“Tasavvuf Bilmek Değil, Tasavvuf Bitmektir” 

24.12.1995 Almanya-Merkez

 

Şeyhim benim sultan imiş

Haktan bize ihsan imiş

Can derdine derman imiş

Demek ki şükür nimetimizi arttıracak.

Fikir bizi tarik-i müstakimden kaydırmayacak. Tarik-i müstakim; Allah’a giden sağlam, ebedîi yoldan kaydırmayacak. Yani fikir deyince her sözümüzü Kitap’a, sünnete uygun yap. Bilmiyorsan Kitap’ı, sünneti bir düşün. Mürşidinde görmüşsünse konuş, mürşidinde görmüşsen işle, görmemişsen işleme; mürşidinden öğren. Ona uymaya bak. Her hareketini, her sözünü ona benzetmeye çalış. Eğer öyle her aklına geleni yapmış olursan yanlış yaparsın. Fikir denilince, fikir bizi düşündürür.

Niye istişare sünnet olmuş? Hâlbuki bak, istihare var, istişare var. Bugün istihare yapıyorlar. Bizde istiharedense sağlam olan istişaredir. İstihare aldatır insanı, yanlış yorum yapabilir; ama istişare sağlamdır. Sünnet olan istişaredir.

Evet, bize ne lazım? Şükür, fikir, zikir.

Şükür nimeti arttırır.

Fikir bizi tarik-i müstakim, doğru ve sağlam yoldan kaydırmaz.

Zikir de bizi Allah’a yaklaştıracak zikirdir.

Bir insan ne kadar zikir yapabiliyorsa, Allah’a o kadar yaklaşabiliyor. Ne kadar Allah’ı unutuyorsa, o kadar da Allah’tan uzaklaşır.

Evet demek ki burada kabız hali, basıt hali diyoruz. Kabız halinde bizim buradaki sa’yımız, kabız halinden kurtulmamız demek. Mesela şimdi düştünüz çamura, çıkmak istiyorsun, çıkamıyorsun, batıyorsun. O bataklığın içinde tutunacak bir delik, tutunacak bir şey bulduktan sonra çıkarsın; tutmasan çıkamıyorsun.

Burada tutunmak nedir?

Bu batak nedir? Kabız halinde amellerin ağır gelmesi.

O ağırlık zamanında “Aman Yâ rabbî”, “Ya Hazreti Pîr” demek lazım.

Allah’a yalvarmak, Resulullah’a yalvarmak, mürşide yalvarmak fark etmez. Çünkü Cenabı Hak “Habibim seni seven beni sever, seni bilen beni bilir, seni bulan beni bulur, seni gören beni görür; seni sevmeyen beni sevemez, seni bilmeyen beni bilemez, seni görmeyen beni göremez, seni bulamayan beni bulamaz.” “Allah’ı seviyorsanız bana tâbî olun”[1], buyurmuş.

Öyleyse: “Kulum beni sev, sevdiklerimi sev, kullarıma sevdir.” diye, buyrulmuş. Bu da meşayihe işarettir.

O dal meşayihtir. O dala sarıldıysan kurtuldun. O eteğe sarıldıysan kurtuldun. Muallâkta kalırsan, kurtulamazsın. Bir mürşidi olmayan muallâktadır. Mürşidi olan ona yaslanmıştır. Mürşit aslında bir dağdır. İnsanoğlu bir dağa yaslanırsa, kurtulur.

Evet, rüyada dağı gören bir insan mürşidinin velâyetini görüyor. Dağı görmüşse mürşidinin velâyetini, manevi yüzünü, cesedini görüyor

Evet efendim!  İşte bizim bu teveccühümüz büyük ameldir. Bu amel ne istiyor?

Burada belki teveccühe katışmamış olanlar var, belki hiç teveccüh görmemişlerdir. Demek ki teveccühün büyük bir amel olduğunu bilmemiz için, bir defa ömründe bizim tarikatımızda ders alana bir defa teveccüh görmek de şartmış. Fakat ondan sonra senede bir defa teveccühe katılmak da onun yararı için, faydası içindir.

Katılmazsa zararlıdır, katılırsa yararlıdır. Yararı ne, zararı ne?

Yararı; teveccüh insanın kalbinin fırçasıdır. Bir eşya tozlandığı zaman, fırça gerek ki onun tozunu silsin. Fakat o toz silinmediğinde, o tozun üzerine bir toz daha geldi silinmedi, bir toz daha geldi silinmedi; bir daha toz geldi öyle ne olur? Bir gaflet olur ki:

Uyan gaflet meyinden kalk, bu derdin çâresine bak

Kemendi boğazına tak, ara bul kâmil insânı

Bir de buyuruyor ki:

Özün bir pîre teslim et müdâvim ol kapısında          

Meşâyihden murâd şâhım mürebbî kâmil olmaktır

Muhakkak ki ve muhakkak, bir ruhumuz varsa, ruha bir ihtisas, bir hoca lazımdır. Mürebbisiz olmaz. Ruhun bu hocadan tahsil görmesi lazım. Çünkü Peygamber Efendimiz: “Benim mürebbim rabbim, rabbim beni terbiye etti.”[2] Bize de bir mürebbi lazımdır. Mürebbi ise mürşittir. Bu kelamlar:

Özün bir pîre teslim et müdâvim ol kapısında          

Meşâyihden murâd şâhım mürebbî kâmil olmaktır

Bir mürebbi ise yetiştiricidir, ruhu yetiştirir. Ona teslim olursan, ona sebat edersen, onun kapısını beklersen yetiştirir. Kapısında o silahı oradaki emirleridir. Oradaki emirlerini tutacaksın, yasaklarından kaçacaksın, ona tabi olacaksın, onu kendine örnek edeceksin; teslimiyet demek budur.

Böyle yaparsan eğer, o mürebbidir, yetişmiştir, seni de yetiştirir.

Bu mürebbilik nereden geliyor? Resullullah Efendimiz’in emri, oradan geliyor.

Nereye gidiyor? Oraya gidiyor.

Oradan geliyor, oraya gidiyor.

Resulullah Efendimiz: “Benim mürebbim rabbim, rabbim beni terbiye etti.” Resullulah Efendimiz de Sıddîk-ı Ekber Efendimiz’i mürebbi etmiş. O da ondan sonra mürebbi etmiş böyle zamanımıza kadar gelmiş, silsileyi okuyoruz. Bak, küçük silsilede kısa geçiyor.

Nebi, Sıddık u Selman, Kasım estü Cafer-i Tayfur

Ki ba’dez bul Hasan şud bu Aliyy u Yusuf est gencur

Mürşitler ki mürebbisiz değil. Bak! “Aliyy u Yusuf est gencur”, Yusuf Hamedânî Hazretleri meşhurdur. Ahmedi Yesevi Hazretleri’nin şeyhi olduğu için bütün kitaplara, tarihlere geçmiş. Ahmedi Yesevi Hazretleri arz üzerinde Türk meşayihlerinin kol başıdır. Evet:

Nebi, Sıddık u Selman, Kasım estü Cafer-i Tayfur

Ki badez bul Hasan şud bu Aliyy u Yusuf est gencur

Zi Abdulhalik âmed Arif ü Mahmudu râ behre

Ki zîşan şud diyarı Maveraünnehri kûh-i tur

Nehir; yani nehirler gibi Evliyâullah’ta feyiz var, Allah sevgisi var. Kûh-i Tur; yani Tur Dağı kadar onda manevi güç, kuvvet var. Evet:

Ali, Baba, Külal ü Nakşibend estü Alâeddin

Pes ez Yakub-u Çerhî, Hace-i Ahrarı şud meşhur

İşte böyle nehir, Tûr.

            Zi feyzi pür Beşir âmed safayı kalbi insana

Yani “zi feyzi pür”; “zi feyz”: ziya, “pür”: çok büyük bir ışık ile geldi, büyük bir nurla, büyük bir ışıkla geldi.

Bu ışığı nereden almış? “Zi feyzi pür Beşir âmed”: O da Beşir âmed ondan almış, o ışığı ondan almış.

Zi feyzi pür Beşir âmed safayı kalbi insana

O Beşir’den almış olduğu ışığı sizlere ihvanlara veriyor. İhvanlara verince ihvanlarda bir safa, sürur meydana geliyor.

Bu da o zaman nedir? Muhabbettir.

Evet, muhabbeti olmayan kalp, dardır, karanlıktır, efendim kirli paslıdır. Muhabbeti olan kalp dar değil, karanlık değil, kirli paslı değil.

