"Gıybetten sakınalım."

 30.6.1992

 İnsanların bulunduğu bölümler:

1- Hubb-ı dünya: Dünya sevgisi olanlar. bunlar cehennemden kurtaramazlar.

2- Ehl-i dünya.

3- Ehl-i nâr.

4- Şuğl-u süfla: Düşünceler. Yani bir zaruri düşünceler var, bir de keyfi düşünceler var. Zaruri düşünceler mani olmuyor. Keyfi düşün-celer mani oluyor.

Hubb-u dünya şuğl-u süflâ ile varılmaz yola.

Cenâb-ı Hak ne buyuruyor: "Allah'tan geldiniz dünyaya. Yine Allah'a döneceksiniz." İşte yolculuk bu yol. Hubb-u dünya ile bu yolu gidemez. Şuğl-u süflâ da gidemez. Gider ama bu yolu bitiremez. Niçin? Şuğulu mâni oluyor. Bu yol ne ile biter? İnsanlar tam manası ile gafletten kurtulacak ki bu yolu bitirmiş olsun.

"Mûtû gable en temûtû" sırrına mazhar olacak ki bitirmiş olsun. İnsanlar melekî sıfata geçecek ki bu yolu bitirmiş olsun. Meselâ:

1- Hayvanî sıfat var: İbadeti olmayanlar için namaz yok, abdest yok. Günah,sevap bilmiyor.

2- Beşerî sıfat: Tam manası ile Allah'ın yasaklarından kaçmış. Gü-nahlardan kaçmış. Ameli var, günahı yok. Bu nedir? Kitaba-sünnete uyan cemaattan. Cenneti kazanmış, hayvanî sıfattan kurtuluyor.

3- Melekî sıfat: Bu nedir? İnsanlarda olmayan bir güzellik elde ediyor. İnsan melekî sıfata geçince beşerden üstün oluyor. Melekten de üstün oluyor. Gaflet gömleğini atmış oluyor. Cenâb-ı Allah: "Beni çok zikredin" buyuruyor. İşte o insan Allah'ı hiç unutmaz, Yer, içer, konuşur, akrabasına gider, işçilerini çalıştırır. Âmir olur, memurlarına emreder Allah'ı hiç unutmaz. İşte o zaman ne oluyor? O yolculuğu tamamlamış oluyor. Allah'tan geldi. Allah'a gitti. Onun için:

Hubb-u dünya şuğl-u süflâ ile varılmaz yola.

Şimdi hubb-u dünya yok bizde. Tasavvufa, tarîkata kim inanmış-sa, mürşidinin sevgisi kimin gönlünde var ise, onda hubb-u dünya olmaz. Her şey zıddıyetinin karşılığında yok olur. Allah herşeyi çift halketmiş. Zıddiyetli halketmiş. Bizde şuğl-u süflâ var. Bunda da şuğul iki türlü olur. 1- Allah'ın emri. 2-Nefsinin emri. Nedir?

Açlık, insan aç kalınca, hasta olur, zayıflar, ölür bile. E!... çıplaklık da böyledir, zarurettir bunlar. Bunları yerine getireceksin. Diğer şuğul nedir? Meselâ: Buzdolabın var da daha iyisini istiyorsun. Çamaşır makinen var da daha modernini istiyorsun. İşte alacağın birşey var. Onu alamadığın müddetçe o sende şuğul. Aldın borçlandın, bu sefer o borcu ödemediğin müddetçe o sende şuğul olur. Bunlar manidir. Şuğuldan da kurtulmak lâzım. İşte

Hubb-u dünya şuğl-u süflâ ile varılmaz yola.

Ehl-i kanaat, ehl-i sabır olalım. Ehl-i kanaat olursak eğer, kendimizden yükseğine bakmayız. Kendimizden aşağısına bakarız. O zaman râzı oluruz. Şuğuldan kurtulmuş oluruz. Ehl-i sabır olursak, amelimizi de rahatlıkla yaparız. Zevki, sefayı istemeyiz. Şuğuldan kurtulmuş oluruz, yolculuğu bitirmiş oluruz. Her işi mahallinde düşünelim. Her kelâmı mahallinde konuşalım. Gıybetten sakınalım. Malâyâniden kaçınalım. Şöyle aldım, şöyle sattım, şöyle yedim, şöyle gezdim demek malayânîdîr. Muhabbetinizi azaltır. Bir mecliste malâyâni konu-şuluyorsa oraya gitmezsiniz. Çünkü muhabbetinizi azaltır. Evet olur. Bir akrabanız veya tanıdığınız vardır. Eğer kederi filan olmuşsa, gurbetten gelmişse, hastası varsa, tanıdığınız kimsenin kızı veya oğlu olmuştur. Gider gözaydın edersin. Karşılaştığınız zaman selam verirsiniz. Hâl hatır edersiniz olur biter.

