İMAM RABBÂNÎ

Kuddise Sirruh

Selefin ve halefin iftihar ettigi rabbânî, âlim, kâmil insan, evliya ve asfiyânin yüz aki tesrifiyle asirlarin yüzünü güldüren, kemale eren ve erdiren, korkulu yollardan kurtarip emn ü emânâ yol gösteren, halki Allah’a hakk ile davet eden, zamanin biricik kutbu, ikinci bin yilin müceddidi.

Nesebi Hazret-i Ömeru’l Faruk radiyallahu anh’e dayanmakla Fârûkî diye anilir. Mezhebi Hanefî, tarîkati Naksbendîdir. Dogum yeri Serhind’dir.

Muhammed Masum hazretlerinin hâdimi Seyh Muhammed Bâkir hazretleri “Kenzü’l-Hidâyât” inda der ki: “Imam Rabbânî hazretleri, 971 hicri senesi Muharreminin asura gününde Serhind’de dünyaya geldi. Aklî ve naklî ilimlerin tamamini muhterem pederleri Seyh Abdülehad kuddise sirruh hazretlerinden ve zamaninin muhakkiklarindan tahsil etti. Kadiriye, Sühreverdiyye ve Çestiyye tarikleriyle mesgul olup her üçünde de irsada babasi tarafindan mezun kilindi.

Onsekiz sene ilim nesriyle ve sâliklerin terbiyesiyle mesgul oldu. Fakat bütün tarikatlardan üstün olmasi sebebiyle Naksibendî tarikina muazzam bir istiyaki vardi. Mevlânâ Hâcegî Imkenegîhazretleri onu Hâce Muhammed Bâkî hazretlerine gönderdi. Imam Rabbânî, Naksbendî tarikini ondan aldi. Ona sadakatle hizmet edip maksudu iki ay zarfinda hasil oldu. Hatta Hâce Muhammed Bâkî hazretlerinin mahbubu olup kâmil ve mükemmil olduguna sehadet ederek müridlerin irsadini ona birakti. Üstelik kendisini de irsad etmesini ondan rica etti. Hâce Muhammed Bâkî hazretleri onun “kutb-i azam” olduguna hükmetti. Imam Rabbânî hazretleri de irsada kendini vakfeyledi.

İmam Süyûti hazretlerinin “Cem’ul-Cevâmi” adli hadis mecmuasinda nakledildigi üzere Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selem “Ümmetim içinde, kendisine “sila” denilecek bir adam gelecek. Onun sefaatiyla niceleri fayda bulurlar.” buyurmuslardir. Müceddid hazretleri Mektûbât’inda, “Beni iki deniz arasinda sila eyleyen Cenab-i Hakk’a hamdolsun” der.

Sila, iki seyi birbirine baglayan bag demektir.

Hâce Muhammed Bâkî hazretlerinin halifelerinden Mir Husameddin Hazretleri bir gün Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i rüyasinda gördü. Resûl-i Ekrem, minberde Ahmed Fârûkî’yi sena ediyor ve “Ben, ümmetimde onun varligiyla iftihar ediyorum. Cenab-i Hakk, onu ümmetim içinde müceddid kilmistir.” diyordu.

Onun zuhûrunu zamanin büyük velileri müjdelemislerdir. Hâcegî Imkenegî hazretleri, en büyük halifesi bulunan Hâce Muhammed Bâkî hazretlerine dedi ki: “Hindistan’da bir zât zuhur edecek ve asrinin imami olacak. Onun menzil-i maksuduna vasil olmasi senin elinle olacaktir. Ona itina gösteresin. Ricalullah onun zuhûrunu beklemektedirler.”

Imam Rabbânî, Hâca Muhammed Bâkî hazretlerine ulasinca Hâce Bâkî hazretleri: “Bana müjdelenen sensin” buyurdular.

Gavs-i Âzam Abdülkadir Geylânî hazretleri vefatindan sonra Iskent emiri olan torununa emanet biraktigi hirkasini Imam Rabbânî hazretlerine bizzat kendileri giydirmislerdir.

Bir tacir anlatir: Gavs-i Âzam hazretlerine muhabbetim çok fazlaydi. Birçok zamanlarda imdadima yetisir, müjdeler verir, zor anlarimda bana yardim ederdi. Bir gün bana dedi ki: “Sen büyük bir imdada nâil oldun. Fakat sana zâhiren de bir seyh lâzimdir.” Ben de: “Kime gideyim?” dedim. Dedi ki: “Seyh Ahmed Serhindî’ye git. Çünkü bugün zâhiren ve bâtinen zamanin kutbu odur.”