            Emsali Musa İmranî Dede namı diğer mestur

Emsali Musa; bu da hilaf olmaz, buna karşı çıkamazlar. Çünkü Resulullah Efendimiz’in bir emri var: “Benim ümmetimin velîleri benî İsrail’in peygamberleri gibidir, derecesindedir.”[3] Bu emre karşı çıkılmaz. Hazreti Musa, beni İsrail’in peygamberidir.

Evet, efendiler! İşte Allah’a bin şükür, inşallah senede bir defa buraya bir aylığına geleceğiz. Bu sefer yirmi beş gün oluyor. Bu da neden oldu? Buraya geleceğimiz belli değildi. Eylül ayından sonra umreye gidecektik, umrede olacaktık, hastalandım, umre tehir edildi. Ondan sonra da bakın hastalığında umreyi tehir ediyor da burayı etmiyor. Niçin? Bizim için, hâşâ Estağfurullah, Allah bizi o yollara bağışlasın. Ama boş senemiz yoktur. Her sene umre yapıyoruz, bu sene umreye gidemedim. Kendim riya olsun diye değil, yapıyorum ama bunlardan daha önemlisi burayı daha önemli görüyorum. 

Hani bir de haccın, Beytullah’ın önemi Müslümanlardır. Müslümanlar olmasa oralarda ne olur? Nitekim Müslümanlık yok olsa orayı put doldururlar. Beytullah’a putları doldurmuşlar, Resulullah geldi, imanı telkin etti.

Oraya demek ki Müslüman, inananlar yetiştirmek lazım, göndermek lazım. Şimdi burada Avrupa’ya geldiğimizde bu hizmetimizle, hiç Hak talibi olmayanlardan çokları hac yapmaya gittiler, değil mi? Onun için burada haccın birden fazlası fazladır, ondan sonrası nafiledir. Nafile ibadetteyse farz mı evveldir? Nafile mi evveldir? Bizim için buraya gelmemiz farz olur, hacca gitmemiz nafile olur.

Hatta bak, orada oturma müsaademiz vardı. Buraya gelmek için onu da öldürdük. Bunun kadrini bilin, bunlar sizin için, bizim için bir nimettir. Nimeti bilirsek Allah artırır, bilmezsek Allah elimizden alır.

Evet, işte bu teveccühte büyük ameldir, teveccühte çok büyük ihsanlar olur, bak!

Teveccüh olunca her bir ihvana

Mürde kalplerimiz geliyor cana

            Murg-ı canlar başlar ah u figâna

Bir de buyuruyor ki:

Teveccühe gelin ihvan

Kuruldu halka-i Rahman

Açıldı ravza-i Rıdvan

Ravza-i Rıdvan nedir? Ravza; cennet bahçesidir. Rıdvan da cennet görevlileridir. Teveccüh olan yerde orası cennet bahçesi olur, cennet görevlileri oraya gelir.

Birlik, beraberlik içinde olun. Yani ayrım yapmayın, tefrikaya düşmeyin, birbirinizle iddialaşmayın. Yok, sen şunu şöyle yapıyorsun, sen de böyle yapıyorsun, bunları demeyin. Bunlar parçalar, böler, kaçırırsın. Kârımız ne olacak? Ve bunlara kim sebep oluyorsa büyük mesuliyeti oluyor.

Sen bir kimseye güvenmedin, hoşuna gitmedi, onun aleyhinde bir şey söyledin, o da buradan kaçtı. Büyük zarardır, senin için büyük günahtır. Veyahut da o buradaysa, o buraya geliyorsa ben ölsem de oraya gitmem, demek bu da senin için büyük zarardır.

Evet, bir insan, bir insanı sevmezse amelden geri mi durur? Amel işlemez mi? Amel Allah’ın emridir. Allah’ın emrini işlemezse bir insan günah işlemiş değil ama bu isyan etmektir, küfürdür.

Burada da bizim tarikatımızın en önemli olan, Allah’a en makbul olan bir amel. Allah’ın indinde ve Resulullah’ın indinde en makbul olan bir amel. Mürşitlerimizin en hoşuna giden amel.

Tevazu ehli olun ve kendinizi beğenmeyin, kimseyi hor görmeyin.

 Mümkünse eğer.

Zâhirini bâtın bil bâtınını zâhir

Olmayınca söyleme bu yolda mahir

Zâhirinize çok dikkat edin, bâtınınıza çok dikkat edin. Ne zâhiriniz gizli, ne bâtınınız gizli. Zâhirinize sahip olun ki şeriatta eksikliğiniz olmasın.

Ve insanlarda şeriatta olur, insanlarda görmüş olduğun kusuru yüzüne, gözüne vurmayın. Şeriat Allah’ın emridir, Peygamber Efendimiz ne buyuruyor: “Kim ki bir mü’min kardeşinin kusurunu örterse, Allah da onun ayıplarını örter; kim ki mümin kardeşini sıkıntıdan kurtarırsa, Allah da onu her sıkıntısından kurtarır.”[4] değil mi?

Onun için burada birbirimizi çekememezlik, istememezlik yapılmasın. Bu adam benim hoşuma gitmiyor, demek, olmasın. Belli mi olur belki Allah’ın indinde o senden daha makbuldür.

Peygamber Efendimiz ne buyuruyor: “Allah insanların boyuna, soyuna, güzelliğine, zenginliğine bakmaz; kalplerine nazar eder.”[5]. Öyle ise insanların kalpleri Allah’a malumdur, bilinmez.

Sen çok zenginsin ama belki fakirin kalbi seninkinden Allah’ın indinde daha makbuldür, sağlamdır.

Sen çok güzelsin ama o çirkinin kalbi seninkinden daha sağlam olabilir.

Sen çok asaletlisin ama o senden daha yakın olabilir.

Allah zalimden âlim, âlimden zalim çıkarır.

Sen çok güçlüsün, kuvvetlisin ama bunların hiçbirine güvenme.

Kuvvetine malına güvenme hîç

Gör ki Nemrûd'a ne yaptı bir meges

Ne dedi? Bu Kur’andaki bir hakikattır. Nemrût aleyhillane şarktan garba herkesi insanları kendisine tanrıyım, diye taptırdı. Allah da onu bir topal sinekle helak etti.

Kuvvetine mâlına güvenme hîç

Gör ki Nemrûd'a ne yaptı bir meges

Bu Kur’an’da vardır.

Onun için burada evet, sen güçlüsün, kuvvetlisin ama o zayıf, güçsüz diye sen onu kendinden üstün görme. Evet, zâhirde sen belki güçlüsün ama onun kalbî inancı, maneviyatı belki senden güçlüdür.

Sonra sen zenginsin, o fakir ama belki onun gönlü senden zengin.

Bu zenginlik iman zenginliğidir, mal zenginliği değil.  Belki onun gönlünde imanı daha çoktur, o zaman fakirliği zenginlik olur. Bu zenginlik o zenginliktir.

Evet, işte “Boylarına, soylarına güzelliklerine, zenginliklerine bakmaz; kalplerine nazar eder.” buyruluyor. Demek ki burada bir inanç var.

Yani bu inanç; kâinatın halkiyeti, Allah’ın varlığı, nasıl bir kuvvet, nasıl bir varlıktır? Allah’ın zaten sıfatlarıdır, düşünülmez.

Allah’ın hikmetleri, kuvvetleri, azametleri, nimetleri var. Bunların arasında seni insan olarak halk etmiş. Ama sen bütün halkiyette hepsinin üstünüsün, bunu bileceksin. Hepsinin de aşağısındasın bunu da bileceksin.

Nefsini bilecek olursan eğer hepsinden, köpekten aşağısın.

Ruhunu bilecek olursan, melekten üstünsün, bunlar var.

Ama bizde tefekkür, rabıtadır. Bak, divan’da kelamlar vardır. Okuyum da anlayın. Ne buyuruyor?

"Men aref" sırrına vâkıf olmuşam

Nefsim ile hem rabbimi bilmişem

Mutmainne kal’asına girmişem         

Gâyette bir metîn hisârımız var

Bu mutmaine kalesi, Evliyâullah’ın duasıdır. Bu mutmainne kalesinde, kalbinde hiç gaflet olmaması, hep Allah ile kalbini meşgul etmesidir.

Gaflette ise; nefsin sözünün tutulması, körpe çocuğa gadapla vurulması, dünyayı sevmesidir. Zaten hepsinin başı dünya sevgisi, dünya malı, dünya işleridir. Hiçbir Evliyâullah’ın dünya ile işi olmaz. İşte onun için:

"Men aref" sırrına vâkıf olmuşam

Nefsim ile hem rabbimi bilmişem

Mutmainne kal’asına girmişem         

Gayette bir metîn hisârımız var

Bu kelam bizedir. Bunun burada anlaşılmayan bir tarafı var? Nerede anlaşılması var? Çünkü kelamı kelam açıyor. Bir kelamın anlaşılan tarafı anlaşılır; anlaşılmayan tarafı başka bir kelamda söylenmiştir; onu da arayıp bulmak lazım.

