac parası oldu sevindik, dedik hacca gideriz. Mübarek Bayburt’tan Erzincan’a geldi, sevinerek gittim. Şimdi ben konuşamıyorum büyük amcam vardı. Ahmet Buyruk isminde. O’nun damadıydı, onun yanında serbestti, konuşabiliyordu. Ben ona anlattım, o da o’na anlattı.

—Hacca gitmek istiyor, sizden müsaade istiyor, dedi.

Ama en ilkin çıkan kelamı bu oldu: Âh etti. “Hazreti Pîr de hacca niyetlenmişti ama gidemedi ne hikmetse.” Yani sen de gidemeyeceksin dedi bana. Ama biz anlayamadık.

İşte bu Hace-i Ahrar Hazretleri: “Oğlum bu sene ben seni hac kafilesinde göremiyorum.” demiş. Fakat gitmiş, geri dönmüş gelmiş. Çok yol gitmiş tabii beraber gidenler var. Bir yerde ki hastaymış, yatmış bir rüya görmüş. Zaten onların rüyası da hâldir.

Rüyada hâl demek; uyur uyanıklık arasında görülüyor. Bakmış ki Hicaz tarafından babası mübarek ayakkabılarını çeviriyor Buhara’ya. Bu uyanıyor ki o daha Resulullah Efendimiz’e olan aşkı babasına oluyor. Daha Resulullah Efendimiz’e gitmeye mecali yok, babasına gitmek istiyor, dönmek istiyor, duramıyor. Atına eğer vurmaya mecali kalmıyor, çıplak atı sürüyor, diyor ki:

—Siz gidin ben daha gelemiyorum, ben babama gidiyorum.

Babasının da bir makamı var. Nerede? Tekkesinde oturduğu bir yer var. Bakıyor ki orada iki makam var. Birisi babasının makamı onu biliyor. Biri de Resulullah Efendimiz’in makamı. İkisi de bir yerde. Birisi Resulullah Efendimiz makamında birisi de babası; fakat babası da Resulullah Efendimiz’e benziyor. Hangisi babası, hangisi Resulullah Efendimiz olduğunu bilemiyor. Yalnız bu makamın babasının makamı olduğunu biliyor. Oturuyorlar ama hangisi Resulullah Efendimiz, hangisi babası olduğunu bilemiyor. Orada seyrederken bakıyor ki babası makamında yok oldu. Resulullah Efendimiz’in makamında var oldu, orada görünüyor. Babası makamıyla yok oldu, Resulullah Efendimiz’in makamında var oldu.

Evet, işte bize mübarek şeyh efendimiz de öyle buyurdu: “Âh Hazreti Pîr de niyetlenmişti ama gidemedi ne hikmetse.” Yani sen de gidemeyeceksin dedi. Ama biz bunu başka yorum yaptık, yorumumuz başkaydı.

Dedik ki acaba bizim dedemiz “mürşid-i sakaleyn”miş. Her asırda bir tane olurmuş. Ona nasip olmamış acaba bize de reva görülmüyor mu?

Dedemiz Muhammed Beşir mürşid-i sakaleynmiş. Çok şahitli, ispatlı, delillidir ki cinlerin de meşayihi. Çünkü arz üzerinde mürşid-i sakaleyn bir tane oluyor. Niçin? Cinler için ırak yakın yoktur.

Ama insanlar için bir meşayih kâfi olur mu? Dört bir yandaki müslümanlar bir meşayihe gelebilirler mi?  Gelemez ama her bölgede bir meşayih vardır ve hatta her bölgede bir, iki, üç de olabilir. Ama mürşid-i sakaleyn arz üzerinde bir tane olur.

Çünkü bu cinler zaten Müslümanlardır. Tasavvuf sahibi olan daha azdır. Cinlerin de hepsi Müslüman olsa da tasavvuf sahibi olmazlar. Yani hep tarikata girmiş olmazlar.  Onlara az olsun çok olsun şark, garp, cenup, şimal onlar için birdir. Onlar şimşek gibi gittikleri yere akıyorlar. Onlara bir tane mürşid-i sakaleyn yeter. Bak, Resulullah Efendimiz de mürşid-i sakaleynmiş, ins’in cinnin peygamberi.

Evet, işte acaba bizim dedemiz, Hazreti Pîr mürşid-i sakaleyn de Hacca gidememiş, ona nasip olmamış da bizim de gitmemiz reva görülmüyor mu?’ Bu aklımıza geldi. Veyahut da bizim babamız vaktinde Pîri Sami Hazretleri’nin medresesinde çok okumuş, o da büyük bir âlim. Ona da nasip olmadı da acaba bize reva görülmüyor mu?’ Bu da geldi hatırımıza.

Meğerse hac yolları kapanacakmış. Kapanması şöyle: Bu ne zaman oldu? 77’de. Her bir muamelemiz bitti, herkes müsaade bulamıyorlar. Bu sefer onu yasaklamışlar. Yani çetinlik çıkarıyorlar, talep fazlalığı vardı. Mümtaz Bey isminde biri bize müsaadeyi temin etti. Dokuz kişi gidiyoruz. Muamele, her şey bitti, yola çıkacağız birden karayolunu kapattılar, karayolu yasak dediler, uçak ile gidenler serbest. Uçağa da zamanımız yoktu biz çeviremedik. Bir ben çevirirdim ama öbür arkadaşlarım çeviremiyor. Uçak ile karayolu arasından 4 bin lira fark vardı. Evet, 7 bin lira ile karadan gidiliyordu, 11 bin lira ile uçakla gidiliyordu. Öyle kapandı, gidemedik.

Yani böyle evet, amenna ve saddakna meşayih, Evliyâullah’ın velâyeti var, bir de zâhiri var.

Nebîlerin de nübüvveti var, velâyeti var. Velîlerin de velâyeti var, bir de zâhir cesedi var. Ama cesedine Allah denilmez; küfürdür, şirktir. Sonra velâyetini gördünse eğer:

Aynı da değil gayrı da değil

Bunu açıklamış.

            Aynı da değil gayrı da değil ol buna âgâh.

Sen onu Allah’tan gayrı görmezsin ama zâhirde de ona Allah diyemezsin, küfürdür.

Aslında Evliyâullah bir aynadır. Ayna bak, ceset sahibi:

Ben Hazret-i Sâmî gibi mir'âtımı buldum     

Mir’at demek ayna demek. Ama nasıl bir ayna? Halkiyeti gösteren bir ayna. Hak aynasıdır.

Ben Hazret-i Şeyhim gibi mir'âtımı buldum  

Mir'ât-ı musaffâyı görüp zâtımı buldum

Hem sûre-i İhlâs ile isbâtımı buldum

Sevdâsı o yârin meni mest eyledi gitti

Şol gamzeleri cânıma kasd eyledi gitti

Onun sevdası beni mest etti. Hani çok güzel eyledi, kendisinden geçti. Mest demek insanlar kendinden geçiyorlar. Kendi kendilerinden geçiyorlar.

            Şol gamzeleri cânıma kasd eyledi…

Gamze bakışları, canımı okladı, kalbimi okladı.

Evet, efendiler! Allah razı olsun aşk var, muhabbet var. Biz bu kadar geziyoruz, çok kimselerle karşılaşıyoruz. Ancak bu muhabbet Nakşibendî’nin Hâlidî kolunda var, öbürlerinde yok. Bugün bak, Mahmut Efendi var. Allah ömrünü uzun etsin. Onlar da tabii ki şeriatta çok titizler. Onlar kıyafetlerinde, yaşantılarında, ilimlerinde, okumalarında çok titizler, çok üzerinde duruyorlar. Fakat onlarda aşk yok, muhabbet yok; onlarda muhabbet görünmüyor.

Ama bizdeki muhabbet onlarda olsa hepsi velî olurlardı. Onlardaki de zâhir şeriatın yaşantısı bizimkilerde olsa hepsi velî olurlardı. Bunu bilin.

Evet, çünkü zâhir var, bâtın var. Onların zâhir yönleri çok muhafazalı ama bâtın yönleri zayıf. Bizim de bâtın yönden muhafazalı, zâhir yönden zayıf.

Onun için bak, bu ceset ruhun bir kalıbıdır. Bu cesedi pislikten kurtaran, affedersiniz, zaten eğer bir insan namazı, abdesti yoksa cesedi onun pistir; temiz değildir. Bir cesede siyah bir şey bulaşsa siyah olur. Mesela camı da bir maddeden yapıyorlar, değil mi? Hatta cam fabrikasında çalışanlar söylerdi. Cam işlenmeden sanki bir taş gibi atıyorlar, kırılmıyor. Birbirinden ayırıyorlar, atıyorlar, kırılmıyor. Ne zaman ki billurlaşıyor o zaman cam olmuş, o zaman gösteriyor.

Demek ki burada da bu cesedin cam olması için anasır-ı zıddiyetin değişmesi lazım. Anasırı zıddiyetini değişmesi için bir defa onda tamamen şeriat tamam olacak. Şeriatın en incesi, en küçüğü yaşanacak. Sonra bak, Sâlih Baba buyurmuş:

Her beşer sûretli insân olamaz

Her beşer suretindeki insan değildir, insan olamaz. Ama niye bunlar hep insan görünüyorlar? Birileri var ki onlar küfürdeler, karanlıktalar. Birileri de var ki karanlıktan çıkmışlar ama tam aydınlığa ulaşmamışlar. Birileri de aydınlığa kavuşmuşlar.

O aydınlığa ulaşanlar ârifler. Bu karanlıkta olanlar da küfürde kalanlar.

Ama bu ariflerle karanlık arasında kimler var? Avam var. Ariflerle küfürü yaşayanlar arasında avam var. Onlar da biziz.

Evet, biz şimdi Allah’a şükür, çok şükür, bin şükür inanmışız. Ehl-i küfürden değiliz ama arif de değiliz. Eğer ehl-i küfürden olsaydık günah sevap, helal haram bilmezdik.

Ama arif olsaydık o zaman biz de Hak aynası olurduk. Biz de insanlara örnek olabilirdik. Çünkü bak olamıyoruz.

Ancak insanlara örnek olan kimlerdir? Velîlerdir. Ancak insanlara delillik yapan, önderlik yapan onlardır.

Sonra biz neyiz şimdi? Biz karanlıkta da değiliz aydınlıkta da değiliz. İkisinin ortasındayız, ikisinin ortasında çırpınıyor. Çırpındığımızı fark edelim de aydınlığa geçelim, karanlığa düşmeyelim. Çünkü tarikatlı diyoruz.

Marifetten dem vurursun, belde zünnârın durur       

Kesmeden zünnârını eylersin îmân ile bahs

Şimdi işte bir de bu var. Bazı sohbetler duymuşlar veyahut da nereden duymuşlar? Aslında bunları bizden duymamışlar, hâşâ bizim büyüklerimizden bunları duymamışlar. Biz hiçbir zaman şeyh efendimizden görmediğimiz bir işi yapmayız. Ondan duymadığımızı işlemeyiz. Evet, ama böyle bulanıklık yapıyorlar, böyle cemiyetleri bozuyorlar, tefrikaya düşürüyorlar.

Canım neyimize lazım kardeş bizim, neyimize lazım yahu? Bize bak, ne diyorlar? Buyuruyor ki: “Fiilinizi düşünün, halinizi düşünmeyin.”

Sonra halden bahsediyorlar, halden ehli bahseder, ancak yaşayan bahseder. Yaşamayan bahsederse işte ne yapar? İşte gözde bir çapak gördü. Çapağı alırken gözü çıkarır, dürter parmağını gözü çıkarır.

O söylediği söz bir tanesinin hoşuna giderse bir tanesi de anlarsa yüz tanesi anlayamaz, kopar gider. Çünkü her söz mahallinde konuşulacak. Nakşibendî Efendimiz’in emri budur: “Her kelamı mahallinde konuşun, her işi mahallinde düşünün.”

Mahalli olmayan yerde konuştuğunuz kelamdan bir fayda elde edilmez.

Mahalli olmayan yerde düşünmenizden de bir kâr elde edemezsiniz.

Yani bir işin bir mahalli var değil mi? O iş görülecek ama başka yerdesin veyahut da o işin daha zamanı gelmedi; o işin yapılması için belli bir günü, saati var. Günü gelsin, saati gelsin de oraya git, ondan sonra o işini gör. Onu düşünmek o işi bitirmez.

Onun için bak, bizim tarikatımızda şuğulu batını var. Şuğulu batını ile de insan terakki ediyor. Şuğulu batını ile de mürit terakki ediyor.

Şuğulu batını ne demek? Şuğulu batını demek; istemeyerekten de onun gönlüne gelen şuğullar. Ona istemeyerek gelen şuğullar.

Zaten onun gönlüne istemeyerekten o evvelden yapılan bir şuğul gelmez. Ama daha sonra yapılacak bir şey de şuğul ona olmaz. Yapacağı gün ona şuğul olur.

Yapacağı gündeki iş ona şuğul olur. Hatta kılacağı namaz da ona şuğul olur, yiyeceği yemek de ona şuğul olur.

Yani yemek yemeyi istemez, namaz kılmayı istemez ona ağır gelir. Çünkü hareket ona ağır gelir, konuşmak ona ağır gelir, çetin gelir. Niçin?

Ya kendini Allah’a vermiş, kalbini Allah ile meşgul ediyor ve kalbine daha başka bir şey gelmesini istemiyor. Başka bir şey düşünmesini istemiyor, başka bir söz konuşmasını istemiyor, başka bir iş görmesini istemiyor.

Böyle bir adamın mecburi olan Allah’ın emri olan işleri var. Bu da nedir? Bu da herkes gibi yeme ve içme, soğuktan sıcaktan korunma; kullanacağı mecburi aletler, bunlar olacak ki işini görsün. Bunun etrafında alanı yoksa bunları getireni yoksa bunları kendisi alacaksa, kendisi yapacaksa işte o zaman ona şuğulu batın olur. Buna zikredilmiştir.

Görün Sâlih bîhemtâyı gezerken kûh u sahrâyı        

Gönül buldu dilârâyı bu gavgâyı n'eder yâ Hû        

Bak, işte gönül aradığını buldu.

Gönlün aradığı nedir? Allah’tır.

Eğer bir insanın gönlünde Allah sevgisi varsa; o daha başka bir şey düşünmek istemez, başka bir şey ile meşgul olmak istemez.

Ama mecburdur, her ne kadar istemiyorsun ama senden şöyle şeyler talep ediliyor. Oğluna bakıyor ki ayağında ayakkabısı yok. İşte ben okula gideceğim defterim yok, kalemim yok. İşte şuğulu batın bunlardır. Bunlardan kurtulamaz. İsteyerek değil istemeyerekten gelen şeyler ona şuğulu batın olur. Zaten şuğulu istemiyor, istese şuğulu batın olmaz.