Bir yerde ki gül yoktur ol gülşâneye varmam.

Hem sohbet-i pîr olmayan hâneye varmam

diyor. Orda ne var? Malayânî var. Tarîkatı olmayan, mürşidi olmayan, birbirlerine övünürler. Konuşurlar, o der ben böyle aldım, diğeri der, ben şöyle sattım. Bu tip konuşmalar kalbi karartır. Kitap okuyun. Tarîkatınızdan râbıtanızdan bildiğiniz kadar konuşun. Çünkü bunlar muhabbetinizi artırır. Gaflete fırsat vermez. Yani önemli olan gaflette olmayacağız. 24 saat içerisinde râbıta ile gafletimizi azaltacağız. Allah'ı biz düşünemeyiz. Düşünemeyince unuturuz. Meşâyihi düşünebiliriz. Meşâyihin bir sıfatı var. Bir mekanı var. Şeyh Efendimizi hayal edersek Allah'ı hiç unutmayız. Ne alıyorsak, "Bismillah destur" de! Ne koyuyorsun "Bismillah destur" de! Buradan kalkıyorsun "Bismillah destur" de! Kalk. Oturacaksın. "Bismillah destur" de! Otur. Şu sürahiye uzandın. "Bismillah destur" de! Uzan. Kapıdan çıkıyorsun, bir vesaite biniyorsun. Bir vesaitten iniyorsun. Hep Bismillah destur! Bismillah destur! Bismillah destur de! Bismillah Allah'a; Destur: Şeyh Efendinden izin almak. Madem ki Şeyh Efendimizi büyük gördükse, tarîkatımızın ihlas diye bir şartı var. İnsanın her hareketinde müsaade alması lâzım. Bir de tarîkatın adabı var. Meşâ-yihimiz nerde olursa olsun. Biz onu göremiyoruz ama o bizi görüyor. Öyle ise ondan müsaade al. İcabında burada bir büyük olsa, şu bardağı alacak olsanız, "Müsaade eder misiniz bardağı alabilir mi-yim?" demelisiniz. Adâb budur. Yapmıyorsa âdâb yok. Eğer biz me-şâyihimizi büyük görüyorsak ki ihlas bu demektir, huzurdayız demektir. Huzurda olan bir insan da "Bismillah destur" der. Bu hem bir adabdır, hem de ayıklıktır. Eğer alırken, koyarken "Bismillah destur" demedinse, âdâbda eksiklik bıraktın ve gaflette oldun. İşte böyle ola ola ne oluyor? İnsanda bir sıfat, bir meleke, bir alışkanlık meydana geliyor.

İnsan gaflette iken, râbıtası aklına geldiği zaman veya her ibâdete yöneldiği zaman kendisini zorluyor ki gâfil olmasın, say ediyor ki unutkanlığını atsın. Gafletini atsın. Daima muhabbeti ile beraber olsun. Daima Allah sevgisi ile beraber olsun, Allah'ı unutmasın. Aslında Râbıta karşısında, Allah kalbinde olacak. Râbıta senin aynandır. Râbıta senin kalbinin bekçisidir. Eğer Allah'ı unuttunsa, O senin manen tependen aşağıya kamçı ile vuruyor. Râbıtanın tarifi budur. Şeriat kamçısı var. Onunla vuruyor. Niye unuttun sen diyor. Rabbını niye unuttun diyor. Yoksa ders yapanlar Şeyh Şeyh diye mi yapıyor veya namaz kılarken Şeyh Şeyh diye mi kılıyoruz? Namazın şartları vardır, onları yerine getiriyoruz. Kıyamda kıraat okuyoruz. Rükuda "Subhânerabbiyel azîm."  diyoruz. Şeyh Şeyh mi diyoruz? Yalnız râbıta bir gönül bekçisidir. Gönlümüzü muhafaza ediyor. Yani râbıtalı olursak, Allah'ı unutmayız. Allah'ı unutmak ise Allah'ın sade lafzında kalmayınız.