            "Men araf" sırrına vakıf olmuşam

“Men arafe nefsehu fakad arafe rabbehu”[6] emri fermanı var. “Nefsini bilen Rabbisini bildi, nefesinden ayık olan Rabbisinden ayık oldu.”.

Nefsi niçin bilemiyoruz?

Men araf sırrına vakıf olmuşam, nefsi ile rabbini bilmiştir; ama bilen kimdir? Nasıl bilmiştir?

            Kapısına varanlar olur irşâd

            Bilir nefsi ile rabbini olur şâd

Nefsine vakıf olmak için nefsini, rabbisini bilmek için bir bileni bulacak, o bildirecek. Bir de ne buyuruyor:

Her kim ki tuttu destini

            Soyunda varlık postunu

Dest; eldir. Kim ki Evliyâullah’ın elinden tutarsa, o varlığından kurtulur.

Zaten bizi zarara sokan varlığımız, bizi hicrana koyan varlığımız, ayrılığımız.

Evet demek ki biz de murakabe, rabıtadır. İşte bu kelamda:

"Men araf" sırrına vâkıf olmuşum

            Nefsim ile hep rabbimi bilmişim

Bunun bir de aksi var:

"Men aref" sırrına vâkıf olmadım     

Çok muhbire vardım haber almadım

Hergiz bundan eşed bir derd görmedim       

Aslımdan bir haber veren yok bana

Bakın! “Men araf sırrına vakıf olmuşum”, vâkıf olmuş, nereden olmuş? Bir meşayihin kapısına gitmiş, o nefsini, rabbisini ona bildirmiş.

Şimdi de bildiremedim, diyor. Çok muhbir, habercilere vardım onlar da bildiremedi.

Râbıtamda Hazret-i Pîre dedim "ey Sâmîyâ

Geldiğim bilmem ne içindir bu dünyâdan garaz"    

Bakın bu kelam burada açıklanıyor:

Hep zuhûrat pîrimindir yazdığım aklâmiyâ  

Dedi "İkmâl-i merâtibdir bu süflâdan garaz"           

Bu kelamda, çok âlimlere, çok bilenlere varmış ama onlardan haber alamamış, ne için geldiğini bilememiş. Ancak rabıtası bunu yapmış, rabıtası ona bildirmiş.

Evet, işte bu da murakabe, bizde rabıtadır.

Muvazene, dengeyi sağlama. Şeriat dengesi elimizde olacak. Her sözümüzü, her işimizi tartacağız, biçeceğiz ondan sonra yapacağız.

Müşahede, inanmak. İşte bu müşahedeyi izah etmek istiyoruz.

Müptediye göre gayba inandık, haktır. Meşayihin velâyetine inanmak haktır. Ama velâyeti görmeden, ben böyle gördüm, demek, bu da kâzip oluyor. Ama görse de anlayamayana söylemek, yine zararı olur, yararı olmaz. Müşahede inançtır. Müptedinin inancı irade ile oluyor; ama müntehi gördüğünün şahidi olmuş, müşahittir. Ama öbürü kâzip oluyor. Kimdir? Demin okuduğumuz gibi ne buyuruyor:

            İşit Niyazi’nin sözün

            Bir nesne örtmez Hak yüzün

            Hak’tan ayan bir nesne yok

            Gözsüzlere pinhan imiş

Bak! Hak’tan ayan bir nesne yok, diyor ama gözsüzlere gizliymiş. Canım gözsüzlere saklıymış ama görecek bu göz değil. Bu göz görmez onu. Bakın gözsüzler onu görmez.  Görenlerde haber yok. Bu göz zâhiri görür. Ama gören o göz de haber vermez, yasaktır.

Evet, müşahede görmektir.

Müptedi, irade sahibinin gayba inancı var. Ama müşahede de gayba inandığını görmek var. Yani müşahede gördüğünün şahidi oluyor.

Bu ancak kalp gözü açılan için, Allah’tan gizli, ayrı hiçbir şey yoktur. Kalp gözü açık olan için Allah aşikâr olanlardan daha aşikârdır.

Allah Kitap’ında Kur’an’da bildiriyor: “Biz insanlarda dört tane göz halk ettik; ikisi başında, ikisi kalbindedir.”[7] Aç kalp gözünü de gör. Ama bir defa gördüm diyemezsin, gösteremezsin. Niçin? Çünkü bak! Nebilere mucizelerini aşikâr etmek vacip olmuş. Ama velîlere kerametini gizlemek farz olmuş. Görse de gördüm diyemez. Çünkü niçin?

Gördüm derse eğer onda bir varlık olur. Ululuk davasına düşer, ulûhiyet davasına düşmüş olur. Yahu! şeytan ulûhiyet davasında helâk oldu. Büyük bir davadır bu ulûhiyet.

Evet, işte burada ihvanlar birbirinizi sevmek, en büyük kârınızdır. Burada birbirinizi sevin.

Mecnun sıfatlı olmaya çalışın.

Bak, insanlarda Mecnun var, Meczup var, bir de Cünûn var. Bunların üçü de deli görünümlü fakat bunlar değişiyor. Esas deli olan cünûndur. Yani akli dengesi olmayan, bozuk olan, Allah akıl vermemiş ona. 

Meczup’ta ne var? Deli gibi görünen ama öyle değiller. Onların işleri zarar değildir.

Bir de Mecnun var. Bizim için Hazreti Allah tarikatı bize nasip etmiş. Bunun için de biz Mecnun sıfatlı olmaya çalışalım. Ne cünun olalım, ne de meczup olalım. Meczup olursak eğer o zaman şeyh efendimize bağlı değiliz, başka bir yere bağlıyız. Bağlı olduğunu sen bilmiyorsun, idrak etmiyorsun. Mühim olan, önemli olan Mecnun sıfatlı olmaktır.

Bak! Kelamda da hepsi geçiyor. Cünun geçmez, meczup geçmez; öyleyse ne geçiyor kelamlarda?

            Bir Leyla’nın Mecnunuyam…

Diyor.

            Mecnun gibi dağdan dağa gezmek

Kelamlarda ne kadar geçiyor bu Mecnunun hitabı.

Bir Leyla’nın Mecnûnuyam cânân ilinin cânıdır

Ama yalnız Mecnunluk şudur ki sevmişim seni, her şeyden çok sevmişim seni; Mecnun başkasını sevmeyecek, hiç kimseyi kıskanmayacak.

Çok sevenler var ki kıskanıyorlar. Diyor ki ben fazla sevdim. Leyla’yı kimse benden fazla sevemez.

Çok sevenler var ki onlar da kıskanıyorlar. Benim şeyh efendim bana iltifat etsin, benimle ilgilensin, beni sevsin; başkasını sevmesin, bu doğru değil.

Buna ihsan denmez, çünkü bu Allah’ın rahmetini noksan görmek, Resulullah’ın şefaatini noksan görmek, Evliyâullah’ın himmetini noksan görmektir.

Sanki sen bir fakirsin, gitmişsin bir kapıya ‘sâil’ (dilenci), orada Allah rızası için bir şey istiyorsun. O kapı sana bir şey verecek. Bir sâil daha geldiği zaman diğeri der ki:

—Bu nereden geldi yahu? Şimdi bana vereceğini ikiye böler, o olmasaydı bana fazla verirdi. O da geldi şimdi bana az verecek, der.

Canım Allah sana da versin, ona da versin, kıskanma, niye kıskanıyorsun?

Evet, onun için burada çok dikkat edin, ihvanlar! Birbirinizi sevin.

Eğer ki bu yolda terakki etmek istiyorsak, bu yolda gitmek istiyorsak, bir şey sahibi olmak istiyorsak, birbirinizi sevin. Kenetlenin birbirinize, birbirinizde kusur görmeyin.

En büyük burada maharet, en büyük amel; birbirinizin kusurunu örteceksin, seveceksin.

En büyük kusur burada birbirinizde kusur görürseniz, açarsanız en büyük zararı işlemiş olursunuz. O kusuru gördüğün zaman zaten sevmezsin, kusurunu görünce sevmezsin ve ondan kaçarsın. O hatmeye gelince sen de kaçarsın. Veyahut da onun kusurunu gördün ya:

—Sen şöylesin, sen böylesin, dersen.

O gelmez kaçırırsın. O hatmeye gelmezse senin zararın mı olur, kârın mı olur? Onu sen oradan kaçırmış olsan kârın mı olur, zararın mı olur?