Bunun üzerine dogruca Ahmed Farûkî hazretlerine gittim. Ondan ne kadar istifade ettigimi, neler müsâhade ettigimi anlatamam.

Serhind’e Belh’in büyüklerinden bir adam geldi. Müceddid hazretlerini görünce dedi ki: “Ben Belh sehrinde idim. Bir cenaze geldi. Eski ve yeni Maveraünnehir evliyasi o cenazede bulundular. Hâce Abdülhalik Gücdüvânî ve Hâce Bahâeddin Naksbend hazretleri de bulunuyorlardi. Ordakilerden birine: “Bu zât kutubdur. Buradakiler de kutbu’l-aktabi bekliyorlar.” O sirada nûrânî bir zât geldi. Onu öne geçirip imam ettiler. O adama “bu zât kimdir?” diye sordum. “Seyh Ahmed Fârûkî hazretleridir” dedi.

İmam Rabbânî hazretleri buyurdular ki: “Benden sâdir olan ilimler, valâyet sinirlarinin disinda olup nübüvvet nuruna mensubdur. Ikinci bini Resûl-i Ekrem’in isr-i pâkine uyarak yeniledim. Ulemâ gibi erbâb-i velayet bile bunun idrakinden âcizdirler. Çünkü bu, âlimlerin ilminin ve evliyanin marifetlerinin ötesindedir. Su görünen ilimler, bu ilme nisbet edilirse kabuk olduklari görülür. Bizim ilmimiz ise özün özüdür. Cenab-i Hakk bize, seriatina esas kildigi ilmin özünü ögretmistir. Bizim ilmimiz zât ve sifat ilminin özüdür. Allah onu, bize nasib etmistir.”

İmam Rabbânî hazretleri yine buyuruyorlar ki: “Tevhid-i vücûdînin, yani vahdet-i vücud fikrinin esasini anladim. Bu makamdan pek çok ilim bana doyasiya verildi. Seyh-i Ekber Muhyiddin Arabi hazretlerinin maarifi bana verildi. Onun beyan ettigi tecelli-î zâti ile müserref oldum ki, Seyh-i Ekber Hazretleri bunu urûcun sonu, velâyetin de tamami olarak kabul etmistir.”

Yine buyurdular: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selem bana, “sen ilm-i kelamda müctehidlerdensin. Cenab-i Hak kiyamet gününde senin sefaatinla binlercesini magfiret edecektir.” buyurdu. Beni irsada mezun kildiklarini mübarek elleriyle yazdilar ve: “Bundan önce kimseye yazmadim” buyurdular.”

İmam Rabbânî yine buyurdular ki: “Kur’an’in mütesâbihatinin ve mukattaâtinin sirlari bana açildi. Her harfin altinda Zât-i Sübhânî’ye delâlet eden bir ilim denizi gördüm. Eger onlardan bir tanesini açiklasam boynum kesilir.”

Yine buyurdular ki: “Kiyamete kadar bizim tarikatimiza intisab edeceklerin isimleri bana bildirildi.”

İmam Ebû Dâvud, Sinen’inde, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in, “Allah Teâlâ her yüz senede bir, bu ümmetin din islerini tecdid edecek birini gönderir” buyurdugunu rivayet etmistir. (Ebû Davud, Sünen, 31 Melâhim,1)

İmam Rabbânî hazretleri yine buyurmuslardir ki: “Naksbendiyye, Kadiriye ve diger silsile mesayihinin makâmâtinin cümlesine vâsil oldum. Bundan önce Hizir aleyhisselam’in rûhâniyetinden ilm-i ledünne nâil oldum. Bunlarin cümlesi Sultan-i Enbiya sallallahu aleyhi ve sellem’in hakiki verasetine layik olusum sebebiyle Allah’in bir lûtfu olarak hasil olmustur.”

Müceddid hazretleri yine buyurdular ki: “Cenab-i Hak, hidayet konusunda bana büyük bir kuvvet ihsan buyurdu. Eger kuru agaca teveccüh etsem bi iznillah yeserir. Bu hasletlerimiz, evladlarimiz vasitasiyla kiyamete kadar devam edecektir.”

Yine buyurdular ki: “Her ne zaman mirac etmek istesem bana müyesser olur. Bazen da ben murad etmeden vuku bulur. Cenab-i Hak beni Hazret-i Ahmed sallallahu aleyhi ve sellem’in topraginin altindan yaratmistir.”