Evet, biz de şimdi burada tamamen karanlıkla aydınlığın ortasındayız. Çalışılalım ki aydınlığa geçelim.

Evet, bir insan ne kadar âlim olursa olsun tarikatı inkâr etmişse o da karanlıktadır, aydınlıkta değil.

Bir de insan ne kadar tarikatı yaşıyorsa yaşasın eğer onda gaflet varsa o daha aydınlığa geçmemiştir. O aydınlık ile karanlığın ortasındadır.

Aydınlık burada hakikat, karanlık da burada nefistir.

Aydınlık burada hakikat fakat tarikat ise hem aydınlık hem de karanlıktır.

Niçin? Tarikat sadece isimle değildir.

Tarikatı da anlamak lazım, yaşamak lazım.

Tarikatı anlayıp yaşamazsa o sade sözünde kalıyor. Tarikattan onun hiçbir haberi olmuyor. Niçin? Bak!

Kâbiliyyet bizde olmazsa meşâyih neylesin

İster ise mürşidi olsun Muhammed Hazreti  

(Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammed) Yani kabiliyet müridin kabıdır efendiler! Müridin kalbidir.

Kabiliyet kap manasına geliyor. Kap ise müridin kalbidir.

Bu müridin kalbi nedir ki? Verilen bir muhabbeti mürit muhafaza etmezse ne olur? Bunu ne ile muhafaza edecek? Bakın tarikatta bir mürit neyle terakki ediyor? Bir müride kaç şart koşulmuş? Müritliğin tarikatta kaç şartı var? Üç şartı vardır. Neler bunlar?

Daima vûdû abdestli olması, lokmada ihtiyat, bir de hıfz-ı nispet. Bak, bu şartlar var.

Bunların hepsi nereye dayanıyor? Bunların hepsi şeriata dayanıyor.

Daima vûdû abdestli olması lazım. Abdestsiz bir amel işleniyor mu? İnsan amelinin zamanı gelince, namaz kılacak diye abdest alıyor. Hayır, bu değil. Daima abdestli olması, sade namaz için abdest almıyor, her amele hazırlık için alıyor. Her amele hazırım, işlerim, diye. Öyle değil mi? Abdestli olursa bir yerde Kur’an okunuyorsa dinleyebilir. Gitti bir cenaze namazı kılınıyor, hemen kılabilir.

Evet, daima vûdû-abdestli olması lazım. Abdest insanın manevi bir silahıdır. Her bir kötülükten de onu korur, onu gafil de etmez; şeytan, nefis ona musallat olamaz.

Bak, bir de ne buyuruyor. Müritliğin şartları bunlar. Bu şeriat değil mi? Lokmada ihtiyat. Lokmada ihtiyat ne demek?

Lokmada ihtiyat zaten insan helal kazanır; harcar, yer, yedirir. Başka haram kazanmaz; harcamaz, yemez yedirmez. Bir de şimdi zamanımızda helal haram karışmış, şüpheye düşmüş. Bundan da kaçınmak lazım.

Gerçi bundan da kurtulamayız. Niçin? Zâhir bir emir var. Resulullah Efendimiz bir hadisinde buyuruyor ki: “Ümmetimin üzerine öyle bir zaman gelir ki onlardan ribaya bulaşmayan kalmayacak, yemeyenin de burnuna kokusu (buharı) ulaşacak.”[7]

İşte bu da nedir? Bu da şüpheli şeylerden ne kadar kaçsak da yine kurtulamıyoruz, Niçin?  Senin bir oğlun var, devlet memuru, devletin maaşını alıyor. Hatta burada hocalar var, söyleyemiyoruz. Hocaların maaşında da şüphe var, onların maaşları da şüpheli. Ama gerçi İslam’da bunun yeri vardır. Neyin yeri var?

Bir insan açlıktan telef olacak, açlıktan ölecekse o zaman haramlar mübah oluyor. Ölmemek için köpeğin etini yiyebilir, merkebin etini yiyebilir, haram olan şeyleri yiyebilir. Onun haramlığı kalkıyor.

Şimdi zamanımızda efendiler! Sünnetlerin yerini bütün bidatlar almış. Yalnız bu bidatlardan bidat-ı hasene var, bidat-ı seyyie var. Bidat-ı hasene demek mübah bir şeyi işlemesi. Bidat-ı seyyie ise günah olan şeyler. Mübah denilen bir şeyin günahı da yok sevabı da yok.

Şimdi peki imamlar maaştan, vazifeden kaçarlarsa ne olur?

Bizim köyümüzde Süleyman Köse isminde bir hafız vardı. On sekiz sene köyümüzde imamlık yaptı ve ben de onda okumuştum, hocamdı. Allah rahmet etsin, Allah makamını cennet etsin. O kadar takva idi ki işte köyde kısa yollar var, bir de büyük yollar var. Herkes kısa yoldan adamın tarlasının kıyısından yol gidiyor geçmiş gitmiş. O oradan geçmez, ırak yolu dolanır, oradan gitmezdi. Bu kadar takva idi.

Sonra bu hafız on sekiz sene köyümüzde imamlık yaptı. Köyümüzün camisinin bağı vardı, çok âlâydı. Bir tane imamı değil, üç dört tane imamı besler. İmam o araziyi ekiyor, icara veriyor. Neyse on sekiz sene imamlık yaptı, ondan sonra köye kadro geldi, o kadroyu almadı. Almadı diye imamı çıkarttılar. Daha evvel ona Kur’an kursu hocalığı kadrosu şahsına geldi, onu da almadı, ondan da oldu. Tabii köyden çıkarttılar. Kelkit’in köylerinde imamlık yapmaya gitti. İşte çok yerlerde imamlık yaptı. Fakat her imamlık yaptığı yerde aynı duruma düştü.

Niye imam olmadı, niye kabul etmedi? Hükümetin parasını almam, helal değil, maaş almam, diye. İkincisi ben o paraya ezan okumam, diye. Fakat ben onun talebesiyim, cahil olduğum halde, ben onu hoş görmedim. Niçin?

Eğer o vazifede dursaydı, çünkü ehliydi, Erzincan’da merkezi camiye terakki ederdi, merkezi camiye imam olacaktı. Üç yüz elli hanelik köyün imamı ta ki her kadro gelen köyden çıkardılar, Lori’ye yakın Feke’de, yedi evli bir komda vefat etti.

Niye bu ehliydi, kendisi de kurrâ hafız idi, Hacı Abdurrahman Efendi’den hayli bir Arapça okumuştu. Çok da tarikatı anlamış yaşayan birisiydi. Hacı Abdurrahman Efendi’nin yanında, o da Pîr-i Sami Hazretleri’nin ikinci halifesidir, bir kıymeti vardı. Hacı Abdurrahman Efendi’nin yanında daha da başka halifeleri vardı. Onlar duruyor da Hacı Abdurrahman Efendi dedi ki:

—Hafızı sesleyin gelsin, Allah desin.

Bu kadar da bir kıymeti vardı. Fakat ne hikmetse burada her güzelin de bir ayıbı oluyor, kusuru oluyor. Onda da Allah affetsin bir inatlık vardı. Bir şeye ben dedim mi illa bu olacak, derdi. İşte orada da imamlık etti, çok kimseler üzerine düştüler. Dediler ki:

—Hafız etme eyleme, senden başka buraya kim gelecek, sen bunun ehlisin. Buradan imamlıktan ayrılma, 18 sene imamlık yaptın.

Caminin bağı vardı. Nasıl ki kadastro köye geldi, caminin bağını köyün güzergâhına kattılar. Ondan sonra köye kadro da geldi, kadroya girmedi. Hafızlık Kur’an kursu hocası onu da istemedi.

Yani şimdi bu hoca kadroya girse daha iyi olmaz mıydı? Çok kimseler söylediler, yalvardılar, kadroya girmedi.

Yani şunu demek istiyorum ki “Vazifeyi ehline verin.”[8] diye bir emir var. Bir de “Vazifesinin ehli, vazifeden kaçmasın!” diye bir emir var.

Şimdi bu zamanda vazifeler ehline verilmiyor. Bir insan ki ehli olur da vazife ona verilir, onu yapmaktan kaçmayacak.

Eğer o imamlıkta kalsaydı, Erzincan’da merkezi camide imam olacaktı, bizim köyde kalmazdı. Ama kaçtığı için düştü düştü, yedi evli bir koma düştü.

Öteki bütün ehli olanlar, bu imamların hepsi ehli değiller, hepsi bundan kaçsa ezanı kim okuyacak? Camilerin kapısı kilitlenir, bu memlekette ezan okunmazdı. İslam memleketinde ezan okunmazdı. Bir memlekette, bir köyde, bir kasabada, bir şehirde ezan okunmazsa oranın İslam olduğu belli olmaz. Oraya İslam denilmez. Ezan okunmazsa oraya Müslüman memleketi denilmez.

Onun için işte efendiler, bu lokmada ihtiyat denilince o şüpheli şeylerden de kaçacağız. Ama nasıl kaçacağız?

Şüpheli şeylerden kaç hadi. Senin oğlun memur, senin oğlun esnaf faizle iş yapıyor. Bir esnaf ne kadar yapmasam dese muhakkak banka havalesi ile para gönderiyor, para geliyor. Orada da bir faiz işliyor veya ziraatçı meyvesine faizle ilaç alıp sıkıyor. İlacı alıyor ona faiz ödüyor. Tarlasına gübre alıp döküyor, ona faiz ödüyor. Yani bundan kurtuluş yok kardeşim.

Onun için bunların hiçbirisinden bir iş yapmasan da senin oğlun yapıyor, kardeşin yapıyor, bunlardan bağını keser misin? Koparamazsın, onların bir ikramını görüyorsun, onların bir çayını içiyorsun, onlar bir meyve getiriyor, ikramı oluyor sana.

Ama yine de lokmada ihtiyat şarttır. Lokmada ihtiyat da helal lokma iledir. Çünkü bütün ibadetin makbuliyeti helal lokmayla oluyor. Nakşibendî Efendimiz’in emridir (k.s) buyuruyor ki: “İbadet on cüz, dokuzu helal lokmadır.”. Ama şimdi helal lokmayı bulamıyoruz. Allah, Cenabı Hak affetsin. Helal lokmaya dikkat edin.

Sonra bir de hıfz-ı nispet var. Hıfz-ı nispeti neyle muhafaza edeceksiniz? Muhakkak bu amelledir. Bu nispet insanda bir nurdur, insanın kalbinde bir nurdur, tecellî etmiştir.

Nispet demek; Allah sevgisi, bir nurdur, tecellî etmiştir. Onu neyle muhafaza edeceğiz? Onu da ilim, amel, ihlâsla muhafaza edeceğiz.

Bunları yaparsak işte bu kelam ki.

Kâbiliyyet bizde olmazsa meşâyih neylesin

İster ise mürşidi olsun Muhammed Hazreti  

Allahümme salli alâ seyyidina Muhammed. Kabiliyet kalbimizde efendiler!  Muhakkak kalbinizde bir muhabbet var ki buraya geldiniz. Bu muhabbet olmasaydı gelmezdiniz. Ama az, ama çok. Bu azı çoğaltabilirsiniz, çoğu da yok edebilirsiniz.

İşte bu azı çoğaltmak için bak, amel imanın muhafazası değil mi?

Şeriat da tarikatın muhafazasıdır. Şeriatınız olmazsa tarikatınız yok olur gider. Kalbinizdeki nur söner, ışık söner.

Bu ders kitabımızda çok özel bilgiler var. Çok kolay ufacık bir kitaptır. Otuz sayfasında bütün tarikatımızdan bu fıkıh meseleleri yazılıdır. Bütün orada özellerin özeli yapacağınız şeyler yazılmış. Okumak, öğrenmek çok basittir; bunları öğrenin. Sonra orada namaz sureleri yazıyor. Bunları öğrenin, bunları öğrenmek kolaydır.

İşte zaten bizim tarikatımız fıkıh ilminden istiyor, fıkıh ilminden bir dal istiyor, bir dalı da işte o kitapta yazılı. Onu okuyup öğrenin. Öğrenemem demeyin, öğreneceksin. Neyi öğreneceksin? Abdest almayı, namaz kılmayı öğreneceksin. Namazda gerektiği kadar, bildiğin kadar Kur’an’ı oku, buradan okuyup tatbik edersin. Peki.

Bir kaç esmâ bilmek ile Hakk'ı bildim sanma sen    

Bu da medrese ilmini bitirmiş veya fakülte bitirmiş, ilahiyatı bitirmiş. Bu da birtakım bir şeyler öğrenmekle Allah’ı öğrenmiş değil, bilmiş değil.

Sohbet-i Pîre devam et rûz u şeb usanma sen

Zât-ı Hakk'ı anlamaktır bin bir esmâdan garaz

Evet, işte demek ki şimdi tarikat yok diyenler, tarikatı inkâr edenler, onlar küfürdedir. Çünkü bu Kur’an-ı Kerim’in bir ayetini de inkârdır. Hangi ayeti? “Velekad kerremna beni âdeme.”[9] ayetidir.

Keramet ehli, velâyetin sahibi, yani bâtınının sahibidir. Zâhirin hepsi zâhir, bâtında yeri yok.

Hâlbuki zâhir var, bâtın var. Zâhir ne? Görünenler. Bâtın ne? Görünmeyen.

Bir de tarikat sonradan icat oldu, diyenler, onlar da yalan söylüyorlar. Tarikat zamanı değil, diyenler onlar da yalan söylüyorlar.

‘Tarikatı ben yapamam, diyenler bunlar da yanlış düşünüyorlar. Bilmiyorlar, bilseler öyle demeyecekler. Yani tarikata inanıyor, var da ben yapamam hak edemem, yapamam. Bunlar da yanlış düşünüyorlar. Bunlar da hata işliyorlar. Çünkü tarikatı ben yapamam,  diyenler de Hâşâ Allah’ı suçlamış olur. Niçin?

Allah kuluna yapamayacak bir şeyi emretmemiştir. Tarikat hak ise, Allah’ın emri ise yapar, yapamayacağı bir şey yok. Yapamam, diyenler Allah’ı suçlamış oluyor, evet yapar.

Ancak bir de şöyle: Sen kardeşim Müslüman mısın, inanıyor musun? Elhamdülillah. Peki, namazını kılıyor musun? Tamam. Namazını kılan tarikatı da yaşar. Namazını kılmıyorsa, tarikatlı değilse o da zaten bütün gaflette öyle değil mi?

Namazını kılana yükü mü var tarikatın? Çünkü namaz kılıyor ki namaz nimettir. Bir insanın ne kadar boşluğu olmasa bile, vakti olmasa bile namazını kılacak. Allah namazı göstermiş, kılmayı emretmiş. Sen namazını kılıyorsan eğer tarikatı yaşarsın. Yirmi dört saatte on beş dakikalık bir zikrin var, Allah Allah diyorsun. Namaz kılıyorsan o senin için çok basit.

