"Evliyaullah, kendi için değil,

ne kadar müridi varsa onların havfını çeker."

 4.7.1992

 

Burada birbirimizden farkımız yok. Farklılar varsa doktorlar var, müftüler var, hocalar var. Bizim ne hocalığımız var, ne de müftülüğümüz var. Bir kulum. Korktuğum sizin hulusunuz, ihlasınız. Allah hulusunuzun, ihlasınızın meyvasını yedirsin. Allah bu günahkâr kulu da sizin hulusunuza, ihlasınıza bağışlasın. Ben sizin dediğiniz adam değilim. Allah sizin dediğiniz gibi etsin. Ben korkuyorum ki sizi aldatmış olurum. Hep korkum bu, hep sıkıntım bu. Hicap duymam da bu. Ama Allah'a şükür, çok şükür, bin şükür Rabbımızın lütfuna, ihsanına; Allah bugünlerimizi aratmasın. Allah bu nimetimizin münkiri etmesin. Allah'ın emri: "Allah için biraya geliniz. Allah için birbirinizi sevin. Allah için konuşun." Biz de Allah'ın emrini böyle tatbik ediyoruz. Allah riyadan saklasın. Cenâb-ı Hak sonumuzu hayır getirsin. Din nasihattır. Siz buraya nasihat dinlemeye geldiniz. Fakat bizim nasihat etmeye yetkimiz yoktur. Nasihat ancak âlimlerin, hocaların kârı, onların hakkı. Ama burada da bir iltifat-ı İlahi var ki, Allah'ın bir iltifatı var ki: Söyleyene bakma. Söyletene bak. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: "Sizin o cansız gördüğünüz taşlar da beni zikreder." Bunlar zikir yapıyorlar ama kimler için?

Lâyı iskat eyleyenler daim illâ hû çeker.

Bu zikirdir. İnsan herşeyi "lâ" yok ederse, var olan kim olur? Evvel O. Ahir O. Zâhir O. Bâtın O. Evveline inandık, Âhirine inandık. Zâhi-rine inandık. E! Niye göremiyoruz. Allah, evvel de Ben, Ahir de Ben diyor. Görünen de Ben, görünmeyen de Ben diyor. Burada "Ve hüve âlâ külli şey'in alîm." oluyor.

Allah'ın 1001 isminin nuru var. Bu tarîkatların herbirisi Allah'ın 1001 ismi ile zikir yapıyorlar. Her tarîkatın zikri değişiyor. Fakat hangi tarîkatın saliki olursa olsun bir esmâ çekiyor. Yapa yapa onda esmâ nuru tecelli eder. Çekmiş olduğu esmâ ile esmâ nuruna ulaşırsa onda tecelli eder. Esmâ nuru isimlerden tecelli eder. Bakınız:

Gönülden perde-hicâb açıldı

İlm-i ledünniden bezmi içildi.

Cümle esmâ birbirinden seçildi

Herbiri bir gûnâ elvân eyledi.

Hicap: Perde

Gönüldeki bu perde, hicap nedir? Gaflet tabii. Bu ne ile açılır? Ne ile atılır? Zikrullah ile. Zikrullah'ı da insan erbabından alacak.

Mübarek Abdülhalik Gücdevani Hazretleri, bizim Hatme-i hâce-mizin kurucusu. Bu daha doğmadan Hızır Aleyhisselam babasına müjdelemiş. Babası da çok âlim olduğu için Hızır Aleyhisselamla görüşürmüş. Demiş ki: "Senin bir oğlun olacak. İsmini de Abdülhalik koydum ben. Ama öyle bir insan olacak ki, öyle bir veli olacak ki ayakları evliyanın omuzunda olacak." Çocuk doğuyor. Dünyaya geliyor. Fakat Malatya'da yaşıyorlarmış. Hiçbir başka amacı olmadan sırf oğlunu yetiştirmek için, işini, evini, toprağını terkedip, Buhara'ya göçüyor. Orada çok pahalı, verimli bir medreseye oğlunu veriyor. Bu medresede okuyor, zâhir ilmini bitiriyor. Hocası ile tefsire başlıyorlar. Fatiha'dan, Bakara Suresine iniyorlar. 8. cüzde ayeti açıklıyor. Hocasına diyor ki:

Hocam bu ayet-i kerimede Allah C.C. buyuruyorki: "Beni hasseten kalbinizden zikredin." O hocadan çok talebeler gelip, geçmişler. Me-zun olup gitmişler. Fakat hiç birisi onu incelememiş. Sormamış. O sormuş. Hocam Cenâb-ı Hak:

"Beni hafî, kalbinizden zikredin." buyuruyor. Tekrar bir hadisi getirmiş karşısına. Hz. Resulullah da: "Eşşeytani ecri min idni Ademe" hadisini okuyor. Burada Resulullah buyuruyor: "Şeytan sizin kalbinizdeki amellerinize vesvese vermekle iftihar eder." demiş ki: "Oğlum sen bu zikri bir ehlinden bulacaksın. Ehlinden alacaksın. Ondan soracaksın. Ledünni ilmidir. Bunun bir erbabı vardır." demiş. Geçmişler. Bunun erbabı kimdir? Ehli kimdir? Diye çok düşünmüş. Cenâb-ı Hak:

"Kulum iste vereyim diyor." O isteyince Hızır Aleyhisselam gelip onu bulmuş. Hızır Aleyhisselam gelip onu buluyor. Otur oğlum diyor ona sohbet ediyor. Bu gün bu yerde. Yarın başka yerde. Onu nerede bulursa orda gelip buluyor. Sohbet ediyor. Onu yetiştiriyor. Öyle yetiştiriyor ki.

"Tayy-ı mekan-Gayb-ı rical" Makamına ulaştırıyor. Zâhir ve bâtın ilminin birleştiği Yusuf Hemadanî Hazretlerine teslim ediyor. Elinden götürüp veriyor. "Al, bunun tasavvufta hiçbir eksiği kalmadı. Zâhirde adap eksikliği varsa, tamamla da icazetini ver." demiş. Yusuf Heme-dânî Hazretlerinin dergahında bir süre kalmış. Fakat ona gel benden de bir zikir al dememiş.  Ona icazet vermiş. İşte üveysî oluyor. Hızır Aleyhisselam'dan geliyor. Nakşibendi Efendimiz de Üveysî. O da Abdülhalik Gücdevani Hazretlerinin rûhaniyetinden yetişmiş oluyor. O da Emir Külâl Hazretlerinden icazet alıyor. O da evlâd-ı Resulden. Büyük bir Evliyaullah. Bugünkü Bursa'daki Emir Sultan Hazretlerinin oğludur. Dört tane oğlu vardı. Dört oğlundan birisi. Evet neyi ifade edecektik? İşte oğlum demiş. Zikri erbabından alacaksın ki şeytan ona el atmasın. Onun için Allah'a şükür.

Tarîkat cümle haktır olmaz zagi

Ki dört misbâhı var birdir çerağı

O misbâhın on ikidir budagı.

Tarîkatların hepsi haktır. Hiçbirini inkar etme. Tarîkatlar çoktur. Hadisi şerif vardır.

"Allah'a giden yollar, mahlukatın nefesinin adedince." Ama bunu biz anlayamayız. Rumuzlu hadisler, ehli bilir. Ehli anlar. Bilir bildiremez. Anlar anlatamaz. Bizim anlayacağımız şudur ki: Allah 1001 ismi ile zikredilir. Herhangi bir ismi ile zikredince o esmânın nuru onda tecelli edecektir. Kalbinde tecelli eder. O esmânın nuru büyür büyür. Bu sefer sıfat nuru tecelli eder. Bir insanda esmâ nuru isimlerden tecelli eder. Sıfat nuru cisimlerden tecelli eder. Taştan tecelli eder. İnsandan tecelli eder. Ağaçtan tecelli eder. Kuştan tecelli eder. Cisim taşıyan canlı cansız hepsinden tecelli eder. Bir de Allah'ın Zat nuru var. Zat'ının nuru bunlardan insan geçiyor ki veli olabiliyor. 1001 isminin nuru var. Bir de sekiz sıfatının nuru var.