İmam Rabbânî buyurdular ki: “Tarikattan maksad, seriat ilimlerinde ilerleyip burhandan kurtularak kesfe geçmektir. Ilme’l-yakîn: Delilleri görmek; Ayne’l-yakîn: Hakk’in delil ili bilindigini bildikten sonra müsâhede, yani fenâ-fillah’dir. Hakkâ’l-yakîn ise, yakîn derecesine yükselip yakîne erenin aradan çikmasindan sonra Hakk’in müsâhedesidir. Buna bekâ-billah denir. Cenab-i Hak bunu, “Böyle bir kulum benimle isitir, benimle görür…” kudsi hadisiyle beyan buyurmustur.

Seyh Yunus hazretlerinin “Meârif-i Sûfiyye” kitabinda nakledildigine göre Imam Rabbânî hazretleri buyurmuslardir ki: “Sûfiyyenin ilimlerinin ve marifetlerinin ve seyr u sülûklerinin sonu, seriat ilimlerinden baska bir sey degildir. Bunun etrafinda birçok ilim vardir. Fakat bir yere kadardir. Ondan sonra biter. Seriat, dünya ve ahiret seadetine kefil olmustur. Hiçbir murad ve maksud yoktur ki, onu tahsilde seriattan baska bir seye muhtac olunsun. Tarikat ve hakikat ise seriata hizmet ederler. Tarikat ve hakikati tahsil etmek, seriati iyi anlamak içindir. Aradaki fark sudur: Ulemânin ilimleri nazarîdir ve delile dayanir. Bizimki ise kesfe dayanir ve zaruri ilimlerdir.”

İmam Rabbâni yine buyurdular ki: “Kalbin selâmeti, Allah’dan baskasina yönelmemektedir. Kalbin ilaci ise oradan mâsivâ muhabbetini temizleyici olan cilâ ile yani Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’e ittiba cilasiyla cilalanmaktir.”

Tevhid hakkinda buyurdular ki: “Tevhid iki kisimdir. 1. Tevhid-i suhûdî, 2. Tevhid-i vücûdî.

Bilinmesi lâzim gelen tevhîd-i suhûdîdir. Fenâ bahsi bundadir. Tevhîd-i suhûdî akil ve seriata muhalif düsmez. TevhÎd-i vücûdî ise akil ve seriata muhalif düser. Su misal bunu açiklamak içindir: “Günes dogup da yildizlar görünmez oldugu zaman birisi, “Gökyüzünde günesten baska bir sey yoktur” dese bu söz dogrudur. Aklî ve ser’î ölçülere muhalif düsmez. Çünkü böyle bir kimse gözlerinin zaafindan dolayi o anda ancak günesi görebilmektedir. Sayed gözleri günesle beraber yildizlari da görecek kadar keskin olsaydi yildizlari da görecekti. Eger günes dogmadan “gökte günes vardir” dese bu söz hem akla hem seriata muhalif olur.”

Mesayih-i kiramin tevhid konusundaki sözlerini tevhid-i suhûdi kismina yüklemek lâzimdir ki seriata muhalif düsmesin. Tevhid-i vücûdi ilme’l-yakîn mertebesindedir. Burasi da hayret makamidir. Hallâc’in “ene’l-hakk”, Bâyezîd’in “sübhânî” sözleri buraya girer. Çünkü bu sözleri söylerken onlar ayne’l-yakîn makaminda idiler. Hakka’l-yakîne vasil olmadan bunlari söylediler. Burayi geçip de hakka’l-yakîn makamina vasil olduklari zaman bunlari söylemekten sakindilar. Bu gibi ibtilâlar seyhimize ve fakire de gelmisti. Hamdolsun oralardan geçtik.”

Müceddid hazretleri, Vücûd-i Hakk, Peygamberimizin peygamberligi ve Allah katindan getirdigi hakkinda buyurdular ki: “Hakk’in varliginin ve birliginin, Muhammed aleyhisselâm’in Allah’dan getirdiginin delile ihtiyaci yoktur. Bunlar üzerinde nazariyatla ve fikir yürütmekle mesgul olmak, gözde ve kalbde hastalik bulundugu müddetçe devam eder. Kalb hastaliktan kurtulup gözden perde kalkinca her sey meydana çikar. Mesela, safra hastaligina mübtela bir kimse, bu rahatsizligi devam ettigi müddetçe sekerin tatli olduguna dair delil arar. Sasi bir kimse biri iki görür ve ikidir diye inad eder. Böyle bir kimse mazurdur. Çünkü bir hastaliga tutulmustur. Ne denilse kulagina girmez. Onun delil kabul etme yolu dardir. Delil yoluyla varilacak olan yakîne varmasi mümkün degildir. Bunun için kalbindeki hastaligi tedaviye çalisip yakîn derecesindeki bir îmani elde etmesine çalismak lâzimdir. Safra hastaligina mübtela bir kimsenin safra illetini yok etmege çalismak, sekerin tatli olduguna delil kabul ettirmekten daha önemlidir ve önce hastaligi gidermege çalismak lâzimdir.