Evet, efendiler! Allah’a şükür, çok şükür, bin şükür, nihayetsiz şükürler olsun. Allah bu nimeti bize nasip etmişse bunun kıymetini bilelim. Bunun kıymetini bilmek için şeriatımızın, tarikatımızın şerefi var. Mürşitlerimizin, pîrlerimizin şerefi var. Onu muhafaza etmek lazım. 

Yani şuna bak, tarikatlıyım diyor, tarikatlı ama söylediği söze bak, hele yaptığı işe bak, şunun hareketine bak, şunun kıyafetine bak, dedirtiyorsa eğer, tarikatı anlamış değildir ve yaşamış da değildir ve tarikatı karalıyor.

Evet, ben tarikatı yaşayamam, diyenler tarikata girenleri anlayamamışlar.

Yalnız tarikata girenler, tarikata girer, hizmet görürler. Biraz ileri giderse, nas’ın içerisinde tanınırsa, sayılırsa ve onda kusur görülürse o tokat yer, manevi tokat yer, şefkat tokadı yer. Ondan korkalım.

Allah korusun bir de iddiaya düşerse. O da gadap, gadir tokadı yer.

Evliyâullah’ın iki türlü tokadı vardır: Biri şefkat tokadı, biri gadir tokadı.

Ama yeni tarikata girenler kusur işlerse onlara pek şey etmezler, bunlar bilmezler. Niye? Hani bir anne de çocuğunu birden dövmüyor, ancak azgınlık yaparsa onu terbiye etmek için azarlıyor.

Ancak tarikat da anlayana bilenedir. Kimileri tarikata giriyor ki onun ruhu esaretten kurtulur. Yani onun ruhu anneden doğmuş çocuk gibidir.

Onun için Evliyâullah’a inanmak lazım daha kuvvetli bir itikat sahibi olmak lazım. Evet, tarikatta itikat var, amel var. Evet, tarikatta olanın itikadı daha kuvvetli oluyor. İtikadı kuvvetli olanın ameli daha sağlam oluyor. İtikat da inanç, zaten bak:

Sermaye bu yolda heman

Teslim olup şeyhe inan

Sıdk ile Allah’a dayan

Gör olmaz mı ihsan sana

Evet, burada tarikattaki inanç sıddık’tır.

Zaten tarikatın dört şartı var. Bu dört şartını insan elde edemezse tarikatı anlamış değil. Eğer tarikatta bu dört şartı anlar ve yaşarsa, anlayacak ki yaşasın, anlamasa yaşamış da değildir. Tarikatı anlayan ve yaşayan hakikate geçer.

Ama gerçi yine Allah’a çok şükür menfaatten hâlî değildir. Bakın neden?

Biz gaflette isek pîrim kâimdir

Bırakmaz berzah-ı süflâya bizi

Bak, böyle buyuruyor, sonra:

Böyle bir sultâna evlâd olmuşuz

Daha bundan büyük ne şânımız var

Bunlar müjdedir bize:

Çıkardı zulmetten bedrâya bizi

Değil mi? Bunlar hep müjdedir. Tasavvuf ehli olan anlar. Ama tarikatın dört şartı var. Dört şartı insan elde ederse yaşar.

Bir de insanlar hakikate geçmek için tarikata çok inanacak.

Günahın büyüğünden kaçtığı gibi küçüğünden de kaçacak.

Helal lokmaya çok dikkat edecek.

Halkın vebalini üzerine geçirmeyecek.

“Her günah ile gelin, kul hakkı ile gelmeyin huzuruma.”[10] buyruluyor. Bütün hocalar vaazlarında kul hakkı ödenmez, diyor. Huzuruma deyince sade ahiretteki huzuru değil, gaflet üzerine olanlar da Allah’ın huzuruna gidiyorlar.

Şimdi burada bir kelam var, tasavvufun bir kelamı var. Tarikata girenler af talep ediyor. Kâmil mükemmil girenin kul hakkı da ödeniyor, kazası da ödeniyor.

Bunu biz söylemiyoruz, bu böyle. Niçin? Tarikatta kimseye sormazlar ki kul hakkı var mı üzerinde? Götür ver de öyle gir tarikata, denmiyor zaten.

Ama girdikten sonra eğer gücün yetiyorsa kul hakkını zaten ödemen lazım. Ama gücün yetmiyor, ödeyemiyorsun. Veyahut da ödeyeceğin adam ölmüş gitmiş. O da ödenir.

Bu zâhir şeriatta da var. Nasıl var?

Kul hakkı insanlar cehaletteyken, yani İslâm’ı tam yaşamazdan evvel, kulların hakkını üzerine geçirmiş. Nefsine uymuş, şeytana uymuş, kulların hakkını üzerine geçirmiş. Ama Allah hidayet etmiş.

Mesela Abdülkadir Geylani Hazretleri mübarek 7 yaşındaymış. Böyle çocuk gezip oynarken bir gün bakmış ki bir amca tarlada çift sürüyor. Ona da heveslenmiş gitmiş:

— Amca öküzün tuttuğu yeri ben tutayım, demiş.

O da kırmamış vermiş ama çocuk tuttuğunda öküz fasih lisanla dile gelmiş

—Ey Abdülkadir, kendine gel. Allah seni bunun için mi halk etti, demiş.

Bunu duyunca ağlayarak annesine gitmiş. Anne, baba, öküz bana böyle dedi, demiş.

Annesi hemen koynuna para koymuş, Bağdat’a giden bir kervana katmış:

—Git orada ilim öğren. Bak, sana bir vasiyetim var, sakın yalan söyleme, yalan söylersen eğer sana sütümü, hakkımı helal etmem, demiş.

Böyle bir vasiyette bulunmuş. O da kervanla gidiyor. Kervanla bir eşkıya muhitinden geçerken eşkıyalar durdurmuşlar. Yani eşkıya başları, harami başları arayarak gelmiş, bunların mallarını almışlar, ziynetlerini almışlar. Bakmış ki çok güzel bir çocuk. Demiş:

—Çocuk senin neyin var.

—Ben de kırk tane Filurinum var.

—Nerede?

—Koltuğum altında, demiş.

Eskiden mintanları astarlı dikerlerdi, astarı olurdu. Yani astarı ile koltuğunun altına parayı koymuş. Haramilerin başı gülmüş.

—Çocuk kırk tane altının mı var? Açın, bakın.

Açmışlar ki gerçekten doğru.

—Yahu çocuk hiç kimse senden bunu ummazdı, sen niye bunu söylüyorsun? Demiş.

—Ben Allah için ilim tahsil etmeye gidiyorum. Annem bu parayı benim koynuma koydu, Bağdat’a gidip, harcayayım diye. Yalnız annemin bir vasiyeti vardı. Bana dedi ki oğlum yalan söyleme, sana sütümü, hakkımı helal etmem. Neyin var? Dediler. Bir şeyim yok desem yalan olacak. Kırk tane Filurinum var, onun için yalan söylemedim. Nerede dedin? Koltuğumun altında değil desem, yerini demesem yine yalan olacak. Onun için yalan söylememek için söyledim.

O zaman bu harami ayılıyor, irşat oluyor, 7 yaşındaki çocuk onu irşat ediyor, o zaman ayılıyor.

—Eyvah, bu 7 yaşındaki çocuk helal malı için yalan söylemiyor da biz bu kadar kulun hakkını aldık, bizim halimiz ne olacak? Diyor.

O çocuğun hareketine bakıp diyor ki:

—Ya çocuk ben artık vazgeçiyorum. Sen Allah’ın nazarında çok makbul bir kulsun. Ben senin huzurunda vaad ediyorum, söz veriyorum ben bu haramilikten vazgeçtim, diyor.

O muhit çok tehlikeli, korkulu bir muhitmiş, oradan çok korkuyla geçerlermiş. Orada o korku daha kalkıyor, emniyetli bir muhit oluyor.

Evet, işte bir adam geliyor, cehalet değil mi cahil demek yani günah işliyor. Bütün günahlarıyla tarikata giriyor, tövbe ediyor. Bir de Cenabı Hak “La taknetu min rahmetillah.”[11] ayet-i kerimesi var. Eğer Allah affetmeseydi Vahşi’yi affetmeyecekti. Vahşi çok sevgili habibinin çok sevdiği amcasını şehit etti. Hatta Peygamber Efendimiz onun acısını hiç unutmazdı. Aklına geldiği zaman içi sızlardı; fakat yine Allah onu da affetti, ayettir.

Şimdi bir adam cehalet zamanında, yani cahilken günahları bilmiyordu, çok kimsenin hakkını üzerine geçirdi. Ben biliyorum şahidim, Hacı Abdurrahman Efendi’nin köyüne yakın bir köyden bir tanesi, mübarek nereden geliyorsa, köye gelince mübareğin atını almış, elbisesini almış sade bir iç çamaşırı ile onu bırakmış. Bir de çok kıymetli bir saati varmış onu da almış. Sonradan da geldi bu ihvan oldu. Tabii üzülerek gitmiş, söylemiş.

—Efendim ben seni falanca tarihte bilmiyordum, her şeyini aldım. Ama şimdi bunu ödemeye de gücüm yok. Yok, öde dersen, gideyim tarlamı satayım, pulluğumu satayım, neyim varsa hepsini satayım, gelip ödeyeyim. Hakkını helal et, demiş.

Bir yerde hata yapmış, bunları bulamıyor ki kul hakkını ödesin veya parası yok ki ödesin. Ödese de kul hakkından geçmiş olmuyor. Ama ondan sonra Allah’a sığınmış, yalvarmış, ibadetini yapmışsa, Allah indinde bir makbuliyet kazanmışsa, Allah onun günahlarını affetmişse, bir kula hakkı mı kalmış, evet. Allah, kul hakkı ödenir, diyor. Kulun, kul hakkı mı kalmış üzerinde, o zaman diyor ki o kul hakkıyla geçmiş, o hak sahibi:

—Yâ rabbî benim bunda hakkım var, al, diyor.

Ama Allah onu affetmiş, affetmiş ki cennetine koyacak. Sonra o da diyor ki benim hakkım var. Cenabı Hak o hak isteyene cennette bir makam verecek. O makamı görünce:

—Yâ rabbî sen bu makamı kime vereceksin?

“Bir kulumun bir kulumda hakkı var, bağışlarsa ona vereceğim.”.

—Ben de hakkımı bağışladım, diyor.

Niye bağışlanmasın? Bu da var.

Evet, onun için bir tarikata girdiğimiz zaman sende kul hakkı var mı, diye soruyorlar mı? Yok. Var deyince git hakkını öde de gel, diyorlar mı? Yok demiyorlar. Yine senin kazan var, diye soruyorlar mı? Sormuyorlar. Git, kaza kıl, diyorlar mı? Demiyorlar. Ama kılanı da men etmiyorlar. Burada da böyledir. Niçin? İşte bu ancak:

Seni hayvân iken insan eder şeyh

Gönüller şehrine mihmân eder şeyh 

İçirip bir kadeh aşkın meyinden

Gedâ iken seni sultân eder şeyh        

            …

Olursun "men aref" sırrından âgâh  

Seni katre iken ummân eder şeyh      

O zaman demek ki bazıları kaza namazı kılıyorlar. Burada da olsun, gittiğimiz yerlerde de olsun bazen Avrupa’dan bir telefon geliyor, soru soruyorlar. Tarikata girmiş insana öbür tarikatlı olan demiş ki:

—Bizim tarikatımızda kaza kılmak yok, niye kılıyorsun?

Ama sen niye mani oluyorsun, amelde mani olmaz.

Ona kıl, demezler; ama kılma, da demiyorlar. Çünkü niçin? Zâhir var.

Zâhire karşı çıkılmaması için kılma denilir mi? Kılana kılma denilir mi?

Ders verirken senin de kazan var mı? Var. Git kazanı kıl, dememişler veya kitapta da yazılmamış kazanızı kılın, diye.

Ancak kılana yok kılma, demezler yahu. Bu da yerine göre yurduna göre.

Sen tarikata girmekle şeriatta da bir inanç var, tarikatta da bir inanç var, kardeşim.

Şeriattaki inanç ne? Kılamadığın namazları kaza edin. 

Tarikattaki inanç da tut Evliyâullah’ın elini, senin kazan ödendi, öyle değil mi?

O zaman ne var burada? Bir hoca vaazında diyor ki kazası olan nafile namaz kılamaz. Doğru, yalan değil ama bu mürşidi olmayanlar içindir. O zaman kıl. Kazası olan nafile namaz kılamaz, diyorsa doğru, o kaza eder.

Senin şeyhin var da kaza kılma, demez, mani olmaz.

Ders verirken sana kitap var eline verilmiş ve tarif ederken kaza kılma denmişse, kılma. Boy abdestini niçin alıyorsun sen? Günahlarından temizlenmek için alıyorsun. Yani sade içki içmek, kumar oynamak, yalan söylemek bunlar mı günah?

En büyük günah namaz kılmamak. Onlar ödeniyor da, bu niye ödenmesin. Onlar bağışlanıyor da bu niye bağışlanmasın.

O zaman bir kimse tarikata girdi, sana kimse kaza kıl, demedi, o da kitapta da yok.

Ama evvâbîn namazını, teheccüd namazını kılacaksın.

Zaten ulema da bugün hepsi bir değiller. Ulemadan çok büyük bir âlimden dinlemiştim. Cevlan Hoca isminde birisi Silahtar Mahallesi’ndeydi. Bütün imamlar onu bilirdi. Dedi ki:

—Zaten bütün bu sünnetler kazalara sayılacak.

Onlar da sayılıyor. Bak, evvâbîn namazı ile teheccüd namazı var. Bugün sünnetler kazaya sayılıyor da evvâbîn, teveccüh sayılmaz mı? Ama kazayı kılmak çetin gelir; ama evvâbîn namazı, teheccüd namazı kılmak kolaydır. Herkes kılabilir ama kazayı kılmak çetin gelir.

Evet, şimdi biraz da teveccühümüzden bahsedelim. Bizim teveccühümüz büyük amel. Zaman zaman bunu işliyoruz. Ama belki katışmayanlar da olmuştur. Çünkü çok kimseler ilk defa gelip ders alıyorlar. Onun için katışmayanlar vardır. Bu cemaatin en az yüzde on tanesi teveccüh görmemiştir. Teveccüh büyük bir ameldir, büyüklerimizin ameli, büyük amel. Bak!

Teveccüh olunca her bir ihvâna

Mürde kalplerimiz gelirler câna

Bu mürde kalp hangisidir? Mürde demek ölü demek. Ölü kalp hangisidir?