Rûh Allah'tan gelmiştir. Ancak Zat nuruna ulaşınca kemâle ulaşı-lıyor. O zaman "Mutu kable ente mutu" sırrına mazhar oluyor insan. "Ölmeden evvel ölün" diye Peygamber (S.A.V.) Efendimiz buyuruyor ya. Demek ki insan esma nurunu isimlerden görür. Sıfat nurunu da cisimlerden görür. Fakat Zat nurunu isimsiz, cisimsiz görür.

Bu yolda en tehlikeli olan da Allah'ın sıfat nuruna ulaşmaktır. Allah'ın sıfat nurundan geçemezse orada tehlike var. Kendini Allah görür. Zat nuruna ulaşınca. Sen de yok olursun. Cân da yok olur. Eşya da yok olur. Cisim de yok olur. Derya gibi bir nur tecelli etti. Hepsi yok oldu. Ayet-i Kerime vardır. Sırf bu konu ile ilgili bir sayfadır. Manzum olarak:

Orta yerden götürürler seni ben

Ol denizde garka vara canı ten

Hepsi yok oldu. Bütün bu karaların hepsini okyanusa doldursalar ne olur? Yok olur. Okyanus yutar mı? Yutar. İlim adamları ölçmüşler, biçmişler yazıyorlarda. Dünyada en büyük dağ Himalaya Dağı. Everest Tepesi. Onu okyanusa bıraktığın zaman, okyanus onu yutar. Okyanusta ne kadar da yüksekte kalır. Dağ aşağıda kalır. Nasıl ki derya coştuğu zaman hepsini yok eder?

Allah'ın Zat nuru da tecelli edince isim, cisim yok olur. Sen de yok olursun, ismin de yok, eşya yok. Kim var?

Orta yerden götürürler seni ben,

Ol denizde garka vara canı ten,

Kendini kendi göre kendi bile,

Bâkisini diyemezem gelmez dile,

Aşk anındur âşık oldur mâşuk ol,

Ahir andan ana varır cümle yol,

Aşık imdi varlığın ver yokluğa,

Yokluk içinde sana varlık doğa,

Kul iken sultan olursun tâ ebed,

Vav'ı gitti evhad'ın kaldı Ehad.

İşte demek ki, tasavvufta, tarîkatta salik evvelâ esmâ nuruna ulaşır. Esmâ nuruna ulaşmadan sıfat nuruna geçemez. Bu esmâ nuruna da mutlaka Cenâb-ı Hakk'ın bir ismini zikrederek ulaşır. Zikrini de kesinlikle erbabından alacak. Erbabından alınmazsa laklaka-yı lisanda kalır, kalbe inmez. Tabii ki çalışmak lâzım. İnanmak lâzım. Şeriat, tarîkat, hakikat, marifet. Bir defa şeriat tamam olacak. Şeriat tamam olmazsa tarîkatta onun yeri yok. Tarîkatı da tamamen anlayıp yaşıyacak ki hakikate geçebilsin. Hakikatta da ilerleyince marifete geçiyor. Marifet son. Hakikate geçemeyen veli olamaz. Her hakikate geçen de marifete ulaşamaz. Tarîkatı anlamış yaşamışlar sonra hakikate geçmişler. Hakikate ulaşmak için insan kendi varlığından geçiyor. Allah'ın varlığına ulaşıyor.

Şeriat, tarîkat yoldur varana

Hakikat, marifet andan içerü.

...

Bil şeriat emr-i nehyi bilmek imiş ey gönül

Hem tarîkat rah-ı Hakk'a gelmek imiş ey gönül

Marifet Hak ile meşgul olmak imiş ey gönül

Nakşibendi Efendimiz Hazretlerine sormuşlar:

- "Eftal-i zikir lâ ilahe illallah! Sizin için de bu eftal-i zikir midir?" O da buyurmuşki:

- "Eftal-i zikir lâ ilahe illallah ama bize göre değil. Bize göre o ibadettir. Bizim için eftal olan zikir kalbi Allah ile meşgul etmektir." Onun için her beş vakit namazın peşinde vird olarak on bir defa "lâ ilahe illallah" okuyoruz. Tâ Nakşibendi efendimizden bugüne kadar gelmiştir. Farz namazlarda selâmdan sonra beş defa "Estağfirullah...." Ondan sonra "Allahümme entes selâm ve minkesselâm" okuyoruz.

