Teveccüh’ün Tanımı ve Tasavvuf Tarihinde Teveccüh

Teveccüh’ün Tanımı:

Teveccüh Arapçada “yönelmek” demektir. Şeyhin, manevî gücünü müridin kalbi üzerine yöneltmesi ve bu suretle ona hâl aktarmasıdır. Bu, müridin ruhunda filizlenmelere sebep olacak bir manevî aşılama olayıdır. Yani müridin ruhî kabiliyet kapasitesinin artırılmasıdır. Mürit bu şekilde mürşidinin manevî özelliklerini yüklenmiş olur. Bu uygulamaya, teveccüh-i kalbî denir. Diğer bir ifâdeyle, mürşid-i kâmilin güzel hâllerini mürîde intikâl ettirmesi ve netîcede onun rûh ve kalbinde tasarrufta bulunmasıdır. Bunun aslî ve fer’î pek çok vâsıtaları vardır.

Teveccüh genelde Hakk'a yöneliş ve kalbî alaka için kullanılır. Mürşidin müridini karşısına alıp ona nazar etmesi anlamına kullanıldığı gibi müridin mürşidine bağlanıp yönelmesi; “Rabıta-yı nakş-i hayal” anlamına da kullanılır.

Bu ilk manadaki teveccüh için: "Allah Teâlâ benim sadrımı ne ile doldurdu ise, ben onu aynıyla Ebû Bekir'in sadrına ilkâ ettim.”[1] hadisi vardır.

Teveccühün diğer anlamında ise şu hadis verilmiştir. Resûlullah'ın yanına gözleri görmeyen birisi geldi. Gözlerinin açılması için duâ etmesini istedi. Resûlullah sallallahü aleyhi vessellem: “İyi bir abdest al! Sonra; “Allahümme innî es'elüke ve eteveccühü ileyke bi-Nebiyyike Muhammedin Nebiyyirrahme, yâ Muhammed innî eteveccehü bike ilâ Rabbî fî hâcetî-hâzihî, li takdiye-lî Allahümme şeffi'hü fiyye” duâsını oku”, buyurdu. Duânın mânâsı şudur: “Yâ rabbî! İnsanlara rahmet olarak gönderdiğin sevgili Peygamberin ile sana teveccüh ediyorum. Senden istiyorum. Yâ Muhammed aleyhisselâm! Dileğimin hâsıl olması için rabbime senin ile teveccüh ediyorum. Allah'ım! O'nu bana şefaatçi eyle!”[2].

Teveccüh, bu anlamda, bir kimsenin, hayatta veya vefat etmiş, kabirde olan bir velîden feyiz alabilmek, ondan manevî olarak istifade etmek, faydalanmak için, kalbini ona bağlaması, hatırına hiçbir şey getirmeyip, yalnız onu düşünmesi manasına da kullanılır.

Mürşidin nazar ve teveccühüyle müridini etkileyip onu bir bakıma ruhî yükselişe hazırlaması, güneşe tutulan büyüteçlerin yoğunlaştırdığı güneş ışınlarının, temas ettiği maddeleri yakmasına benzetilmiştir. Teveccüh daha çok Nakşibendîlikte kullanılan bir kavramdır. Teveccühün müritten mürşide doğru olanı "Rabıta" denilen şeklidir. Mürit, mürşidine muhabbet yoluyla rabıta edince mürşidin ruhaniyeti onun bâtınında feyiz tesiri gösterir. Bu feyiz, beşerî zaaf ve sıfatları izale ederek mürit, tedricen şeyhinin boyasına boyanır. Bu sevgi sonucu meydana gelen kalbî beraberlik, şahsiyet transferi ve aynîleşmeyi doğurur.