Ölü kalp: Allah’ı zikretmeyen, Allah’a ibadet etmeyen kalp ölüdür.

İlk etapta Allah’a ibadet etmeyen kalp ölüdür. Nerede? Zâhir şeriatta.

Tarikata gelince Allah’ı zikretmeyen kalp ölüdür.

Diri kalp hangisi? Diri kalp Allah’ı unutmayan bir kalp diridir.

Nerede diriliyormuş, nerede cana geliyormuş? 

Teveccüh olunca her bir ihvâna

Mürde kalplerimiz gelirler câna

Evet, bir bu kelam var, bir de bak, buyuruyor ki:

Teveccühe gelin ihvân

Kuruldu halka-i Rahmân

Açıldı ravza-i rıdvân  

Bu meydân-ı muhabbettir

Bu bir ıyd-ı meserrettir          

Bu da ıyd da bayram, ama ruhî bir bayram, nefsanî bayram değil.

Nasıl nefsanî bayram olarak Cenabı Hak bize iki tane bayram nasip etmiş, Ramazan Bayramı, Kurban Bayramı. Ama bu nefislerin bayramıdır.

Ama ruhi bayram da hatmelerdir teveccühlerdir. Teveccühte almış olduğunuz feyizler, nurlar. Onun için ancak ruh bunlarla mesut, mesrur oluyor.

Ruhun gıdası ancak nurdur. Teveccühte nurlar meydana geliyor. İşte burada:

Teveccühe gelin ihvân

Kuruldu halka-i Rahmân

Bu halka-i rahman denince buna hatme de dâhildir. Hatme küçük halkadır. Teveccüh hatmenin bir büyüğü olduğu için büyük halkadır. Çünkü neden?

Allah çetinlik emretmemiş nasıl ki büyük hatmenin de küçüğü var. Niye büyük hatme, küçük hatme burada ayrılıyor?

Büyük hatmede bin bir ihlâs okunuyor, bir de yetmiş dokuz Elemneşrahleke Suresi okunuyor. Küçük hatmede sadece “yâ bâkî entel bâkî” okunuyor. Değil mi?

Bir de on beş kişiden aşağı olursa büyük hatme uzun sürer diye çetin olmasın diye küçük hatme emretmişler. Ama büyük hatmeyle aynı. On beş kişiden aşağı olanlar küçük hatme okuyor, on beş kişiden fazla olanlar büyük hatme okuyor.                        

Teveccühe gelin ihvân

Kuruldu halka-i Rahmân

Bir de buyuruyor ki:

Kuralım halka-i zikri

Kamu bir edelim fikri

Kılalım hamd ile şükri

Bu meydân-ı muhabbettir

Tarîk-i ehl-i iffettir

Kuralım halka-i zikri de teveccüh ve hatmedir. Hatme küçük olduğu için, bir de hatmenin küçüğü var; küçük hatme, büyüğü var; büyük hatme. Teveccüh de hatmenin büyüğüdür.

Hatme memurları var her köyde, her şehirde, her yerde birisi var değil mi? Ama başka yerde teveccüh memuru yoktur, teveccüh memuru emredilmemiştir.

Sonra bir meşayih huzurdayken teveccüh yapamıyorlar. Ancak biat edileceği zaman kime emrederse o bakımdan onlar yapabilirler.

Evet, işte teveccühte insanların kalbine zikir tohumu ekilirmiş. Bu zikir tohumu nereye ekilir?

Nasıl ki her şeyin misali var. Maneviyatta ne varsa, dünyada bir benzeri, zâhirde bir benzeri misali vardır. Madem insanın kalbine teveccühte zikir tohumu ekiliyorsa, kelam da var ki:

Yar daim sana nazar eyler

Seni gafil görürse güzar eyler

Yâr’dan mana Allah’tır. Daima sana nazar ediyor ama seni gafil görünce küser gider. Hâşâ Allah gelmekten gitmekten münezzehtir. Ama Allah Cenabı Hak “Kulum sen beni zikir et, ben de seni zikir edeyim.”[12] buyuruyor. Onun için burada:

Yar daim sana nazar eyler

Bu da nedir? Allah’ın kula günde yetmiş defa nazar etmesidir. “İrciî ilâ rabbiki razıyeten marziyye”[13]. Cenabı Hak bu ayeti kerimenin mealinde ne buyuruyor? Ben bir kulumun kalbine günde yetmiş defa nazar ederim. “O nazarımı kim cezbederse cennetim helaldir; gelsin, girsin.” Ama bu yetmiş nazarı kim cezbeder efendiler?

Ayık olanlar cezbeder. İnsanlar bu ayıklığı nerede elde eder? İşte bu teveccühte elde ederler, bu hatmede elde ederler. Hatme insanları, teveccühün nuru, hatmenin nuru insanları karanlıktan kurtarır; nura ulaştırır.

Onun için bu yetmiş nur, burada da tecellî eder, bu teveccühte tecellî eder.

Tabii ki Cenabı Hakk’ın nurları, esmadan tecellî eder, sıfattan tecellî eder.

Onun için Evliyâullah’ın nazarı da Allah’ın nazar etmesi gibidir.

Peygamberin nazarı da Allah’ın nazarı etmesi gibidir. Çünkü niçin? Cenabı Hak buyuruyor ki: “Gören gözü benim gözüm”.  Nerede gören gözü benim gözüm? Evliyâullah’ta Hak gözü vardır. O Hak gözü ile bakarsa işte ne eder? Mevlânâ onun için buyuruyor ki:

            Yek nazar eylese Arif-i billah

            Asl-ı kemhareyi mücevher eyler

Mevlânâ’nın kelamı. Arif-i billah, Arif, Allah’tan ayık olanlar, bir kere bakışta, yek bir demek, kara taşı mücevher altın yapar.

Kara taştan mana bizim günahla siyahlanmış kara taş gibi olmuş vücudumuz veya günahla dolmuş kara taş gibi kapkara olmuş kalbimiz.

Akşam da sohbetimizde geçti. Azîzân Hazretleri bir bakışta o hiç ameli olmayan, böyle deligöz, gezen bir gence halvet olmuş. Bir bakışta kendi sıfatından tecellî etmiş. Yani bir bakışta ilmi de, ameli de, kemali de, zâhiri, bâtını da o hazretten olmuş. O çocuk kırk gün yaşamış ve ölmüş. Çünkü onu taşıyamamış. Bu da nedir?

Bir insan alışmadan üzerinde olan ağır bir şeyi taşımış olsa birden ona ağır gelir. Ama biraz taşır, ondan sonra biraz daha ağır taşır, ondan sonra biraz daha ağır derken o ağır gelen bir şey o zaman ona kolaylaşıyor.

Bir insan bir şey görür, korkar, korkusundan kaçar veya bayılır. Onu bir daha görse, göre göre göre ona alışıyor. Hakikaten mesela bir ölüden insanlara zarar gelmiyor. Bunu hiç görmemiş insan, çocuk görünce korkuyor.

Peygamber Efendimiz de, Allah’ın sıfatlarından, mana da sıfat nuru, sıfat nuruna ilkin dayanamamış, bayılmış. Cebrail Aleyhisselam’ı ilk görüşünde bayılmış. İkinci görüşünde bayılmamış ama bayılır gibi olmuş. Üçüncü görüşünde ise ona alışmış. Senin benim gibi onunla konuşmaya başlamış.

Evet, işte Allah’ın üç nuru burada tecellî eder.

Üç nurdan mana birisi esma nuru. Bu esma nuru Evliyâullahın nuru, Evliyâullahta olan Allah’ın nuru.

Birisi de sıfat nuru. Resulullah’ta olan nur, Resulullah ondan tecellî eder.

Birisi de zâtının nuru ki Allah’ın zâtına mahsus bir tecellîleri vardır.

Çünkü niçin? Bu da nedir?

Mademki bu mükevvenât yoksa Resulullah da yoksa, velîler de yoksa, Allah’ın neyi kalır? Zâtı kalır.

Zaten Allah’ın sıfatları zâtının âsârıdır. Sekiz sıfatı, zâtının âsârıdır, sekiz sıfat zâtından tecellî etmiştir.

Ama bu mükevvenât da sıfatlarının âsârıdır. Bu da nedir? İlminden ilim vermiş, zâhir ilim var. İnsan, dünya, hareket, hatta nebatâtta da bir ilim vardır, onlarda bir hareket var, büyümesi var.  Nebatât küçükken büyüyor, çekirdeği değişe değişe ağaç oluyor, bir de meyve oluyor. Meyve olunca daha fazla değişiyor çekirdek.

Evet, bir kuvvet var. Bütün eşyayı Allah kuvveti ile ihâta etmiş, kuvveti ile onları idare ediyor, sevk ü idare yapıyor. Bu da Allah’ın sekiz sıfatı zâtının asarı.

Bu halkiyat de sıfatlarının âsârı. Peki, bu halkiyatta da mesela Cenabı Hakk’ın seçtikleri var. Bunlar da seçtiklerini neden seçmiş? Mesela mahlûkattan insanlar seçilmiş. İnsanlardan da seçilenler var.

Hep insan değil, insan olmayan da mahlûktur. Bir köpek de mahlûk, bir insan da mahlûk. Arzı âlâ da, en küçük cisim de mahlûk.

Mahlûktan da insanları seçmiş. İnsanlardan da mesela küfürdekilerden iman edenleri seçmiş.

Allah, küfürdeki insanları da halk eden, Hâlikı değil mi? Hazreti Âdem inanan, inanmayanın babasıdır değil mi? İnanan, inanmayanın maddesini topraktan halk etmemiş mi?

Ama Allah, inananları inanmayanlardan seçmiş.

Fakat inananlardan da seçmiş. İnananlardan da bak, ulema seçiliyor. Neyle? İlmiyle, Allah’ın ilim sıfatına muhakkem ilim sıfatıyla, ilmiyle seçiliyor. Fakat ilim de ikidir.

Bir de ulemadan seçkin olan velîler var.

Ulemayı, âlimleri düşündüğümüz zaman iki ilimde müsavi olan bir âlim çift kanatlıdır. Müsavi ne? Eğer birisinin tarikatı var, birisinin yoksa o ondan farklıdır, o ondan seçilmiştir.

Çünkü tarikatı olan bir âlim zülcenaheyn, çift kanatlıdır. Tek kanatlı kuş ile çift kanatlı kuşun uçuşu bir olmaz. Tek kanatla uçamaz ancak hoplaya hoplaya gider, uçamaz. Çift kanatlı olursa uçar.

Onun için bak, insanlardan da seçilmiş: Küfürden seçilen imanlı Müslümanlar; Müslümanlardan seçilen ulema, ulemadan daha seçkin olan velîler, evliya; evliyadan daha seçkin olan nebiler; nebilerin de en seçkini Peygamber Efendimiz. Evet işte:                         

Teveccühe gelin ihvân

Kuruldu halka-i Rahmân

Açıldı ravza-i rıdvân  

Bu meydân-ı muhabbettir

Bu bir ıyd-ı meserrettir

Iyd’dan mana bayram. Bu ruhun bayramıdır. Burada bu görünür mü? Görünmez. Bu neden görünmez? Çünkü ruhu göremiyoruz ki onu da görelim. Mademki burada ruhlar mesrur oluyorsa yani bu da nedir? İşte muhabbetimiz, sevgimiz.

O muhabbet tamamen sizin içinizi doldurur, ihya eder, ağlatırsa, bağırmalar nereden geliyor? Neden geliyor bu bağırma?

İradesiyle bağırıyorsa zaten hatalı, günahtır. İradesiz bağırıyorsa marifettir, haktır.

Bir kez Allah dese aşk ile lisan

Dökülür cümle günah misli hazan

İşte bu aşk ile iradesiz, Allah, diye bağıranların cezbesidir. Bunun hakkında “Bir kere Allah demek bin ölümden hayırlıdır.” Buyrulmuştur. Ama öyle Allah demek; aşktan, şevkten, iradesiz, kalpten, Allah, demektir.

Bu hususta Ahmed-i Bîcân Hazretleri hakkında kitapta yazıyor. Bir zengin tüccar oğlunun gözlerinin açılması için şifa arıyor. Ama çok hocalar, çok doktorlar, çok ziyaretler, yatırlar ziyaret etmiş, çocuğunun gözü açılmamış. Demişler ki:

—Ahmed-i Bîcân isminde bir Evliyâullah var. Onda Hazreti İsa’nın nefesi var, ona götürürsen onun nefesi ile gözü açılır.

O da inanmış, çocuğunu getirmiş, halini arz etmiş.

—Bu çocuğun gözlerini aç. O da demiş ki:

—Ben bunu yapamam, benim elimden gelmez. Benim ismim Ahmet ama ben bir günahkâr kulum, ben bunu nasıl yapayım, bu âmâ gözleri nasıl açarım. Bu ancak Hazreti Muhammed’in, Hazreti Musa’nın, Hazreti İsa’nın layığıdır.

Bunlar fazla ısrar edince ellerinden kaçmış, dayanamamış oradan kaçmış. Fakat dışarıya çıkmış, az sonra oradan “Biz açarız! ”  diye bağırarak geri gelmiş, çocuğun gözünü açmış.

Oradaki cemaat görmüş önce açamayız, dediniz, sonra biz açarız, dediniz. Çocuğun gözlerini açmış gitmişler. Soruyorlar:

—Efendim bunun hikmetini sen söyle. Yani birisi başka, birisi başka değil ki. Biz açamayız, dediniz, sonra biz açarız, dediniz; buradaki hikmet ne?

Demiş ki:

—O biz açamayız dediğimiz zaman ben varlığımla kendi irademle, kendim söyledim. Ama ben oradan kaçıp giderken onlar Allah’a yalvardılar. Yâ rabbî zavallının derdinin çaresi yokmuş, onların böyle yalvarması bizde gayri ihtiyari Allah’ın rahmetini celbetti. Allah’ın da bizde sıfatı tecellî etti. Cenabı Hak “Ey Ahmet sakin ol, İsa mı açardı, Muhammed mi açardı, biz açarız.” Bunu ben söylemedim ki, demiş. 

İkincisi Bayezid-i Bestami Hazretleri: “Fî cübbetî mâsivallah.” demiş. Yani cübbemin altında Allah’tan başka kimse yok demiş. Bu şirk, öldürülmesi vacip oluyor. Peki, bunu söylemiş, yine şeriat işlememiş.

İkinci bir sefer bunu öldürmek istemişler. O zaman silahlarını sıkmışlar, basmamış. Kesici aletlerini vurmuşlar, kesmemiş. Almışlar içeriye demişler ki:

—Sen ne yapıyorsun?

—Ne yaptım?

—Silah sıktık patlamadı, kılıç vurduk, kesmedi.

O zaman demiş ki:

—O kelam söylendiği zaman ben söylemedim, Beyazıt söylememiştir.