Bunun da sebebi şu: Peygamber Efendimiz günde yetmiş defa is-tiğfar yaparmış. Biz de bunu şöyle taklit ediyoruz: Beş vakit namazın farzlarından sonra beş defa estağfirullah çekiyoruz; yirmi beş oluyor. Yirmi beş tane de günlük dersimizde çekiyoruz. Oldu elli. Yirmi beş istiğfar da hatmemizde okuyoruz oldu yetmiş beş.

Evet Abdülhalik Gücdevani Hazretleri hatmemizin kurucusu. Bu onun ameli. Fakat O'nun tasavvufta üstadı Hızır Aleyhisselam. Sohbetinde yetiştirmiş onu. O zaten medrese ilmini bitirmiş. 12 ilmi bitirmiş. Fetva vermek için dört mezhepten icazet almış. Bir de ayrıca tasavvuf ilmini (= Ledünni ilmini) Hızır Aleyhisselam'dan okumuş. Kelâm-ı kibarda geçer:

Okuruz dersi areften Hızr'ın olduk mahremi.

Aref dersi nedir? Allah'ı hiç unutmamak.

"Nefesinden ayık olan Rabbinden ayık oldu." Biz nefesimizden ayık olamıyoruz ki. Nefesimizden ayık olmak şudur ki: 24 saatin içerisinde 24 bin nefesi varmış bir insanın. Bu nefesin hepsini ayık, zikirle geçirmesi lâzım. Bir tanesi gafil geçse o zaman âriflerden sayıl-mıyor.

Allah'a şükür, çok şükür, bin şükür, Allah nimetimizin münkiri etmesin.

Burada söyleyene bakma. Söyletene bak. Bizim ilmimiz yoktur. Medrese ilmimiz yok, kültürümüz yok, tahsilimiz yok. Ama işte:

Evvelâ bir pire teslim olmayan derviş midir?

Eşiğinde baş koyup cân vermeyen derviş midir?

 

Harfi savtı olmayan bir şehre basmayıp kadem

"Allemel-esmâ" rumuzun bilmeyen derviş midir?

Harfi-savti olmayan şehirden mânâ gönüldür.

Varını yağmaya verip İbrahim Edhem gibi

Arayıp Hızr-ı zamanı bulmayan derviş midir?

Günde yetmiş kez hitab-ı "İrci'"den bî-haber

Fethuli sırrından agâh olmayan derviş midir?

Her sıfattan Zat-ı Hakk'ı bilmeyen derviş midir?

Buradaki olayın teferruatı diğer sohbetlerde de ifade edildi. İbra-him Ethem Hazretleri Belh Padişahı iken tacını tahtını bırakıp, bir şeyhe bağlanmış. Yedi sene hizmet ettikten sonra Şeyh efendisinden himmet istiyor. O da ona kızıyor. Bostancı bostanını sulayacağı zamanı bilir diyor. Kovuyor, o da gidiyor. Kıyafeti değişmiş. Kişiliği değişmiş. Tam manası ile derviş olmuş. Bu vaziyette gidiyor. Memleketine gidiyor. Saraya varıyor, ama onun padişah olduğunu kimse bilmiyor. Bilseler zaten arıyorlardı. Kurbanlar kesecekler. Sarayın nöbetçileri onu almak istemiyorlar. O da bir gece kalıp gideceğim diyor. Hayır kalamazsın diyerek, döverek merdivenlerden aşağıya yuvarlıyorlar. Kafası gözü kanlara bulanıyor. Sabaha kadar orda tarlalarda kalıyor. Sabah olunca ağlıyarak Şeyhinin memleketine doğru dönüyor. Geliyor şeyhinin memleketine. Tabii orada yedi sene kaldığı için kaç tane kapısı var? Nereden girilecek? Biliyor. Şeyh Efendisi iki tane dervişe emir veriyor. Diyor ki:

"Belh Padişahı geliyor. Polis kıyafetine girin kapıda bekleyin. Hangi kapıdan girmek isterse dövün de onu içeri koymayın" diyor. "Bütün kapıları dolaşmak ister. Hangi kapıya giderse oraya gidin bırak-mayın." diyor. "Ne zaman ki öldüreceksiniz beni. Öldürecekseniz bari bu kapıdan içeriye akıtın kanımı. Dışarı akıtmayın) derse, o zaman bırakın gelsin."