Teveccüh, tasavvuf yolunda ilerleme, yükselme sebeplerinden en önemli olanıdır. Bu, bir velînin, Allahü teâlânın izni ile nazar etmek veya başka yollarla müridinin kalbindeki, mâsivâ (Allahü teâlâdan başka her şey) ve dünya sevgisini, günah lekelerini temizleyip, yerine feyiz, marifet, ilim ve hikmetle yani manevî ilimler, iyilikler, bereketler ve faydalarla doldurması, yüksek derecelere kavuşturması demektir.

Teveccüh için sabah gün doğmadan önce dergâh veya camide toplanılır ve bir şey yemeden gelinir. Mürşit sohbet eder ve müritlerin kalbini teveccühe hazırlar. “Teveccüh Sohbeti” sonunda müritler sırt sırta oturur ve gözlerini yumarlar. Teveccühün başında mürşit, usulünce kendine ait olan işlemleri yapar ve peygamberimizden başlamak üzere silsileyi okur. Mürşit teveccüh yapmaya başladığında müritlerin yanına gidip kelamı kibarlar okur ve tek tek sırtlarına el vurur. Bu halde mürit kalbi selim ile rabıta karşısında Allah kalbinde nasibi nispetince ilahi nurlara mazhar olmuş olur.


Tasavvuf Tarihinde Teveccüh:

·         Nakşibendî Hazretleri, Alâeddin’i sohbetlerinde yanına oturtur, sık sık ona dönerek teveccüh eder ve onun evliyalık derecelerinde yükselmelerini sağlardı. Buyurdu ki: "Yolun esası, kalbe teveccühtür. Kalp ile de Allahü teâlâya teveccühtür. Kalp ile çok zikretmektir. Farz ve sünnetleri eda etmektir. Yeme, içme, giyme ve oturmada, işlerde ve âdetlerde orta derecede olmaktır. Kalbi kötü düşüncelerden, vesveseden korumaktır. Kendisine rehber olan âlimin sohbetini ganimet bilmektir. Hocasının huzurunda iken ve yanında yok iken edebe uymaktır. Bu yoldan maksat ve ele geçen şey: Allahü teâlânın devamlı huzurunda olmaktır. Ashab-ı kiram zamanında buna "ihsan" denilmişti. Bu yolda ilerleme esnasında nefsin arzularını yok etmek, nurlara ve hâllere gömülmek, fena ve beka makamlarına ulaşmak, üstün ahlâk ile ahlâklanmak gibi on makam ele geçer."[3]

·         Ubeydullah-ı Ahrâr Hazretleri’nin oğlu Hâce Muhammed Yahyâ: "Tasarruf sâhipleri üç kısımdır. Bir kısmı, Allahü teâlânın izni ile her istedikleri zamanda, diledikleri kimsenin kalbine tasarruf ederek, onu tasavvufta en yüksek derece olan fena makamına eriştirir. Bazısı, Allahü teâlânın emri olmadan tasarruf etmez. Emir olunan kimseye teveccüh ederler. Bir kısmı ise kendilerine bir sıfat (hâl) geldiği zaman kalplere tasarruf ederler." demiştir.

·         Molla Câmî Hazretleri’nin, Saadettin Kaşgari Hazretleri’nin talebesi olduğunu işiten Muhammed Câcermî: "Beş yüz yıldan beri Horasan toprağının bir benzerini yetiştiremediği bir ilim erbâbını, Mevlânâ Saadettin Kaşgari bir teveccühte yolundan çevirdi ve kendi "Ahrâriyye" ismi verilen yoluna aldı." buyurdu.