Mânâ: Mânâ nedir? Kur'ân-ı Kerîm'de Fatiha'yı okuduğumuz za-man, zammı sûre okuduğumuz zaman lafzını okuyoruz. Manâ deyince Allah yok. Ama onu okurken Allah ta kalbimizde ise mana odur. Mânâ nedir görünmeyen. Mânâ var ama görünmüyor. Var olup da görünmeyen Allah'ın lafzı gelmiş. Bize kelâmları gelmiş. Kur'ân gelmiş. Onları okumakla kalbimizde başka birşeyler varsa o zaman bizde mânâ yok. O zaman huzur yoktur bizde Cenâb-ı Hak ne buyuruyor: "Sizin kalbinizde ne beslerseniz sizin mabudunuz odur." Öyle ise kalbimizde olanları atmak için bu kalbe bekçi lâzım. Senin bir bahçen var çok güzel bir bahçen. Yetiştirmişsin her türlü meyvesi, sebzesi var. Fakat oraya bir bekçi lâzım. Bekçi koymazsan ne olur? Oraya muhalifler gelir.

Âdem Babamızı aslında cennetten şeytan indirtmedi. Havva anamız ona tesir etti. Bir buğday tanesi yemekle Cenâb-ı Hak onu cennetten yeryüzüne indirdi. Âdem Babamız cennetten inince 200 sene ağladı. Gezdi. Ama bunu ağlatan ne idi? Sadece o buğday tanesi değildi. Cennet çok ulvî bir makam. Çok kıymetli bir yer, temiz, ferah. Lüks bir yer. 1- Nasıl dünyaya indi ise o hayattan ayrıldı. 2- Cennette Rabbıyla konuşuyordu. 3- Cennette Rabbının Cemâlini görü-yordu. 4- Cenâb-ı Hak Hz. Havva'ya da sıfat nurundan bir nur vermişti. Ondan dolayı onu o kadar seviyordu ki O'nu çok güzel görüyordu.  5- Rabbını en güzel isimleriyle zikrediyordu.

Bu beş şey onu çok ağlatıyordu. Ulvî âlemden geldiği için ağlı-yordu. Cennet ulvî bir makamdır. Kendisi Cenâb-ı Hakk'ı görüyordu. Tanışıyorlardı. Orada dert yok, gam yok, tükendi bitti yok. Aldım, verdim, hasta oldum; böyle şey yok. Bir gaye yok. Oradan bu dün-ya âlemine gelince, bu meşakkatli âleme gelince üzüldü. Ama yine o âlemi kazandı. O ulvî âleme ulaştı. Biz de ulvî âlemden geldik. Onun için kelâm-ı kibarda geçer ki:

Gökte uçar iken indirdin beni.

Gökte ne uçuyordu ceset mi uçuyordu? Annemizin, babamızın vasıtası ile bu ceset meydana geldi. Ama bu cesetten mi ibaret? Bizde bir rûh var. Kıymetli olan rûh. Ceset çürüyüp yok olacak.

Vadi-i virâna kondurdun beni.

Vahşi hayvanlara döndürdün beni

İşte ulvî âlemden gelip, süfli âleme indiğini bilmezse bir insan,o âlemin süfli olduğunu bilmezse tabii vahşi hayvanlara döner. Niçin? Neden? Azaba düşen bir insan, cehenemme giden bir insan vahşi hayvan gibidir. Cenneti kazanamamıştır.

Bir insan gayesini bilmezse nerden geldiğini, nereye gideceğini bilmezse vahşi hayvandır.

Eyledin dilimi lâl kara bahtım.

Bu kelâm-ı kibar âyeti kerîme'ye temas ediyor.

Ayet-i Kerime'de ne buyuruyor: "Biz onların gönüllerini mühürledik, dillerini lâl, kulaklarını sağır ettik."