Dervişler aldıkları emri uyguluyorlar. Kaç tane kapı varsa hepsine gidiyor. Her kapıda dayak yiyor. En son kapıda diyor ki: "Öldürseniz de ben buradan gireceğim. Yalnız öldürecekseniz kanım içeri aksın." diyor. "Kanımı dışarı akıtmayın." deyince bırakıyorlar giriyor. O zaman buna himmet ediyor. Yani buna hilafeti veriliyor. Haydi git. Tekkeni kur. İnsanları topla onları irşad et. İrşad sohbettir. Sohbetsiz irşad olmaz. İnsanı kitap irşad etmez. İnsanı amel irşad etmez. İrşad ettirecek sohbettir.

Bu da gidiyor. Derya kenarında tekke yapıyor. Etraftan üçer, beşer halk toplanıyor. Yeri belli oluyor. Duyuluyor. O zaman halkı geliyor ki bunu götürsünler padişah yapsınlar. O da derya kenarında oturmuş. Cübbesini yamıyor. Zaten cübbesinde doksan tane yama varmış. "Haydi seni götüreceğiz. Yedi yıldır arıyoruz. Artık bırak-mayız" demişler. Diyor ki: "Ben gelmem. Siz padişahınızı bulun." "Olmaz götüreceğiz" diyorlar. "Peki bir şartım var" diyor. "Yerine getirirseniz gelirim." "Nedir?" demişler. İğneyi atmış deryaya "Bu iğneyi bulup getirirseniz ben de gelirim" demiş. Onlar demişler ki: "Hiç der-yadan iğne bulunur mu? Sen bunu bahane ediyorsun. Biz seni yine götüreceğiz." Anlamış ki yine kurtulamıyor. O zaman manevi gücünü onlara göstermiş. "Siz aciz kaldınız. İğneyi getiremiyorsunuz ama benim iğnem gelir şimdi." Deryaya seslenmiş. "Ey balık! Allah'ın izniyle benim iğnemi getir." Bir balık iğne ağzında başını sudan uzatmış. Getirmiş. Hepsi görmüşler. Korkmuşlar daha götürelim dememişler. "Gidin babam padişahınızı bulun. Ben daha size padişahlık yapamam. Ben Belh'te padişahlık yaparken insanları yönetiyordum. Allah beni maneviyat padişahı yaptı. Bakın balıklara da sözümü geçi-riyorum." Evet.

Varını yağmaya verip İbrahim Edhem gibi

Arayıp Hızr-ı zamanı bulmayan derviş midir?

Demek ki derviş bir evliyaullahı bulacak. O da dervişten derviş olmuş. Derviş demek Allah için herşeyden geçmiş.

Biz dünyaya bir vasıta ile geldik. Bir vasıta ile gideceğiz. Biz ot gibi topraktan çıkmadık. Hepimizin annesi babası var. Cismimize vasıta olmuş. Cenâb-ı Hak da cesede rûh üflemiş. Rûh öyle bir şeyki esra-rına beşerin aklı ermiyor. Rûh nerden gelmiş? Semâdan gelmiş, Arş-ı âlâdan gelmiş. Allah'tan gelmiş.

"Elestü bi rabbiküm." fermanı var. Ama bütün rûhlar bu fermana evet dememiş. Hepsi evet deseydi, hepsi müslüman olurdu. Küfür olmazdı.