·         Muhammed Bâkîbillah Hazretleri’nin kalplere teveccüh ederek kalpleri, Allah Allah diye zikrettirmesi ihsan-ı umûmî idi. Bir gün İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyurdu ki: "Bu nîmetin şümullü ve umûmî olması, yâni kalbin zikretmesi ve bu yolun daha başlangıcında cezbe hâsıl olması, hocamız Muhammed Bâkîbillah'ın bu yolda lâzım olan bereketli bir ilâvesidir.”[4] Muhammed Hâşim-i Keşmî, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’ne: "Daha evvel bu yoldaki büyüklerde bu yok mu idi?" diye sorunca, buyurdu ki: "Vardı, ama başlangıçta bu kadar umûmî değildi." Ve yine buyurdu ki: "Bu şümulün ve bu umumîliğin sırrını, Muhammed Bâkîbillah'tan sorduğum zaman, buyurdu ki: "O zamandan bu zamâna kadar isteyenlerin, talebelerin arzu ve himmetleri azaldı ve karıştı; talebelerin anlama ve gayretleri de azaldı. Şefkatin çokluğu sebebiyle onlar mücâhede etmeksizin, uğraşmaksızın, büyük gayret sarf etmeksizin bu yola alınıyorlar. Böylece arzu ve istek sahrasında yaya yürüyenler, bineğe kavuşuyorlar ve soğuklukları sıcağa dönüyor." Muhammed Hâşim-i Keşmî demiştir ki: İmâm-ı Rabbânî bu sözleri anlatıp bitirince, bir âh çekti ve şöyle duâ etti: "Allahü teâlâ ona, talebeleri tarafından, büyük ve hayırlı karşılıklar versin!". Onun yetiştirdiği büyüklerin başında, kendisinden sonra halifesi olan, hicrî ikinci bin yılının müceddidi, İslâm âlimlerinin gözbebeği İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî gelir.

·         İmam Rabbani Hazretleri: "Tasavvuf yolunda çok yüksekleri aramalı, verâların verâsını yani ötelerin ötesini aramalıdır. Böyle bir istek, böyle çok çalışmak ancak vazife alınan büyüğün teveccühü ile elde edilebilir. Onun teveccühü de müridin ona olan sevgisi, bağlılığı kadar olur." demiştir.

·         Muhammed Mâsûm Hazretleri: "Pîrin teveccühü, zulmet ve keder dağları, her ne sûretle ortaya çıkarsa çıksınlar, sadık talebeden kaldırıp, uzaklaştırır.”[5] demiştir.

Abdülehad Serhendî’ye amcası Muhammed Ma'sûm Fârûkî Hazretleri tasavvuf yolunda daha yüksek derecelere kavuşması için ona kırk defa teveccühte yani manevî olarak çok yardımda bulunacağına söz verdi. Muhammed Ma'sûm Hazretleri otuz dört defa teveccüh ettikten sonra vefat etti. Yeğeni Abdülehad ise her gün amcasının kabrine gitti. Amcası, Abdülehad'ın her gelişinde Allahü teâlânın izni ile kabirden kalkarak yeğenine teveccühte bulundu ve onun yüksek manevî derecelere kavuşması için yardımcı oldu. Yaptıklarını da bir kâğıda yazıp onun eline verdi. Bu şekilde teveccüh adedini kırka tamamlayarak sözünü yerine getirdi. Abdülehad Serhendî hâdiseyi Muhammed Ma'sûm Hazretleri’nin oğullarına anlattı ve elindeki altı adet yazıyı gösterdi. Onlar babalarının bizzat kendi el yazısını görünce; "Bu büyük keramet ancak ona yakışır, el hak doğrudur." dediler.

·         Fahreddîn-i Râzî buyurmuşlar ki: “Ruhu olgun bir velînin kabri yanına gidip, bir zaman durulur ve o topraktaki velîye teveccüh edilirse, ruhu o toprağa bağlanır. Meyyitin ruhu da bu toprağa bağlı olduğu için, gelen insanın ruhu ile velînin ruhu buluşmuş olurlar. Bu iki ruh karşılıklı iki ayna olur. Her birinde olan meârif (ilimler) ve kemâlât ötekine aks eder, yansır.