Bunları idrak edin, bunları düşünün.

Evet, hatmemiz çok büyük amel. Hatmeye dikkat edin. Bak, nerede ki şehirde, köyde, kasabada bir ihvan grubu varsa orada hatme okunması lazım.

Grup nedir? Beş kişi varsa gruptur, onların hatme okuması lazım. Hoş okumayınca günah mı olur? Günah olmaz. Ama kârları da olmaz. Namazını kılmazsa günah olur. Fakat canım Cenabı Hak ne buyuruyor? “Kulum bana nafile ibadetle yaklaşır.”[8].

Niyazi Mısrî ne buyurmuş?

            Savm u salat u hac ile sanma biter zâhit işin

Zâhit ne? Fazla amel işleyenler, çok takva olanlar, çok sofu olanlar. Ama zâhit bunlar ile işin bitmez diyor. Ya?

            İnsanı kâmil olmaya lazım olan irfan imiş

Bu irfan nereden elde edilir? Ne buyuruyor?

Evvelâ bir pîre teslîm olmayan dervîş midir

Eşiğinde baş koyup cân vermeyen dervîş midir

            …

Harfi savtı olmayan bir şehre basmayıp kadem       

"Alleme'l-esmâ" rumûzun  bilmeyen dervîş midir

Evet, bir de irfan geçer. İrfan demek; birleşmek demektir. Ama harfi, savtı olmayan bir mektep bulup, bu ancak aşk ile olur.

Bu aşkı sen nereden alıyorsan, bu aşkı nereden elde ediyorsan, kimden elde ediyorsan, orada bir irfan mektebi var.

Bu irfan mektebinde o elde edeceği satırdan değil kalpten olur.

İlim ikidir: Satır ilmi var, sadır ilmi var. Satır ilmi kâğıtta yazılı olan. Sadır ilmi insanın kalbinden doğandır. Bu çok farklıdır. Satırdan alınan ilim; bir havuz yapıyorsun dolma ile oluyor. Âlimler var, bir de kâmiller var. Fakat sadır ilmi ise kaynamadır, bâtın ilmi bir kaynamadır, dolma değil.

Dolma ilimde satırdan almış öğrenmiş, satırdan konuşur. Ama kaynamada ise kalbinden konuşur. O ilmi Allah ona kalbinden veriyor. “Biz kendi ilmimizden ona ilim verdik.”[9] buyuruyor.

Evet, efendiler! Hatmeye çok dikkat edin, hatmemiz büyük ameldir. Aynı muhabbeti alırsanız, küçük hatme, büyük hatme birdir. O büyük hatmede muhabbet alıyorsan aynı teveccüh gibidir, bunlar aynı ameldir. Yalnız çetinlik emretmemiş, mesela bir muhitte neyse on tane ihvan var, on beşi tamamlayamıyorlar küçük hatme okuyorlar, büyük hatmenin sevabını alırlar. Peki, büyük hatme okunuyor, büyük hatmede teveccüh sevabını alırlar. Teveccühle hatme birdir.

Evet, şimdi bir de sigara meselesi, ben burada duydum; Türkiye’de bunu duymadım. Sigara içmeyenler sigara içsin, sigara sünnettir, deniliyormuş. Bunu böyle diyenler zalimlik yapıyorlar ve bize iftira ediyorlar.

Yalnız adam içki içiyormuş terk etmiş, kumar oynuyormuş terk etmiş, her şeyi terk etmiş, bir sigarası kalmış. Ona da dokunmuyoruz, ona da dokunursak eğer gidecek. Çünkü her şeyi terk etmek kolay da sigarayı terk etmek çetindir.

Ona diyoruz ki kardeşim az iç, çok içme az iç. Zararlı, az iç, terk et demiyoruz, Ama içmeye gelince “İç, sünnettir” emrimiz yoktur, bunu iftira ediyorlar, iftiradır, Allah’tan korkun, böyle bir şey yok. Fakat fazla miktarda olan, terk edemeyene illa bu sigarayı bırakacaksın demiyoruz. Teşvik de yok, zorlama da yok.

Yalnız zararlıdır içmeyin demiyoruz, her zaman söylüyoruz, ama içiyor, bırakamıyor. Şunu da söyleyeyim: Sigara hakkında bir ayet, hadis yoktur. Yalnız “Küllü müsrifü haramün, her türlü israf haramdır.” hadisi var. İsraftan dolayı men ediyorlar. Yalnız israftan dolayı men ediliyorsa sigaradan daha büyük israflar var. Bu sigaraya muhalefet eden adam var ya, onda sigaradan daha büyük israflar var, onun farkında değil. Bir de şu var: Fakir adam, çocuğunun yalın ayağına ayakkabı alıp giydiremiyor, elbisesini giydiremiyor, yiyeceğini yediremiyor. Sigara onun için haramdır. Bir de insan bekâr, evleniyor, işçi, alıyor bin mark maaş, diğer adam da beş bin mark alıyor. O beş bin markı alan insan o pahalı sigarayı alabilir, dokunmaz. Ama bin mark alan pahalı sigarayı içerse, bu eksilme günahtır. Dikkat edin bunlara.

Mümkün olduğu kadar da önüne geçmişiz, yani içmeyin, diyoruz. Bilhassa şimdi gençler sigara içmeyin. Çok kimseler vardır duyuyoruz. İşte sigara içen oğlundan şikayetleniyor. Annesi, babası diyor ki benim oğlum bana isyan ediyor.

Bunlara dikkat edin, bunlar bizim için zararlıdır, bunlar tarikatımızdan adamları kaçırır, zâhir adamları kaçırır. Zâhir ile bâtına gelince evvela zâhir, sonra bâtındır. Bunlara dikkat edin.

Şimdi alışverişte o ki siz bu parayı veriyorsunuz, ihtiyacınızı alıyorsunuz. Niye başka yere veriyorsun? Tekkeden alın, tekkeniz kazansın, orada da bir gelir olsun. Hiç olmazsa sizin üzerinizden bir yükü kalkar. Bak, bu kadar borcunuz var.

Altmış bin mark borcunuz için bir gelir elde edin. Bütün bunlar hepsi sizin içindir, O bir milyon mark sizin için büyük olur. Çünkü onun üç sene müddeti var, bu üç sene içerisinde inşallah inşaatları bitirirsek, onu bunlar ödeyecek. Size hiç yük olmayacak.

Şimdi 150 bin mark bu tekkeye harcanmış, işte bu salon yapılmış, işte bazı yerlerin sıvası yapılmış. Bu 150 bin markın borcundan kurtulmak lazım. Bir de alışveriş olursa bu marketten gelir. Bu işler yapılır, burası bir faaliyete geçer ve sizin üzerinizden bu yük kalkmış olur.

Demek ki gıda maddelerinizi, burada market açılmış, arabanız var, arabası olmayan yok, başka yerden almayın, gelin, buradan alın. Bunu da basit görmeyin. Bunu herkes buradan almış olsa, burası çok gelir sağlar. Bu sağlanacak kardeşim, sen gıdanı nereden alırsan al, orası alış fiyatına mı veriyor? Ticaret ediyor. Sen bu ticareti burada yaparsın, başka yer yapmasın, paranız burada kalsın. Hem de buraya vermiş olduğunuz tasadduk var, tasadduk sayılır “İnnemel amalü binniyet.”[10] Ameller niyete bağlıdır.

Burayla Kenan Hoca ilgilenecek. Kenan Hoca ilgilenemediğinde Osman Efendi ilgilenecek. Şayet Kenan Hoca ilgilenemedi, Osman Efendi ilgilenmedi sırayla Aziz Efendi ilgilensin. O da ilgilenemiyorsa Kâtip Efendi ilgilenecek, o da ilgilenemiyorsa ondan sonra Selami Bey ilgilensin.

Bir de bunu açık söylüyorum, üçü ayrı yapıyorlar. Bunu yapmayın, birleşin bu ayrımı yaparsanız burası dağılır; birleşin.

Bakın, Hazreti Ömer (r.a) ne buyuruyor? Diyor ki: “Resulullah eğer benim üzerime bir Habeşistanlı siyah köleyi âmir etse, ben ona itaat ederim.’.

Onun için burada başkana uymak lazım. Eğer şayet istişare yapacak olursanız başka bir iş yapabilir, ancak o dört kişi ikna ile bu iş yanlış deseler. Ama yine onun rızası ile olacak, ondan rızasız hiçbir şey yapamazsınız, başkan seçilmiş o. Evet, ondan ayrılmayın, eğer ayrılırsanız bu iş yürümez, laçkalaşır, ihvan da bölünür, iş de gitmez; bir düzensizlik, bir huzursuzluk meydana gelir, bunları yapmayın.

