“Allah’ın kulun ibadetine ihtiyacı yok.

Kul kendi görevini yapıyor.”

   

Nakşibendi Efendimizin çok halifeleri vardı. Birisi de Mu-hammed Parisa Hazretleri idi.

Parisa: Genç demek, civan demek.

Birgün Nakşibendi Efendimiz evinde otururken Muham-med Parisa onsekiz yaşında kapıya gelmiş. Kapıyı çalmış. Hizmetçilerine demiş ki:

-“Çık bakayım kapıda kim var?” Görevli gelmiş demiş ki:

-“Bir Parisa yani bir genç var.”

-“Sen Parisa imişsin demiş.”

Bu Parisa ismi ordan kalmış. Onu çok seviyormuş. Bu yol yokluk yolu. Nakşibendi Efendimiz Reis-i evliyadır. Ne kadar evliya varsa hepsinin başıdır. Böyle iken Muhammed Pari-sa'nın ayaklarının altına yüzünü iki defa koymuş.

Birisinde çamur karıyorlarmış, yaz mevsimi.

-“Evleri yıkın” demiş. Yıkmışlar. Yazlığa göre ev yapıyorlarmış. Sonbahar gelince de kışlığa göre yapıyorlarmış.

Birgün ihvanlar demişler ki:

-“Efendim yazın yazlıkta oturalım kışın kışlıkta oturalım. Evleri yıkıp yapmayalım” demişler.

-“Size hizmet olsun” diye demiş. Hizmet te üç çeşittir.

1- Bedeni hizmet.

2- Mal ile hizmet.

3- Hem mal, hem beden ile hizmet. Bedenen hizmet daha makbul oluyor.

-“Hizmet göresiniz. Himmet alasınız yoksa benim sizin çalışmanıza ihtiyacım yok” demiş.

Orada bir küfe varmış. Ona taşları doldurmuş. Taşımış ve demiş ki:

-“Bizim sizin çalışmalarınıza ihtiyacımız yok.” Yine bir yaz mevsiminde. Ustalar tutulmuş, çamurlar karılmış, evler yapılıyor. Nakşibendi Efendimiz de biraz istirahat edeyim demiş. Herkes de istirahata çekilmiş. Muhammed Parisa Hazretleri de çamur kararken küreği döşüne dayamış, ken-dinden geçmiş. Nakşibendi Efendimiz dolaşmış bakmış ki, herkes istirahatta. O ayakları çamurun içerisinde. Kürek dö-şünde kendinden geçmiş vaziyette. Hemen ayaklarına yü-zünü koymuş.

-“Yâ Rabbi bu çamurlu ayaklar yüzü hürmetine Bahad-dine rahmet et.”

Demek ki: ALLAH'ın en hoşuna giden şey. Acziyetimizi bilmek. Mahviyete düşmek. ALLAH bundan razı oluyor. Ce-nâb-ı ALLAH eğer amelden razı olsaydı, üç yüz sene ibadet yapan Bağrani imansız gitmezdi. Bu kadar ibadet yapıyor da niçin imansız gidiyor. Çünkü ibadet bir emirdir. Emir ye rine gelecek. Yoksa ALLAH'ın ibadete ihtiyacı yoktur. İbadet varlığı ALLAH'ın hiç hoşuna gitmez. Resûlullah Efendimiz-den sonra ALLAH İbrahim Aleyhisselam'ı çok seviyordu. Ona da “DOSTUM” dedi. “Manası çok sevmek” demektir.

Onun da en büyük ameli misafir ağırlaması idi. Misafir-siz yemek yemezmiş. Bir defasında ALLAH misafir yollama-dığı için üç gün orucunu bozmuyor. İçinden de geçiriyor. Acaba benim gibi oruç tutan var mı? Diye (Bak. Gülden Bül-büllere I)

ALLAH'ın sırlarına hikmetlerine akıl, güç yetmez.

Bütün peygamberler içerisinde en çok Peygamber Efendi-mizi sevmiş.

İbrahim Peygambere de DOSTUM demiş. Buna rağmen “üç gün oruç tuttum” demesi olmadı. Çünkü ALLAH'ın iba-dete ihtiyacı yok. İbadetimize güvenmeyeceğiz.

Belen isminde bir abid. Filistin'de. O da imansız gitmiş. Yine 200 sene Suriye çölünde ibadet yapan bir abid.

Silsilede üçüncü okunan büyüğümüz Selmani Farisi Haz-retleri. Birincisi Resûlullah Efendimiz. İkincisi Sıddık Ekber Efendimiz. Selmani Hazretleri üçyüz küsür sene yaşamış.

Resûlullah Efendimizin nisbeti nuru, feyizi bunlardan ge-liyor bize. Resûlullah Efendimize geldiği zaman üç yüz (300) yaşında imiş. Resulullah Efendimizden de sonraya kaldı. O zaman eski insanlar çok yaşıyorlarmış. İşte o zaman dünya ile hiç alakası olmayan bir abid. 200 sene ibadet yapan bu abidin gönlüne gelmiş ki “ben cenneti kazanmışımdır.” Bu hal ALLAH'ın hoşuna gitmemiş. ALLAH onu hemen imtihana tabi tutmuş ve ona ALLAH doktor suretinde bir melek gönderiyor. “Git filan kuluma. Onun dişine bir ağrı ver” di-yor. Daha melek ona yaklaşmadan abidin dişi ağrımaya başlıyor. Amansız bir ağrı. Dayanamıyor. Yuvarlanıyor çöl-lerde. Ağlıyor, bağırıyor.

Meleğe de diyor ki:

-“O seni doktor görünce benim bu dişimi al, kurtar der sana. 200 senelik amelini almadan onun dişini çekme” de-miş. Doktor geliyor abide selam veriyor. Ama o hiç yüzüne bakmıyor. Doktor soruyor:

-“Abid niye böyle yapıyorsun sen?”

-“Sen doktor musun?”

-“Evet, diş doktoruyum” diyor.

-“Tamam işte benim dişlerim ağrıyor. Beni kurtar.”

-“Peki paran var mı?” Demiş.

-“Ben parayı nerden bulayım.”

-“Öyle ise amelini ver.”

-“Peki vereyim” demiş.

-“Ne kadar amelin var?”

-“200 senelik amelim var.”

-“Ver 200 senelik amelini seni kurtarayım” demiş. Abid:

-“Hayır olmaz. Bir dış ağrısına 200 senelik amel verilir mi?”

-“Verirsen kurtarırım.”

-“Yoksa çekip giderim” diyor ve gidiyor. Ağrısından dura-mıyor, peşinden bağırıyor:

-“Aman doktor bey gel” diyor.

-“Bu 200 seneyi bölelim. Yüz senesi senin olsun. Yüz se-nesi de benim.”

-“Hayır olmaz. Bir senelik amelden bile geçmem. 200 seneyi de istiyorum” diyor.

-Diyor ki:

-“50 senelik amelimi olsun bana bırak”

Hayır deyince, ağrıya dayanamıyor. Razı oluyor.

-“Al, al! Diyor 200 senelik amelim senin olsun. Çek dişi-mi” diyor.

Dişini çekiyor.

-“Peki abid. Sen cenneti bekliyordun. Nerde kaldı? Ancak bir dişin 200 senelik ibadetini karşıladı.”

Demek ki Hadis-i Şerifte buyuruyor ki:

“Kişi ameli ile cennete giremez. Ancak, ALLAH'ın fazl-ı tevfiki, kişinin mertliği kişiyi cennete sokar.”

Yani ALLAH bir kuluna amel bahşedecek. Bahşetmezse, amelle kazanamaz.

ALLAH bizi yoktan var etmiş. Sıhhati veren O. Rızkı veren O. Bizim gece-gündüz bütün ibadetimiz vermiş olduğu rızgın karşılığımıdır? Değil.

Sıhhatin karşılığı mıdır? Değil.

Ama ALLAH cenneti kuluna verecek. Kimlere verecek? Mertlere verecek. Mertlik de çeşitlidir:

Amelen mertlik.

Malen mertlik.

Can ile mertlik.

Candan mertlik ancak kime olabilir? ALLAH'a olabilir. Başka kimseye olmaz. Çünkü bu canı O vermiştir. O'na vermek lazım, vermesek te zaten alacak. Ama ölmeden evvel ölüm var. ALLAH böyle buyuruyor.

“Kulum, ölmeden evvel öl.” Eğer o almadan önce biz canımızı ona verirsek en büyük mertlik te bu.

Peki verince ruhumuz mu çıkar? Hayır nefsimiz ıslah olur. Nefisimiz ölür. Nefsi çıkınca insanların nefesi olurmuş. İnsanların bu nefesi var ya, hem zikirdir. Hem de küfürdür. Bir insan bu nefesleri boşuna harcıyorsa münkirdir. Boşuna harcamazsa ZİKİR olur. Nefes “Ha” ile girer “Ha” ile çıkar.

HAY ise ALLAH'ın esas ZAT'ının ismidir. Sıfatlarının ismi değil. ALLAH'ın 1001 ismi sıfatlarının ismidir. Zatının ismi ise Lafza-i Celâl'in “HA”sıdır.

Lafza-i Celâl de üç harf var.

“Elif “= ALLAH'a işaret.

“Lam” = ALLAH'ı tarif etmeye işaret.

“Ha” = ALLAH'ın gaipte olan görünmeyen ZAT'ının ismi “Ha”dır. O da nefestir. “Ha” ile girer “Ha” ile çıkar. Onsuz hiçbir şeyde hayat yoktur.

(Not:  lâmın üzerindeki şedde ALLAH'ı mübalağa işarettir.)

Soru:

-“Efendim cinlerinde mi zikrediyorlar?”

-“Evet. Tabii.” Bir ibadet etmek var. ALLAH'ın emirlerini tutmak var. Bir de zikir var.                

İbadet te zikirdir. Namaz kılmak ta zikir. Oruç tutmak zikir. ALLAH'ın emirleri bunlar. Bunların hepsi zikir ama zikrin en hülâsası kalpten ALLAH'ı unutmamak. İnsan kalp-ten ALLAH'ı unutmamakla namaz kılmayacak mı? Kılacak. Oruç tutmayacak mı? Tutacak. Zahirdeki ibadetleri yine ya-pacak. Zahir emirler cesede emredilmiştir. Zikir de kalbe emredilmiştir.

Soru:

 

-”Efendim tarikat eğitiminde melekî sıfata geçiyor müridler. Onların zikirleri de meleklerin zikirleri gibi oluyor mu?”

Cevap:

-”Meleklerinkinden üstün oluyor. Çünkü melek aşağıda kalıyor. Melek zaten ALLAH'ın sıfat nurundan halkedilmiş. Meleklerin hayatları da zikir, sıhhatleri de zikir. Gıdaları zikir. Uykuları yok. Uykularıda zikir, yemeleri de zikir, iç-meleride zikir. Hastalık yok onlarda. Ölmek yok onlarda. Ama insan melekî sıfata geçince onlardan üstün oluyor.”

Soru:

 

-“Efendim şimdi buyurdunuz. ALLAH'ın kulun ibadetine ihtiyacı yok. Kul kendi görevini yapıyor. Ama ALLAH'ın veli kulları var. Onlar da bulunduğu beldeyi temizlemiyorlar mı? Zikirleri ile, nefes alış-verişleri ile, onların ki ibadetten farklılık gösteriyor.”

Cevap:

-“İbadet başka. Zikir başka. İbadet abidlerindir. Zikir de velilerindir.”

Hz. Ali Efendimiz mevtaları yıkarmış.

Peygamber Efendimizin emri.

“İlim şehriyem ben. Kapısı da Hz. Ali'dir.”

Böyle olduğu halde Hz. Ali Efendimiz meftaları yıkarmış. Abuzer isminde bir tanesi vefat edince Hz. Ali Efendimiz yı-kamaya gitmek istemiş de Peygamber Efendimiz men etmiş.

-“Ya Ali. O ehl-i zikirdir. Ehl-i zikirin halinden ehl-i zikir anlar. Onu Selman yıkasın” demiş. Ehl-i ibadet başka. Ehl-i Zikir başka. Zaten ibadetten geçmeyen ehl-i zikir olamıyor. Kim ki ibadetten geçmezse ehl-i zikir olamaz. Ehl-i zikir AL-LAH'ı hiç unutmuyor. ALLAH'la beraber. Ama ibadet perde oluyor. Bütün amellerinden geçecek ki perde kalksın. Bu düş-meler, şaşmalar, aldanmalar abidlerde olur, velilerde olmaz.