·         Abdullah Dehlevi Hazretleri, bu konuda şunları söylemektedir: "Bâtındaki yani kalbindeki nispetin artmasına çalış. Allah ismi şerifini çok zikrederek, bazen salâvat okuyarak, Kur'ân-ı Kerim okuyarak, Allahü Teâlâya yaklaşmaya çalış. Bu çalışmalarda gevşeklik olursa, bu fakirin ruhaniyetine teveccüh ediniz. Yahut Mirzâ Mazhâr-ı Cânân'ın kabrine gidiniz, ona teveccüh ediniz, çok terakkî edilir, ilerleme ve yükselme olur. Ondan hâsıl olan fayda, bir diğerinin faydasından daha çoktur."

Birçokları Abdullah Dehlevi Hazretleri’ni rüyada görüp, büyüklerin yolunu anlar, içine düşen şevk ile huzurlarına gelir, yüksek makamlara kavuşup, memleketlerine dönerdi. Talebeleri çok olduğu hâlde, teveccühleri ile her birini makamdan makama geçirir, hâlden hâle kavuştururdu. Teveccühünün kuvveti sayesinde senelerce sürecek işleri, günlere sığdırırdı. Pek çok fâsık, fâcir ve günahkâr, yüksek nazarları, bakışları ile tövbe edip doğru yola geldiler. Bir kısım kâfirler de küçük bir iltifatı ile Müslüman oldular.[6]

·         Velîlerin önderi Mevlânâ Halid Bağdadi Hazretleri’ne Abdullah Dehlevi Hazretleri teveccüh etmişti. O esnada rabbani âlim ve kâmil velî Şeyh Ebu Said el-Hindi ile Arif Dilcih Şah Beşaretullah Hazretleri göründü. Mevlânâ Halid aralarında bulunuyordu. Bu arada Abdullah Dehlevi Hazretleri hepsine aynı anda teveccüh ederek Mevlânâ Halid’e buyurdular ki: “Ey Halid, ne zuhur etti?” Mevlânâ Halid: “ Efendimiz, mübarek arkanızda velîlerin sultanı Hz. Aliyyül Mürteza b. Ebu Talip (r.a) Hazretleri’nin ruhaniyetini omzunuzun üzerinde görüyorum.” dediler. Bunun üzerine arkadaşlarına izafe eylediği füyuzattan daha fazlasını ona izafe eylediler. Hatta bu feyzin fazlalığı neticesi olarak şöhreti irşadı ve nurunun ziyası bütün ülkelere yayıldı. Ledünni ilimleri herkese, güneşin gün ortasında ki netliği gibi bariz ve açıktı.[7]

Sohbet şeyhi olan Halid-i Cizrevi Hazretleri anlatıyor; “Şeyhlerin Şeyhi Halid-i Bağdadî Efendimiz’in Cizre’ye gelen bir halifesinden tarikat aldım. İlk teveccühünün bereketiyle keşf’ül kulub oldum. Yanından ayrıldıktan sonra medreseye gittim. Münkir talebelerle sohbet ettim. Bu münkirlerle sohbetten sonra üzerimde bulunan hal gitti.”[8]

·         Seyyid Taha Hazretleri Irak Revândız’da iki topluluk arasında olan dargınlığı ortadan kaldırmak için sulh ve barıştırma, dinî bir emir olduğundan hareket eyledi. Her iki taraf Seyyid Tâhâ Hazretleri’ni görünce, birlikte karşılayıp ellerini öperek emirlerine uydular. Bunları barıştırıp Nehrî'ye geldiklerinde âdetleri olduğu üzere Nehrî yolunda bulunan nehir kenârında Zî Tûvâ Çeşmesi başında istirahat ettiler. Beraberlerinde bulunan bin kişiye öyle bir teveccüh ettiler ki bunlardan beş yüz kişi derhal o anda hâl ve keramet sahibi oldu.[9]