Kim bunlar? Allah'ı zikretmeyen, Allah kelâmı konuşmayan, vaaz, nasihat dinlemeyen kulak, günahlardan sakınmayan göz. Peygamber Efendimiz bu âyeti kerîmenin mealini hadis-i şerifinde açıklıyor. "Allah'a, âhirete iman eden hayır konuşsun. Hayır konuşamıyorsa sussun. Allah'a âhirete iman eden, vaaz, nasihat dilnesin. Vaaz, nasihat dinlemiyorsa kulaklarını tıkasın (Gıybet ve malayani konuşma-sın)." Allah'a, âhirete iman eden, hakkı batılı seçsin. Yasaklardan gö-zünü korusun. Koruyamıyorsa gözlerini yumsun.

Evet biz ulvî âlemden geldik. Bu ceset yok olacak. Ama Allah bizi yine bir cisimle kaldıracak. Bu ceset kıymetini ne ile bulacak? Kur'ân şeriat cesededir. Dünyadaki her cisim sahibine Allah'ın emirleri var-dır. Yasakları vardır. Cesedin kıymeti de akılladır. Bu ceset balig olacak. Müslüman olacak. Akıllı olacak. Ceset nihâyet toprak olacak. Ruh yine ulvî âleme dönecek. Ama nasıl dönecek? Ağlaması ile, yalvarması ile. Onun için Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: "Bu dünya âleminde az gülün, çok ağlayın." Niçin buyuruyor ki: "Bu dünya âleminde havf duyana, âhiret hayatında havf olmaz." Bu dünyada neden havf duyacağız? Kulluğumuzu yapabiliyor muyuz? Allah'ın gadabından kurtulabilecekmiyiz? Bunun korkusunu duymamız lazım. Allah'ın gadabı âhirettedir. Dünyada da azap var mıdır? Vardır. Allah çeşitli çeşitli hastalıklar verir. Zillet verir, illet verir, gıllet verir.  Bunlar dünya azabıdır. Bunlardan da kurtulamayız. Ancak dünya azabı kimlerde olmaz? Ehl-i dünya olanlar da olmaz. Yani dünyayı düşü-nüyorsa, dünyayı seviyorsa, dünyayı istiyorsa. Onlara Cenâb-ı Hâk hastalıkta vermez. Verse de az verir. Ama müslümanların âhireti kazanması için hastalık, fakirlik ve rezil-rüsvay  olacak. Cenâb-ı Hâk bu-yuruyor ki:

"Biz belânın büyüğünü verdik Peygamberlere, hafifini verdik velîlere." Meselâ: Eyüp Aleyhisselam'a verdiği hastalık. Vücudunun etlerini kurtlar yemiş, kemikleri ağaç gibi kalmış. Ama O Allah'tan ne istemiş: Demiş ki: "Yarabbi dilim ile kalbimi muhafaza et" demiş. Hakikaten öyle olmuş. Sadece dili ve kalbi kalmış. Kurtlar yememiş et olarak. Daha sonra nasıl ilkbaharda ağaçlar yeşerir yaprakları oluşursa O'nun da vücudunda tekrar etler kaynamış. Sıhhatini bulmuş. İbrahim Aleyhisselam'a da çok zillet vermiş. Doğuşundan ölümüne kadar zilletten kurtulamamış. Doğumunda annesi onu mağarada bırakmış çocukları kesiyorlar diye. O mağarada annesiz ve memesiz büyümüş. Haftada bir defa gider bakarmış ki ne oldu? Öldü mü? Duruyor mu diye.. Mağaranın ağzına taşları getirip yığarmış ki buna canavarlar gelip zarar vermesin diye. Anne olarak o kadar koruyabilmiş. Ama koruyan Allah, gıdasını da veren Allah.