Küfrün de olması, Cehennemin de olması, Allah'ın Celâl sıfatın-dan. Allah'ın Celâl sıfatı olmasaydı küfür olmazdı. Küfür olmayınca da cehennemi halk etmezdi Allah. Niçin "vebil kaderi hayrihi ve şerrihi" fermanı varsa, bir de Cenâb-ı Hakk'ın celâl sıfatı, Cemal sıfatı varsa, bütün şerler Celâl sıfatının tecellisidir. Bütün hayırlar da Cemal sıfatının tecellisidir. Burada aldanmayalım. Celâl sıfatının tecellisi ise, burda kulun neyi var? Farz olan cüzi iradesi var. Farz olan sayı var. Allah'ın şerre, küfre rızası yoktur. Ama kul istiyor. Allah da halkediyor. Allah bize emirlerini ve yasaklarını bildirmiş. Akıl ve irade vermiş. Akıl ve irademizi nereye kullanırsak orayı kazanırız. Şer işlediysen, şer seni cehenneme götürecek. Cenâb-ı Hakk'ın isimleri çok bir de Rahîm-Rahmân isimleri vardır. Rahîm-Rahmân isimleri dünyada tecelli ediyor. İsyan edenlere de, itaat edenlere de Cenâb-ı Hak aynı muameleyi yapıyor. Muamele eşit. Yani bu kadar günah işleyenlere de Allah rızıklarını veriyor. Onların rızıklarını veriyor, sıhhatini veriyor, itaat edenlere de veriyor. O zaman Cenâb-ı Hak itaat edenlerin rızkını versin, isyan edenlerin rızkını vermesin. Niye veriyor? Ama bu dünyada iki kelam vardır. İsyan edenlere.

1-    Verir kullarına mühlet

Ve lâkin eylemez ihmal

Allah ihmal etmeyecek isyan edenleri

2-    Kafirin verdi muradın

Ya senin vermeye mi?

Kâfirin muradını dünyada veriyor. Ama bizim ki ahirette. Ama korkalım ki sonumuz nasıl olacak?

Biz ahiretini dünyadan çok seveceğiz. Ahirete önem vereceğiz. Dikkat edelim. Dünyayı düşündüğümüz kadar ahireti düşünmüyo-ruz. Dünyaya çalıştığımız kadar ahirete çalışamıyoruz. Çalışmamız gerek. Cenâb-ı Hak dünyaya da çalışın ahirete de çalışın buyuruyor.

Dünyaya çalışın, dünyada kalacağınız kadar. Âhirete çalışın, âhirette kalacağınız kadar.

Burda da bir rumuz var. Nedir? Buradaki rumuz biz dünya hayatı ile ahireti karşı karşıya getiremeyiz. Niçin? Ahiret hayatı sonsuzdur. Ahiret hayıtında rakam yokki. Büyük rakamı küçük rakama bölesin. Meselâ 1000 i ona böleceksin. Veya milyonu ona böleceksin. Ahiret hayatının belli bir rakamı yok ki. Dünya hayatına bölerek, dünyaya ne kadar çalışacağımızı, ahirete ne kadar çalışağımızı bilelim. 24 saatin 23 nü ahirete çalışsak 1 saatini dünyaya çalışsak. Yine dünyanın ki çok olur. Ahiretin ki az olur. Ama Allah buna da bir sınır çizmiş. Kulum 8 saat çalış. Maişetin için helalinden, 8 saat ibadetini yap, 8 saat istirahat. İşte ölçü bu.

Helâl kazan diyor. Meselâ bir sürü lokantalar vardır. İçkili lokantalar haramdır. İçkisiz lokantanın ki helaldir.

Kahveler vardır. Oyunsuz kahvenin kârı helâldir. Oyun oynanan kahvenin kârı haramdır. Amma bu diyecek ki ben oyun oynatmayınca kimse gelmiyor. Gelmesin Allah senin rızkını verir. Acından mı öleceksin? Kim acından ölmüş ki. Bu kadar işsizler var. Kitapta-sünnette dilenmek yasaktır. Ama hasta çalışamıyor, sakat çalışa-mıyor. Onlara haram değildir. Helâl lokma şart. Zamanımızda helâl lokma da bulunmuyor. Çok çetinleşti. Helal lokma yok diye kendimizi bırakalım mı? Soracağız. Hadis vardır.

Allah'a olan ibadetin hepsi on bölüm yapılsa dokuzu helâl lokma. Şimdi helâl, haram çok karıştı. Elde etmek, bulmak çok çetinleşti. Yalnız helâl lokma yok diye aramayalım mı? Sormıyalım mı? Kendimizi bırakmıyalım, korkusunu çekelim. Peygamber Efendimizin emridir.

"Zaman gelir ki riba yemeyen kalmaz. Yemeyenin de burnuna kokusu gider."