Şimdi ders hesabına, hatme hesabına, sohbet hesabına gelince bunlar da sırayladır. Bu beşi de bir arada nerede olursa olsun. Orada bir ders alan varsa Kenan Hoca verir. O yoksa Osman Efendi verir. O da yoksa Aziz Bey verir, o da yoksa Kâtip Efendi ondan sonra Selami Bey. Herkes bu emirlere riayet etsinler.

Bir yere mi gidilecek? Mesela Kenan Hoca’nın yeri yakın gidebiliyor. O gidemiyorsa eğer Almanya içerisinde her vekil kendi etrafında görevlidir. Dışarı Belçika ile Fransa’ya gidilecek olursa yine Kenan Hoca gidecek, gidemiyorsa sırayla diğerleri gidecek, anlaşıldı mı?

Her şeyin bir ölçüsü var, görevi var, nizamı var, intizamı var. Böyle rastgele olmaz.

Şimdi teveccühten bahsedeyim saat on bire geliyor. Bir saat de o sürer. Şimdi burada sekizde başladıksa üç saat sohbet ettik, bir saat de teveccüh, dört saat teveccüh sürüyor.

Şimdi efendiler! Oynamaktan maksat ütmek, derler. Tarikata inandınız girdiniz, bu teveccühe büyük amel olduğuna inanarak geldiniz. Irak yerlerden geldiniz, gece sabaha kadar muhabbet ettiniz, Allah muhabbetinizi arttırsın, uykusuz da kaldınız değil mi? Yorgunluk da oldu sizde, maddiyat da harcadınız. Bunların hepsi yorgunluğunuz, bu kadar meşakkatiniz, bağırmalar, çağırmalar, ağlamalar burada bir saat içindir. Bu bir saat içerisinde; kaybınız da bu bir saat içerisinde, bulacağınız menfaatiniz de bir saat içerisindedir.

Bizim teveccühümüzü basit görmeyin.

Teveccüh büyük ameldir, ayıklık ister, büyük amel ama ayıklık ister.

Hani derler: “Görene, bilene; köre ne?”  Teveccüh ayıklık ister.

Şimdi teveccüh bir saat sürecek, bir saat içerisinde kendimize hâkim olalım. Kalbinizi muhafaza edin, kötülüklerden muhafaza edin, gafletten muhafaza edin.

Evet, gam gelmez dememişler, gam eğlenmez, demişler.

Yani gönlünüze gelen herhangi bir düşünce, herhangi bir şuğul varsa, bunları geleni atın, tutmayın. Çünkü kalbinizden atılan gaflettir.

Kalp bir sudur, su misali. Kalbe gelenler atılırsa, o kalp cârî bir nehir kirlenmez. Hani cârî bir nehir var ki insanlar bütün sokak zibilini, ev zibilini döküyorlar, kirlenmez alıp götürüyor; nehirde güç var. Ama bir çukura biriken bir göl suyuna ne atılırsa orada kalır, kirlenir. Demek ki kalbî cihat zaten cihad-ı ekberdir. Cihadınızı yapın, kalbinize geleni atın tutmayın, bu bir.

Bir de gözlerinizi açmayın, kimseye bakmayın. Bu cezbelenenler bak, bağırıyorlar, ağlıyorlar, bunlara da göz açıp bakmak yasak. Önünde bir tanesi ağlıyor. Kim, diye gözünü açma bakma; sağ tarafında bir tanesi bağırıyor, kim, diye açma, bakma, yasaktır. Sol tarafında çırpınıyor, arkandan tak tak tak kendini yere vuruyor, bakma. Şimdi:

Gelin ey yâr-ı sâdıklar

Bu meydân-ı muhabbettir

Bütün cem olsun âşıklar

Bu meydân-ı muhabbettir

Âşıklardan, âşktan mana ne? Yani Allah’ı sevenler, az çok neyse. Zaten Allah sevgisi bizi buraya toplamış; az, çok.  Ama azı çoğaltabilirsin, çoğu da azaltabilirsin.

İşte bu teveccühte, o azı takviye edebilirsin, çoğaltabilirsin. Neyle? Âyıklıkla, ayık olmakla. Çoğu da azaltabilirsin. Burada peşinden gelen kelamda:

Gelin dergâha dervîşler

Dergâh; işte burasıdır. Allah zikredilen yer, dergâhtır.

Gelin dergâha dervîşler

Kılalım zevk ü cünbüşler

Bu zevk ü cünbüş ne? Zevk demek, tatlı demek, cünbüş demek, hareket demek. Tatlı, hareketli, zevkli olan bir şey. Hak’tan tecellî eden iradesiz, gayr-i ihtiyârî tecellî eden ağlamalar, bağırmalar bunlardır; zevk ü cünbüştür.

Gelin dergâha dervîşler

Kılalım zevk ü cünbüşler

Hudâ'nındır kamu işler

Bu meydân-ı muhabbettir

Şefîimiz Muhammed'dir

Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammed. Evet, şimdi teveccühün başlangıcı nihayeti bir saattir.

Teveccühten maksat sohbettir. Sohbeti dinlediniz, anladınızsa tamamdır.

Ama teveccühte de tabii ki bir feyiz, nur, muhabbet var. Ama bu muhabbet zaten, bizdeki muhabbet zaten bî-karar değil, mümkün değil. O bî-karar olan muhabbet velîlerin kârıdır, bizim değil.

Bizdeki muhabbet bakarsın beş dakika sürer, geçer; on dakika sürer, geçer. En fazla yirmi dakika sürer, geçer. Bize gelenler sabit değil. İşte bu teveccühte bir saat içerisinde alacağınız muhabbeti alırsınız, beş dakika sürer,  ya da on dakika sürer.

Evet, işte teveccühte kalb-i selim olun. Kalb-i selim demek; kalbinizde bütün her şeyi borcunuzu, alacağınızı, vereceğinizi, hastanızı, daha bunları düşünmeyin. Bunlara Allah’tan şifa dileyin, sağlık dileyin, iyilik dileyin. Bu borçtan kurtulmak için Yâ rabbî sen kurtar, diyelim. Kurtulmak için Allah’a dua edin, dua edin, dua edin. Şahsa değil, bütün Müslümanlar için dua edin. Bizim borçlu kimsemiz varsa onun için de dua edin. Çünkü dua hazinedir. Şahsa edilen dua makbul değil. Birisinin bir borcu var o borcundan kurtulmak için dua edin. Bizim ihvanlardan bir hastası varsa onun için dua edin.

Buralar merciidir, duanın kabul olacak bir merciidir. Evet, burada şu hastaya ne edeceğim, hangi doktora götüreceğim; bu parayı nereden bulacağım, bunları düşünmeyin, bunlar şikâyettir! Ama Yâ rabbî sen benim hastama şifa ver, diye dua edebiliriz, burası mahallidir, istememiz lazım.

Evet, bak, ne buyruluyor: “Öyle bir ağızla dua edin, günah işlememiş olsun.”. Bu ulemanın bize bildirdiği; sen günah işlemişsen senin günahın, senin duana perde olur. Ama senin günahın benim duama perde olmaz. Müminin mümine duası geçer, bir böyle.

Bir de günah işlemeyen ağız velîlerindir, velîlerin ağzıdır. Bunların duasına biz muhtacız. İşte o zaman burada silsile okunacak, teveccühte silsile okunacak. Bu silsile okununca o silsilede okunan duhulü velîlerin ruhları buraya teşrif ederler. Buna inanmak lazım.

Olârın ruhlarının yok karârı

Dolaşırlar zemîn ü âsumânı  

Dolanırlar, gezerler. Oların ruhları, kim bunlar? Velîler.

Onların ruhları sağken, cesette kapalı değiller. Onlar ispatı vücut yaparlar. Tayyı mekânda bulunurlar, ispatı vücut yaparlar. Oturduğu yerde bakarsın ki Türkiye’de görülür ve ta Hicaz’da da görülür.

Olârın ruhlarının yok karârı

Dolaşırlar zemîn ü âsumânı  

Olar bu âlemi devran ederler

Ararlar derde düşen nâtüvânı

Onlar, ölümde,  kabirde de kapalı değiller.

Onlar ölmezler, onlar sade gözden kaybolurlar.

Kalp gözü, bâtın gözü açık olanlar, onu yine hayatta nasıl gördüğü gibi onu görürler.

Evet, kabirde de kapalı değiller.

Bunlar çıkarlar gezerler; her tarafa elleri ulaşır, her tarafı görürler, her tarafa ihsanda bulunurlar. Anında her tarafa yetişirler.