Fakat annesi her mağaraya gidişinde bakıyor ki, çocuğu tertemiz, sıhhatli, öyle de gelişip, büyüyormuş ki, bir haftada bir aydaki kadar büyüyormuş. Gıdası neymiş? Baş parmağını emiyor. Başka bir şey yok. Ama tertemiz. Sanki hergün için bir anne onu yıkıyormuş. Temizliyormuş gibi. Sonra büyümüş mağaradan çıkmış. Fariziler Nemrud'a demişler ki, bu seneki doğan çocuklar, senin saltanatını elinden alacaklar. O da bütün görevlilere emir veriyor. Kimseyi affedersiniz hanımının yanına bırakmıyor. İbrahim Aleyhisselam'ın babası, Nemrud'un bir numaralı adamı. Aylarca görevlilerin başında imiş. Ama ona görevinin başında iken öyle bir hâl geliyor ki, Cenâb-ı Allah veriyor, kendisini tutamıyor. Hanımının yanına gidiyor. İbrahim Aleyhisselam'a hamile oluyor. Hz. Musa da böyle olmuş. Aynı Fariziler tekrar bakıyorlar. Nemrud'a diyorlar ki, ana rahmine düşmüş senin çocuk. Daha önceden adamlarını eğitmiş. Hamile hanımlar araş-tırılıyor. Rapor tutuluyor. Polisler o hanımları bekliyorlar. Çocuk do-ğunca kesiyorlar. İbrahim Aleyhisselam'ın annesinde de Hz. Musa'nın annesinde de Cenâb-ı Hâk onların karnını belli etmedi. İbrahim Aleyhisselam'ın annesi gitti. Mağarada doğumu yaptı. Orayı taşlarla kapattı. Gece gidip bakıyor ki çocuk büyüyor. Öyle bir gün geliyor ki annesinin mağaranın ağzına koyduğu taşı itip çıkıyor. O güce ula-şıyor. Karanlıktan nasıl çıkıyorsa semâyı görüyor. Yıldızı görüyor. Parlak yıldızı görünce diyor ki, "Bu benim Rabbımdır." Beni muhafaza eden budur diyor. Yıldızda bir hareket görüyor. Bakıyor ki giderek yok oluyor. "Hayır. Bu Allah olamaz. Bu ağaçları, bu semâları, halk edendir benim Rabbım" diyor sonra ayı görüyor. "Budur benim Rabbım" diyor. Ondaki hareketi görünce "Hayır bu da Rabbim olamaz" diyor. Güneşi görüyor. Onu zannediyor. "Hayır bu da olamaz."  "Bu görünenlerin hepsini halkedendir" diyor Cenâb-ı Hak. Geliyor annesini babasını buluyor. Bakıyor ki babası Nemrud'un puthâ-nesinin müdürü. Bir türlü babasını o putlardan vazgeçiremiyor. Babasından o kadar âcizleniyor, o kadar huzursuz oluyor ki Nemrut'la karşılaşıyorlar. Nemrut taraftarlarının yılda bir defa kutladıkları bayram günleri varmış. İbrahim, babasının yanına varınca babası diyor ki:

- "Sen burayı bekle ben de onlara katılayım" diyor. O da babası gittikten sonra eline bir balta alıyor. Putların hepsini kırıyor. En bü-yük putu bırakmış. Onun boynuna da baltayı bırakmış. Kapıları kilitlemiş. Çıkmış, gitmiş. Onlar gelmişler ki burası bekleniyor diye. Bakı-yorlar ki putlar kırılmış.

- "Kim kırdı bunu?" Halkı sıkıştırıyorlar. Kim bekliyordu burayı İbrahim Aleyhisselam. Onu sıkıştırıyorlar.

- "Putları kıranları ya biliyorsun veya sen kırdın." Diyor ki:

- "Ben ne kırdım, ne de biliyorum."

- "E! kim kırdı?"  deyince diyor ki:

- "Balta kimin boynunda ise o kırdı."

Onlar diyorlar ki:

- "Bunun canı yoktur, nasıl kırsın?"

- "E! Peki cansız olan şeyi, nasıl mabud edinip tapıyorsunuz." Sonra Nemrut'la karşılaşıyorlar. Nemrut bunu ateşe atıyor.

Bunlar zillet değil mi?

Sonra İbrahim Aleyhisselam Efendimiz, Sara validemizle Mısır'a gidiyor. Sara validemizi, Mısır valisi İbrahim Aleyhisselam'ın elinden kötü niyetle alıyor. Vali kadın-kız peşinde imiş. Sara validemiz de çok güzel. Güzel kadınları mutlaka elde etmek istiyor. Nihâyet onu da İb-rahim Aleyhisselam'ın elinden alıyor. Alıyor, ama birşey yapamıyor. Her yaklaşma arzusunda Allah ona bir havf, korku veriyor. Saray sallanıyor. O zaman diyor ki:

- "Sen kimsin diyor?"