Beyazıt’ın varlığı yok olmuştur. Beyazıt’ta tecellî eden bir varlıktır.

—Eğer Beyazıt söyleseydi bak, ben konuşuyorum, (iğne ile eli kanamış), eğer o kelam benim olsaydı bak, kılıç keserdi.

Evet, işte efendim, teveccüh de burada ıyd geçiyor ya; “Bu bir ıydı meserrettir.”

Bu ıyd bayram anlamına gelir. Ama bu ruhî bir bayramdır, ruhun mesrur olmasıdır.

Ruh neyle mesrur olacak? Bak, burada Allah’ın nurları tecellî edecek. Bu gözle görülmez, manevi gözle görülür. Ama görmek önemli değil inanmak lazım ve önemli olan onu cezbetmektir.

Bu da zâhirde bizde olan muhabbetimiz. Öyle bir muhabbet olur ki o muhabbetin çoğunluğu insanın varlığını yok eder, varlığını kaybeder. Bak, bu da söylenmiş:

İlahi bir aşk ver, bana kande olduğumu bilmeyim

            Aç, basiret gözümü ki senden başkasını görmeyeyim

Yâ rabbî diyor öyle bir aşk bana ver ki nerede olduğumu, kendimi bilmeyeyim. Basiret gözümü aç ki senden başka kimseyi görmeyeyim.

Evet, Allah nasıl görünecek? Eşyayı mirat eden insanlar bütün eşyada görür. Allah’ı gören için bütün eşya mirat olur.

Ayna kimi gösterir? Ayna kendini göstermez, aynanın karşısına düşen cisimleri gösterir.

Öyleyse “Küllü şeyin hâlikün illâ vechehu.”[14] Ayet-i kerimesi var. Her şey yok olacak Allah’ın varlığı kalacak. Ama bu enfüste de tecellî ediyor.

Tasavvuf âlimi bu ayeti yazmış manasını da dile getirmiş, yarım sayfadır. Kırşehirli Âşık Paşa isminde; bir kitapta yazar. Tabii bunun birkaç beyiti hatırımda var. Ne buyuruyor?

Orta yerden götürürler seni ben

“Seni ben” demek bütün her şeyi. Yani sen demek hepsi, ben demek ben. Ama sen deyince sen, sen; hepsi sen. Sana da gelince; sen sensin, ben deyince, benim değil mi?

Orta yerden götürürler seni ben

Ol denizde garka vara can u ten

Denizden mana Allah’ın üç nurudur. Allah’ın nurundan gelen can, ten yok olur diyor.

Ne demek olur? Bir denize atılan cisim canlıysa da yok olur, cansızsa da yok olur. Bütün cisimler görünüyor, orada denizde görünmez. Bir insan canıyla atarsın, insan da görünmez, canı da görünmez, teni de görünmez.

Öyleyse işte Allah’ın nuru da böyle; eşyayı ihâta ederse, onun gözüne o eşya da görünmez, kendi varlığı da görünmez.

Orta yerden götürürler seni ben

Ol denizde garka vara can u ten

Kendini kendi göre kendi bile

Bakısın edemezem gelmez dile

Ama Sâlih Baba ne buyuruyor bak:

Nice Mansûr'a söylettin "ene'l-Hakk"           

Sadece Mansur mu Ene’l Hak demiş?

Nice Mansûr'a söylettin "ene'l-Hakk"           

Kuruben karşısına dârı leylî  

Burada nice Mansur’dan mana yani velâyete dâhil olan, tarikattan hakikate geçenlerdir. Bunlar hep Mansur’un halini yaşıyorlar.

Bu da nedir? Fenafirresul olmaktır. Ama zâhirde Mansur’u dârda astılar ama kalp gözü açık olanlar asıl Mansur’u nerede gördüler? Baktılar ki Mansur, Resulullah Efendimiz’in sakalının teline asılmış, dârda değil. Böyle olmuş, evet.

Nice Mansûr'a söylettin "ene'l-Hakk"           

Kuruben karşısına dârı leylî  

Nice Mansur buradan geçiyor. Hem de “nice” çok ama söylenilmiyor. Daha başka açık bir kelamı var:

Şârihin şerh ettiği gör bir tecellî Tûrudur     

Kim bilir kim günde nice Tûr ile Musa'sı geçer

Şarih yani zâhir şeriat âlimleri daima Kur’an’daki bir hakikati bahsederler. Nedir bu? Hazreti Musa’nın Tûr mucizelerini insanlara anlatırlar, Tûr’dan bahsederler. Ama bilmezler ki: “Günde nice Tûr ile Musa’sı geçer.”.

Bunlar nedir efendiler? Peygamber Efendimiz: “Benim ümmetimin velîleri beni İsrail’in peygamberleri gibidir, derecesindedir.”[15] buyuruyor. Ümmetinin velîleri deyince velîlerin sayısı mı var? Yoktur. Hatta onun için burada:

Kim bilir kim nice bin Tûr ile Musa'sı geçer 

Evet, böyle efendiler! Bizim tarikatımız azizân, kıymetli tarikat, bidat girmemiş.

Büyüklerimizden hatme için gittiği köyde demiş ki:

—İçinizde bîgâne var.

—Efendim, aramızda yok. Demiş ki:

—Bîgânenin asası var burada.

Bakmışlar ki dışarıda dersi olmayan, tarikatı olmayan birisinin asasını almış gelmiş, bastonunu almış gelmiş.

Bizim tarikatımız azizân, kıymetli tarikat. Bizim tarikatımız nazenin. Nakşibendî Efendimiz: “Benim tarikatıma bidat katanın ben davacısıyım.” demiş.

Ama bizde halkaya katılıyor, buradan çıkmak istemiyor. Dersi olmayanlar oturmasınlar, zarar görürler; bizden söylemesi. Ama oturanlar bir yerde zararını görürler.

Bu nispet-i âliye hem nurdur, hem de zehirdir.

Hani nisan yağmuru yağar, nisanda balıklar ağzını açar. O yağmur katreleri karnına düşer, onun karnında kıymetli bir maden olur, onun karnında dür (inci) olur.

Yılan da aynı yağmurlara ağzını açıyor. Yılanın karnına düşen de zehir oluyor. Yılan zehrini nisan yağmurundan alıyor. Balık da karnında dür’ü nisan yağmurundan alıyor.

Öyleyse buraya tarikatı hiciv için, alay için gelmişseler, zehirlenirler. İnanıyorsa ders alsın girsin, inanmıyorsa daha niye gelip giriyor? Yalnız burada ne var? Dersi olmayanlar girmesinler.

Bak, akşam dedik ki ilk ders alanlar boy abdesti alamazlarsa tarikata giremezler. Bizim tarikatımıza boy abdesti, tövbe namazı ile giriliyor. Bunlar, dersi olmayanlar, girmesin ayrılsın. Sohbeti dinlesinler, sohbette tefrik yok. Sarhoş da gelsin dinlesin, herkes gelsin dinlesin ama dersi olmayanlar giremez, amelimiz yasak.

İkincisi başka tarikatlardan ders almışsa girsin riayet etsin. Riayet etsin dersek onların zikirleri cehrîdir. Bakarsın ki bir muhabbete gelir, cehrî zikrini yapmaya başlar, buranın ahengini bozar. Bu neye benzer? Türlü çorbaya benzer, türlü çorba var ya. Ama türlü çorbayı herkes yemez. Et yiyen insanlar farklı olur. Mesela hazır bir çorba, içilecek bir çorba. Birisi getirdi önüne koydu. İçine başka şeyler katılırsa içilir mi, değil mi?

İşte cehrî zikirler bize yasaktır. Bizim bu amelimizde cehrî zikir yapanlar riayet etsinler, sessiz, dinlesinler. Hatmemizde de böyle, hatmemize de cehrî zikir yapanlar katılabilirler. Ama dinlerler onlar da, onlara taş da verilmez taş da almazlar.

Zaten taş alan, almayan müsavi oluyor. Niçin? Bak! Akşam bu kadar cemaat vardı. Büyük şehirlerde İstanbul’da da bazen kalabalık oluyor, her zaman değil. Ama Ankara’da hiçbir gün taş yetmiyor. En az olduğu zaman bile cemaatin yarısı taşsız kalıyor. Ama bak, okuyan dinleyen müsavi.

Öyleyse bu cehrî zikir yapanlar hatmeye karışırlar fakat taş almazlar, onlar okumazlar. Fakat onlar da riayet edecekler, hatme bitene kadar sessiz dinlerler, kendi rabıtaları ile meşgul olurlar. Ne zaman hatme biterse, o zaman bağırsın, çağırsın, zikrini yapsın. Hiçbir mani yoktur. Anlatabildik inşallah? Cehrî zikir yapanlar varsa onlar riayet etsinler.

Cehrî olanlar bağırıyorlar, bizim de var ama o gayri ihtiyari oluyor. Ama bu cehrî zikir yapan irade ile başlıyor. Ama bu cezbelenenler “Allah” diye bağıranlar, iradesiz oluyor. İradesiz olunca mesul değildir. Ama irade ile zikir yapmak bizde suçtur. Allah demek, bağırmak suçtur. Tarikatımızın kuruluşu, başlangıcı öyledir.

Çünkü Resulullah Efendimiz Sıddîk-ı Ekber Efendimiz’e mağarada zikri gizli verdi. “Yâ yar-ı gârım Ebu Bekir, ağzını yum, dişini dişinin üzerine koy, dilini üst damağına yapıştır, kalbinden Allah Allah zikir yap!”. Ve Hazreti Ali Efendimiz’i de dizinin dibine oturtturmuş ona da cehrî zikir talim yaptırmış.

Burada cehrî ve hafî olarak ayrılıyor. Cehrî aşikâr olduğu için onlarda tarikatı olmayanları da zikirlerine karıştırabiliyorlar. Fakat bizimki gizli olduğu için bizimkine tarikatı olmayanlar hiç karışamıyor.

Başka tarikattan geldiği zaman onlar da karışırlar ama dinlerler.

Bir de şöyle bir misal verirler. Mesela askeriye var, askeriyede her sınıf var, her sınıfın ayrı ayrı eri var. Mesela piyade, süvari, istihkâm işte bunlar çok çeşitli değil mi? Bunlar askeriyenin erleri var, kumandanları var. Şimdi piyade erlerinin, piyade subayları var. Ama o piyade eri, o piyade subayından izin alacak.  Bir piyade birliğine başka topçudan gelen bir askerin piyade nöbetine uymasına gerek var mı? Yalnız gider karavanasını orada yer. Yalnız o topçuyu piyade eğitimine götürmezler.

Bizim tarikatımız Nakşibendî tarikatı, askerîdir; siyaseti de askerî, manevi nispeti de askeri, kıyafeti de askeri, eğitimi de askeri, makamı da rütbesi de her şeyi askeri. Askeriye olduğu için işte askerde bir idare var. Herhangi bir sınıfın askeri öbür sınıfa gidebilir ama onun eğitimini bilmez ve o sınıfın subayı da o gelen askere eğitim yaptıramaz.

Evet, teveccüh başlarken Estağfurullah diye nida olacak. Herkes gözlerini yumacak, göz açmak yasak. Parmaklarınızla veya tespihle hesabını yaparak 25 defa istiğfarı okursunuz. İstiğfarı derslerde okuduğunuz gibi veya hatmede okudunuz gibi istiğfarı böyle: “Estağfurullaaah Estağfurullaaah Estağfurullaaah” diye okursunuz. Beş on dakika sonra üç defa istiğfar sesi duyacaksınız. Onu sakın okumayın, o bize ait. Ondan sonra namazı var kılıyoruz, duaları gizli aşikâr okunuyor, ondan sonra teveccühe başlanıyor. Usulünce oturtturacaklar, teveccüh yapılırken bu saflar arasında geziyoruz.

Bir de şunu ifade edeyim: Bak! Ayağım arızalı. İstirham ediyorum, sakın elime ayağıma sarılmayın. Neredeki? Ankara’daki teveccühte sarılıyorlar. Bu kadar iki bin kişiyle yahu önümü kapatman olur mu? Hatta boğazıma sarılıyor, ayağıma sarılıyor, eteğime sarılıyor. Bunların hepsiyle nasıl yapayım, mümkün mü? Zaten ayağıma sarılırsa iterim. Ankara’daki teveccühte, neredeydi Maraş’ta mıydı? Boğazıma sarıldı, bu teveccühte hiç olur mu? Beni kurtarın, diye bağırıyor.

Evet, bir de teveccüh bitinceye kadar gözlerinizi açmayın. Teveccühten maksat yokluk. Teveccühün bir şartı var, o yerine gelmiyor. Ama burada önemli olan bizim burada alacağımız feyiz, muhabbet. Zaten teveccüh de bunu istiyor.

Evet, bu safları gezeceğiz, sırtınıza el vurulacak ve ne himmet olur gönlümüze, ne doğar ise kelamı kibar okunacak. Ne zaman ki bütün her tarafa gidildikten sonra teveccüh o zaman bitmiş oluyor. O zaman, bitince hocalardan bilen bir tanesi sesi yüksek olan, cihazın yanına gelsin, bir aşır okusun.

Aşır okuyunca ne oluyor? Teveccüh bitiyor. O zaman herkes teveccühün şeklini bozabilir.

Teveccühte ayaklarınız ağrırsa değiştirirsiniz. Her çeşitli oturma yapabilirsiniz. Yalnız safları bozmayın, ileri gidip başkasının üzerine gitmeyin, geriye gidip başkasının üzerine gitmeyin. Sağınızdakine yük olmayın, solunuzdakine yüklenmeyin. Ama olduğunuz yerde kimseye zarar vermeden ayaklarınızı değiştirebilirsiniz. Mesela yerinizde mürebbe oturabilirsiniz veya ayağın birinin üzerine oturup birisini yorulduktan sonra değiştirebilirsiniz. Bunlar olabilir. Yalnız ileri geri, sağa sola gitmeyin.

 Bir de teveccüh boyunca kalbi selim olun, bütün gelen düşünceleri atın. Yani:

“Gam gelmez dememişler; gam eğlenmez demişler.”

Gam gelir, düşüncenize, gelmemenin imkânı yoktur. Huzur sahibi değiliz ki huzur sahibi olana gelmez ama huzur sahibi olmayana gelir. Ama gelsin, o gelen şuğulu atmak da bir maharettir, bir marifettir.

Çünkü niçin? Şuğulu atan kalp cihat yapıyor. Cihat yapan kalp cârî bir nehirdir, kirlenmez. Ama cihadını yapmayan kalp de bir göl suyu, kirlenir. Yani cârî akan bir nehre insanlar ne kadar zibil atsalar, pis şeyler atsalar kirletemezler, alıp onu götürüyor. Ama göl suyuna, atılan pis şey orada kalır, kirlenir.