Pîri Sami Hazretlerinin ikinci halifesi Hacı Abdurrahman Efendi, vefat etmişti. Mübarek Paşam Hazretleri O’nun tazi-yesine gidelim diye buyurdular. Gittik. Öğleyi kıldık. İkindi namazında onun tekkesinde idik. Kısa günler. Hacı Abdur-rahman Efendi Dedemle ihvan kardeş. Babamla da medrese arkadaşı. Çok ta alimmiş, Orada yine dedemin bacanağı varmış. Hacı Hafız Efendi o köyün eşraflarından. Çok akıllı, çok alim. Sözü sohbeti belli. Ulema ile meşayihlerle dostluğu olmuş, sohbeti düzgün olan bir zat. Bir de Pîri Sami Hazret-lerinin torunu Reşit Bey var. Nahiye müdürü. O da orada. Gittik oraya. Pîri Sami Hazretlerinin torununa öyle hürmet gösteriyor ki Mübarek Paşam Hazretleri onların yanında bü-züldü, büzüldü, büzüldü.

O sırada. Hacı Hafız Efendi sohbet ediyor.

-“Dede Efendi bilir. Dede Efendi birşey mi buyuruyor” diyor. O da:

-“Hayır ben dinlemeye geldim” diyor. O sırada Hacı Hafız Efendi bir evliyadan bahsederek: “Sonradan imansız gitti” dedi. O sırada Mübarek tahammül edemedi.

-“Haşa!.. Hacı Efendi. O yanlış. Evet çok abidler imansız gitmişlerdi. Evliyaullah HAK ile HAK olmuştur. Nasıl iman-sız gider. Evliyaullah'ta gaflet kalmamıştır ki. Gafletten dola-yı kusur işlesin de imansız gitsin yanlıştır” dedi.

Evet işte öyle. Abid başka, ehl-i zakir, ehl-i huzur başka.  Abid çok ibadet yapar ama ehl-i zakir olamaz. Bütün ibadet varlığını yok etmedikten sonra ehl-i zikir olamaz. Onlar per-dedir ona. Tabii ibadet te ALLAH'ın emridir. Zikir de ALLAH ın emri.

Cenâb-ı Hak:

“Beni çok zikredin” buyuruyor.

Bu ayetin tefsiridir. Gerçekte çok zikreden kimdir? Gönül sahibidir. Gönüldeki zikrin sayısı olmaz. Ağızdaki zikrin sa-yısı var. Sabahtan akşama kadar ALLAH! ALLAH dese dil ile sayısı belli olur. Ama gönüldeki zikrin sayısı belli olmaz, çünkü mükevvenatta ne halketti ise hepsinin bir hakikatı var. Onlar canlanıyor. Hepsi orada zikir yapıyor. Onun için bir evliyaullah bütün mahlukatın nefesinin adedince zikir yapıyor. Gönül sahipleri.

“Ebrârların sevaptır diye yaptıkları ibadetten mukarrebîn kaçar.” Şimdi burada anlaşılır ki, Ebrâr namaz kılıyor da mukarrebîn kılmıyor. Ebrâr oruç tutuyor da mukarrebin tutmuyor. Hayır, öyle değil, sevabından kaçarlar. Amelden de-ğil sevabından kaçarlar. Ebrâr orucu tutar, ondan ne kadar sevap bekler.. Mukarrebîn orucu tutar. “Ben bu orucu layıkı ile tutamadım” diye korkusunu çeker. Her amel böyledir. Eb-râr her işlemiş olduğu amelden bir sevap bekler. Mukarrebîn ne kadar amel işlese yine bir sevap beklemez. İşte tasavvufdaki kelam budur.

“Ameli güzel işle, işlememiş gibi ol” emir var. Emir tutulacak.

Sonra şeriat, tarikat değişiyor. Bir yerde birleşiyor. Bir yerde de birleşmiyor. Zahirde ibadette birleşiyor. Şeriatı olan da namaz kılıyor. Tarikatı olan da namaz kılıyor. Velisi de kılıyor, nebisi de kılıyor, tarikatı olan da namaz kılıyor, ka-mili de kılıyor, avamı da kılıyor. Ama maneviyata gelince değişiyor. Zahirin anlayamadığını onlar anlarlar. Onların anladığını zahir anlamaz, bilmez. Zahir farz olan ibadeti yapınca cenneti kazanır. Ama mukarrebîn diyor ki: “Kulun ameli ne olacak? ALLAH kabul ederse eder, etmezse ne olacak?” diyor. ALLAH'ın karşısına varlıkla çıkılmıyor, Peygam-ber efendimiz yoklukla çıktı.

Nefs-i emmârede gurur, kin, haset, kibir, bunların hepsi yüzde yüz küfür. Ama nefs-i levvâmede yarıya düşüyor, tam temizlenmemiş oluyor. Mülhimede azalıyor. Mütmainde te-mizleniyor.

Mütmainde veli sınıfına geçiyor ki insan. Onda kin de kalmaz, gazap da kalmaz, gurur da kalmaz, haset de kal-maz. O zaman temizlenir.

Soru:

-”Efendim, adap kitabında hangi peygamberlerin hangi renk nuru taşıdığını yazıyor. Resûlullah efendimizin yeşil renk nur taşı-dığını yazıyor. ALLAH'u Teala'nın zatının nurundan orada bahsetmemiş. Siz de bir teveccüh sohbetinizde buyuruyorsunuz ki, “şeytanın nuru kırmızı-turuncu renkte” diye.”

Cevap:

-Hayır. Kızıl-Sarı. Şeytanın nuru kızıl-sarı. Tasavvufta Re-şahat kitabında yazar.

ALLAH'ın her türlü nuru vardır. Siyah nuru da vardır. Kır-mızısı var, siyahı var, yeşili var, beyazı var. Yalnız kızıl ve sarı nura aldanmayın. Şeytanın olabilir. O da nur gösteri-yor ya, şeytana ALLAH yetki vermiş. O da nur gösteriyor. Yalnız, kızıl nura, sarı nura aldanmayın. Şeytanın olabilir.

Beyazidi Bistami Hazretlerinin zamanında ramazan imiş. Sahrada sohbetleri bitmiş, istirahatte imişler. Vakitleri yaklaşmış, iftarı bekliyorlar. O sırada şeytan havada bir nur göstermiş. Havada bir köşkte nur ile beraber görünmüş. De-miş ki:

-“Ey kullarım! Ben sizden razı oldum. Yiyin oruçlarınızı. Hepsi duymuşlar. Tam o anda Beyazidi Bistami Hazretleri:

-“Sakın yemeyin. O şeytandır”, demiş. Şeytan kaybolmuş gitmiş. Demişler ki:

-“Efendim siz onun şeytan olduğunu nereden bildiniz?”

Buyurmuş ki:

-“Şeytan olduğunu anladık. Çünkü mekan gösterdi. Bir de sesi tek cihetten geldi.”

Hak ses altı cihetten gelir. Hak ses mekan göstermez.

ALLAH mekan göstermez.

Sesin geldiği yer bilindi ve kendisi göründü.

       Şeş ciheti baştan başa kaplamış

       Gelir her taraftan hu-yi muhabbet

Bu nedir? Zikir, Zikirden mana ALLAH'ın nuru. ALLAH'ı unutmamak. ALLAH'ı unutmayan ALLAH'ın nuruna gark oluyor.

Şeş cihet altı cihet. Taban, tavan, ön, arka, sağ, sol. Altı cihetten gelirse ses haktır. Tek yönlü gelirse inanmayın. Aldanmayın.

Nurlara gelince Peygamber Efendimiz yeşili çok severmiş. ALLAH'ın bütün nurları onda tecelli etmiş. Sadece yeşil mi? Siyahı, kırmızısı, beyazı, yeşili hepsi tecelli etmiş. Nurlar AL-LAH'ın nuru ise Peygamber Efendimizde hepsi toplanmış. Velilere de taksim edilmiş. Peygamber Efendimizin nurunu veliler yok iken nebiler taşımış. Nebilerden sonra veliler ta-şımış.

124.000 peygamber gelmiş, geçmiş. 124.000 peygamberi 70 seneye bölsek. Her haftada 1000 peygamber. Ne yapar? 70 + 70 = 140, 140 + 140 = 280 demek ki burada her asırda 2500 peygamber geçmiş oluyor. Bu nur hangisinde imiş? Hepsinde imiş. Resûlullah'ın nuru hepsine taksim olmuş.

Resûlullah Efendimizde hepsi tamamlanmış tümlenmiş. Peygamber Efendimizden sonra bu nur, bu sefer de velilere taksim edilmiş. Her asırda bu kadar veli var. Hangisi? Hepsi varis-i enbiya. Ama nedir? Peygamber Efendimizin nuru hepsinde vuku bulmuştur.

Şimdi Peygamber Efendimiz büyük bir ayna.

Onda ALLAH'ın nurları görünüyor. Büyük aynanın kar-şısındaki görünen bir şey. Bir milyon aynayı karşısında tu-tunca hepsinde görünür. Resûlullah Efendimiz yeşili sevdi. Bazı tarikatlar bu rengi kullanmamaya özen gösterirler. Bizim büyüklerimiz de “yeşile nasıl basalım. Yeşili nasıl kullanalım” diye itina ederlerdi.

ALLAH cennetini kuluna verecek. Mert kuluna verecek. Mertlikte çeşitli oluyor.

Amelen mertlik var. Bedenen mertlik var. Can ile mertlik var. Bunlar müsavi değiller.

Amelen mert olana göre bedenen mert olan daha kıy-metli oluyor. Mal mertliğinden daha üstün olan amel mert-liği. Ondan daha üstün olan beden mertliği. Ondan daha üstün olan can mertliği. “Candan mertlik olmaz” derler. O-lacak. Can verilmeden cânan bulunmaz. Cânan için canını verecek. Cânan nedir? Canların geldiği yer. Ora için verecek ki oraya ulaşsın. Bu ALLAH'ın emridir.

“Kulum ver beni de al beni” diyor.

Can mertliği nerede olur? ALLAH için verilir can.

Mal varlığı olan bir kimse fakire malından verir.

Bir de amel zenginliği olanlar var. Bu ameli ne için iş-liyor? Eşi için, dostu için. Müslümanlar için.

“Yâ Rabbi onlar cennete gitmeyecekse ben de gitmem” diyor.

Bir de beden mertliği vardır. Düşkünleri, fakirleri korumak için bedeninden mertlik eder. Çok kıymetli azasını Al-lah yolunda mertlik yapar.

Bir de can mertliği vardı! En kıymetlisi de budur.

Hulefa-i Raşidin: Dört halife. Bunları birbirinden ayırt et-meyeceğiz. Dördüne de sevgimiz müsavi olacak. Cenâb-ı Hak'ta, Resulullah Efendimiz’e mübarekler için dört yârim diyorlar. Herbirisinin hususiyetleri var. ALLAH bile Sıddık-ı Ekber Efendimizin sadakatini, çok doğru olduğunu söylüyor. Gökteki meleklere onu övüyor, methediyor.

Bir seferinde ALLAH'u Teala diyor ki:

“Habibim, söyle ki: Ben sıddık kulumdan razıyım. O da benden razı mı?”

Hz. Ömer'in de adaletini methediyor.

Hz. Osman'ın da hayasını methediyor.

Resûlullah Efendimiz ensârın hiçbirisine ayağa kalkmaz-mış. Hz. Osman gelince kalkarmış. Niçin? Melekler kalktığı için kalkarmış. Melekler bile Hz. Osman'ın hayasına gıpta ediyorlarmış.

Hz. Ali Efendimizin de mertliğini, sehavetini methediyormuş. Halbuki kendisi fakir.

Kâfirin bir tanesinin sevgilisi varmış, Mecnun gibi, Ferhat gibi çok âşık olmuş. Ona demişler ki:

-“Ebu Talib'in oğlu Ali'nin başını getirirsen sana kızımızı veririz.”

“Hz. Ali Efendimizin pehlivanlığı var. Herkes biliyor. Ada-mı öyle bir aşk sarmış ki, ağladığı zaman gözlerinden yaşlar sel gibi akıyor. Gitmiş, Medine-i Münevvereye yaklaşmış. “Ya öleceğim, ya bu ızdıraptan kurtulacağım” diyor. Hz. Ali Efendimize rast gelmiş. Hz. Ali Efendimiz onu o halde gö-rünce çok acımış.

-“Nedir senin bu halin?” diye sormuş.