- "İbrahim Aleyhisselam'ın hanımıyım. Sen beni affet bırak da ben de sana duâ edeyim" diyor. O zaman Sara validemizi bırakıyor. Sa-rayın en güzel cariyelerinden olan Hacer validemiz çok akıllı imiş. Ona hizmetçi veriyor. O da getiriyor. İbrahim Aleyhisselam'a bah-şediyor. İbrahim Aleyhisselam'dan da İsmail Aleyhisselâm olunca Sara validemiz İbrahim Aleyhisselam'a baskı yapıyor. Diyor ki:

- "Bu hanım ile bu çocuğu görmek istemiyorum. Bunları götür öyle bir çöle bırak ki isimleri, cisimleri kalmasın" diyor. İbrahim Aleyhisselam o kadar daralıyor ki, zaten yıllar boyu Allah'a yalvardı ki, "Yarabbi sen bana bir oğul ver. Sana kurban edeceğim" diyor. E! Oğlu olunca da Sara validemiz onu kıskanıyor. Çocuk olmadan evvel çok seviyordu. Çünkü Sara Validemiz doksan yaşında, İbrahim Aley-hisselam 100 yaşında. Ve de çocukları olmamış. Çocuğu olunca kıs-kandı.

- "İşte götür çöle bırak. Canlı yaratık olmayan bir çöl olsun. Orada ölsünler" diyor İbrahim Aleyhisselam onun sözü ile götür-müyor. Ama Allahü Teâlâ diyor ki:

- "Ya İbrahim Sara nasıl dedi ise öyle yapacaksın." İşte bugünkü hacıların Hacca gitmeleri orada Mekke-yi Mükerremede say yapmaları, o zamandan geliyor. Kabe'yi de İbrahim Aleyhisselam yaptı. Safa ile Merve arasındaki say yapmalar, onlardaki maceralar...

Nihâyet oraya götürüp koyuyor. İsteyerek değil. Çok yalvardı Allah'a, ama olmadı. İnsan değil, canlı hayvan yok. Oraya götürüp koyuyor. Kuş uçmaz, kervan geçmez. Bırakıyor. Deveden indirip gidiyor. Hacer validemiz:

- "Ya İbrahim bizi burada bırakıp nereye gidiyorsun" diyor. Hiç ses yok. Urfa nere, Mekke nere! Oraya götürüp orada bırakmış.

- "Ya İbrahim biz burada ölecek miyiz?" Yine ses yok.

- "Ya İbrahim sen Rabbinin emri ile mi bizi buraya bıraktın?" O zaman başını eğiyor. İşaret ediyor. O da diyor ki:

- "Git ne olursak olalım."

İşte orada zemzemin çıktığı yere kumun üzerine çocuğunu yatırmış. Kendisi su aramaya çıkmış. İki tepenin arası 500 metredir. Hacc'a gidenler bilirler. Allah görmeyenlere de nasip etsin. Yeşil direkler arasında koşuyorlar. Niye orada koşuyorlar. Bu Safa tepesine çıkmış. Etrafına bakmış, su aramış. Ama o tepede iken bir dere varmış. O dereden çocuk görünmüyor. Devamlı da çocuğu takip ediyor ki vahşi hayvan, yılan çıyan bir şey yapmasın diye. O dereye inince çocuğu çabuk görmek için koşuyormuş. Merve tepesine geliyor. Yine bir şey göremiyor. Yine o dereden koşarak geçiyor. Yedi defa bu şekilde gidip geliyor. Bir şey bulamıyor. Çocuğun yanına geliyor, çocuk arka üstü kumda yatıyor. Tepiniyor. Sağ ayağının tarağından su çıkıyor. Bunu görünce Zem! Zem! Zem! Arapça Dur! Dur! Dur demek. Eğer dur dur demeseymiş. Akacakmış. Her yere, sadece orada kalmış. Ama bütün dünyaya taşınıyor. Ayrıca yerli halkın hep içtikleri Zemzem. Medine-yi Münevvere'ye tankerlerle taşıyorlar. Hep Zemzem içiyorlar, biteceği yok. Azalacağı yok. Gerçi kuyunun yerini üçüncü defa değiştirdiler. Makam-ı İbrahim'in doğu-suna doğru oluyor. Tavafta daralma olmasın diye zemzem kuyusunu geriye aldılar.