İşte bu cihat da böyledir. Cihat yapan kalp kirlenmez. Kalbinizden cihadınızı yapın. Yani gönlünüze gelenleri atın, Allah’ı unutmayın. Kalbinizde Allah, rabıta karşınızda, kamçı elinde, tependen aşağı vuruyor, niye unuttun, diye.

Evet, rabıta zaten gönül bekçisidir. Gönlünüze gelenleri çıkarın atın. Bu da nedir? Bu da şudur ki:

Bir insan rabıtasını unutmuyorsa Allah’ı unutmuyor, rabıtasını unutmuyorsa Allah’ı unutmuyor.

Onun için rabıtası olan Allah’tan gafil değil. Allah’tan gafil olan tarikatı olmayandır. Kelamda:

Eğer himmet erişmezse sana bir şeyh-i kâmilden

Adüvler yıktılar seddi ne yatarsın gafil insân

Bak, gafil insan diyor. Öyleyse ne demek şeyh-i kâmil? Kâmilin mükemmil.

Kâmil değilse gafil, gafil de uykudadır. Ayık olan, kâmil insandır. 

Uyan gaflet meyinden kalk, bu derdin çâresine bak

Kemendi boğazına tak, ara bul kâmil insânı

Onun için kelam bunu ifade ediyor. İnsanlardaki gaflet; rabıtayı unutmak, Allah’ı unutmaktır.

Çünkü niçin? Allah’a inandıysak Allah’a sıfat isnat edemiyoruz. Allah’a mekân da isnat edemiyoruz. Hatta namazdayken bak, neler geliyor aklımıza, daha neler geliyor. Ama bunlar huzur sahipleri değiller. Şuğul demek de gönlümüze gelir, namazda da gelir, burada da gelir. Gelsin onu tutmayın gönlünüzde, geleni atın geleni atın, geleni atın, cihadınızı yapın.

Evet, işte burada teveccühün başlangıcından sonuna kadar gözlerinizi açmayın. Teveccühün şeklini bozmayın ve teveccühte gönlünüzden cihadınızı yapın. Gönüllerinizi, gözünüzü muhafaza edin. Kalbinizi muhafaza edin ki Allah’ı unutmayın. Gelen düşünceleri kalbinizden atın Allah’ı unutmayın. Gözünüzü açıp sağınıza solunuza hiçbir yere bakmayın, bir bu var.

Bir de içinizde olan kibir, gurur, kin, haset, gadap bunları da atmaya bakalım, bunlar terakkiye manidir. Bu ne demek?

Hani birisinden zarar görmüşsün onu affetmiyorsun, onu bağışlamıyorsun. Evet, bir kimse birisinden zarar görmüştür, birisine de gadap etmiştir, incitmiştir veya birisine küsmüştür. Bunları hep atacaksınız. Hasediniz de olmasın, gadabınız da olmasın. Bunları da atın.

Gurur, senin amelini farklı görürsen gelir, bunda da gurur gelmesin. Gurur, asaletinden veyahut da maharetinizden, marifetinizden, amelinizden dolayı gelir, bunlar olmasın. Bunlar neye benzer?

Güneşin önüne gelen bir bulut gibidir.  Şimdi kalbinizi burada ay farz edin, demek ki önüne bulutlar geliyor. Bulutlar gelince güneş ışığı gelmez, keser önünü, bulutlarla kaplı olunca. İşte Allah’tan gayrı olan düşünceler kalbinize birer bulut olur, Allah’ın nuru o kalbe gelmez. Allah’ın nuru o kalpte tecellî etmez. 

Bir de şunu ifade edeyim: Burada tevazu ehli, gönül alçaklığı yapın. O kadar alçalın ki buradaki cemaatin hepsinden alçak nefsimdir, deyin. Çünkü niçin? Burada Allah’ın rahmeti de, nuru da yağmur gibi yağacak inecek. Yağmur yağdığı zaman yükseklerde kalmaz, çukurlara toplanır. Çukurlara toplanan yağmur göl de olur, sel de olur.

Evet, işte Cenabı Hak da: “Her kim ki Allah için alçalırsa biz onu yükseltiriz.”[16] buyuruyor. “ Her kim ki tekebbür sahibi olursa onu hakir yaparız.” Burada geçer ki:

Firâk-ı yâr ile âh u enîn ol    

Ayaklar altına zîr ü zemîn ol 

Sözünde sâdıku'lva'du'l-emîn ol

Hakikat güllerin görmek dilersen

Marifet meyvesin dermek dilersen

Şimdi bak, buraya gelmiş giriyorsun, bileni var bilmeyeni var. Hangi memleketten gelmişsiniz? Mesela ihvan Tarsus’tan gelmiş veyahut da Erzurum’dan gelmiş, Bayburt’tan gelmiş, İstanbul’dan gelmiş, Ankara’dan gelmiş daha Samsun’dan her taraftan var. Yani yedi bölgeden gelmeyen yer yok, gelmiş. Burada herkes kendi bölgesindeki adamları tanıyor. Veyahut da çoğunluğu tanıyorlar. Bugün de yeni ihvan olmuşsa eğer bildik ihvanlar içerisinde tanır. Neyi tanır? Ne zaman ihvan olduklarını bilir.

Bak, bu da Nakşibendî Efendimiz’in bir amelidir. Arif Dikgerani Hazretleri Nakşibendî Efendimiz’in ihvan kardeşi üç gün evvel ders almış. Hâlbuki Nakşibendî Efendimiz’in ameli çoktur, makamı çok yüce, müritleri çoktur. Fakat Arif Dikgerani Hazretleri kıdemlidir.

Çünkü askeriyede de kıdem var, üç evvel gelen kıdemli oluyor. Nakşibendî Efendimiz, o üç gün evvel ders almış diye yolda yürürken ayakları geride kalmış, akarsuda abdest alırken ona isabet etmemiş.

Bir de dışarıdan birisi gelmiş, meclisinde sohbetinde sormuş. Demiş ki:

—Sizin meclisinizin büyüğü kimdir? 

Mübarek hemen bir günlük müridi, yeni ders alan müridi göstermiş. Demiş ki:

—Bizim büyüğümüz budur demiş. Bu yeni tarikata girdi, akşam boy abdesti aldı, tövbe namazı kıldı, günahlarından kurtuldu; daha bunda hiç günah yok, bizim büyüğümüz budur.

Bu zâhir şeriatta da var. Demek ki tarikatı hak olarak kabul ettiğimiz velîlerin hepsine saygımız, hürmetimiz vardır. Yalnız burada bu bizim kelamımız değil. Kelamı kibarda galat olamaz. Ancak burada Nakşibendî Efendimiz’in de bir emri vardır. Bakın dikkat edin buyuruyor ki:

—Eğer düvel-i arz üzerinde bir tane Havace Abdulhalik’in manevi evlatlarından bulunsaydı Mansur’u ipe vermezdi, o hâlden geçirirdi.

Dikkat edin. Nakşibendî Efendimiz dünyaya geldikten sonra arz üzerinde böyle bir şey olmamış.

Müslüman ülkelerde, bölgelerde, tasavvuf ehli varsa tamamen artık o makamdan geçerken daha böyle bir şey görülmemiş. Öyleyse demek ki bakın Nakşibendî Efendimiz’in yetkisine. Ama “evladından” değil “evlatlarından” diyor. Evlatlarından deyince Nakşibendî Efendimiz’in tarikatında yetişen, çalışan, yetişen velîlerin hepsi buna dâhildir.

Evet, başka bir emri daha var, kitapta yazılıdır. Buyuruyor ki:

—Fenafirresul âlemine geçip nur-u nübüvvete dâhil olunca, bârıgah-i Resulullah’tan içeri girdim. Bana şu ihsanda bulundu. Varis-i enbiya olan bütün velîlerden fazla olarak bana bir ikramda bulundu. Buyurdu ki: : “Tarikatta senin mervebin dört cihetine (bir ciheti değil dört ciheti; doğuya doğru, batıya doğru, kuzeye doğru, güneye doğru) yüz fersahlık yere gömülen ehl-i imanın mevtaların kabir azabını kaldırdım.” ve ondan sonra Alâeddin Attar’a geldi (halifesi, damadı) ona da kırk fersahlık yerin şefaatini verdi.

Buyuruyor ki: “Bizim muhiblerin en kemteri …”

Tarîkımız Tarîk-ı Nakşibendî

Kamu ehl-i tarîkin serbülendi

Kolumuz Hâlidî'dir dilpesendi          

Girenler hâb-ı gafletten uyandı

Bir böyle buyuruyor, bir de buyuruyor ki:

Tarik-i Nakşibendî hak yoludur

Ana dâhil olan cümle velîdir

Yeter ki ama oraya girdikten sonra….

Nasıl giriyoruz oraya? Hani şeyh efendimizin huzurunda istiğfar ettikten sonra o ahd-i misak tazeleniyor.

Ta ki ilm-i ezelide “Belâ.” demiştik ya buraya geldik bu “Belâ.” bozuldu. Dünya bir taraftan, nefis bir taraftan, şeytan bir taraftan, yaramaz insanlar bir taraftan hepsi bunlar ne yaptılar bizi? Bizi bozdular, kaydırdılar, “Belâ.” bozuldu. Bunu da Allah bildiği için tövbe ayeti bize göndermiş. “Tubû ilallahi tevbeten nasuha.”[17], Kulum tövbe et, tövbeni kabul edeceğim, buyuruyor. Hem Cenabı Hakk’ın merhametinin sonu mu var, nihayet mi var? “Tövbe et, tövbeni kabul edeceğim.”

Evet, onun için Mevlânâ “Ne olursan ol gel. Hıristiyansan gel, Mecusi (ateşe tapan) isen gel, putperest  (putlara tapan) isen gel, yüz defa tövbe ettin tövbeni bozduysan da gel.” sonra “Ne olursan ol gel.” demiş.

Böyle teslim ol Allah’a, Hakk’a teslim ol. İşte Cenabı Hak da tevbe ayeti göndermiş.

Tövbesi kabul olan şey

Ne gerek günah ona

Yeter ki tövbe edebilelim, yani kusurumuzu bilelim, günahımızı elimize alalım. O günahımıza bakaraktan, ağlayalım. Günahımızı elimize alalım, onu bir alet edelim. ‘Aman Yâ rabbî’ diyelim, günahlarımızdan Allah’a sığınalım.

Resulullah Efendimiz’e bir defa Vahşî için Tevbe ayeti geldi. Tevbe ettiler, pişman oldular, kabul oldu. Halbuki Peygamber Efendimiz daha evvel ilan etti. “Sübhan evine, Süfyan evine sığınanlar kurtulurlar.”.

Sübhan; Kâbe, koruyan, Süfyan da Ebu Süfyan, o da Müslüman oldu. Müslüman olunca gitti, ilan etti “Süfyan evine, Sübhan evine sığınanlar ölmeyecekler, kurtulacaklar.”. Tabii gitti ilan yaptı, Vahşi duyduğu halde dağlara çıkmış kaçıyor.

—Beni Hazreti Resulullah affetmez. Çünkü ben ona çok büyük bir acı verdim. Çok sevmiş olduğu amcasını öldürdüm. Çok rezil bir durumdayım. Onun için O, beni affetmez. Eline geçersem öldürür, demiş, dağlara kaçıyor.

Allah, “La taknetu min rahmetillah.” ayet-i kerimesini gönderiyor. Peygamberi Vahşi’ye gönderiyor.

Evet, onun için günahımızı, kusurumuzu bilelim.

Tövbesi kabul olan şey

Ne gerek günah ona

Sonra sadece günah işleyen mi günahını bilecek? Günah denilince günahın çok çeşitleri var, bilmediklerimiz de var.

Bir günah var ki yasak olan şeyler; yemede, içmede, çalışmada, kazanmada veyahut da ticarette yasak olan şeyler. Bir de daha büyük günahlar var, günah-ı kebâirler var. Ama günahın küçüğü de var, zerresi de var.

Günah denilince bir gizli şirk var, bir de şirk-i celî var. Yani aşikâr şirk ki büyük günah, herkesin bileceği, herkesin kaçacağıdır.

Bir de gizli günahlar var, gizli şirk var. Bu da herkesin kaçacağı bir şey değildir. Bunlar ancak müptedi için gizli şirkten kurtulamıyoruz.

Gizli şirkten kurtulmak için sen de müntehi âlemine geç ki bundan kurtulasın. Müntehi âlemine geçmeyen için işte “Ve bil kaderi hayrihi ve şerrihi.” fermanının sözünde kalıyor, özüne geçemiyor.

Bu, insanlara nüfuz eder, insanları sefil eder, şuğulda bırakır. İnsanın diğer insanlara kötü niyetli olması, insanlara zarar vermesi, insanların hakkına tecavüz etmesi bunlar değil.

Ama bir de var ki insan, insanlardan eziyet görüyor. Veyahut da hastalık geliyor veyahut da kaza geliyor, ona iptila-yı Hak’tan zarar geliyor, kabızlık geliyor. Efendim hiç bilinmeyen yerlerden büyük zararlar geliyor, kazalar, çok çeşitli şeylerle insan karşılaşıyor.

Nereden geliyor bunlar? Allah’tan geliyor. Bunlarda bizim nimetimiz var. Evet, Allah’tan hastalık geldi, biz buna inanıyoruz. Allah’tan geldi ama şikâyetçi olmayacağız.

Allah verince bunu kendimizden bilmeyeceğiz, kendimizden biliyoruz. Bizi aldatan bu oluyor. Hastalık geldiyse Allah’tan niye şikâyetçi oluyoruz? O hastalığı bağrımıza basalım.

Ondan sonra burada mühim olan en çok anlayamadığımız, idrak edemediğimiz, fazla yapamadığımız şey şudur: İnsanlardan bize bir hürmet var, bir de itâle var değil mi? İnsanlardan hürmet görüyor veya itâle görüyor. İnsanlardan hürmet, iyilik görüyor veya kötülük görüyor.

İşte bizi en çok bozan, aldatan bu oluyor. O kötülük yapanı da kötülük yapandan bilmeyeceğiz, iyilik yapanı da iyilik yapandan bilmeyeceğiz. Onları Allah’tan bileceğiz.

Kötülük yapanı Allah’tan biliyorsak niye zarar edelim? Etmeyiz.

Niye ona daha buğuz ediyoruz? Etmeyiz.

İyiliği biz Allah’tan biliyorsak niye ona iyilik yaptı diye eğiliyoruz?

Ancak eğilmemiz de Allah için olacak, “Hubbu lillah vel buğzu fillah.”[18] buyrulmuş.

Allah için Allah’ı sevenleri sevin, Allah’ı sevmeyenleri sevmeyin. Bir de Allah’ın sevdiklerini sevin, Allah’ın sevmediklerini sevmeyin.