O da derdini anlatmış.

-“Ebu Talib'in oğlu Hz. Ali'nin başını götürürsem sevgilimi verecekler” demiş. Ali Efendimiz ona o kadar acımış ki başını önüne koymuş.

-“Kes bu başı, istedikleri bu.”

Kâfir şaşırmış, o anda ALLAH o kâfirin gönlünü döndermiş.

-“Ya Ali ben müslüman olacağım” demiş.

Evet.

Amelden mertlik var, maldan mertlik var. Maldan daha üstün olan amel mertliği. Amelden daha üstün olan beden mertliği. Beden mertliğinden daha üstün olan can mertliği. Ancak ALLAH için olur. Ama çok kıymetli olduğu için veremezsin. Zaten vermesen de ALLAH o canı alacak. Verirse merttir, vermezse fakirdir. Canı ALLAH verir, ALLAH alır. Ama o almadan vermek lazım. Kendini ateşe atacak değil, ama varlığından kurtulacak. Terk-i can olacak.

Terk-i dünya, terk-i cisim, terk-i ukba, terk-i can.

 

       Başını top eyleyip gir vahdetin meydânına

       Kıl gazâyı Kerbelâ gir kendi nefsin kanına

 

Kerbelâ kazası niçin burada zikrediliyor? Çünkü Kerbelâ gazası geçmişte ve gelecekte, bütün ehl-i imana büyük acı duyurmuş.

Salih Baba ne buyurmuş?

       Kerbelâ'dan eksik olmaz nâremiz

Sanki kendisi de karışmış gibi nâre vuruyor.

Bu nâre nedir? Can, cezbe. Bütün ehl-i aşka düçar olanlar var ya ALLAH aşkına düçar olanlar.

Evet zahir emirde Muaviye sahabedir. Resûlullah Efen-dimizin de kaynıdır. Ona zahirde birşey söylenmez. Ama, Ehl-i Aşk olanlar onu sevmezler. Ehl-i aşka düçar olanlar bu acıyı çekerler, duyarlar. Onun için:

“Kerbelâ'dan eksik olmaz nâremiz” diyor.

Ehl-i aşk olmayanlar bilmezler. Anlayamazlar.

Kerbelâ vakası bütün ehl-i imana acı duyuracak. Geç-mişte ve gelecekte demek ki nefsine kıyanlar Kerbelâ va-kasını işliyorlar.

       Seyri kıl uşşak-ı Mevlâ nice kıyar canına

Seyret. Seyret ki bak. Uşşak-ı Mevla: ALLAH'ın aşıkları. Nasıl kıyıyorlar canlarına.

       Terk-i can etmektir ancak Aşk-ı sevdâdan garaz

Nasıl kıyıyorlar canlarına! ALLAH için her arzudan geç-mişler. Manevi arzulardan geçmişler.

Makamdan, mevkiden, ilimden, mallarından, evlat sev-gisinden, hepsinden geçmişler, canlarından da geçmişler.

Terk-i can oluyorlar. Terk-i can olmayan cânanı bulamı-yor. ALLAH'ta: “Kulum ver Beni de al Beni” buyuruyor.

ALLAH hepinizden razı olsun. ALLAH sizi cennet hurisi etsin. Cennette büyük annelerinize komşu etsin. Cenneti ka-zandıktan sonra hanım, erkek hepsi bir oluyor. Hanımlık erkeklik nefislerde, ruhlarda yok.

Cennet ruh alemi. Cehennemde ruh alemi. Cenab-ı Hak zahirde: Hanımları akılda, dinde, mirasta noksan halketmiş ama zulmetmemiştir. ALLAH zulmetmez. Bir taraftan bir ek-siklik verirse, öbür taraftan o eksikliğin karşısında ikramda bulunur. Hanımın bir ameli, erkeğin yüz ameline karşılıktır.

RABİA ADEVİYE Validemiz çok hac yapmış. Hasan Basri Hazretleri de o zamanın büyük evliyaullahı. O'da elliüç Hac yapmış.

Bir sefer tavafta beraber bulunmuşlar. Tavafta iken Rabia Adeviye Validemiz hastalanmış. Kadın hastalığı olmuş. Ora-da o hastalığından dolayı bir AH!..

Bu ahı Hasan Basri Hazretleri görmüş.

       Erişti göklere hem dûd-ı ahım sen safâ geldin

Göklere dumanlı ah!.. “O AHI” görmüş Hasan Basri Hazretleri. Demiş ki:

-“Ya Rabia 53 tane kabul olmuş haccım var. Bunların hepsinin sevabını sana vereyim. O ahın sevabını ver bana.” Demiş ki:

-“Ya şeyh sen o ahın nereye gittiğini gördün. Ben görme-dim veremem” demiş.

Hasan Basri Hazretlerinin 53 Haccı olmuş. Rabia Vali-demizin durumu da ALLAH'ın emri olduğu halde, bir AH!.. çekmiş. O AH!.. 53 Hac sevabından fazla olmuş.

Yalnız burada büyüklerimiz buyuruyorlar ki:

-“Kadınlar bal mumu misali. Ateşi görünce erirler. Soğu-ğu görünce donarlar. Yani ilimden, amelden, nasihattan noksanlarsa tez dinden çıkarlar. Nasihat dinleyincede tez imana gelirler.” Bunun anlamı bu. Mum misali. Sizde so-ğuğa çıkmayın. Sıcaktan ayrılmayın, donarsınız.

       Beni candan usandırdı

       Cefadan yâr usanmaz mı

Yârdan manâ: ALLAH.

Diyor ki: Bana o kadar cefa verdi ki, beni cânımdan usandırdı. Bu tabiî şikayetten değil.

ALLAH:

“Biz belaların büyüğünü peygamberlere verdik. Küçüğü-nü de velilere verdik.” Yani bu rumuzludur.

       Beni candan usandırdı

       Cefadan yâr usanmaz mı

Yâr olunca şikâyet olmaz. Yâr'dan yardım gelir insanlara. Ama Yâr'ın yardımı bana hep cefa oldu. Ne zaman bu cefalar safaya dönecek? Sen cefadan geç. Usanmadan geç te ondan sonra.

       Felekler yandı ahımdan

       Muradım şemi yanmaz mı

Salih Baba da daha açık söylüyor:

       Ruz-u şeb eylerem âh ile vâhı,

       Âhıma bir sebep kaldı mı dahi

Gece-gündüz ahım, vahım var ama. Buna bir sebep kaldı mı? Bu ah! ah! Niye bitmiyor? Sebep nedir?

Buyuruyor ki:

       Erişti göklere hem dûd-ı âhım sen safa geldin

Ahım göklere ulaştı. Evet. Demek ki “AH” çok kıymetli. “AH”ın ne olduğunu biz bilemiyoruz. “AH!” çok kıymetli.

       Bir sayha eylersem tutuşur eflak

Sayha: Nara. Cezbe ile bağırma.

       Gah olur ehl-i cehennem yakaram bu alemi

Cesed nasıl dünyaya geldikten sonra büyüyorsa. Ruhun büyümesi de tarikata girdikten sonra oluyor. Ruh büyüyorsa kalpte büyüyecek ki alemler sığsın.

Biz buraya geldikse hasta olduğumuzu bileceğiz. Bizim burada hastalığımız kusurumuz, günahımız, noksanlığı-mızdır. Bunu bildikse onlar bizi arar bulurlar.

       Vâris-i Ahmed olar can derdinin dermanıdır

       Her marîzin derdine göre verirler şerbeti

Marîz: Hasta. Her hastalığın ilâcı vardır. Bizde hasta ol-duğumuzu bilelim. Hastalığımızdan muhtaç, fakir, günah-kârız. Noksanımız çok. ALLAH'a karşı kulluk görevimizi yapamıyoruz. Ümmetlikte makbul olamıyoruz. Peygamber Efendimize olan noksanlığımız çok. Meşayihimize olan noksanlığımız da çok. Meşayihimize:

-“Ben seni Şeyh Efendiliğe kabul ettim.”diyoruz.

Kabul ettinse O'nun rengine boyan, O'nun bütün yaşan-tılarını yaşa ki, kabul etmiş olasın. Bunları yapamadığımız için eksikliğimiz noksanlığımız bunlar.

Kusurum için ne buyuruyor:

       Ayağın kesme babından

Kusur işleyince onlara layık mürid olamıyoruz. Ama ku-surum çok diye kapıdan ayağını kesme.

Gel bu amellere. Teveccühe, hatmeye, sohbete gel.

Teveccühün sonuna kadar gözünüzü açmayın. Kalbinizi muhafaza edin. Teveccühün sonunda bütün bu saflar gezi-lir. Sırtlara el vurulur. Bittikten sonra bir aşır okunur. Herkes bir Fatiha okur, gözlerini açar.

Burada kalb-i selim olmak çok önemli. Kalbinizdeki ö-nemli konuları ve düşünceleri atın. Eğer sevmediğiniz bir insan varsa, düşünce tarzımız şöyle olsun: Sen o insanı sev-miyorsun. Sözü hoşuna gitmiyor. Hareketi hoşuna gitmiyor. Dersin ki: “Belki Şeyh Efendinin yanında bu benden daha kıymetli. Belki ALLAH'ın indinde bu daha kıymetlidir. Belki Resûlullah Efendimize bu daha yaklaşmıştır.” Öyle ise yüzünü ayaklarının altına koy. O zaman kalbin böylece boşalır, temizlenir.

Bir de şu vardır! Zahir şeriatta da vardır. Bu hocalar daima vaaz, nasihatlerinde söylerler.

Bir müslüman genç, bir ihtiyar müslümanı gördüğü za-man ondan istimdat talep etmesi gerekiyormuş. Nasıl?

-“Bu da senin kulun. Ben de senin kulunam. O benden evvel seni tanıdı. Ama ibadet etti. Amel işledi sana yaklaştı. Bense daha seni yeni tanıdım. Amelim yokki sana yakla-şayım. Onun işlemiş olduğu amellerin senin yanında değeri var. Onun için beni ona bağışla. Kusurlarımı bağışla Yâ Rabbi. Benim de bundan sonra kötülüklerime fırsat verme Yâ Rabbi. Gençliğimi senin yolunda harcamamı nasip et Yâ Rabbi.” Demekle bir tevazu oluyor.

Bir yaşlı kimse de amel işleyen bir genci gördüğü zaman ne diyecek?

-“Yâ Rabbi ben çok yaşadım. Ama sana kulluğumu işle-yemedim. Bu genç günah kazanmadan sana yönelmiş iba-det yapıyor. Bunun gençliğine makbul olan ibadetlerine be-nim günahlarımı bağışla” demesi lazım.

Gencin ibadeti AL-LAH indinde çok makbul.

Şimdi burada otuz senelik ihvan var. Daha belki otuz se-neden de fazla olan ihvan var. Bir de yeni ihvan var.

Tarikatımızda incelikler var. Nakşibendi Efendimizin amelleri. Nakşibendi Efendimiz emsalini geçmiş. Ona ka-vuşan yok. Reis-i evliya seçilmiş olduğu halde, bir ihvan kardeşine o kadar hizmet ediyor ki. Niye ediyor? O ihvan kardeşimiz bir gün evvel gelmiş, tarikata girmiş te onun için. Hürmeti de nedir? Yolda ondan önce gitmiyormuş. Akarsuda abdest alıyormuş. O da onun aşağı tarafına geçiyormuş ab-dest almaya. Bu kadar hürmet yapıyormuş.

Bizim tarikatımız askeriyedir. Bir gün evvel girene bir gün sonra girenin itaat etmek mecburiyeti vardır.

İkinci ameli de şu:

Bir büyük cemaata sohbet ederken dışardan gelen birisi duymuş Nakşibendi Efendimizin namını. Uzaktan gelmiş. Cemaatin içerisine girmiş ama hangisi bu? Bilememiş. Çünkü mübarek o kadar çok tevazu içerisinde bulunuyormuş ki...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Melekler bile Hazreti Osman’ın hayasına

gıbta ediyorlarmış.”

 

 

 

Gelibolu Yarımadası'nda Yazıcıoğulları yaşadılar. Mu-hammed Efendi Hazretleri. Ahmet Efendi Hazretleri. İki kar-deş.