Hadîs-i şerifte vardır: "Zemzem acıkanın açlığını giderir. Susayanın susuzluğunu giderir. Hasta olanın hastalığını giderir." Yani acıkana ekmek, susayana su, hastaya ilaçtır. Tabii ki inanca bağlıdır. Amenna ve saddakna.

İşte Hacer Validemiz, oğlu İsmail ile zemzem içerek hayatlarını sür-dürüyorlar. Yemen'den Şam'a, Suriye'ye çalışan kervanlar varmış. Oranın biraz yakınından geçiyorlarmış. Bunlar oradan geçerken kuşların inip kalktığını görmüşler. Kervancıların dikkatini çekmiş. Bu kadar bu yoldan gider gelirdik hiç kuş görmemiştik. Bu kuşlar niye inip kalkıyorlar acaba demişler. Oraya geliyorlar ki, orada su var. Bir çocuk var. O günden sonra o yoldan gidip gelmeye başlıyorlar. Oradan yol açıyorlar. Sularını takviye ediyorlar ve oradaki hanıma ve çocuğa yiyecekler, giyecekler veriyorlar. Orada büyüyor. Ama İbra-him Aleyhisselam ne yapıyor? Senede bir defa gelip bakıyor ki öldüler mi? Kaldılar mı? Bakıyor ki su bulmuşlar, yiyecekleri, giyecekleri var. İhtiyaçları karşılanıyor. Hatta başka adamlar gelip oraya ça-dır kurmuşlar. Bir şeyler alıp satıyorlar, yani orası şenleniyor. Ce-nâb-ı Allah emrediyor. İsmail büyüyor. Orada Beytullah'ı yapı-yorlar. Kabe'yi taştan, çamurdan su ile yapıyorlar. İbrahim Aleyhisselam ustalığını yapıyor. İsmail Aleyhisselam işçiliğini yapıyor. Onun için Makam-ı İsmail, Makam-ı İbrahim var. Bunlar ne kadar zillet. Ur-fa'dan Mısır'a gitmesi, o sırada kendisi gitmedi. Cenâb-ı Hak emretti:

- "Sara'yı da al Mısır'a git" dedi.

Allah'ın cilveleri. Tabii İbrahim Aleyhisselam bilerek gidiyor. Mısır'a gidince hanımını elinden alacaklarını bilerek gidiyor. Ama Cenâb-ı Hak bildirdiği için tedbir alarak gidiyor. Ne yapıyor? Bir deve iki san-dık. Bir sandığa hanımını koyuyor. Yiyeceğini giyeceğini koyuyor. Diğer sandığa da satılacak öteberi koyuyor. Gümrükten geçecek. Gümrük memurları açacakları zaman diyor ki:

- "Benim sandıklarım mücevharat dolu."

- "Hayır açacağız" diyorlar.

-"Yahu bundan daha kıymetli birşey olur mu, gümrüğünü vereceğim" diyor. Ama onlar açıyorlar. Açınca Sara validemizi görüyorlar. Elinden alıyorlar. Bunlar hep zillet oluyor.

Hacer validemizle oğlunu götürüp kaybetmesini Allah'ın istemesi yine zillet oluyor. İsmail Aleyhisselam'ın kurban kesilmesi zillet olu-yor. Nemrut O'nu ateşe atıyor, zillet oluyor. Öyle zillet, zilletten kurtulamadı. Onun için:

İllet: Hastalık, Gıllet: Fakirlik, Zillet: Huzursuzluk.

"Biz bunların büyüğünü Peygamberlere verdik." Eşeddül-belâ. (Belanın şiddetlisini onlara verdik.)

Öyle ise Allah'tan gelen, dünya âleminde huzursuz eden, azap veren ne ise bunların üç yönü vardır. Fakat bunlar imtihandır. Bunlara sabredeceğiz ki imtihanı kazanalım. Madem ki Cenâb-ı Hak insanları imtihan için dünyaya getirmiş. İnsanlar için illet, gıllet, zillet varsa öyle ise bunlardan kurtuluş yoktur. Az olsun, çok olsun olacak. Bir müslümanın kırk gün illeti, zilleti, gılleti olmazsa, o müslümanın akibetinden korkulurmuş. En azından bir dişinin ağrıması lâzım veya oğlundan, kızından, komşusundan, akrabasından huzursuz olması lâzım. Bunlar olacak. Olmamasına imkân yok. Peygamberlere eşeddül-belâ vermiş ise Allah, hastalığın şiddetlisini onlara vermiş, fakirliğin şiddetlisini onlara vermiş, huzursuzluğun, zilletin şiddetlisini onlara vermiş. Bizim de vardır. Kelâm-ı Kibar:

Gâh ahdine vefâsını gösterir

Gâh Sâlih'e safâsını gösterir

Gâh şiddetle cefâsını gösterir

Yaklaştıkça yârin köyü muhabbet.