Ama burada biz idrak edemeyiz. Allah kimi sever, kimi sevmez; kim Allah’ı sever, kim Allah’ı sevmez?

Emare olarak amel vardır ama bununla da belli olmaz, bu zamanımızda bununla da belli olmaz. Gizli amelli de gelir.

İnsan var ki çok inançlı, çok imanlı fakat amel işleyemiyor. Amelini gizlemek mecburiyeti var. Niçin? Bir makam mevki sahibi; orada namaz kılsa, ibadet yapsa orada hizmet yaptırmayacaklar. 

Daha bak, bu yakında, Bursa’daki bizim bildiğimiz dört tane subay vardı. Üsteğmen, yüzbaşı isimlerini biliyoruz. Bunların hanımları örtü giymiş diye hepsini bir tarafa sürmüşler. Başka bir sebep yok, hanımları örtü giymiş, ya sürmüşler, ya göndermişler.  Şimdi bakın bir hanımın başının örtünmesinde ne kadar çetinlik var.  Demek ki bunlar namazlarını gizliyorlar, ibadetlerini, amellerini gizliyorlar. Gizlemeseler orada duramayacaklar.

Şimdi ameli olmayan bir kimseyi günahkâr göremeyiz. Niçin? Çünkü küfür hâkim ya savunuyor.

İnsanlar için muharebe, cihat var. Cihat Allah’ın emridir. Muharebe kaç şekilde oluyor? Üç şekli vardır (askerde öyle söylediler) taarruz, savunma, geri çekilme.

Taarruz eğer karşınızdaki düşmanı çetin görüyorsanız kaçacak mıyız?

Baktın ki o senden büyük hemen savunmaya geçeceğiz, direneceğiz. Seni yok etmek için senin üzerine o gelecek.

Öyleyse şimdi burada demek ki cihat farz ise de işte küfür fazla, küfür hâkim olduğu için küfre karşı cihatlarını yapmak için savunmaya geçmek var. Bu ne demek? Eğer savunmaya geçmezse boşa gidecek.

Yerinde ileri gidecek ki mevki sahibi olsun. Cihadını daha büyük yapabilsin, daha fazla yapabilsin. Ama amelinden dolayı ileri geçirmiyorlar.

Bak! Askeriyenin nöbetçilerini ileri geçirmiyorlar. Ama ileri geçmeyince o iş hallolmayacak. O küfür öyle ki ileri gitmek lazım. Ancak yeni gelen nesil ileri gidecek. Ama nasıl gidecek?

Bunu Peygamber Efendimiz de ziyadesiyle yapmıştır. Hatta Hazreti Ömer buna dayanamadı.

—Ya Resulullah sen nübüvvet sahibi değil misin?

—Nübüvvet sahibiyim ya Ömer.

—Niçin her dediklerini kabul ediyorsun?

—Sabret ya Ömer bu bizim lehimize olacak. Yalnız onlar bizim aleyhimize geliyorlar ama bizim lehimize olacak.

Evet, efendiler! İşte onun için bu zamanımızda küfrün hâkim olduğu yerde savunmak mecburiyeti var. Ama Allah’a şükür zaman zaman devletten gidiyor.

İnşallah küfrün başı gövdesi ile beraber kesilmiştir. Bir ejderhanın nasıl ki başı kesilirse yirmi dört saat gövdesi çabalarmış. Ejderha gürbüz, ne kadar vücudu kuvvetliyse, bundan güç alırmış.

Onun için bunu da nereden söylüyoruz, ferasetim mi var? Diğer insanlarda bir anlayış vardır. Nereden bunu anlıyorsunuz?

Şuradan anlıyorum: Elli sene evvel biz de anne baba sahibiydik, o zaman çocuktuk. Annemiz, babamız bizim çocuklarımız gâvur olacak, diye korkuyordu. Ama şimdiki gençlikte, bu üniversitede okuyan çocuklar da namaza başlıyorlar, hanımlar örtünüyorlar. Şimdi de anneleri babaları bunlar Müslüman olacak, diye korkuyorlar.

Nasıl bir şey bu? Üç dört tane hanım kız var burada, bayramda eve gitmemişler. Anneleri demiş ki örtünüp gelmeyin, kabul etmeyiz. Onlar da açılmayıp eve gitmemişler, buradalar.

Evet, işte işaret budur. Bir de bidayetine geçemezler inşallah.

Ama burada bir dönüş var. Birbirlerini getiriyorlar. Orta Doğu Teknik Üniversitesi küfrün merkeziydi. Bundan on sene evvel orada Allah’tan, Peygamberlerden konuşulmazken şimdi orada Allah’a şükür, Allah’ı Peygamberi sevenler hâkim olmuşlar.

Evet, Allah’a şükür efendiler! Cenabı Hak bizi Müslüman halk etmiş. Sâlih Baba’nın emri:

Sâlih ne yatarsın uyan dediler

Sıdk ile Allah'a dayan dediler

Hak gizli değildir ayân dediler          

Çok ihsân var bu ihsândan içeru

Ama o çok ihsanı elde edelim ki görünmeyen Allah’a erelim.

Allah gizli değildir, hâşâ, görülmez. Niçin? Eğer Allah gizli denirse, O görünmeyecekse, ayete muhalif olur. Ayet-i kerimede Cenabı Hak buyurmuyor mu? “Hüvel evvelû velâhiru vezzâhiru velbâtın.”[19].

Peki, ama burada ne anlamı var? Allah’ın evvel olduğuna inandık, sonu da yok ezelî, ebedî, buna da inandık. Var görünmüyor, bâtın var, görünmüyor buna da inandık.

Cenabı Hak zâhir, görünen de benim diyor. Buna niye inanmayalım? Zâhirine nasıl inanacağız? İnanalım da nasıl inanacağız?

İnanmanın da şartları var canım, usulü var. Nasıl inanacağız?

Allah’a doğru olarak nasıl inanacağız, nasıl göreceğiz yine bu da ruhadır.  Allah’ın var olduğuna biz inandık. Cenabı Hak : “Biz insanlarda dört tane göz halk ettik, ikisi başının gözü ikisi de kalbinin gözü.”[20] buyurmuş.

İşte ancak baş gözü olanların görmüş olduğu bir perde, Cenabı Hak kendi varlığını göstermiyor. Ama kalp gözü açık olanlara perde yok, kalkmış.

"Lâ"yı iskât eyleyenler dâim illâ "Hû" çeker

“Lâ” her şeyi insan gözünden, gönlünden çıkarırsa işte o zaman her şey tevhit oluyor.

İşte “Lâ ilâhe illallah” her şey yok oldu, Allah’tan başka daha bir şey yoktur.

Kimler için ama? “Lâ”yı iskât eyleyenler…” Kimler için ama?

Gönül fehm edeli "lâ"dan "illâ"yı     

Mecnûn-veş biz de bulduk Leylâ'yı    

Nûr-ı cemâlinde seyr et Mevlâ'yı

Cenabı Hak görünecekse ancak buna bir Evliyâullah mirattir.

Cenabı Hak vacibü’l-vücut değil mi? Cenabı Hak vacibü’l-vücut, O da vücut sahibi.

Sıfat-ı zâtiyesinde evvel bak, vücut sahibi olduğu söyleniyor. Ama o nasıl bir vücut? O akla gelmez, Allah’ın vücudu düşünülemez, akıllar onu almaz.

Ama yalnız kul, Allah’ın sıfatı ile sıfatlaşıyor mu? Sıfatlaşıyor.

Sıfatı ile sıfatı başka, sıfat-ı sübûtiyesi başka, sıfat-ı zâtiyesi başkadır.

Sıfat-ı zâtiyesi; en evvel vücut sahibi olduğunu Cenabı Hak bize bildiriyor.

Ama Allah’ın sıfat-ı sübûtiyesinde sekiz sıfatı var. Mesela ilmi olması, görmesi, işitmesi, konuşması, kudret sahibi olması, irade, hayatta diri olması değil mi? Bunlar sıfat-ı sübûtiyesidir. Ama sıfat-ı zâtiyesi de burada vücut sahibi olmasıdır. Onun için Cenabı Hak vacibü’l-vücut.

Ama ne zaman ki vücut denilince canlı veya cansız vücut gösterenler; ta ki bir karıncadan file kadar, ta ki bir toprak, kumun en küçük parçasından büyük dağlara kadar; taşlar, ağaçlar, insanlar, kuşların mahlûkatın hepsi ne taşıyorlar? Bunların hepsi bir vücut taşıyorlar.

Şimdi bu cisimlerin hepsini mir’at, ayna eder mi insan? Eder.

Neyle eder? Bunların hepsinin insanın kalbinde bir hakikati var, bir de mecazı var.

Mecaz, hakikat deniliyor; bu mecaz nedir? Hakikat nedir? Mecaz insanları aldatan bir şey; hakikat insanları aldatmayan bir şeydir. Mecaz gelip geçen bir şey, yok olan bir şey; hakikat de yok olmayan bir şeydir.

Öyleyse gelip geçecek, yok olacak, bizi aldatan neymiş? Kalbimizde masiva, geçer bunlar yok olur. Bunları atarsak, bunlar giderse daha gaflette değiliz. Bunlar giderse bu sefer kim görünür, kim çıkar meydana, kim kalır?

“Kün” emri ile bunlar geldi, mükevvenât “Kün” emriyle var oldu. “Feyekün” emri tecellî edince ne olacak? Hepsi yok oldu, Allah yine kaldı. “Küllü şey’in halikun illa vecheh” ayet-i kerimesi tecellî edecektir.

Ama bu âfâkta da tecellî ediyor, enfüste de tecellî ediyor. Yani nefislerde de eder, âfâkta da eder. Âfâkta demek; mükevvenâtta, kâinatta.

Kâinatta mesela canlılar var, cansızlar var. Bu canlılar neler? Denizde canlılar var, karada canlılar var,  havada canlılar var, değil mi? Âfâktaki, enfüsteki bunların hepsi yok olacaklar. Allah’ın zâtından başka hiç bir şey kalmayacak. Ne zaman? “Feyekün” emri tecellî edince. “Kün” ol, demiş, olmuş; “Feyekün” de yok ol, demiş, ama o zamanı gelince yok olacak. İşte burada evet:

Hak gizli değildir ayân dediler          

Ama kimlere gizli, kimlere ayan? Yine ayeti ispat “Hüvel evvelû velâhiru vezzâhiru velbâtın, evvel benim, ahir benim, zâhir benim, bâtın benim”.

Evveline inandık, ahirine de inandık, bâtınına da inandık; zâhirine niye inanmayalım?

Ona da inanalım ama şöyle inanalım: İnanalım ki bizim kalp gözümüz var, açarsak onu görürüz.

Onu açarsak o açıldıktan sonra bu eşya bütün mir’at olur, ayna olur.

Ayna kendisini göstermez, ayna ancak bir hakikati gösterir.

Kendi cismini gösterir mi bir ayna? Hakikat ne? Aynanın karşısına düşen bizim gördüğümüz. Ayna kendisini göstermez.

Öyleyse bu hakikat kimmiş bir defa? Ancak onun varlığıdır, o fani değildir; ezelîdir, ebedîdir buna inandık. Ancak kendi varlığı evvelini kendisi bilir, ahirini kendisi bilir; kimseye bildirmemiş.

İşte Cenabı Hakk’ı ne zaman ki bir insan kalp gözünü açarsa, manevi gözünü açarsa görür.

Bak, madde - mana deniliyor, zâhir bâtın deniliyor. Madde: zâhir cisim gösterenler. Madde: cisim. Neler? Karalar, ağaçlar, insanlar işte bütün cisim gösterenler.

Ama ne zaman ki senin mana, manevi gözün var, kalp gözün var işte eğer onu açarsan o zaman zâhir de O, başka yok O’nu görürsün.

O’nu görünce o zaman bütün eşyanın hakikatini sen de görürsün. Bu tarikatsız olmuyor.

Bir de tarikata girenler de hep bu nimete ulaşamazlar. Eğer tarikata girenlerin hepsi ulaşsa velî olması lazım değil mi? Olamaz. Ancak hakikate geçmedikten sonra, bu nimetlere ulaşmadıktan sonra velî olamaz.

Cenabı Hak işte velî için buyuruyor ki: “O velî kulumun gören gözü benim gözüm, o velî kulumun işiten kulağı benim kulağım, o velî kulumun konuşan dili benim dilim, o velî kulumun uzanan eli benim elim, o velî kulumun düşünen aklı da benim aklım.”[21]

İşte o zaman ne oluyor? Allah’ın sıfat-ı sübûtiyesi, Allah’ın sekiz sıfatı kulda tecellî ediyor. O kul da Allah’ın sıfat nuruna ulaşıyor.

O zaman velî, Evliyâullah hâşâ cismen Allah değil, cesedi Allah değil. Ama ruhu da Allah’tan gayrı değil.

Tabii bunu böyle velîlere ihsan eder.

O zaman demek ki Evliyâullah’ın cismi bir ayna oluyor. İşte o aynada görünecek Allah’ın varlığıdır. Evet.

Gönül fehm edeli "lâ"dan "illâ"yı

Mecnûnveş biz de bulduk Leylâ'yı     

Nûr-ı cemâlinde seyr et Mevlâ'yı

Bir rûh-ı musaffâ mir'âtımız var        

Efendiler! Koskoca Mevlânâ niye bir Şems’in zerresiyim, demiş? Ama hoş Şems’in cesedine dememiş. Şems’in cesedine aldanabilir mi Mevlânâ?

Şems’i Mevlânâ yüz sene okutsaymış kendisi gibi bir âlim olamazmış. Niye? Mevlânâ, arz üzerine yüz senede tek bir âlim olarak gelmiş, daha binlerce yıl emsali yoktur. Mevlânâ kendisi Şemsi yüz sene okutsaymış, kendisi gibi bir âlim edemezmiş.

Ama ona niye öyle demiş? Şems’in cesedine dememiş. Şems’in ruhunu görmüş, cesedindeki olan bâtını görmüş. Cesedine dememiş, cesedinde olan ruhu var.

Bizim ruhumuz var, ama bizim ruhumuz esarette. Bizim ruhumuz nefsin esaretinde, çok küçük veyahut da güçsüz. Niye?

Habs etme tende cânı sen

Düşmâna verme anı sen

Tenin yolu ileride kapalı. Ama Evliyâullah’ın yolu açık. Tenini cam etmiştir, vücudu cam olmuştur.

O zaman cesedini cam etmişse, cesedinde ne var? Ruh var.

Ruh ise Allah’tan kopmuş, Allah’tan ayrılmış gelmiş.

Ama bu perde bizi örtüyor. Misal, bir insanın azaları var, çok organları var. Bir azası vücuttan kopsa, bir parmağı kopsa, o parmağa adam denilir mi? Parçadır, denilmez, vücut denilmez.