Bir tarafı karaya bağlı. Üç tarafı su. Bir tarafı Çanakkale Boğazı, Çanakkale Savaşının olduğu yer. Bu savaş yerlerini hep müze yapmışlar. Halka gösteriyorlar. Orada Seyit Onba-şı isminde bir onbaşının heykelini yapmışlar. Silah gemisini o batırmış. Bir tane mermi kalmış daha da yok. Mermiyi topun ağzına götüren alet varmış. O alet bozulmuş. Gemide karaya yanaşacak. İşte bu onbaşı “Bismillah Ya ALLAH!” de-miş. Mermiyi almış. Topun ağzına koymuş. O bir tek mermi gitmiş gemiye, gemiyi parçalamış. Çanakkale Savaşının kazanılmasında önemli bir başarı göstermiş SEYİT Onbaşı.

Demek ki muhakkak maneviyat sahibi idi.

Yani Ehl-i Aşktandı. Yani tasavvuf ehli idi. Tasavvuf eh-line bunlar kolaydır, basittir. Tasavvuf ehline ALLAH bir güç veriyor. Beşerî olmayan bir gücü veriyor. Yani ALLAH'ın gücü onda tecelli ediyor. Onlar gemiyi batırmak değil, dağı da koparır. O halinde, o zamanında.

Evet ALLAH hepinizden razı olsun; ALLAH aşkınızı mu-habbetinizi artırsın, ALLAH ihmallikten, tembellikten bütün müslümanları korusun. Hususiyle cemaatimizi korusun.

İhmallik tembellik bizim için iyi değildir. Felakettir. Fe-lakete uğratır.

Peygamber Efendimiz:

“Yarabbi! İhmallikten de, tembellikten de sana sığını-rım.” Buyurmuşlar.

Halbuki o ne ihmalci ne de tembel. İnsin, cinsin, meleklerin hepsinden daha gayretli. Daha cesaretli. Bütün küfür üzerine yürüyor da göz kırpmıyor. Korkak olur mu? Sözün-den de caymıyor. Tembel olur mu? Hayır.

Mübarek zaten 63 yıl yaşadı. Kırk yaşında nübüvvet geldi O'na. Bir zaman yetim. Bir zaman fakir. Kırk yaşında nü-büvvet geldi. Kırk üç yaşında tebliğe başladı.

Bütün ömrü boyunca çok cefalar çekmiş. Çok meşak-katler görmüş. Ama yine de yılmamış. Yine de gözünü kırp-mamış. ALLAH'ın emrini yerine getirmiş. Niye:

“Yâ Rabbi korkaklıktan, ihmallikten sana sığınırım” buyuruyor.

“Yâ Rabbi bir saat beni nefsim ile başbaşa bırakma” demiş.

Bu duaları sana bana yapmış.

“Ey ümmetim siz de böyle sığının!” Sığınmak demek itaat etmektir ALLAH'a.

Gülden Bülbüller'e de yazılmıştır:

Bir yaşlı dağ yolundan ilerlerken dualar okuduğu halde yuvarlanıyor. Genç birisi ise oradan geçerken şarkı söyle-yerek geçiyor.

Ehlullah'dan bir zat ise bu olayın sebebini ALLAH'u Teâlâ'ya soruyor.

ALLAH'u Teâlâ buyuruyor ki:

“Kulum sen beni zikret. Bende seni zikredeyim.”

Kul ALLAH'ı zikrederse, ALLAH'ta kulunu muhafaza eder. Yoksa ALLAH, kulum, kulum diye zikredecek değil.

Ayrıca:

“Kulum bana itaat ederse, onu yed-i kudretimle muha-faza ederim.”

Yaşlı kulu için diyor ki: “O beni geniş zamanlarda zik-retmedi ki ben onu kolay geçireyim. Genç ise beni her an zikrediyordu. Ondan kolayca geçirdim.”

Bizim de burada desturumuz olmazsa, medetimizin kıy-meti olmaz.

Geniş zamanlardımızda “Destur Ya Hazreti Pir” de! Madem ki bir büyük karşısındasın. Ondan bir izin al. Ondan müsaade almak bir EDEP değil midir? Veya bir büyük karşı-sındasınız. Paldır küldür gidecek misiniz? Müsaade eder mi-siniz Efendim. Gidebilir miyim? Müsaade eder misiniz oturayım? Veya müsaade eder misiniz? Şu işi göreyim. Her za-man.

“Bismillah Destur” diyerek hareket edeceğiz ki, her işimiz kolay olsun. “Bismillah” diyerek ALLAH'ın ismini anacağız ki her iş bizim için kolay olsun. Feyizli olsun. Nur olsun.

Geniş zamanlarımızda bismillah desturumuz olursa dar zamanda “Medet Ya Hazreti Pir” dediğimiz zaman, “Bismil-lah Hazreti Pir” dediğimiz zaman manevi bir el sana uzanır.

El odur ki, zehiri panzehir eder. Desturun, medetin anla-mı budur. Geniş zamanlarımızda unutmayacağız.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Ey insan! Ben senin ayıplarını örtmüşem.”

 

 

 

Ne buyurmuş Kelam-ı Kibar'da:

 

       Aşkın odu yüreğimde

       Neler eyler neler eyler

       Bugün ben bir dertli gördüm

       Bu derdimden haber söyler

 

       Gelin ey dertliler gelin

       Bu derdimden siz de alın

       Dertli bilir dertli halin

       Ya dertsizler burda neyler

Yani aşka düçar olan kimse bilir âşığın halini. Aşkı ol-mayan bir kimse onun yüzüne güler. Bu deli olmuş der. AŞK insanlarda en büyük bir nimettir. En büyük nimete ulaştırır insanları aşk. Çünkü aşkı olmayan bir insan ALLAH'ı bulamaz. “ALLAH'ı seviyorum” der.“ ALLAH'ı buluyorum” der. “ALLAH'ı biliyorum” der. Ne sevgisi yeterli, ne bulması yeterli, ne de bilmesi yeterli. Ancak AŞK insanları ALLAH'a Hakke’l-yakîn bildirir. Aşk insanlara ALLAH'ı Hakke’l-yakîn buldurur. Aşk insanlara ALLAH'ı Hakke’l-yakîn sevdirir.

Peygamber Efendimize Cebrail vahiy getiriyordu. O vahiy O'na kâfi değil miydi? Okuyabilirdi ayetleri, onlarla amel işleyebilirdi. Kur'ân-ı Kerîm'in anlaşılmayan bir tarafı var. Zahiri var, batını var. Zahirini bütün halka anlattı, bildirdi. Batınını kendisi yaşadı. Neydi:

İlim ile ALLAH bilinir.

Amel ile ALLAH bulunur

Aşk ile ALLAH görülür.

Ne yaptı? Kırk gün Nûr Dağı’nda kendisini hapsetti. Ta-şın içerisinde ayakta durursa başı taşa değer. Başını eğecek ki durabilsin. Kırk gün ALLAH'ı zikretti. Vermiş ALLAH'a kendisini. “Gözüme canlı birşey görünmesin, kulağıma hiç bir şey gelmesin” diye gitti. Bir böceğin çabalaması bile gö-züme görünmesin. Bir sineğin çabalaması bile gözüme gö-rünmesin. Burada kırk gün kaldıktan sonra MİRAC O'na emroldu.

Mevlid-i Şerif'te ne buyuruluyor?

       Gel Habibim sana aşık olmuşam

Bir de buyuruyor ki:

 

       Gece gündüz durmayıp isteyû

       Ne olaki görsem Cemâl’in deyû

Ey Habibim! gece-gündüz durmadan benim cemâlimi görmeyi istiyordun. İşte geldin. Gördün. Sen Bana aşıksın. Ben de Sana aşık oldum. Çünkü Cenâb-ı Hak Resûlullah'ı muhabbettinden yarattı.

Habibim Ben seni muhabbetimden yarattım. Sevdim yarattım. Övdüm yarattım.

Öyle ise bizde ne var? Bizim MİRAC yapmamız nasıl olacak?

Bizim Mirac yapmamız şöyle olacak.

 

       Çok çektim ise iftirâk

       Kalmadı gönlümde merâk

       Aşkım bana oldu burâk

 

“İlmim burâk oldu?” demiyor.

“Amelim burâk oldu” demiyor.

Fakat ilimsiz amelsiz olmaz. İlimle amelle gidilmeyen yere aşkla gidiliyor. Bir kısmı da ilimle amelle gidiyor.

Çünkü ilim bilmek, amel yaklaşmak. İnsan birşeyi bilecek ki, onun sayında bulunsun. O'nun yolunu arasın. Ona ulaşma çarelerine baksın.

Bilinecek ALLAH.

Bulunacak ALLAH.

Görülecek ALLAH.

Gösterecek AŞK'tır. Çünkü ilim, amel perdedir. Kendi ilmi kendisinin perdesidir. “Ben biliyorum” demesi perdesidir.

Onun için MEVLANA'yı ŞEMS gelmiş irşad etmiş. Nasıl irşad etmiş? Bunun aslı şudur. Çok rivayetler var ama ha-kikati şudur.

ŞEMS'in hocaları vardı. Meşayihlerde de tebliğ memuru var. İrşad memuru var. Kutup var. Gavs var. ŞEMS'in hocası Gavs imiş. KUTBU’L-AKTAB imiş. Onun müridlerinden irşad memurları varmış. Her tarafa gidip irşad ettiren görevli.

Şems gibi çok memurları varmış. Onlara sohbet ederken buyurmuş ki:

-“Konya Müftüsü Mevlanâ'nın irşad zamanı geldi. Kim gidip onu ilimden geçirecek. İlmi perdeledi onu. Gitti gitti. Orada kaldı. Onun ilmini kim elinden alacak ki irşad ol-sun.” O zaman ŞEMS:

-“Ben gideyim Efendim” demiş.

Ben gideyim demesinden dolayı mübarek bunu cezalan-dırmış. Sukutte dursaymış yine onu gönderecekmiş. Sağlam dönderecekmiş. Ben giderim dediği için:

-“Başlı gide, başsız gelesin” demiş. Cezalandırmış. Mevla-nâ'yı irşad etmiş. Başı da gitmiş. Ve başını kesmişler. Gövdesi ile başını kapmış gitmiş. Olur mu? Amenna ve Saddakna.

Çok daha yakın zamanda olan bir olay daha vardır:

Gavs'ın üç tane halifesi. Birisi Abdurrahman Tagî, biri Abdurrahman Meczub, biri de Molla Hülâfi. Bunlar büyük alimler.

Olay Gavs'in tecelli anında oluyor. Gavs (Sıbgatullah Ar-vasi) demiş ki:

-”Şimdi sizin bu an dilekleriniz kabul olacak. Ne istiyorsunuz?” Bunlara icazet verilecek.

Ama henüz istekleri belli değil.

Molla Hülâfi demiş ki:

-“Ben şehit olarak gitmek istiyorum. Şehadete erinceye kadar bu aşk benden kesilmesin.”

-“Peki kabul.”

Abdurrahman-ı Meczub:

-“Ben de ölene kadar bu vecd halinden kurtulmayayım.”

Cezbede kendisini kaybediyor. Vecd halinde kendisinden geçiyor.

-“Peki senin ki de kabul.”

Abdurrahman Tagî Hazretlerine sorulduğunda O da:

-“Kıyamete kadar benim ailemden şeriat-tarikat ilmi ek-sik olmasın” diyor.

-“Seninki de kabul.”

Buyurmuş ki: “En iyisini sen istedin.” Bugün hala Nur-şin'de tarikat ilmi ve tekke devam ediyor. Ehl-i ilim orada. Meşayihler yine orada çok. Bu Molla Hülâfi 93 harbinde tek başına Rus ordusu ile savaşmış. Ruslardan bir süvari alay öldürmüş. Şehit olmuş. Cesedi de kaybolmuş.

Bir insan hakikaten, hanım olsun, erkek olsun. Yaşlan-mışda... Günah-sevap, helal-haram bilmiyor. Veyahutta bi-liyor da, işlememiş. Ameli yok, günahı çok, isyanı çok. Hiç alnı da secde etmemiş. Fakat inanaraktan bir mürşidin gider elinden tutar, eğer ona biat ederse, istiğfar yapar, ikrar ederse ahd-i misâkı tazeliyor. İlm-i ezelde bir ahd-i misâk var. Bizim için şu ahd-i misâk nedir?

ALLAH mükevvenatta hiçbir şeyi halketmeden, ne yerler, ne gökler, ne cennet, ne cehennem, ne ins, ne cin hiçbir şey yok iken, insanların ruhunu halketti. Ruhlara sordu:

-“Elestü bi rabbiküm.” Ben sizin Rabbınız değil miyim?