Madem ki bu faizler varsa, rüşvetler varsa gayri-meşru yerler varsa, küfürhaneler varsa helâl lokma bulmak çetin. Yemeyenin burnuna kokusu gider. Bu nedir? Senin paran helâl ama, kardeşinin kazancı gayri-meşru ona da gidiyorsun, geliyorsun. Akrabadan kopmak olur mu? Kardeşinden kopmak olur mu? Kopamazsın. Sen istemiyorsun o istiyor. O geliyor. Veya akrabadan birisi. Eşinden dostundan bir tanesi, bir kilo meyva al gel yiyelim diyor. Yemiyelim diyebilir misin? Veya bir bardak çay ısmarlıyor. İçmem diyebilir misin? İçmem deyince onu inciteceksin. Veya kendini belli edeceksin. Ha! Bu adam çok takva, çok sofu diye düşünecek. Bu da tehlikeli. Cenâb-ı Hak ne buyuruyor.

"Müttakî olun. Müttakî olan kurtulur. Müttakî olmayan kurtulamaz." Ama "Sizin en çok muttakî olanınız en çok Allah'tan korkanınız." Demek ki burada takvalık havf... Bu zamanda takva olmak için havfımız olacak. Bütün yediğimizin, kazandığımızın, harcadı-ğımızın, konuşmamızın, yürümemizin veya işimizin aile efradımızın. Devlete karşı bir görevimiz var. Ailemize karşı bir görevimiz var. Komşumuza karşı bir görevimiz var. Bunları acaba yapabiliyor muyuz? Yerine getirebiliyor muyuz? Diye havfını çekmek lâzım. Kor-ku duymamız lâzım.

Velilerdeki havf onları terakki ettiriyor. Aşağı düşürmez. Nedir onlardaki havf? Onlarda havf makamı açılmış. Evliyaullah'ın havfı, bir milyon insanın taşımış olduğu bir havf ile beraber olamaz. Ne kadar takva sahibi olurlarsa olsun. Eğer mübtedi ise, irade sahibi ise küllî iradeye geçmemişse, bir velinin havfı ile beraber olamaz. Çünkü velilerdeki havf üzerlerine tevdi edilen görevin havfı. Ulaşmış oldukları makamın havfı. Yani bir evliyaullah kendi için değil de ne kadar müridi varsa onların havfını çekiyor.

Onun için Allah'a şükür. Allah bize bu nimeti bahşetmişse, onun kadrini bilelim. Kıymetini bilelim. Tarîkatın nimetinin sonu yok. Makamının sonu yok. Tarîkatın havfının sonu yok. Hele nimetinin sonu yok. Niçin? Neden? Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: "İnsanlar ulvî, insanlar süflî."

Ulvînin mânâsı: Gökleri aşar. Melekleri geçer.

Suflînin mânâsı: Hayvanlardan aşağıya düşer.

Tarîkatta rûhun terakkisinin sonu yoktur. Terakki ediyorsa rûh terakki ediyor. Niçin?  Cenâb-ı Hak: "Gabe Gavseyn, ev edna" buyurmuş" Peygamber Efendimiz hakkında: "Habibim Sen Bana iki kaşının yaklaştığı kadar yaklaştın." buyuruyor. Öyle ise bir insan ne kadar yükselirse yükselsin. O "Gabe Gavseyn" makamına gidemez. Oraya kadar yol açık.

Himmet-i evliya bize yâr iken

Şâh-ı Nakşibendî ser-hünkâr iken

Şâh-ı Nakşibendi Efendimiz kadar yükselen olmamış. Reisi Evliya seçilmiş.

Hünkâr: Padişah demek.

Ser-Hünkâr: Çok ilerde padişahlardan daha ilerde. Padişahlardan daha üstün bir padişah.

Seyyid Tâhâ Sıbgatullah var iken

"Gâbe Gavseyn"e dek seyranımız var.