·         Seyyid Sıbgatulallahi Arvasi Hazretleri sonraki meşayihin arasında maruf olan teveccühün tarikatta bid’at olduğu, eski meşayih zamanında olmadığı yolunda halkın kalbindeki şüpheyi gidermek için işaret etti. Bununla, onların zamanında maruf olan teveccühün hakikatini değiştirmeyecek şekilde tasarrufun zarar vermediğini, adların değişmesine itibar olmadığını remzederek Gavs Hazretleri buyurdu ki: “Teveccüh eskiler arasında maruf olan iltifat nazarının bir çeşididir, yalnız onlar bu nazarı teker teker karşılarına alarak yaparlardı. Bunun için bir cemaat toplamazlardı. Teveccüh ise umumi bir nazardır.” Bu mübarek sözlerden sonra Gavs Hazretleri şimdiki teveccüh şeklinin ihdası, adı geçen hakikati değiştirmemekle birlikte, bununla memur olunduğunu işaret için buyurdu ki: “Ben bu teveccühle kuvvetli bir şekilde emir olundum.” diyerek meşayihin buna çok ihtimam gösterdiğini belirttiler. Teveccüh üzerine sohbetlerine devam ederek buyurdular ki: “Teveccüh müridin zulmetinin, şeyhin akıttığı nur sebebiyle boşaltılmasıdır. Çoğu zaman mürit kendisinde vuku bulan hali hissetmez.”[10].

Seyyid Sıbgatullah Arvasi Hazretleri, avam konusunda teveccüh’ü sohbete tercih eder ve “Teveccüh avamın kalbinde beliren vesvese ve kuruntuları giderir.” derdi. Belki de meşrebi buna uygun olan havas hakkında da teveccüh’ü sohbete tercih etmek gerektiğini belirtmiştir. Ayrıca eski dönemlerde bilinen “nazar” hakkında söylenmiş olan bazı şiirleri okumak sureti ile eskilerin bildiği nazar ile şimdiki teveccüh’ün aynı şey olduğunu ifade ederdi.[11]

Seyyid Sıbgatullah Hazretleri’nin müritlerine teveccühü, sohbetinden daha ziyade ve faydalı idi. Onun için sohbet süresi çok az olurdu. Teveccühte gözünü açanları şiddetle men ederdi. Bazı şahıslara teveccühü iki sefer yapardı. Mürit olmayanı ve Nakşî olmayanı teveccühe sokmazdı.

·         Abdurrahman-ı Tâğî Hazretleri buyurdu ki: “Müridlere teveccüh sırasında huzur halinde olmayı da öğretiniz. Teveccüh sırasındaki huzur hali, müridin üstadını tıpkı Hz. İsa imiş gibi düşünmesidir. Ona şifa bulmak isteği ile hastalar, körler ve felçliler başvurmakta o da onları etkili ilaçlarla tedavi etmektedir. Kendisi de bir kalp hastasıdır ve başkaca hiçbir çaresi kalmadığı için tedavi meclisine başvurmuştur. Belki etkili ilaçların kokusu kendisine kadar gelir de böylece çektiği hastalıklardan kurtulmuş olur.” Daha sonra şöyle dedi: “Mürit, kendi şeyhinden başka bir şeyhin yönettiği teveccühe katılırsa beklenen faydayı elde edemez. Çünkü teveccüh, fayda sağlamak amacı ile kalbi şeyhe yöneltmektir. Mürit, kendi şeyhinden başka bir şeyhin yönettiği teveccühe oturup kalbini şeyhinden başka bir şeyhe yöneltirse ondan nasıl yarar sağlayabilsin?”[12]

·         Muhammed Sâmî Erzincani Hazretleri; “Teveccühe devam edip elinizden kaçırmayın. Büyüklerimiz kemal mertebesinde olan şefkatlerinden dolayı, yüce tarikatın arasına teveccühü de koymuşlardır. Zira teveccühte kâmil mürşit, vakitli bir halinde iki omzunun arasına bir lütuf tokatı vurur ise imanın kat kat olup yükseldi demektir. Çünkü şeytanın oradaki toplanma yerini yıkıp harap etmiş olur; daha kalbine vesvese verecek kimse kalmaz. İmanın sağlama çıkar. Hazreti Resulullah (s.a.v) Efendimiz de, Hazreti Ömer-ül Faruk (r.a) Efendimiz’in sırtına mübarek elleriyle üç defa vurmuşlar ve “İmanın tamam oldu Ya Ömer.” buyurmuşlardır.