Bu ruhlardan “belâ” diyen olmuş, demeyen olmuş. Belâ demeyenler küfürde kalıyorlar. Onlar ALLAH'a da inanmı-yorlar. Kitaba da inanmıyorlar. Günaha sevaba da inan-mıyorlar. Onlar hiç sualsiz cehenneme gidiyorlar. Ama “belâ” diyenler inanmış olarak dünyaya geliyorlar. İnancını yaşayanlar kurtuluyor. İnancını yaşamayanlar kurtulmu yor.

Bir insan inanmış veya inanmamış. 60-70 yaşına girmiş te hiç bir ameli yok. Günah işlemiş. İşte bu insan, ALLAH hidayet ederse. Gönlünde bir inanç doğdurursa, bunlar an-larlar. Neyi anlarlar?

“Ben bu günahlarımı nasıl öderim? Bu günahlarımdan nasıl kurtulurum?” ALLAH idrak ettirir. Der ki “Ben bir AL-LAH dostu bulayım. Onun ALLAH'a sözü geçer. Kabul edilirim” diye düşünür.

Cenâb-ı Hak:

“Öyle bir ağızla dua ediniz ki, günah işlememiş olsun.” buyuruyor.

İsteyin benden. İsteyin ama günah işlememiş ağızla olsun.

Öyle ise ben bir ALLAH dostu bulursam, huzurunda Tev-be edersem, ALLAH tevbemi kabul eder, günahlarımı da ba-ğışlar.

Bir insan ne kadar isyankâr olursa olsun. Yeter ki tevbesi olsun. İçinde acı duysun. “Aman Yâ Rabbi ben günahkârım ama, sen affedicisin, beni de affet.” Demesi lâzım.

Tevbe edenler var. Bir zamanlar günah işlemişler, bırak-mışlar. Namaza başlamışlar. Fakat içlerinde acı duymuyorlar. Bir ferahlık var. Öyle değil. Bir mürşide gidipte tevbe etmek başka. Mürşit ne yapar biliyor musunuz? Geçmişteki günahlarını gözünün önüne döker. O da ağlamaya başlar, Şeyhi San’a bir meşayihmiş. O bile yaptığı bir hatadan dola-yı ömrü boyu ağlamış. Salih Baba buyuruyor:

       Çektiğim derdi belâyı Şeyhi San’â çekmedi

İBRAHİM ALEYHİSSELAM' da ağlamış. Niçin ağlamış? ALLAH'a karşı bir kusuru olmuş ta onun için. Ama O'nun kusuru bizim kusurlarımız gibi değil. Biz emirlerini tutmu-yoruz. Veya yasaklarından kaçmıyoruz.

Bir körpe çocuk gibi. “Beni Rabbim yedirir, Rabbim içirir, Rabbim giydirir” dediği halde “Hasta olurum” demesi hata oldu. “Rabbim hasta ediyor.” Demesi gerekirdi. O zaman noksanlık olmayacaktı.

“Rabbim hasta eder. Rabbim şifamı verir” demesi gere-kiyordu. Sonradan farkedince “Ben mi Hasta olurum?” de-miş, ağlamaya başlamış.

Evliyaullah umman deryâsı gibi deryâdır. Kübrâyı arzda onun kalbi kara parçası gibi büyüktür. Biz meşayihimizi se-viyoruz da o bizi sevmiyor mu? Sevgi karşılıklıdır. Zaten biz onu sevmezsek o bizi sevmez. Mümkün değil. Meşayih bizi sevecek ki sevileceğiz. Sevecek ki gönlünde yaşatacak. Sevi-lecek ki gönlüne girilecek. O'nun gönlüne girmezsek himmet alamayız. Himmet olunca ne olur? Acır, acıdığı zaman ne olur? Resûlullah Efendimiz ne demiş?

-“Gel kızım Fatıma gir abamın altına” demiş.

Fatımatü’z Zehrâ Validemiz zaten Seyyİdî Nisâ. Ama yine de Resûlullah Efendimizin ona bir acıması, bir merhameti olmuş.

Cübbesinin altına almış. O orada iken Hasan Efendimiz gelmiş.

-“Gel Hasan sen de gel” demiş. Sonra Hüseyin Efendimiz geldi.

-“Gel sende gel Hüseyin” dedi. Sonra Hz. Ali geldi.

-“Yâ Ali sen de gel” dedi.

Bunların hepsinin başı Fatumatü’z Zehrâ Validemiz. Re-sûlullah Efendimizin ancak ona merhameti coşmuş. Onu almış. Aslında onu cübbesinin altına değil, nübüvvetine al-mış. Madem ki diğerleri oğulları. Onun için onları da almış. Hz. Ali Efendimizi de almış. Bunlar olmuşlar Âl-i Abâ (yani çok yüksek) olmuşlar. Çok kıymet kazanmışlar.

       Ömür sermayesin verdim hebaya

       Mukarrib olmadım Âl-i Abâya

Mukarrib: Yaklaşamadım.

İnsan eğer ömrünü boşa geçirirse Âl-i Abâya yaklaşa-maz. Ameli ile ahlakı ile onlara yaklaşacak. Onlara yak-laşmak ALLAH'ın nurlarına ulaşmaktır. ALLAH'ın cemâlini görmektir. ALLAH'ın rızasını kazanmaktır. Onlarla cennette komşu olmaktır. Cennette komşu olmak, hergün ALLAH'ın cemalini görmek. Ne ile bunlara yaklaşacağız? Güzel ah-lakımızla, güzel kıyafetimizle, güzel amellerimizle yaklaşa-cağız. Kıyafetimizde sünnete uymazsak, onlara yaklaşama-yız. Ahlakımız sünnete uymazsa onlara yaklaşamayız. Tica-retlerimiz, alacağımız, vereceğimiz, herşeyimizin onlara uy-ması lâzım. Eğer bunlara yaklaşamazsak kendimize yazık ederiz. Kahrederiz kendi kendimizi. Çünkü ALLAH en büyük nimeti onlara yapacak. Ama nasıl yaklaşacağız? Hz. Ali Efendimizin bir ismi de “Elâ”, bir ismi de “Haydar”, bir ismi de Aslan, birisi de Murtaza. Bu Elâ ismi sadece ona verilmedi. Bütün evliyaullah'a verildi. Bütün veliler o isme sahiptirler. Onun için işte o isme yaklaşmak. Evliyaullah'a yaklaş-mak Hz. Ali Efendimize yaklaşmak oluyor. Ehl-i beyte yak-laşmak. Çünkü velilerin çoğu Ehl-i beytten gelmişlerdir. Ehl-i Beytten olmayanlar da ehl-i beyte tabi olmuşlardır. Veli olunca hepsi Hz. Ali Efendimizin velayetine tâbi olmuşlardır. Veliler cem’ül-cem, tek vücutlar. Velilerde ayrılık yok. Ayrılık insanlarda, müritlerde. Müritler irade sahibidirler. İrade sa-hibi oldukları için ayrılık vardır. Veliler kurtulmuşlar. On-larda ayrılık yok.

Zahir şeriatta herkesin kârı da kendisinin. Kazancı da kendisinin. Kendi kazancınla bir iş yaptın. Hayır yaptınsa senin. Kâr yaptınsa senin. Herkesin hayrı-şerri kendisinin. Kazancı maddi-manevi kendisinin. Amelde olsun, ticarette olsun kendisinin. Tarikatta bu yok. Herkes kazandığını yerse ebdallar ne yiyecek?

Çünkü ebdallar hiçbir kâr sahibi değiller, kazanç sahibi değiller. İşte tarikatta seninki benim, benim ki senin. Eşitlik var. Burada eksikliğimiz çok.

İhvanlar birbirlerini istemiyorlar, birlerini sevmiyorlar, birbirlerini irdeliyorlar. İhvan ihvanın ayıbını örtecek, ihvan ihvanı sevecek, ihvan ihvanı koruyacak, kayıracak. Ona kö-tülük gelmesin bana gelsin. Onu zem etmesinler, beni zem etsinler. Ona zarar vermesinler, bana zarar versinler. Ona gelmesin Yâ Rabbi hastalık bana gelsin.

Tarikatta eşitlik var. Seninki benim, benimki senin. Yani sana gelen zararı bana gelmiş gibi bileceğiz. Sana gelmiş kârı bana gelmiş gibi bileceğiz. Zaten İslâm’da takva da bu. Bunu ancak Vakt-i Saadet’te sahabe yaşamış. Ondan sonra yaşayamamışlar. Ama ihvan yaşar, ihvansa yaşayacak bu-nu. Tarikatı anlamışsa tarikatta ayrılık, gayrılık yok. Tari-katta eşitlik var. Seninki benim, benimki senin. Hakikate ge-çince ne sen var, ne de ben var. Ne seninki var, ne benimki var. Hepsi ALLAH'ın.

Hakikata geçince sen de yok, ben de yok. Seninki de yok, benimki de yok. Hepsi ALLAH'ın. Tecelliden görünen ALLAH'ın kudreti-dir.

Evet çok dikkatli olun. Birbirinizi sevmemezlik, isteme-mezlik yapmayın, büyük kusurdur.

En büyük hüner de birbirlerinizi sevmek. Birbirine saygı göstermek. Birbirinizin ayıbını örtmek. Cenâb-ı Hak'kın “Settâr” diye sıfatı var. Ayıpları ALLAH setrediyor.

       Setreder hem ayıbımı halk içre rüsvay eylemez.

Cenâb-ı ALLAH diyor ki:

“Ey insan! Ben senin ayıplarını örtmüşem.”

Biz ayıplarımızı bilemiyoruz. Yalvarmasını bilemiyoruz.

       Türlü nimetler verir layık değilsem de ben

       Gönderir mîmârını tez tez bu dil-i vîrânıma

Çok nimetler, yani şekil şekil, tat tat nimetler vermiş. Ye-mek, giyinme için verilen nimetler değil. Esas nimetler sağ-lıktır. Gözümüzün görmesi, kulağımızın işitmesi, dilimizin konuşması. Elimizin sağlam olup ta herhangi bir ihtiyacı-mızı gidermesi. Ayağımızında o ihtiyacımız nerede ise gidip getirmesi. Madem ki biz beşeriz. Yeme, içme, tatma gibi duy-gularımız var. Arzularımız var. Bunlar nimet değil mi?

       Türlü nimetler verir, layık değilsem de ben

       Gönderir mîmârını tez tez bu dil-i vîrânıma

Bu dil-i vîrân: Kalb, gönül.

Virân olmuş kalbini imâr eder. İmâr edeni gönderiyorsun. Virân olmuş kalbimi imâr ediyor.

Bu da nedir? Ayette sabit. Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Günde 70 defa bir kulumun kalbine nazar ederim. Bu nazardan kim haberdar olursa, kim celbederse, cennetim hazırdır. Gelsin girsin”

Aşere-i mübeşşere var, cennetle müjdelenen.

Bu 70 defa nazarı kim celbeder? Kim 24 saat hiç ALLAH'ı unutmuyorsa o celbeder. Bu bir andır gelir, geçer, hangi saatte olacağı belli olmaz. Hangi dakika değil. Hangi sa-niyede olacağı belli değil. Hangi anda hangi ortamda bilinmiyor. Ancak 24 saat ayık olacaksın ki 70 defa nazarını celbedebilesin. Cennetle de müjdelenmiş olasın.

Gelen mimar kim? Rabıta. Rabıta nuru. Rabıta nuru se-nin kalbini imâr eder. O nur gelince karanlıklar çıkar. Bu ka-ranlıklar nedir? Senin arzuların. Dünya arzuları. Hepsini atar.

ALLAH'ın sıfat nuru kimde tecelli ederse, o anda, kim olursa olsun. Su da boğmaz, ateş te yakmaz, kılıç ta kesmez. Mansur’u asmışlar.

“Enel-Hak” demiş, asmışlar. Fakat Beyazidi Bistami Haz-retlerini hiç bir kılıç kesmedi.

Mansur “Enel-Hak” demiş. Ben ALLAH'ım demiş.

Beyazidi Bistami Hazretleri ne demiş?

“Bî cübbeti mâsivallah.” “Benim cübbemin altında AL-LAH'tan başka kimse yok.” Demiş.

Mansur’u asmışlar, ama Beyazidi Bistami Hazretlerini asamamışlar, kesememişler. Bu bir defa söylemiş. “Sen böyle konuşuyorsun” denilince:

-“Bir daha öyle konuşunca beni kesin. Katledin, katlim vacibtir.” Demiş.