Yeter ki bizim “Aman” bir amanımız olsun. Ama kuru amanımız olmasın ha!

Kuru aman nedir?

Eğer biz sair zamanlarda, iyi zamanlarımızda “ Destur!” demezsek, sıkı zamanda “Aman” demek, o aman olmaz.

Yani hiç unutmayacağız onları ki bütün “destur, bismillah destur” her işinde. Aldın “bismillah destur”, verdin “bismillah destur”, lüzum yok kalbinde olsun, aklında olsun. “Bismillah destur” dedin aldın, “bismillah destur” dedin verdin. Vazifeye gittin kapıdan içeri girdiğin zaman hemen “bismillah destur” de. Bu olursa daraldığında da “bismillah meded” dediğin zaman yetişirler, hemen yetişirler. Ama geniş zamanlarında “destur”un olmazsa dar zamanında da “meded”i işitemezsin, makbul olmaz da.

Evet, şimdi teveccühe başlayacağız. Bir de bu teveccüh de kalb-i selim istiyor. Kalb-i selim dersek yani her şeyi kalbinizden çıkarın, sade bir borcu değil, sade hastayı değil. Yani kibir, gurur, haset, kin, gadap bunları çıkarın. Gadaplanıyorsunuz, bilerek, bilmeyerek olsun, olmasın kalbinizden gadabı çıkarın.

Her şey birden yok olmaz. Bir insan alışmış bir şeye, nefsinde yaratılış hesabı hiddeti mi var, gadabı mı var, onu birden yok edemez. Onu azalta azalta, küçülte küçülte yok eder.

Kini var, onu da birden atamaz. Azalta azalta, küçülte küçülte yok eder.

Hasedi var, bu da böyle; gururu var, bu da böyle; kibiri var, bu da böyle.

Bu beş şeyi azaltabilir. Haset, kibir, gurur, gadap bir de kin. Burada herhangi bir ihvanda birbirinize darılmışsanız gücenmişseniz, sevmiyorsanız arada bu kin var, bunu kalpten çıkarın, kininizi çıkarın.

Çünkü zâhirde Allah’ın böyle bir emri var. Bir Müslüman, yaşlı bir Müslüman bir genci gördüğü zaman bakıyor ki o; ibadeti, sevapları yaşayan, günahı sevabı bilen;  kendini çekip çevirmiş, günah işlemiyor, sevap işliyor; helal yiyor, haram yemiyor; hayır düşüncesi var, şer işlemiyor. Böyle birini İslâm’ı yaşayan birini, yaşlı bir adam gördüğü zaman ondan bir istimdat talep etmek gerekiyor.

—Yâ rabbî ben yaşlandım, sana kulluğumu tam yapamadım. Bak, bu genç daha günah kazanmadan sana kulluğunu yapıyor. Senin indinde bunun bir makbuliyeti vardır. Bunun hürmetine, Yâ rabbî beni de affet.

Makbul olan duadır. Çünkü niye? Onda mahviyet vardır.

Mahviyet lazım, yokluk lazım. Gurur, kibir, ben biliyorum, ben yaptım, ben eyledim, demek değil.

Tarikat bilmek değil, tasavvuf bilmek değil; tasavvuf bitmektir.

Evet, bu böyledir. Fakat gençler de ne der biliyor musunuz? Bu genç o yaşlıyı gördüğü zaman:

—Yâ rabbî, bu seni daha erken tanımış, yaşlı, çok yaş yaşamış, seni tanımış, sana ibadet etmiş, itaat etmiş, sana yaklaşmış. İbadetle sana yaklaşılıyor, yaklaşmış. Senin indinde bunun bir makbuliyeti vardır, sevilmiş insan. Yâ rabbî beni buna bağışla.

Bu genç şimdi ölene kadar böyle bu amelini devam ettirir. Yasakların zararından kurtulmak için, isyandan kurtulmak için “Yâ rabbî beni buna bağışla.”.

Şimdi tarikat demek; tevazudur.

Bak, tabii on beş senelik, yirmi senelik ihvanlar var. Bir de yeni, genç ihvanlar var.

Nakşibendî Efendimiz’in iki emri var: Birisi ihvan kardeşi Arif-i Dikgirani Hazretleri ondan bir, iki gün evvel tarikata girmiş. Nakşibendî Efendimiz çok âlim, çok maneviyatı çok yüksek olduğu halde o Arif-i Dikgirani Hazretleri bir gün önce tarikata girmiş olduğu için hürmet gösteriyor.

Çünkü bizim tarikatımız askeriyedir. Eğitimi askeriye, kıyafeti askeriye, makamı askeriyedir. Askeriyede de bir usül var, askeriyede de bir kıdem var. Bir gün evvel giren, bir gün sonra girenden kıdemlidir. Evet, bu da tarikatımızda vardır.

Nakşibendî Efendimiz Arif-i Dikgirani Hazretleri’nden bir gün sonra tarikata girmiş. Arifi Dikgirani Hazretleri’ne o kadar saygı gösteriyormuş ki yolda beraber giderken onun peşinden gidermiş. Bir akarsuda abdest alıyormuş onun yukarısına geçmezmiş, aşağısına geçermiş. O kadar saygı gösteriyormuş, bu bir.

Bir de, bir gün Nakşibendî Efendimiz makamında, tekkesinde sohbet ederken dışarıdan bilmeyen bir tanesi öğrenmiş, gelmiş. Cemaate bakmış bilememiş. Demiş;

—Sizin büyüğünüz burada kimdir?

O mübarek, o zaman bir günlük müridi, yani bir gün evvel akşamdan ders alan müridi göstermiş. Demiş ki:

—Bizim büyüğümüz budur. Çünkü bu akşamdan tarikata girdi, boy abdesti aldı, her bir günahları döküldü, daha günah işlemedi, bizim büyüğümüz budur, demiş.

Şimdi buradaki esas şudur: maksat mahviyete düşmek lazım.

Kişi noksanını bilmek gibi irfan olamaz

Maksat insan kendi kusurunu bilsin. Yani eski ihvanlar yeni ihvanları şefî getirir.

—Yâ rabbî, ya Hazreti Pir, ya Hazreti Pir’lerimiz, bu daha yeni ders aldı, boy abdesti aldı, günahlarından silkindi, kurtuldu. Daha günah işlemedi, beni buna bağışla. Ben mesela on beş, yirmi senelik ihvanım. Ama isyandan başka bir şeyim olmadı. Sana layık bir müritlik yapamadım, sana layık olamadım.

Hevâ-yı hevesden ayık olmadım

Aslâ bir amele fâik olmadım 

Esrâr-ı pîrime lâyık olmadım

Evet, böyle desinler.

Yeni ders alan da desin ki:

—Ya Hazreti Pir, ya şeyh efendim! bak, bu amcam, bu ağabeyim yirmi senedir seni tanımış, yirmi senedir sana hizmet ediyor, himmet almıştır muhakkak. Sana bir yakınlığı var. Yeni tarikata girdim onun hürmetine beni de muhafaza et bu tarikatta. Bir vücut sahibi et, bir amel sahibi et. Aldanmayayım, sapmayayım, sapıtmayayım, yanlış yollara gitmeyeyim.

Buradan ne olur? Bunlar insanı alçaltır, bunlar insanın kalbini boşaltır.

Kalp burada boşalacak ki kin çıkacak, gadap çıkacak, haset çıkacak, gurur çıkacak. Öyle ki kalbi boş olsun.

Kalp boşalmazsa dolu bir kaba bir şey konulmaz, boş kaba konulur. Bir kap dolmuş ne koyabilirsin ki? Boş olunca konulur.

İşte burada da teveccühteki nurlar tecellî edecektir. Allah’ın nurları;  esma nuru, sıfat nuru, zât nuru.

Esma nuru isimlerden tecellî eder. Müridi bakarsın ki ruhu esma nuru ile idare edilir. Mademki senin bir muhabbetin var. Neyle? Şeyh efendin kuşatıyor. Bir esma nuru ile seni idare ediyor. Niçin bak? Nasıl buyuruyor:

Hemân bir lahza sağ olmak bana sensiz harâm olsun         

Sâlih Baba böyle buyuruyor, Yunus Emre ne buyuruyor:

            Senin aşkın benim için bir balıkca

            Balık çıksa sudan hemen ölür

Senin sevgin beni bir deniz gibi ihâta etmiş. Balık denizde olur. Denizden çıktı mı ölür. Senin sevgin de benden kesilirse benim ruhum da balık gibi ölür. Bu kelamı kibar bunu ifade ediyor.

Evet, işte meşayihi seviyorsa Allah için sevmiş başka şey için değil. Annesi değil, babası değil, akrabası değil, ahbabı değil ne için sevmiştir? Allah için.