Ama kopmuş olan parmak gider de koptuğu yerde birleşirse bir defa, o vücut sahibi olur.

Onun için ruh Allah’tan gelmişse, Allah’a gidecektir. “Mûtû kable entemûtû.”[22],Ölmeden evvel ölün, niye buyruluyor ki?

Ama ölmeden evvel insan kendi varlığından kurtuluyorsa, Allah’ın varlığına ulaşıyor.

Evet, amenna kul Allah’ın varlığında yok olur, Allah’ın varlığı kulda var olur ki işte Allah’ın sıfatları tecellî eder. Sıfat nuru odur. İşte velîlerde bu nimetler vardır. Onlarda ârif nuru var.

Allah’ın üç nuru var ki: esma nuru, sıfat nuru, zât nuru. Ama her sıfat nuru olan velîdir. Her velî de zât nuruna geçemez. Çünkü niçin? Bak! Şeriat, tarikat, hakikat, marifet var. Hakikate geçenlerin hepsi velîdirler. Allah’ın sıfat nuruna ulaşmıştırlar. Ama marifete geçenler ki (ama hepsi geçemez) ondan daha yüksek olurlar. Marifete geçenler Allah’ın zât nuruna ulaşıyorlar.

Evet, Allah’ın üç nuru var: esma nuru, sıfat nuru, zât nuru. Esma nuru isimlerden tecellî eder. Hepimizin, Allah’ın ismi var. Esma nuru Allah’ın Cenabı Hakk’ın bin bir ismi var. Bin bir ismi ile Allah zikredilir. Kul hangi ismiyle zikrederse o ismi kulun kalbinde tecellî edecektir.

Ama yalnız Allah’ın bin bir ismi var, bir de doksan dokuz esma-yı hüsna var, bir de Allah’ın zâtına mahsus olan tek bir isim var, o da Lafza-i Celal.

Bin ismi sıfatlarının ismi, Lafza-i Celal ise zâtının ismi. Bu lafza insanların kalbinde yazılıdır. Cenabı Hak  “Nahnü akrabü, kulum ben sana şah damarından daha yakınım.”[23] buyuruyor.

Şah damarı insanların kalbinde merkezi bir damardır. O durunca bütün damarlar durur, insan da yok olur, gider. Ama bütün damarlar oraya bağlı, o kalpte birleşiyor. “Kulum ben sana şah damarından daha yakınım” ayeti kerimesi öyleyse kimler için bu?

Sevenler içindir. Olsa da biz velî değiliz. Bizde de var, ama bizde çorlanmış.

Neye benzer bu biliyor musunuz? Hani bu kasetler, filmler var ya veyahut da ışığa tutuyorlar, makineye koyuyorlar, koymadan görünmüyor. Ama o makineye koyulunca onda büyük şeyler çıkıyor, orada vücutlar görülüyor, sesler çıkıyor. Hâlbuki nerede o alet, onlar nereden çıkıyor? İşte o filmi makineye koyuyorlar, makine onu gösteriyor.

“Allah” göğsümüzde, kalbimizde yazılmış görünmüyor. O canlanır.

Ne zaman ki canlanırsa… Neyle canlanır? Neyle aşikâr olur?

Esma nur çeke çeke çeke canlanır, varlığından kurtulur.

Hazreti Musa’nın dağdan doğan kendi varlığıydı. Kelamı kibarda da öyledir:

Varlık dağın delmeyen

Ağlar iken gülmeyen

Şeyhini Hak bilmeyen

Düşer hüsrâna sâkî

Bir de buyuruyor ki:

Bağırtlak gibi illerde gezip âvâre mi kaldın  

Olup Ferhad bu benlik dağını deldin mi sen Sâlih

Evet demek ki benlik bizim için bir dağdır. Öyle bir dağ ki yolumuzu kesmiş, aşamıyoruz, delemiyoruz.

İşte o dağı delecek kim? Mürşittir.

Kendisi o varlığı, o dağı delmiş. Mürşit olmazsa o dağ delinmez. Delinmediğinde orada duracaksın, nimetin öbür tarafta, gidemezsin.

Allah, Cenabı Hak bu tarikatımızın nimetlerini hepimize tattırsın, nimetine malik etsin.

Nasıl ki Sâlih Baba: “Çok ihsan var bu ihsandan içeri” demiş. Evet, evvela ihsanın başlangıcı küçük değil büyük ihsandır. Neden büyük ihsan? O büyük ihsan da bunun içinden doğuyor.

Evet, her ne kadar bakın şimdi bir filiz, bir ayak yerden çıkar. Dikince ama o büyük ağaç oluyor. Büyük ağaç bu filizden oluyor, filiz olmasa nereden olacak? Meyvesini veriyor, meydana geliyor.

Ağacın bir küçüğü de var. Meyvesi yok, bitkisi yok, yeşilliği yok, gölgesi yok, o büyüyecek. Ama o filiz olmasaydı o ağaç nereden meydana gelecekti?

Evet, bizim de burada küçük değil büyük ihsan nedir? Müslüman olmamız.

Bu Müslüman olmamız büyük ihsan, ama bunun içinde büyük ihsanlar var.  Bunu elde etmek lazım.

Cenabı Hakk’ın bize ihsan çok; ihsanın biri de; Allah, Peygamber Efendimiz’e buyuruyor: “Habibim senin dininde eksiklik bırakmadım, tamamladım ve dinlerin içerisinde en üstün din, İslam dinini seçtim sana bahşettim.”[24] ihsana bak, bir budur. Evvela bizi küfürde bırakmamış, “Hidayet etmediğime şefaat edemezsin.”[25] buyurmuş,  bak, bize hidayet olmuştur. İkinci ihsan onun içinden doğuyor.

Evvela Cenabı Hak inanç vermiş, iman gevheri halketmiş. Ruha ne olmuş? “Bela!” demişiz, imanı yollamış, İnancı yollamış.

Onun içinden Cenabı Hak tekrar bir büyük ihsan daha etmiş. İmanın bir başı daha var. Hazreti Âdem’den bu zamana kadar inananlardan,  bütün asıllardan, nesillerden peygamberlerin ümmetlerinden seçmiş, sevgili habibine ümmet etmiş.

Peki, bir ihsan da var ki bu zamanımızda bizi fesat ümmetten etmemiş.

Fesat ümmet diye çok bahsi geçiyor. Fesat ümmet kimdir? İşte fesat ümmet şudur: Allah’a itaat etmeyen, Resulullah’a tâbî olmayan fesat ümmet oluyor. Zaten bu görünüyor ki günah bilmiyor, sevap bilmiyor, hayır şer bilmiyor, amel yok, isyan çok, İşte fesat ümmet bunlar.

Cenabı Hak bundan da seçmiş bizi, fesat ümmette bırakmamış, itaat ümmetten etmiş. İtaat ümmet denilince Âmentü’nün şartlarına inanıp tatbikatını yapandır.

Bir de adam İslâm’ın beş şartını yaşıyor, namaz kılıyor, oruç tutuyor, hacca gidiyor, zekât veriyor ama mürşidi tanımıyor ve mürşidi de inkâr ediyor. Onlar da münkirdir, tarikatı inkâr da münkirdir. Âlim de olsa, âbid de olsa dahi münkirdir. Çok âlimler helak olmuşlar, imansız gitmişler.

Bu denli ilme mâlik iken iblîs

Senin ilmini bilmedi o telbîs  

Evet, çok âbidler helak olmuşlar. Yüz, iki yüz sene ibadet yapan abidler helak olmuşlar. Mürşitleri olmadığı için onlar varlığa düşmüşler, benliğe düşmüşler, gurur kibir sahibi olmuşlar, onun için helak olmuşlar.

Allah’ın zâtında var olan düşüyor, Allah’ın zâtında yok olan çıkacak.

Onun için mürşidi olmayan bir kimsenin ameli onun yanında dağlar gibi görünür ve kendini çok üstün görür, yüce görür. Ben âlimim, ben biliyorum, ben çok amel işliyorum, ben terakki ettim, diye düşünür.

Hâlbuki amel insanı alçaltacak. Niçin? Amel Allah’ın emirleridir, tabii şüphe yok inandık, Allah’ın emirleridir. Fakat Allah’ın başta gelen bir emri var. “Her kim ki Allah için alçalırsa biz onu yükseltiriz.” buyuruyor. “Her kim ki tekebbür sahibi olursa onu da hakir, yoksul ederiz.” Amelimizden dolayı kalbimizde, kendimizi yüksek görmeyeceğiz.

Evet, onun için mürşitsiz olanlar hevesi olmasalar da dahi onların nimetleri eksiktir. Onlar da aşikâr olmayınca o nimeti tamamlayamıyorlar.

Bütün insanlar oraya nasıl çıkmışlar, ruh çıkmıştır? Arş-ı âlâda secde etmiştir. Ama yine secde ile çıkacak, çıktığı yere kadar çıkacak.

Ama neyle gelmiş, nasıl gelmiş, nasıl yapacağız?

Bir vasıta ile inmiş aşağı, vasıta ile çıkar. Vasıtasız inmemiş ki vasıtasız çıksın.

Vasıta neydi? Annemizin babamızın evliliği bize vasıta oldu, o ruhumuzu aşağıya indirdi. Ama annemizin babamızın evliliği bizim ruhumuzu var etmez. Ancak onların evliliğinde Cenabı Hak bir ceset halk ediyor. Onu da kirli sudan halk ediyor. Onun için:

Aslım ki katre meni

Ondan yarattı Hak beni

Ama tabii bu cesettir, ama bu ceset ne olacak? Madde ise ceset yok olacak, ruh yok olmaz. Hani cesedimiz yokken yine ruhumuz vardı. Ceset ile ruhumuz çıktı meydana. Cenabı Hak cesedimizi halk etti de cesede indirdi ruhu ve bizim varlığımız meydana çıktı, aşikâr oldu.

Ama bu ceset yok olunca ruh yok olmaz. Ruhun varlığı devam eder. Onun için burada cesede kıymet verilmiyor. Ruha kıymet verelim, cesette ruhu hapsetmeyelim.

Habs etme tende cânı sen

Düşmâna verme anı sen

Evet, işte Allah’a şükür çok ihsanın birincisi bizi müslüman halk etmiş, inananlardan halk etmiş. İkinci ihsanı ise inananlardan seçmiş; habibine ümmet etmiş. Üçüncü ihsanı ise fesat ümmetten etmemiş. Dördüncü ihsanı ise velîlerini, sevdiklerini bize sevdirmiş. Bütün ihsanlar onun içindedir.

Eğer sen tarikata inandın girdin yaşıyorsan, gidersin görürsün ama gösteremezsin. Çünkü hakikate geçtikten sonra oradaki nimetlerden bahis yoktur. O yükselmenin nihayeti yoktur, bahis olmaz.

Himmet-i evliyâ bize yâr iken

Şâh-ı Nakşibendî serhünkâr iken      

Seyyid Tâhâ Sıbgatullah var iken

"Kâbe kavseyn"e dek seyrânımız var

Cenabı Hak “Kâbe kavseyni ev edna.” buyuruyor. Niçin buyuruyor? Peygamberimizin zâtına buyuruyor.

Peygamber Efendimiz Mîrac’a gittikten sonra bu ayet nazil oldu. Ne demek oluyor? “Habibim sen bana iki kaşın yaklaştığı kadar yaklaştın”. Peki, bu “Kâbe kavseyn” Peygamber Efendimiz’e verilen bir makamdır, insanlar oraya ulaşamazlar. Ama kapalı da değildir, gidebildiğin kadar git. Neyle gideceksin?

Himmet-i evliyâ bize yâr iken

Bakın himmet-i evliya, evliyanın himmeti olmazsa gidilmez.

Himmet-i evliyâ bize yâr iken

Şâh-ı Nakşibendî serhünkâr iken      

Serhünkâr: hünkâr; padişah. Bu ülke padişahı değil manevi padişahlar. Evet.

Şâh-ı Nakşibendî serhünkâr iken      

Seyyid Tâhâ Sıbgatullah var iken

"Kâbe kavseyn"e dek seyrânımız var

Evet, işte Sâlih Baba divanında: “Çok ihsan var bu ihsandan içeru” diye söylenmiş bu ihsanın çoğunluğu tarikattadır.

İnsan çok gider, Allah’ın esma nurlarına ulaşır, sıfat nuruna ulaşır, eşyanın mahiyetine malik olur. Allah’ın çok büyük varlıklarını, nimetlerini, azametlerini, bunlara gider, hepsini geçer.

Görür ama gösteremez, bilir ama bildiremez.

Ne zaman ki “Allah” der yok olur. Allah’ın varlığında yok olur. O zaman ne olurmuş?

Gördüğüyle bildiğiyle kendini yoklar, kendini bulamaz. Kendi yok oldu, onun için:

Künh-i Zât'ı kimse bilmez bu yola etme heves          

Lâl olur dil bu arada bil ki katl olur nefes    

Sen mukayyed Zât-ı Mutlak'tan sakın eyleme bahs   

Fark u  Cem'i anlamaktır bu muammâdan garaz    

Allah’ın esmalarından, sıfatlarından, kuvvetlerinden, kudretlerinden, himmetlerinden Evliyâullah bildikleri kadar, anladıkları kadar Cenabı Hakk’ın bildirdiği kadar, bilmişlerdir.

Ama Allah’ın zâtından bahis yoktur. Cenabı Hak ne buyuruyor? “Habibim sen bana iki kaşın yaklaştığı kadar yaklaştın”. Peygamber Efendimiz de Mîraç yaptı, Mîraç’tan indi, “Yâ rabbî bu kadar yaklaşmama, yükselmeme rağmen seni hakkıyla bilemedim”[26] buyuruyor.

 


[1] Buhari Rikak 38

[2] Tevbe 9:119

[3] İhya-i Ulumiddin C.2, S.332

[4] Zariyat 51:56

[5] Al-i İmran 3:21

[6] Necm 53:9

[7] Ebu Davud, Büyû 5, (3331)

[8] Nisa 4:58

[9] İsra 17:70

[10] Müslim, Birr 59

[11] Zümer 39:53

[12] Bakara 2:152

[13] Fecr  89: 28-30

[14] Kasas 28:88

[15] Keşfü’l Hafâ

[16] Hikmet Goncaları Trc. (500 Hadis Şerif) 397

[17] Tahrim 66:8

[18] Buhari, İman,1

[19] Hadid 57:3

[20] Ahzab 33:4,  Beled 90:8, Araf  7:203

[21] Buhari Rikak  38

[22] Ömer Dağıstani Fetvalar S.149

[23] Kâf 50:16

[24] Maide 5:3

[25] Sebe 34:23

[26] İmadiye’l İslam, s.20; Elmalılı Hamdi Yazır, H.D.K.D. cilt 2, s.405