Bir daha söylediği zaman o zamanın kesici silahlarının hepsini kullanmışlar. Hiçbirisi kesmemiş, bırakmışlar. Ken-disine daha sonra söylemişler:

-“Sen yine dedin.”

-“Niye kesmediniz?”

-“Efendim hiçbir şey tesir etmedi.”

-“Bir iğne getirin bana” demiş.

İğneyi parmağına batırmış, parmağından kan çıkmış. Demiş.

-“Niye kılıç kesmedi, silah batmadı diyorsunuz. Bakın parmağımdan kan çıktı.”

-“Efendim, kesmedi.”

-“Öyle ise o zaman Beyazid yoktu. Bu sözlerde Beyazid'in değildi. Eğer Beyazid olsaydı, söz de Beyazid'in olsaydı, kılıç keserdi silah batardı. Şimdi Beyazid meydanda. Varlığımdan da haberdarım ben.”

İnsanlar da ALLAH'ın sıfat nuru tecelli ederse o andaki insana hiçbir şey tesir etmez.

 

       “Allah’u nûrun” nuru

       Sende kılmış zuhûru

       Cismin tecellî Tûru

       Gönlün me’vâda sâkî

ALLAH'ın nurundan bir nur sende tecelli etmiş. O zaman senin cismin tecelli tûru olmuş.

Tecelli Tûru nedir? Hz. Musa:

-“Ya Rabbi! Cemâlini göreyim” dedi.

ALLAH:

-“Sen benim cemâlimi görmeye dayanamazsın. Dağa bak. Ben dağa nurumu göstereyim de sen de gör.” dedi.

Bir de bakmış. Dağ yerinde yok. Parçalanmış gidiyor.

Ama o dağdan manâ, Hz. Musa'nın varlığı idi, kendi ira-desi idi.

Gören ve görünen ol can değil mi? ALLAH'a şükür ALLAH bizi müslüman halketmiş. Zamanımızda şimdi ehl-i kitap var, ama ehl-i sünnet az. Ehl-i sünnet olmazsa sadece kitap insanı kurtarmaz, Kitaba inanmak imandandır. Yine bu zamanımız da sünnetin çoğunu işlemiyorsak da azını işli yoruz. Hiç sünnet işlemiyenler var. Bunlar kurtulamazlar.

Birde şundan korkalım. Evet sünnete inanmışız ama. Sünnetlerin yerini şimdi bid'atlar dolduruyor. Bid’atlar al-mış. Sünnet nedir?

Yemede, içmede, almada, vermede, ticarette, ibadette, yaşantıda Resûlullah’a ve ashabına uymak. Şimdi bunlara uyulmuyor. İnsanlar kaybetmişler. Bid’atlar neler?

Resûlullah ve sahabede görülmeyenler. Resûlullah'tan sonra icat edilen şeyler. Mümkün olduğu kadar bid’attan sakınalım. Anladığımız kadar, bildiğimiz kadar sünnetleri işliyelim. Nasıl seçeceğiz bunları?

Bid’at-ı hasene

Bid’at-ı seyyi’e vardır.

Yani bu zamanımızda bu bidatların bazısı sevap tarafına gidiyor. Bazısı günah tarafına gidiyor.

Bir alet hayıra da kullanılıyor, şerre de kullanılıyor.

Televizyon girer, koltuk girer. Bunda bid’at-ı hasene de olur. Bidat-ı seyyi’e de olur.

Bidat-ı seyyi’e nasıl olur? Meselâ koltuğa oturur, içki içer veya sehpayı da önüne koyar, kumar oynar. Bu günahtır.

Ama buraya oturur da, önüne Kur'ân’ını açar okursa ve-yahutta “buraya oturayım da rahatça ALLAH'ı zikredeyim. ALLAH'a şükredeyim. Kur'ân okuyayım, vaaz edeyim, sohbet edeyim” derse olabiliyor. Zamanımızda bunlar oluyor. Kendimizden bir misal verelim:

Burada oturduk. Sohbet ediyorduk.

Cemaat hepsi dizlerinin üzerine kalkıyorlar ki bizi gör-sünler. Cemaatin ekserisi vaizi, nasihatı görerek edinmek ister. Görelim diye çabalamaları bir yorgunluk oluyor, çe-tinlik oluyor. Bir tanesi diğerinin önünü kesiyor. Onun için burada tahtadan bir şey çattık. Üzerine oturduk ki, görsünler diye. Bu koltuğu onlar getirdiler. Bu benim isteğim değil, bu benim arzum değil. Ben aslında burada oturunca rahat edemiyorum. Kendi odamda yerde minderde oturuyorum, ama icabediyor. Öyle ise bu bid’at-ı hasene oluyor.

Niçin? Bu kadar cemaate biz burada hitabediyoruz, ko-nuşuyoruz. Neyi konuşuyoruz. Bühtan mı ediyoruz. Mala-yani mi konuşuyoruz? ALLAH'tan, Resûlullah'tan, ibadetten konuşuyoruz. Öyle ise şimdi bu bid’at-ı hasene yani sevap yönüne giden birşey. Biz bunları nasıl seçeceğiz?

Bu kelam nasıl buyurulmuş?

      

 

       Bırak bu mâsivâ ile hevâyı

       Pîr-i Sami gibi bul reh-nümâyı

       Delîl eyle O zâtı evliyâyı

       Bu berzah âlemin geçmek dilersen

       Bekâ gülşanına göçmek dilersen

 

Diyor ki: Bu dünyanın zevkini bırak, bunlar seni aldatır. Ancak sana doğru yolu göstereni bul. Doğru yolu gösteren kim? Meşayih. Meşayihlerdir, şeyhlerdir. Onlar ALLAH yo-lunda delîllerdir. ALLAH'tan geldik, ALLAH'a gideceğiz. A-ma onlarsız, ALLAH'a gidemeyiz. Nasıl gideceğiz?

Zahirde Kitap-Sünnet var ama şimdi kitabı da kendile-rine uydurmuşlar. Sünneti de kendilerine uydurmuşlar. Çok ehl-i kitabı kendilerine uydurmuşlar. Kitaptan manâ alimler. İlimleri ile amel işlemiyorlar.  Alim çok ama ilmi ile a-mel yok.

ALLAH:

“Şüphe yok ki biz bilmediklerini onlara bildiririz” buyuruyor. Kimler bunlar? Veliler.

Herkes bildiğinin alimi “Herkes billdiği ile amel ederse, bilmediklerini biz Azimü’ş-şan onlara öğretiriz” buyuruyor.

Bunun delilide peygamberlere inen kitaplar, semâvî kitaplardır. Bazı peygamberlere vahiy gelmemiş, kitap inmemiş, melek gelmemiş. Onlar görevlerini nasıl yapmışlar? ALLAH onlara ilhamî bildirmiş. ALLAH onların gönüllerine doğ-durmuş. Onun için velilere de ilhamî olarak bildirilir.

ALLAH:

“Bilmediklerini biz Azimü’ş-şan onlara bildiririz” buyuruyor.

Öyle ise bu zamanda sünnetlerin yerini bid’atlar almış ise. Bunları ulema bid’at-ı seyyi’e, bid’at-ı hasene diye ikiye ayırıyor, hayra giden bid’at, şerre giden bid’at.

Bir radyo, bir televizyon bid’attır tabii ki. Burada ulemada ikiye ayrılmış. Televizyon günahtır diyorlar. Bunu diyen çok azınlıktır. Ulemanın çoğunluğu bu zamanda bu gereklidir, diyorlar. Hem de lazımdır. Niçin?

Peygamber Efendimiz zamanında dini tebliğ ettiği za-man, Peygamber Efendimize inananlar 39 kişi idiler. Gizli amel yapıyorlardı, gizli namaz kılıyorlardı, gizlice ezan okuyorlardı, kâfirler duymasınlar diye. Hz. Ömer müslümanların 39 uncusu. O nasıl müslüman oldu ise, İslâm da aşikâr oldu. Ama bunu Resûlullah, ALLAH'tan diledi. “Yâ Rabbi sen bu İki Ömer'in birisi ile bu dini yücelt!” İki Ö-mer'in birisi Ömer bin Hattab. Biri de Ömer bin Hişam, Ömer bin Hişam, Ebu Cehil.

Ömer bin Hattab, Hz. Ömer. Bunların ikisi de Mekke-i Mükerreme'de sayılı insanlardı.

Ömer bin Hişam çok zenginmiş. Ömer bin Hattab da gö-zü çok ateşli. Ölümden yılmayan birisi. Hatta Hicret emri geldiği zaman:

-“Herkes bildiği yerlere gitsinler, burayı boşaltın” dedi.

-“Ya Resûlullah biz seni nasıl bırakalım?”

-“Beni ALLAH'a bırakın, siz gidin. Beni ALLAH'a bırakın-da siz gidin. Hepimiz birden çıkacak olursak, savaş olur, çı-kamayız, ölürüz, öldürürüz. Nerede tanıdıklarınız varsa, özellikle Medine'de müslümanlar çoğaldı, oralara yerleşin.”

Böylece gizli gidiyorlar. Birer, ikişer, üçer gizli gidiyorlar. Hz. Ömer çekti kılıcını:

-“Ben gidiyorum. Çocuğunu yetim bırakacak hanımını dul bırakacak olan çıksın karşıma!”

Hiç kimse çıkmadı.

-“Yâ Resûlullah niye yerin altında ezan okutuyorsunuz siz?”

-“Ya Ömer kâfirler taşlıyorlar.”

Ezanı da Bilâl okuyor.

-“Ya Resûlullah sen emret Bilâl çıksın dışarda okusun. Bakayım o taşlayanlar kimler?”

Emrediyor, çıkıyor dışarda okuyor. Etraftan herkes taşları toplayıp geliyorlar. Hz. Ömer'i duyunca taşları döküp gidiyorlar.

Namazı kılıyorlar. Yine yerin altında.

-“Ya Resûlullah niye onlar aşikâr puta tapıyorlar da, biz ALLAH'a taptığımız halde yerin altındayız. Kâbe'ye gidelim.”

-“Ya Ömer koymuyorlar.”

-“Ya Resûlullah sen emret te ben koydururum.”

Bu cemaat 39 kişi Kâbe'ye girerken yine müşrikler taşları,  sopaları aldılar koştular. Hz. Ömer'i görünce geri çekildiler. Esas konu şu:

Yerin altında ezan okunurken yerin üstüne çıktılar. Bir günde Ömer buyurdu ki:

-“Ya Bilâl yükseklere çıkta oku ki, sesin uzaklara gitsin.”

Mekke'de Bilâl'i Habeş'in okuduğu bir makam vardı. Taş-tan bir dağ vardı. Orada mescidi vardı. 78'li yıllarda gittiği-mizde biz oraya çıktık. Orası merdivenden çıkar gibi. Taşları düzeltmişler. Tırmana tırmana çıkmışlar. Minare gibi yüksek.

-“Ya Bilâl yüksek çık sesin uzaklara duyulsun” buyurmuştur.

Şimdi burada ulemanın bir kısmı da diyor ki: Madem ki Resûlullah:

-“Ya Bilâl çık yükseğe sesin uzaklara gitsin” dedi.

O halde hoparlörle ezan okunması bid’at-ı hasenedir. Ama bunlar zamana göre anlayışa göre.

Bugün televizyon hacısında da var, hocasında da var, hiç olmayan yoktur. Çok azdan az kişi televizyona muhalefet ediyor. Halbuki televizyon bir alettir. Şimdi insanlara ses ve görüntü ancak televizyonla yayınlanıyor. Ses, radyo ile ya-yınlanıyor. Niçin?

       İlim olmazsa cihanda

       İnsanlar kalır yayada

Bugün en büyük camilere gidiyorsunuz, bakıyorsunuz ki hoca duvarlara vaaz ediyor, çok kimse yok. Ta ki ezanı ne zaman duyarlarsa gelip namazı kılıyorlar. Ama televizyonu seyrediyor. Televizyon da güzel birşey görse ondan bir şey alacak. Bugün müslümanlar çalışıyorlar, çabalıyorlar. Tele-vizyondan kanallar almak istiyorlar. Alırlarsa İslâmı ancak böyle yayacaklar. Başka türlü olamaz, başka türlü yaya-mazlar. Demek ki bu alet hayıra da yarıyor, şerre de yarıyor. Sen evindeki televizyonu açınca, kötü şeyleri dinlersen tabii günahtır. Ama açınca bir hocanın vaazini dinlersen, bir ha-fızın Kur'ân'ını dinlersen o zaman günah olmaz. Onun için, Müslümanların bir eteğe sarılması lâzım, bir dala sarılması lazım. Bir türkü söylerler.