Resulullah’ı sevmişse, zaten Resulullah sevgisi Allah sevgisidir.

Allah’ı sevmişse zaten Allah sevgisi, fark etmez.

Ama yalnız bir müritte hal olabilir. Eğer bir mürit esma nuru ile idare ediliyorsa o, şeyh efendiyi çok sever. Ama zâhirde de o şeyh efendi Resulullah falan değildir. Hatadır, bu isyandır, bu şirktir. Ama gelin hakikate, sevebilir, Resulullah Efendimiz’den fazla sevebilir. Ama o sevgi neyin sevgisi? Resulullah’tan geliyor. Resulullah’a nereden geliyor? Allah’tan geliyor.

Bak, şimdi müridin bir tanesi camiyi temizliyormuş. Hızır (a.s) geçmiş onun karşısına, demiş ki:

—Yüzüme bak, mürit de:

—Benim bakılacak yüzüm var, başka yüze bakmam ben, demiş.

Birini tam seven öbürlerini sevemez.

Demiş:

—Ben Hızır’ım.

—Benim Hızır’ım da var, demiş.

Evet, her şeyh kendi müridinin Hızır’ıdır.

Bu ihlâstır. Tarikatın bir şartı da ihlâstır.

Eğer mürit şeyhini vaktin Hızır’ı bilmezse ondan feyiz almaz veya arasında vaktin kutbu vardır. Vaktin kutbu derecelenerekten Hızır’dan emir almaz. Hızır onların emrindedir. Hızır, vaktin kutbundan, gavsından ileri değildir.

Peki, demiş:

—Ben senin şeyh efendine feyiz veririm.

—Feyzi ben şeyhimden alıyorum.

Ne yaptıysa yüzüne baktıramamış. Ondan kurtulmak için keskin bir cevap vermiş. Demiş ki:

            Şöyle ki Allah’dır sözüm

            Bir yüzdedir iki gözüm

            Yardır bütün özüm

            Ben în ü anı neylerem

Diyor ki sen beni ayıramazsın, bir yüze bakıyorum. Zikrim Allah, Allah’ı zikrediyorum. Ama bir yüze bakıyorum, o yüzü sen benden ayıramazsın. O yüz beni yaktı, kavurdu.

Onun için daha hareket olmaz, bakacağı olmaz.

Onun için ben ne yapacağım, benim bakılacak bir yüzüm var, başkasının bakacağına bakmam.

Onun için:

Bizim tarikatımız rabıta tarikatı,

Bizim tarikatımız sohbet tarikatı,

Bizim tarikatımız hatme tarikatı.

Bizim tarikatımız şeriat tarikatı.

Bu dört şey var. Rabıta vasıtamız.

Allah’a en kuvvetli, en sıhhatli, en emniyetli vasıta, rabıtadır. Bak!

Çok çektim ise iftirâk

Kalmadı gönlümde merak

Aşkım bana oldu Burak         

Bak ! “Aşkım bana oldu Burak.”

Bu firak ne? Bu merak ne?

Firak: Hazreti Âdem cennetten niye indi? Cennetten ayrıldı Allah’tan ayrıldı. Cennette Allah’ı görüyordu değil mi?  Niye indiler? İki yüz sene ağladı. Ama ayrılık firakı ile iki yüz sene ağladı, cenneti kazandı; ayrılıktan, firaktan, dertten kurtuldu. Bizim de şimdi:

Çok çektim ise iftirâk 

Canım Allah’tan mecbur ayrılmış gelmiş, firaktayız. Bu firaktan kurtulmak istersek, bu meraktan kurtulmak istersek eğer:

Aşkım bana oldu Burak

Aşktan mana burada rabıtadır. Rabıtaya olan sevgidir, değil mi?

Allah sevgisi ama rabıta sevgisidir. Allah için sevenler pişman olmaz. Allah için:

Hakk ile sevdiğimin var mı vebâli

Demek ki bilmiş olun ki eğer bir müridin ruhu esma nuru ile idare ediliyorsa o nedir?

O şeyh efendisini çok sever. Ben şeyh efendimi çok seviyorum, der. Ama Allah’tan çok seviyorum, demek küfürdür, şirktir, insanları kandırır. Resulullah Efendimiz’den fazla seviyorum, diyemez.

Eğer müridin ruhu sıfat nuru ile yaşıyorsa, sıfat nuru ile idare ediliyorsa o da Resulullah Efendimiz’i çok sever. Ama Resulullah’ı çok sevmek, ben Resulullah’ı Allah’tan çok seviyorum, demek olmaz.

Eğer zât nuru ile idare ediliyorsa Allah’ı çok sever.

Gönül müridi, tefekkür müridi, rabıta müridi var.

Gönül müridi: Allah’ı çok sevgi ile, Allah’a bağlanmış oluyor.

Tefekkür müridi sevgi ile Resulullah’a bağlanmış oluyor.

Rabıta müridi de sevgi ile şeyhine bağlanmış oluyor.

Bunların hepsi haktır. Hiç inkâr etmeyelim.

Yalnız burada fark varsa, şeyhini çok seviyorsa, ben şeyhimi Resulullah’tan çok seviyorum, diyemez.

Resulullah’ı seviyorsa ben Resulullah’ı Allah’tan çok seviyorum, diyemez. Bu şirktir, kusurdur.

Bugün emir var, zâhirde emir var. Ama zâhir emre uymak lazım. Hepsinden de zâhir emre uyacağız. Zâhir emir ne? ‘Ben şeyh efendimi Resulullah’tan fazla seviyorum, denmez.

Evet efendiler! Şimdi teveccühe gelince teveccühün usulünce oturtturacaklar. Teveccühte usulünce oturunca “Estağfurullah” diye bir nida olacak gözler yumuluyor, göz açmak yasak. 25 defa istiğfar okuyacaksınız, herkes okuyacak. Usul, kendiniz işiteceğiniz kadar, parmaklarınızla hesabını yaparsınız. Şöyle ki: “Estağfurullaaaah, Estağfurullaaaah, Estağfurullaaaah” diye. 25 defa istiğfar okuduktan sonra daha sizin yapacağınız bir şey yok. Kalbinizi, gözünüzü muhafaza edin. Allah kalbinizde, rabıta karşınızda, göz açmak yasaktır.

Kalbinize başka bir şey geldiği zaman; şeyh efendim karşımda (rabıta tarifinde var), şeriat kamçısı elinde var, atmışsın nefsini uyuz bir köpek suretinde, vuruyor. Niye vuruyor? Allah’ı unutma diyor, Allah’a isyan etme diyor, Allah’ı zikret, diyor.

Evet, rabıta karşınızda, Allah kalbinizde olacak.

Onun için bak! Biz avamız, havas değiliz ki. Bak, ne diyor? Bu aşk ancak velîlerde, müptedide değil, müntehide olurmuş.

Ama müntehide bu aşk geldiğinde ama her geldiğinde de bir hikmet var. Her geldiğinde bir terakki var. Aşka, muhabbete geldiği zaman hiç derdi yok, herkesi seviyor, bağrına basmak istiyor. Kalbi rahat, ferah; amelden, her yaptığı işten zevk duyuyor.

Ama kabız hali olduğunda insanlarda hep sıkıntılı oluyor,  Anam, babam dese onu kötü anlıyor. İnsanları dışlıyor, insanları tenkit ediyor. Sanki dünyada hep açlıktan ölecekmiş gibi, sanki bütün insanlardan zarar görecekmiş gibi, olur bunlar böyle olur, böyle gider. Ama vücut sahibinde kabız hali olur. Basıt hali ferahlıktır. Ama müptedide bunlar vardır.

Bunlar cihatla yolu açar. Cihat da Allah’ın emridir, büyük ameldir. Zaten biz cihatla bunlardan kurtulacağız, cihatla biz basıt halini çoğaltacağız; kabız halini azaltacağız. Kabız hali azala azala tamamen kesilirse, o zaman senin halin oldu makam.

Makam oturan, hal ise geçicidir.

Evet efendiler! İşte burada “ Estağfurullaaah” 25 defa istiğfar okursunuz; kalbinizi, gönlünüzü, gözünüzü muhafaza edin. Gözünüzü açmayın, kimseye bakmayın. Ağlayana bakmayın, bağırana bakmayın, yasaktır. Kalbinizi muhafaza edin, kalbinize geleni atın, tutmayın. Tabii bir de Allah’ı unutmayın. Allah Allah, zikre devam edin.