İste nefs-i emâre de bizzat seriatin hükümlerini inkâr eder. Zaten tabiati buna müsaiddir. Delil arayan kimsenin vicdani içinde bir inkârin mevcudiyetinden dolayi bu kimse bu hükümlerin gerçek olduguna yakînen inanamaz. Bunun için nefsi tezkiye lâzimdir. Nefsi aradan çikarmadan yakîne erdirmek mümkün degildir. Bu sebeble Allah Teâlâ:

“Nefsini temizleyen kurtuldu. Onu alabildigine ma’siyetle örten kisi de muhakkak ziyana ugradi” (Sems sûresi/9-10) buyurmustur.

Seriati inkâr eden kimse, sekerin tadini inkâr eden safra hastasi gibidir. Seyr ü sülûkten, nefis tezkiyesinden ve kalb tasfiyesinden maksad kalbin hastaliklarini izale etmektir. Allah, “Onlarin kalblerinde hastalik vardir.” (Bakara sûresi/10) buyurmakla buna isaret eder. Îmanin hakikatina erdim diyor da bu hastaliklar devam ediyorsa o îman sûretâ îmandir. Eger nefs-i emare buna ragmen hâlâ îman hakikatlerinin hilafina hükmedip küfründe israr ediyorsa bu kimsenin îmani ve tasdîki safra hastasinin sekerin tadina inandigi gibi yapmaciktir. Safra illetinin izalesinden önce sekerin tadina yakînen îman etmesi mümkün degildir. Ayni sekilde nefsini tezkiye etmeden, itmi’nâna ermeden îmanin hakikatina ermek mümkün olamaz. Oraya ermek, sirrina ermektir ki bu îman zeval bulmaz. Bu îman Allah dostlarinin îmanidir. “Uyanik olun ve bilin ki Allah dostlarina ne bir korku vardir ne de üzüntü!” (Yunus sûresi/62)

Müceddid hazretleri Naksbendî tariki hakkinda buyurdular ki: “Bu mübârek tarikatin sonu basinda dürülüdür. Hazret-i Naksbend kuddise sirruh, “Bu yolun sonunu basinda dürdük.” buyururlardi. Bu tarikat, bizzat sahâbe-i kiramin yoludur. Nebî sallallahu aleyhi ve selem ile sohbetlerinin basinda sahâbe-i kiram için müyesser olan, sahâbe olmayanlara sonlarinda müyesser olmuyordu. Bu sebeble Hazret-i Hamza’yi sehid eden Vahsi Müslümanliginin basinda Peygamberimizin bir sohbetiyle sereflendigi için, tâbiînin en hayirlisi olan Üveysü’l-Karanî’den üstündür. Vahsi’ye daha ilk sohbette müyesser olan, Üveys’e sülûkünün sonunda müyesser olmadi.”

İmam Rabbânî hazretleri yine buyurdular ki: “Vusül için iki yol vardir: Cezbe ve sülûk. Bir diger ifadeyle tezkiye ve tasfiye. Sülûkden önce gelen cezbe matlub degil, tezkiyeden evvel yapilan tasfiye de matlub degildir. Sülûk tamamlandiktan sonra gelen cezbe ile, tezkiyeden sonra yapilan tasfiye matlubdur. Daha baslangiçta gelen cezbe ve yapilan tasfiye sâlikin sülûkünü kolaylastirmak içindir. Çünkü sülûk yapilmadan matluba erilmez. Birçok menziller katedilmeden mahbubun cemali görünmez. Ilk cezbe ikincisine göre sûret hükmünde kalir. Hakikatta ise aralarinda bir münasebet yoktur. Bu yolun sonunun basinda dürülü olmasi demek, sonunun ne olacaginin basinda görülmesi demektir. Yoksa sonunun basinda tahakkuk etmesi mümkün olmadigi gibi beser takatinin da üstündedir.

Bu bahsin daha genis izahi “Cezbe ve Sülûk risalesi” ndedir. Bahçenin resmini görmekle yetinmek dogru degildir. Suretten hakikata ermek lâzimdir.

Büyük müceddid Imam Rabbâni hazretleri 1034 hicri yilinin sefer ayinin 27 sine ahiret yurduna intikal ettiler.

Allah Teâlâ feyizlerini üzerimizden eksik etmesin, âmin.