       Bu dünyada eteğine sarılan

       Ahirette sorgu sual olmazmış

Burada çok güzel, çok büyük bir hakikat var. Bu kimin eteği? Evliyaullah'ın eteği. Eteğine sarılmak; Evliyaullah'ı sevmek, O’nunla dost olmak, O'nun yaptığını yapmak, O'nun işlediğini işlemek, O’ndan ayrılmamak. O'nunla be-raber olmak. Bu ALLAH'ın emri. Mevlâna ne demiş?

“Ne olursan ol. Gel!” Demiş.

Oraya giden “ud” çalıyormuş. Orayı görünce ne yapmış? Udunu bırakmış. Saz çalıyormuş, sazını bırakmış. Ne çalı-yorlarsa çalsınlar oraya gidince Mevlâna nasıl bir nazar etti ise, gelen herşeyini bırakıyor. Mevlâna da görünen çalgı aletlerinin anlamı budur. Yanlış anlaşılmasın.

Soru:

-“Efendim semâzenler için de bir dedikodu söylediler. Ziya-retine gittiğimizde.”

-“Nasıl?”

-“Semâzenler için. Yani Mevlanâ zamanında dönenler için çok kötü şeyler söylediler. Turistlere rehber olan kişi tercüme olarak söylüyordu. Yabancı dille söyledikleri için bizim çocuklar anla-dılar. Onları dövmeye yürüdüler. Mevlâna'yı bu derece yanlış tanı-tıyorlar.”

-“Mevlâna'nın semâsı haktır, dönmesi haktır.”

-“Semâzenler’inde dönüşü herhalde haktır, değil mi Efendim, özellikle o zamanki semâzenlerin.”

-“Yine haktır. Çünkü taklidini yapıyorlar. O hakikatını yapmış. Çünkü o semâ yaptığı zaman havaya çıkıyordu. Yerde değil havada. Ama sadece Mevlâna havada dönüyormuş. Fakat burada onu havaya nisbet çekiyor. Aşk, muhabbet çekiyor. O zaman kendisini kaybediyor. Kendisi yok, gay-ri ihtiyari tecelliden olan bir hâl. Çıkıyor, havada dönüyor. İşte onun için diyor ki:

-“Bir daha ben de öyle bir hâl gördüğünüz zaman, bu tabaklara vurun, ses çıkarın ki, ben şuurumu toplıyayım da havaya çıkmayayım.”

O kendisine mahsus olan bir hâl imiş. Ama değiştir-mişler.

ABDÜLKADİR GEYLANİ Hazretleri de buyurmuş ki:

-“Bir testiye tak tak tak vurun ki havaya çıkmayayım.”

Ama sonradan “def” ilâve etmişler. Bir şeyler ilave etmiş-ler. Onunla zikirlerini yapmaya başlamışlar. Ama zikirleri haktır. Niye? Çünkü ne zaman ki insan her duymuş olduğu sesi zikir duyarsa, o zaman bunlar yasak değildir. Onlara yasak değildir.

       Kâmile her eşya olmuştur evrât.

Bunlar da bir aşk var, bir saygıları var, bir sevgilileri var. Bunlar büyük insanlar. Ama buraya bid’atlar girmiş. Onların zamanlarındaki usulü değiştirmişler. Ama yine de:

       Küllî boş değildir aşka düşenler.

Salih Baba ne buyurmuş:

       Def ile dümbelekle zikredenler

       Hüdâ'dan eylemezler mi hicâbı

O'nun için onlar öyle. Mevlâna:

“Ne olursan ol. Gel” demiş.

       Seni hayvan iken insan eder şeyh

Bunu zahir anlayamıyor. Biz anlamışız, kabullenmişiz. Niçin?

       Yeknazar eylese arif-i billah

       Aslı kemhâreyi mücevher eyler

Buyuruyor ki:

ALLAH'tan ayık olanlar. Bir bakışta kara taşı mücevher altın yaparlar. Ama, evliyaullah’a Cenâb-ı Hak kerametini gizli kılmış.

Çok yakın zamanda. İBRAHİM HAKKI Hazretlerinin za-manında.

Azizan Hazretleri çok fakirmiş. Bazı meşayihler çok zengin olur, bazıları fakir olur. Azizan Hazretleri çok büyük ta-sarruf sahibi. UBEYDULLAH Hazretleri de zengin imiş.

Peygamberlerde de olmuş. İbrahim Aleyhisselâm Hazret-leri çok zengin. İsa Aleyhisselam'da çok fakir.

İşte İbrahim Hakkı Hazretlerinin dergahında oluyor. Sîmya ilmi, bakırı altın ediyorlarmış. Gelen misafirler bak-mışlar, dergahı fakir görmüşler. Yemişler, içmişler, mutfağa gitmişler. Aşçıya demişler ki ver biz bu kazanı altın yapa-cağız. Neyse almışlar. Dövmüşler, cilâlamışlar, çalışmışlar. Neyse altın etmişler. Kazanı altın etmişler, sabah olmuş. Çorba pişirecek kazan yok. Mesele şeyh efendiye intikal etmiş.

Yapanlar Şeyh Efendiye övünmüşler.

-“Efendim. Dergahınıza bir hediyemiz oldu. Bir hizmetimiz oldu.”

-“Nedir bu olan?”

-“Efendim bakır kazanı altın yaptık.”

-“Bize altına lüzum yok. Bize kazan lazım. Bu ihvan çorbasını ne ile içecek? Siz o altını yine kazan yapın.”

Ama onlar çalışmışlar, çabalamışlar. Altını bakır kazan edememişler.

Demişler:

-“Efendim bu altının bir tanesi yüz tane kazan olur”.

-“Hayır bize altının lüzumu yok. Bize kazan lazım.”

Bakır kazanı tekrar yapamamışlar.

-“Gelin bakalım.” Demiş.

-“Bismillah. Ya ALLAH” demiş.

Toprağı eline almış. Altınlar yere dökülmeye başlamış. Bunu görünce:

-“Efendim madem ki bu marifet sizde var da. Niçin bu tekke bu kadar fakir?”

Buyurmuş ki:

-“ALLAH bu nefesi bize verdi ki kararmış, sertleşmiş, kalpleri yumuşatalım. Kazan gibi kararmış kalpleri parlatalım. Onun için.”

       Yeknezâr eylese arif-i billah

       Aslı kemhâreyi mücevher eyler

Demek ALLAH'tan ayık olan bir nazar ederse, kara taşa bir bakarsa onu mücevherat gibi yakar. Kalpleri mücevher gibi yakıyorlar. Kararmış kalpleri silip altın gibi ediyorlar. Taş gibi sertleşmiş kalpleri, mum gibi ediyorlar. Bunların marifetleri, hünerleri budur.

Bizim tarikatımıza yaşlı bir insan geliyor. Hiç ibadeti, ameli yok. İnanaraktan gelmişse. Onu kabul ediyorlar. Ona diyorlar ki:

Bir boy abdesti al. Günahlarından temizlenmen için. Oda inanmışsa tamamdır. Anadan doğma gibi olur.

 

 

 

“Allah kulunu zulmetmek için halketmemiş.”

 

 

 

       “Allah’u nûrun” nûru

       Sende kılmış zuhûru

       Cismin tecellî Tûru

Evliyaullah'ın  cesedi Tecelli Tûrudur.

Çünkü Hz. Musa Tecelli Tûrunu dağda gördü. ALLAH öy-le emretti.

-“Ya Musa sen Beni göremessin dağa bak.” Musa baktığı anda tecelliyi gösterdi. Dağ parça parça parçalandı. Burada ne var?

Dağdan manâ Hz. Musa'nın vücudu, cesedi. Dağ ortadan kalkınca, ruhu ile ALLAH'ı görmüş.

Cesedin arzuları: Yeme, giyinme, çok istekleri var. Ru-hunda bir isteği var. Nedir? Nûrdur. Esmâ nûru. Sıfat nûru. Zat nûru.

Evet ALLAH'a inanmışsak, Amentü’ye de inanmışsak inancımızı göstermeliyiz.

Cenâb-ı Hak ne buyuruyor?

“Olduğunuz gibi görünün, göründüğünüz gibi olun.”

İçin dışın bir olacak ki olduğun gibi görünesin. Göründü-ğün gibi olasın. Göründüğün nedir? Zahir cismin. Ağzından çıkan. İçinle dışın bir olacak. Kalbinle dilin bir olacak.

Eğer olduğu gibi görünmezse, göründüğü gibi olmazsa, münafık oluyor. Münafık, kâfirden daha şiddetli. Münafık şudur: Zahiren inanmış oluyor. İkrarı var, tasdiki yok. Vakt-i saadet’te Resûlullah Efendimizin ashabının içerisinde bunlar varmış. Zahirde Peygamber Efendimizin nübüvvetine inanmışlar. Sohbetinde bulunuyorlar. Arkasında namaz kılı-yorlar. Beraber savaşlara gidiyorlar. Ama içten inanma-mışlar. İçten sevmiyorlar. Buğuz ediyorlar.

Ehl-i küfürün zaten içi de bir dışı da bir. Onlar aşikâr putlara tapıyorlar.

       İnceden incedir olunmaz hisâb

       Çok hikmet var kün-fekândan içerü

İtikatla amel birleşirse kurtulur, birleşmezse kurtulamaz.

Bir insanın musalla taşında, kabire konulmadan gelen cemaata “Bu ehl-i sünnettir” dedirebilmesi çok önemlidir, kurtuluştur. Büyük şehirlerde hocada bilmiyor bu insanın ehl-i sünetten olup olmadığını. Hoca bilmiş olsa demesi lâ-zım.

Vakt-i saadet’te malları, canları korunsun diye gösterişi için namaz kılmışlar, sohbetine gitmişler.

Bir insanın ALLAH'a, peygambere inancı yok, müslüman bir çevrenin içerisinde yaşıyor, namaz kılıyor. Niye kılıyor? Maddi menfaat için kılıyor.

Bir insanın hiç ateş görmemesi için itikatla amel birle-şecek. Ehl-i sünnet alimlerinin ittifak kararı budur. İtikat nedir? İnancını amelle işlemesidir. Bunu bir tek ALLAH bilir. Bir de yaşayan bilir. Sen ibadeti ameli yapıyorsun ama niçin yapıyorsun?

Burada da ALLAH'a şükür bizi inananlardan halketmiş. Madem ki inananlar cehennemden çıkabiliyorsa, bizde çı-karız demeyelim. Kendimize bir ferahlık vermeyelim. Azap-tan korkalım. Bir insan dünya ateşinde elini bir dakika tutamaz. Bu dünya ateşi cehennemden gelmiştir. Ve hadis-i şe-rifte öyle buyuruluyor:

Cehennemdeki o ateş, o od... Dünyaya gelen ateş oradan gelmiştir.

İtikat ve amel bizi ateşten kurtaracak.

İtikatı var, ameli yok, ateşe gider. Ameli var, itikatı yok, o da ateşe girer, çıkmaz da.

       Her kim dedi Lâ ilahe illallah

       Ebed kalmaz cehennemde

Yalnız burada ALLAH'ın azabından, gadabından korkmanız lâzım. Bu dünyadaki ateş cehennemden gelmiş. Ama Cenâb-ı ALLAH bu odu yetmiş (70) defa rahmet deryasına batırmış. Sonra dünyaya getirmiş. Dünyadaki ateşin yetmiş misli daha yükseği cehennemdeki ateş. İnanmak lazım. Şimdiden bunların gereğini yapmak lazım. Yoksa sadece “ben müslümanım” demekle, “yaşıyorum” demekle olmaz.

Kimi kandıracağız? Kimi kandıracağız? Sen beni kandı-rırsın, ben seni kandırırım. ALLAH kanmaz. Muhakkak ve muhakkak itikatla amel bir olacak. Haşa bizim bu cemaatimiz değil.

Münafıklara yatsı ve sabah namazı çetin gelir. Resûlul-lah Efendimiz şöyle buyurmuş:

“Münafıklara yatsı namazı ve sabah namazı çetin gelir.”

Hoca ezan okurken ne diyor?

“Hayya alesselâh”

“Kurtuluşa gelin. Feraha gelin diyor.” Bunu hiç duyan yok, düşünen yok. O desin ben şöyleyim böyleyim. Onun de-mesi ile olmuyor.