Himmeti-evliya: Bizim pirlerimiz. Bizim silsiledeki veliler, irşad memurları. Tebliğ memurları değil. Tebliğ memurlarında o kadar yükselme olmaz. Ama irşad memurlarında olur. Onun için bizim silsilemizdeki velilelerin himmeti çok büyüktür. Çok boldur. Onların himmeti bizim ile beraber olursa diyor. Şahı Nakşibendi Efendimizde ser-Hünkâr. Burda şudur: Madem ki bu tarîkat Nakşibendi Efendimizin ise, bu tarîkatta çalışanlar Nakşibendi Efendimize gidinceye kadar buradaki meşâyihlerden her meşâyih kendi makamına kadar götürür. Makamından ileri götüremez.

Bu neye benzer: Bir usta var. Bir çırağını yetiştirir. Kendisi ne bilirse onu öğretir. Ama çırakta kabiliyet varsa, kendisinden daha üstün bir usta bulur. Maharet, marifet sahibi olur, bazı çıraklar kendi kabiliyeti, kendi zekâsından dolayı, ustasından daha ileri geçiyor. Zâhirde bu böyle oluyor. Ama maneviyatta her meşâyih kendi makamına kadar müridini götürür. Ordan ileriye geçiremez. Fakat mürid geçebilecek durumda olursa, onu silsiledeki büyükler geçirirler. Nakşibendi Efendimize kadar ilerletirler. Dahil ederler. Kelâm-ı kibarda onu ifade ediyor.

Himmet-i evliya bize yâr iken.

Bizim büyüklerimiz haşa estağfirullah hepsi yetkili. Nakşinin on iki kolu var. Sadece bizim kolumuz değil. Madem ki Nakşibendi Efendimiz yetkilidir. Sair kollardaki terakki eden bir müridi ileriye götürecek bir üstad lazım. Çünkü meşâyihini geçecek. İşte o zaman onu Nakşi-bendi Efendimiz götürür. Çünkü O Reisi Evliya seçilmiş. O "Gabe Gavseyn" makamına ulaşmış. Oraya kadar götürürse o götürür. Ondan başkası götüremez. Mektubat'ta, Reşahat'ta yazılı. "Eğer arz üzerinde Hace Abdülhalik Evlatlarından bir tane bulunsaydı, Mansur'u oradan geçirirdi." Nakşibendi Efendimizin nisbeti. Hilâfeti dünyaya dağıldıktan sonra Mansur'daki hal bir kimsede görülmemiş.

Nice Mansûr'a söylettik "Enel-Hakk"

Tarihler boyunca dillerde söylenen kitaplara yazılan nice Mansurlar var. Buradaki mânâ nice veliler "Enel-Hak" makamını geçtiler. Geç-meseler veli olamazlardı. Ama Mansur makamını ifşa etti. Dile getirdi. Dile getirince:

Kendini kendi bile kendi göre

Bâkisini diyemezem gelmez dile.

Veliler orayı geçiyorlar. Geçmeseler veli olamazlar. Yalnız dile getiremiyorlar. Dile getirmek zâhire suç oluyor. Şeriata da ters düşüyor. Cenab-ı Hak: "Rûh Rabbının emrinde." buyuruyor. Öyle ise onu Mansur'un rûhu söyledi.

Mansur değil can söyledi Cân içre cânân söyledi

Ol Rûh-u sultan söyledi. Keşf eyleyip esrârını.

Demek ki Mansur değil rûhu söyledi. Nemrut da "Enel-Hak" dedi. Ama Nemrud'un nefsi söyledi. Kelâm-ı kibar:

Latîf-i âlemin ara duracak yer mi bura

Latîf-i âlem: Çok kibar, çok lezîz bir yerdir. Cennettir. Söyleyen Mansur değil, Mansur'un ağzından Allah konuşmuş. Olur mu böyle şey? Olmazsa Cenâb-ı Hak kudsi hadisinde: "Konuşan dili benim." buyurmuyor mu? Kul Allah'ın sıfat nuruna ulaşırsa Allah'ın 8 sıfatı kulda tecelli eder. Onun için Cenâb-ı Hak:

"Konuşan dili benim dilim

İşiten kulağı benim kulağım.

Gören gözü benim gözüm.

Uzanan eli benim elim.

Düşünen aklı benim aklım" buyuruyor.

Kim bunlar: Veliler.

Kim bunlar: İradesinden geçmiş, Allah'ın kudretine, kuvvetine dahil olmuş.