Bu tarik muhabbet yoludur. Muhabbetten Mevlâ’ya yol gider. Muhabbet sâfî nurdur; garaz ve menfaat ateşini söndürür, mahveder. Muhabbet ehli, yârinin peşinde dolaşır; ne için gelip gittiğini bilmez. Kişi hatmeye, teveccühe, sohbete gidip gelmeli ama bunlardan bir maksat ve menfaat beklememelidir. Sırf muhabbet sebebi ile gidip gelmelidir.”[13]

·         Muhammed Beşir Hazretleri’nin sa’yi ve kemâli öyle bir hadde ulaşmıştı ki insan ve cinlerin mürşidi olduğun­dan “Mürşidi sekaleyn” ve bütün mahlûkatın rızıklarının taksim edeni bulunduğundan da “Kâsım-ül erzak” unvanlarının sahibi idi. Sü­leyman Aleyhisselâm’ın tasarruf ve saltanatına bâtında ulaşmış bir Allah eri idi. Öy­le bir tasarrufa ulaşmış ki Pîr-i Sâmî Hazretleri:

—Beşir Efendi teveccüh yapsa, bütün ih­vanın bize olan rabıtası kendisine meyleder. Onun için sağlığımda bu dergâhta ona teveccüh yaptıramam, buyurmuştur.

Abdurrahim Reyhan Hazretleri buyuruyor:

—Bu kadar büyük bir vazifenin şahsımıza tevcih edilmesi bir nimet midir, yoksa bir mihnet mi­dir karar veremiyor; böyle, gönlümde cereyan ederken Paşam Hazretlerine iltica ediyor, yalvarıyordum. Bu hisler içinde bocalayıp, yakardığım sı­rada Paşa Hazretleri’nin odasında baş başa yal­nız bulunuyorduk. Ben önünde diz çöktüm. Beni affetmesi için derûnumdan yal­varmaya devam ediyordum. O mübarek gözleri­ni gözlerime dikerek:

—Benim Efendim, neden bu kadar kendini üzüyorsun? Ben de senin gibiyim. Ben de aldığım bir emri îfâ ediyorum. Bu vazifenin sana tevcihi, Hazreti Pirin (Muhammed Beşir Efendi Hazretleri’nin) emridir. Bu hizmeti, bu nimeti veren sana şüphesiz onun kolaylığını da verecek­tir.

Abdurrahim Reyhan Hazret­leri, Paşa Hazretleri hayatta iken de pek çok kere teveccüh yapmıştır.[14]

 


[1] Mevsûa etrâfi'l Hadis, XI, 156

[2] Merâkıl-Felâh, Nesâî, Tirmizî, İmâm-ı Beyhekî

[3] Makâmât-ı Muhammed Bahâeddîn Nakşibend (Selâhüddîn ibniMübârek el-Buhârî)

[4] Mektûbât-ı İmâm-ıRabbânî

[5] Muhammed Ma'sûm Fârûkî; s.249

[6] Türkiye Gazetesi Evliyalar Ansiklopedisi

[7] Risale-i Halidiye, Mecd-i Talid, Şemşü’ş-Şümus, s.131-225.

[8] Minah, Seyyid Sıbgatullahi Arvasi, s.143

[9] İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.18, s.246

[10] Minah, Seyyid Sıbgatullahi Arvasi, s.117,M185

[11] Nakşibendi Şeyhlerinin Mukaddes Sözleri, s.76

[12] Nakşibendi Şeyhlerinin Mukaddes Sözleri, s.223-226

[13] Piri Sami Hazretleri Hayatı ve Sohbetleri, s. 158-171

[14] Tasavvuf Sohbetleri, Mehmet Kadıoğlu, s.54-118-140