Şimdi başlarken Estağfurullah nida olacak. 25 istiğfarı okursunuz, gözlerinizi yumdunuz. Evet, oturmada yerimiz müsaitse rahat oturabilirsiniz. Bak, böyle yuvarlak oturmaya mürebbe deniliyor, böyle oturabilirsiniz. Sonra iki dizinizin üzerine tahiyyatta oturur gibi oturabilirsiniz. Bacağınızın birinin üzerine oturup birini çekebilirsiniz. Ağrıdığı zaman değiştirebilirsiniz. Ama böyle iki ayağını uzatmak terk-i edeptir, yasaktır. Sağa dönmek, sağındakini huzursuz etmek yasaktır, sola yaslanmak, arkanda biri var, bunları yapmayın. Teveccüh bitinceye kadar bunları yerine getirin, teveccühün şeklini bozmayın.

Evet, işte Estağfurullah nida ile başlayacak, 25 defa istiğfar okursunuz. Parmaklarınızla hesabını yaparsınız, gözler yumulacak. Beş dakika veya en fazla on dakika sonra yine istiğfar sesi duyacaksınız. Üç defa “Estağfurullah, Estağfurullah, Estağfurullah” onu siz yapmayın. Ondan sonra namazı var kılıyoruz, duaları var; gizli, aşikâr okuyoruz. Ondan sonra silsileyi okuyoruz. Ondan sonra teveccühe kalkıyoruz.

Teveccühe işte başlıyoruz, safları geziyoruz, sırtlara el vuruyoruz. Kelamı kibar, gazel okuyoruz. Artık o gazel okunduğu zaman ayık olun, sırtınıza el vurulduğu zaman ayık olun.

Bu sırtımıza elini vuran, pirimiz Dede Paşa Hazretleri vuruyor. Sırtınızda kalbinize bir pencere var. Şeytan aleyhillane oradan vesvese veriyor, oradan bağlıyor.

Ama insanlarda şeytan ikidir. Ne buyuruyor Muhyiddin Arabî Hazretleri mübarek, Şeyhi Ekber Diyor ki: “İblis ikidir: sûrî, manevi.” Sûrî olan bu dışarıdan vesveseyi veren şeytan, ama manevi şeytan senin nefsindir.

Öyleyse demek ki her ne kadar Şeytan aleyhillane burada sana vesvese veriyor ama bir de senin nefsin var. Şeytanın bize çok zararı olur. Şeytan vesvese verirse şeytanlık yapmış olmaz. Şeytan senin bir şeyi aklına getirir ama tabancası yok, bunu işle, diye tehdidi yoktur.

Ama seni tehdit eden senin nefsindir. Onun için burada o nefisten de kurtulmamız lazım. Nasıl kurtulacağız?

Hazret-i Pîrim delîlimdir, halîlimdir benim  

Dil sarâyı ravza-i beyt-i celîlimdir benim     

Ana teslîm ettiğim nefs-i zelîlimdir benim     

İnkıyâd ettim bıçağa uymuşam İsmâîl'e

Bu kelamlarda söylenen, nasıl ki babası Halil İbrahim Aleyhisselam oğlu İsmail’e

—Teslim ol, seni keseceğim, demiş.

Ellerini bağlamış, o da:

—Baba çöz ellerimi, bu emri, bu işi işle. Ben sana karşı gelmiyorum. Bağlı ellerimi çöz, demiş.

Değil mi? Bir mürit de demek ki şeyh efendisine böyle teslim olması lazım.

Tarikatın şartlarından biri budur. 

Muhabbet var, ihlâs var, adap var, bir de teslimiyet var.

Bunlar birbirini takviye eder. Başta muhabbet, muhabbeti takviye eden, çoğaltan ihlâstır.

Hani bir insan şeyh efendisini ne kadar büyük görürse, ne kadar yüksek görürse, o kadar fazla sevebilir, sevgisi ona göre olur.

Bir de âdap; meşayihinin zâhirinde yaptığın âdabı bâtınında da yaparsan, meşayihin zâhiri bâtını birdir. Âdap da meşayihin zâhiri bâtını bir bilmek. Şeyh efendinin huzurundaymış gibi, yemende içmende; kalkmanda, oturmanda bu şekilde yapıyoruz. Şeyh efendim uzakta görmüyor, değil, onu uzak görmeyeceksin. Sen onu görmüyorsun ama o seni görüyor, bunu aklına getireceksin. Âdap da budur.

Teslimiyet ne? Sen bir alet olduğunu bileceksin, bir aletsin sen. Beni şeyhim hareket ettiriyor. İşte bunlar böyledir.

Bunları sen yapıyorsan, ben bunları böyle yapıyorum, sen de kendinde yap, demeye hakkın yok. Tavsiye edersin yapabilirse yapar, yapamazsa yapamaz.

Ama sen de böyle değilken eğer ben böyleyim, dersen, o da Allah korusun, o zaman gider, ulûhiyet olur, kuru davada kalırsın.

Evet, şimdi işte ebyat okunduğu zaman, gazel okunduğu zaman, sırtınıza el vurulduğu zaman, Şeyh Efendimiz Dede Paşa Hazretleri bu teveccühümüzü yapıyor, sırtımıza elini vuruyor ve gazeli de kelamı kibarı da o okuyor deyin. Aldanmazsınız, lehinize olur, aleyhinize olmaz. Çünkü niçin? Bak! Divan’da geçiyor:

            Kibrid-i ahmerdir şeyhin nefesi

            Yakar dil şehrinde bırakmaz pası

Dil şehri kalbimiz. Kalbindeki pas ne? Masiva, masiva, masiva; maddî. Bunları nefesiyle yakar diyor, evet:

Kibrid-i ahmerdir şeyhin nefesi

            Yakar dil şehrinde bırakmaz pası

            Beraberdir Pir-i Tâğî Mevlâsı

            Daim cezbederler buraya bizi

Biz bu zamanda diyeceğiz ki: “O Sâlih Baba’nın şeyhi Pîr-i Sâmî’ymiş ve onun Şeyh Efendisi de Pîr-i Tâgî’ymiş. Biz de deriz ki mademki buraya bizi şeyh Efendimiz topladı. O, olmasa biz birbirimizi tanıyamazdık ve buraya da gelmezdik.” Öyleyse biz de burada aldanmayız, biz de deriz ki:

            Beraberdir Dede Paşa Mevlâsı

Mevlâ; efendi demek.

Dede Paşa Hazretleri ile efendim, beraber ve onunla beraber olduğu için onun için buraya toplanmışız. O, Dede Paşa’yı tanımasaydı, biz Dede Paşa Hazretleri’ni tanımazdık.

Mübarek Dede Paşa’nın şeyh efendisinin torunuyum. Şeyh efendilerinin torunu olmakla Dede Paşa’nın çok torunları var. Damadı çok, sevmiş olduğu damadı, oğlu vardı. Hacı Ahmet Efendi amcamdı, Dede Paşa’nın damadıydı. Çok da âlimdi, çok da bilgili. Ama bilemiyoruz bu emri, öyle zamanda ona duyurmadı. Ama üç sene tebliğ yapamadı. 70 senesinde buyurmuştu; 73 senesinde daha gizlenemedik, hatme okuduk, teveccüh yaptık, ders verdik. Ondan sonra duyuldu, bir zaman muhalefet etti ama sonradan yumuşadı.

Evet efendiler! Teveccühün sonuna kadar gözlerinizi açmayın. Saat on biri çeyrek geçiyor inşallah on ikiye bitirmeye gayret edeceğiz. Belki on ikiyi beş, on, yirmi dakika geçer, öğle namazı geliyor. Ondan sonra namazınızı da kılarsınız, kumanyanızı alırsınız, ondan sonra dağılırsınız, yarın mesai başlıyor. Herkes yollarına gider inşallah. Hakkınızı helal edin. Allah canınızın sağlığını afiyetinizi artırsın.

Şimdi umreye gideceğim ama bir dahaki sene Allah izin verirse senede bir defa geleceğiz. Allah izin verirse hangi günde, hangi ayda isteniyorsa, bir ay kalacağım. Ama bir ay da kalmam için buranın faaliyeti olmalı. Buranın faaliyetini tebşir edin.

 


[1] Al-i İmran 3:31

[2] Tırmizi Menakil 1 Müsned 4.Bab S.66

[3] Keşfü’l Hafâ

[4] Tirmizi, Buhari, Mezalim 3

[5] Hikmet Goncaları Trc. (500 Hadis Şerif) 83

[6] Eşrefoğlu Rumi Müzekkin Nufüs S.527

[7] Ahzab 33:4,  Beled 90:8, Araf  7:203

[8] Buhari Rikak 38

[9] Kehf 18:65

[10] Hikmet Goncaları Trc. (500 Hadis Şerif) 83