ALLAH'a şükür, çok şükür, bin şükür. Rabbımızın lutfuna, keremine, ihsanına çok şükür. Kardeşler şurada altmış-yet-miş sene ömrümüz var. Daha fazla yaşayacağımıza bir deli-limiz mi var? Bu kadar gençler ölüyorlar. Hadi yaşayalım da 70 sene olsun. 75 yaşasın. 80 yaşasın. Bu 80 in 15 yaşına ka-dar günahsız yaşantı. Geriye kalan kısımda ibadet ve amelsiz yaşanılmaması için gayretimiz olacak.

Velilerin kelamı:

       Hiç kuluna zulmeder mi Mevlâ’sı

       Kulun çektiği kendi cezası

ALLAH kulunu zulmetmek için halketmemiş. ALLAH bütün mükevvenâtı halketti. Ama ruh taşıyan sadece insanlar. Diğer canlılarda ruh yok. Evet bir canları var. Bir de ce-setleri var. Onların canları zikirdir. Aslında hiçbir hayvan yok ki ALLAH'ı zikretmeye. Gaflet insanlardadır. Ama gafleti insan atabiliyorsa o zaman kıymetlidir. Eğer insan gaflette ise hayvan ondan daha kıymetli. Niçin? Hayvanın isyanı yok. Günahı yok. Hayvan görevini yapıyor. Nedir görevi?

       Bu sırdan bilmeyip kılan inâdı

       Sücûd eylemeyen şeytân değil mi

Sır nedir? Cenâb-ı Allah: “Ben kendi ruhumdan ruh üfle-dim” buyuruyor. Bu üflediği ruhu şeytan bilmedi. Secde yapmadı. Bu ruhtan şeytan anlamadı. İnat etti. ALLAH onu reddetti.

İnsandan başka bütün canlılar görevlerini yapıyorlar.

Bizi niye halketmiş ALLAH? İtaat edelim diye.

Onların (hayvanların) dünyada iken görevleri bitiyor. Onlara daha görev yok. Ama bizim hem dünyada görevimiz var. Hem ahirette görevimiz var.

Dünyada görevimiz. Ahirette de mükâfatımız-cezamız var. Onun için:

       Hiç kuluna zulmeder mi Mevlâ’sı

       Kulun çektiği kendi cezası

ALLAH kulunu zulmetmek için halketmemiş. Çünkü dilemiş, halketmiş.

Hatta bir emri vardır:

“Ben dilesem bütün isyan edenleri yok ederim. İtaat eden halkederim.”

Peki niye hep itaat eden halketmemişte, isyan edenleri de halketmiş. Onu da sormaya hakkımız yoktur.

Musa Kelîmullah peygamber olduğu halde bir defaya mahsus olarak.

-“Yâ Rabbi sen bu buzağıya can vermeseydin, Senin kul-ların senin yoluna girerdi.” Demesini ALLAH tenkid etti, azarladı.

-“Yâ Kelîmim! Sen benim hikmetlerime karışma. Sen me-mursun, memuriyetini işle.”

Sâmiri isminde bir kişi. Hz. Musa Kelîmullah Tûr-i Si-nâ'ya gittiği zaman altınları, gümüşleri, ziynet eşyalarını eritti bir buzağı yaptı. Vücudu başka renk, ayakları, dişleri başka renk, mücevherat. ALLAH ona can verdi. Can verince insanlara: “Gelin bu bizim rabbımız” dedi. Musa Kelîmullah Tûr-i Sinâ'ya gittiği zaman kardeşine de peygamberlik gel-mişti. O da vekillik yapıyordu. Çünkü halka Tevrat'ı öğreti-yordu, eğitimsiz bırakılmamaları için. Tûr-i Sinâ'ya gidince iki-üç günde gelemiyordu. Kardeşi feryat etti.

-“Durun. Tevrat'ın sahibi Musa'dır. Bu dinin sahibi Mu-sa'dır. Buzağıya tapmayın.” Buzağıya secde yaptılar. Musa geldiğinde baktı ki, gönülleri kaymış buzağıya. Mübarek kızıyor, kardeşi Harun Aleyhisselam'ın sakalına yapışıyor. Zaten celâlliymiş, mübarek.

-“Ey Adem'in oğlu sen niçin bunları bıraktın da buzağıya taptılar?” Sallıyor sakalını.  Kardeşi ağladı.

-“Niçin beni suçluyorsun? Ben çok feryat ettim bunlara. Dinlemediler beni.”

O zaman Hz. Musa sızlanıyor.

-“Yâ Rabbi bu buzağıya can vermeseydin bunlar ona tapmazlardı” diye.

O da:

-“Yâ Musa sen benim hikmetlerime karışma. Sen memursun, memuriyetini işle.”diyor.

ALLAH'ın Celâl sıfatı var, Cemal sıfatı var. Celâl sıfatı ol-masaydı küfür olmazdı. Küfür olmasaydı cehennem olmaz-dı, azap olmazdı.

Cemâl sıfatı da şudur ki: Madem ki insanları ALLAH kıy-metli halketmiş, insanlar için bu mükevvenâtta bulunanlar çifttir. Çift olanın da zıddiyeti vardır. Çift olan zıddiyetlerden meselâ: Gece ALLAH'ın celâl sıfatından tecelli eder. Gündüz ALLAH'ın cemâl sıfatından tecelli eder. Gece olmasaydı, gün-düzün kıymeti olmazdı. Karanlık olmasaydı, aydınlığın kıy-meti bilinmezdi. Acı olmasaydı, tatlının kıymeti bilinmezdi. Hastalık olmasaydı, sağlığın kıymeti bilinmezdi. Bunlar hep insanlar içindir. Yararlıdır da zararlıdır da. Biz zararlısına talip olmayalım, yararlısına talip olalım.

Haşa Estağfirullah bir insan, içki içiyor. Diyor ki: ALLAH halketti işliyorum. Hayır ALLAH işletmedi. ALLAH halketme-seydi, camiye gidemezdin. Peki bunun ayırımı seçimi nasıl olacak? ALLAH sana akıl fikir vermiş, akıl vermiş ki, senin için yararlıyı, zararlıyı bilesin. Delilerden ALLAH sormuyor. İrade vermiş ki: O yararlı şeyleri elde edebilesin. Zararlı şeylerden ka-çınabilesin. Madem ki ALLAH'a inandınsa. Bunlar inananlar için, inanmayanlara sözümüz yok zaten, ALLAH seni inananlardan halketmişse aklı, iradeni inanaraktan kullan. İnancın nedir? Günahı sevabı seçmendir. İnanmak değil. Ayırmak var, hayırı-şerri. Günaha-sevaba inanmışsın. İnanmak değil. Tas-nif etmek var. Helala-harama inanmışsın. İnanmak değil. Tas-nif etmek var. Eğer iradenle hayırı, şerri seçmiyorsan cehennemin yolundasın. Bildiğin halde ateşe gidiyorsun, gitme! Niye gidiyorsun? Gitme! Seni zorla iten yok. Evet doğru. ALLAH ona fırsat vermezse gidemez. Burada hayır amel işleyene bakalım. ALLAH kuvvet vermezse o da işleyemez. Fırsat vermezse işleyemez. Gayret vermezse işleyemez. ALLAH cenneti cehennemi niçin halketmiş? Burada ALLAH'ın celâline, cemâline inanmak lazım. İşte bütün bu ayırım celâlinden, cemâlinden tecelli ediyor. Ama bunu sen istiyorsun. ALLAH' ta halkediyor.

ALLAH hepinizden razı olsun. Cenâb-ı Hak taklid-i imanda koymasın. Taklit imandan tahkik-i imana (bilerek inanarak) geçmeyi nasip etsin.

Gümansız iman yaşamak. İman ile güman bir arada ol-maz derler. İman varsa güman yok, güman varsa iman yok. Güman nedir? Tereddüt. Olur mu? Olmaz mı? Var mı? Yok mu?

İman nedir? Olur diye hüküm vermek. Vardır diye hü-küm vermek. Niye hüküm vereceğiz? “ALLAH vardır” diye hüküm vereceğiz. Göreceğiz. İmanla-güman bir arada ol-maz. ALLAH'a şükür. ALLAH'ın bir lutfu olmuş bu cemaatimize. Bu cemaat seçkin, seçilmiştir. Nerden seçilmiştir?. Kü-fürden seçilmiştir. Küfürden seçilenlerden seçilmiştir. Seçilen-lerden de seçilmiştir.

Bir seçkinlik. ALLAH bizi müslüman halketmiş. Rabbi’l-alemin sadece Rabbi’l-müslimîn değildir. İnanan inanmayan bütün âlemin Rabbısı. Bu insanları Cenâb-ı Hak bir maddeden halketmiş. Bir babadan halketmiş. Üstadı da bir-dir. Halikı birdir. İnananları halkeden ALLAH'la, inanma-yanları halkeden ALLAH başka değildir.

Usta bir, yapıcısı bir, baba bir, madde bir. Ruh üflenmiş. Burada iltifat ruha olmuştur. Ruhu da biz bilemeyiz. İlm-i ezeliyi ALLAH hiç kimseye bildirmemiş. Velilere değil, nebi-lere bile bildirmemiş. İlm-i ezeli, ALLAH'ın kendi ZAT'ına ait bir ilimdir. ALLAH evvel olduğunu kendisi bilmiş. Kimseye bildirmemiş.

Âhir sonunun olmadığını kendisi bilmiş, kimseye bildir-memiş. Yalnız Zahir de benim diyor. (Görünenler.) Batında benim diyor. (Görünmeyenler.) İşte burada aldanıyoruz. İşte burayı anlayamıyoruz. Evet.

Biz ALLAH'ın ezelî olduğuna inandık. Ruhları ALLAH ezelde halketmiş. O zaman “belâ” diyen olmuş, “belâ” de-meyen olmuş. Bizim ruhumuz “belâ” demiş. Madem ki inanaraktan geldik. Küfür ile iman orada ayrılıyor. “Belâ” di-yenler de demeyenlerden ne zaman ayrılıyor? Hz. Adem'in gelişi ile beraber ayrılıyor.

Bu dünyaya ilk defa Hz. Adem geldi. Cenâb-ı Hak Onu topraktan halketti. O’na ruh üfledi. Hz. Adem'e can geldi. Can geldikten sonra cennette yaşadı. Sonra dünyaya indi. Eğer O cennette kalsaydı bu insanlarda cennette kalırdı. O zaman küfür-iman olmazdı. Cehennem de olmazdı. Madem ki ALLAH cenneti halketmiş. Cehennem kâfirlerin mülkü, cennet te müminlerin mülkü. Müminlerin de azap görenleri var. Eğer müminler azap görmeselerdi.

Bütün inananlar azap görmeselerdi “elestü-birabbüküm” diyen inanmış. Dünyaya gelmiş. Azap göndermezdi. Pey-gamber göndermezdi.

Bize ikinci bir ihsan nasıl olmuş? İlm-i ezelîde “belâ” di-yen ruhların içerisinden seçilmişiz. Ne olmuş? Taa!.. Hz. Adem'den dünyanın sonuna kadar gelmiş geçmiş 124.000 peygambere inananlar imanda; inanmayanlar küfürde. Onlardan seçilmişiz.

Bizler Peygamber Efendimize ümmet olmuşuz. Değil biz, bütün peygamberler Peygamber efendimize ümmet olmak istediler ALLAH'a yalvardılar.

-“Yâ Rabbi biz peygamber olmayalım habibine ümmet olalım” dediler.

Çünkü şefaat onlara olacak, çünkü O “Rahmeten’lil-âle-min”.

Alemlerin Rahmet gücü olarak Allah O'nu halketmiş. Peygamberlere de o şefaat edecek. ALLAH'ın öyle bir gadabı olacak ki, herkes kendi derdinde olacak. Peygamberin, pey-gamberliği aklına bile gelmeyecek.

 

       Cemî-i enbiyâ cümle sana hep ümmet oldular

       Hüviyyet bâbının miftâhı sensin yâ Resûlallah

Bu kelam buyurulmuş. Ama bir hakikatı var. Nedir?

“Habibim! Seni halketmeseydim. Bu mükevvenatı hal-ketmezdim.”

Onun için bizi seçmiş. Peygamberine ümmet etmiş. O'na ümmet etmiş ama inananlar ümmeti, inanmayanlar üm-meti değil.

On kişi cennetlikle tebşir edildi. On kişide cehennemlikle ihtar edildi. Kimler bunlar?

On kişi Aşere-i Mübeşşere ve dört halife dahil.