Sadece Sâlih Baba değil;

Sâlih gibi vardır çok ehl-i diller

Pîr-i Sâmi bahçesinde bülbüller

Solmaz şüküfeler, dikensiz güller

Niye böyle buyurmuş? Sâlih gibi çok ehli diller vardır. On tane, yüz tane değil.

Pîr-i Sâmi bahçesinden mânâ O'nun velâyetine dahil olan müridleri çok. Onlarda ehl-i dil ama onlara emir yok. Sâlih'e "söyle Sâlih" diye emir olmuş. Sâlih de ihvânın içerisinde çok bilgili, görgülü, sevilmiş, ileri gitmiş birisi değil. Sâlih'e söyle demiş. Sâlih söylemeye başlamış.

Sâlih: Riyâsız amel işliyen. Sâlih bir insanın isminden ibaret değil. Amel işliyenlerin hepsi sâlihtir. Fakat burada sâlih demişse bütün sâlihlerden bahsediyor. "Sâlih sus" demiş, susmuş. Zaten kelâm-ı kibarda geçiyor.

Yeter bu Sâlih'e ettin itâbı

Bir zaman gösterdin yevmü'l- hisâbı

Şimdi arz eylersin ümmü'l-kitâbı

Büsbütün lâl ettin dillerimizi.

Bir de vardır:

Karşına almışsın gonca gülünü

Ne oldu sana terkeyledin ilini.

Bir mürid ömrü boyunca hayali râbıtası ile meşgul olunca, gonca gülünü karşısına almış olmuyor. Ne zaman ki karşısına nakş-ı Cemâl'i alırsa o da susar. Nakş-i hayal'de bağırma, çağırma, ağlama vardır. Nakş-ı cemâl tecelli ederse o zaman susar. Hepsi biter. Evet, illetten, zilletten, gılletten kaçamayız. Kaçsak da kurtulamayız. Fakat bir duâ var. Cenâb-ı Hâk bildirmiş: "Rabbena atina, fiddünya, haseneten. Ve fil âhireti haseneten ve gına azabennar." Bunu bilenler her namazda bu âyeti okurlar. Son tahiyyatta, salavatları da okuyoruz. Sonra bu âyeti okuruz. Bir de "Rabbenâ'ğfirlî ve li vâlideyye ve lil mü'miniyne yevme yekûmü'l-hisâb" okurlar. Ama esas 1. âyet dua mahiyetinde Allah'tan istiyoruz. Ne istiyoruz? "Yarabbi, dünyada ve âhirette nardan, azabtan beni koru." Bu isteniyor. 2. âyet "Yarabbi dünyada âhirette hayır-hasenat işleyenlerden eyle."  Nâr: Cehennem, orda yanacak burada dünya azapları da vardır. Verme değil de koru.

Nedir? Hastalık, fakirlik, zillet. Çünkü dünyada ateş haramdır. Kitap ve sünnetimize göre Cenâb-ı Hâk dünyada ateşi haram kılmış. Ancak âhirette helaldir ateş. Dünyada bir insanı yakmak, günah-ı kebâirdir. Kendisi de yaksa, başkası da yaksa ölüyü bile yaksalar yine günah-ı kebairdir. Kendi azasından bir küçük azasını tutsa da yaksa haramdır. Günah-ı kebâirdir. Âhiretin azabı cehennem.

"Yarabbi dünyada, âhirette beni azabtan koru." Verme demiyor. Evet İbrahim Aleyhisselam'ı ateşe attılar korudu. Cehennemde de bir grup var ki onlar ateşe girince cehennem ateşi kaçacak. Yarabbi bunların nuru beni söndürüyor diyecek. Bu sefer Cenâb-ı Hak onlara ayrı bir hesap soracak, ayrı bir suale çekecek. Allah hepimizi korusun. Amin!