“Herkesin kıyameti ölünce kopar.”

 

 Cenâb-ı Hak gayemizi bildirsin. Gayemiz kulluk.

ALLAH bize niye rızık veriyor? Niye sıhhat veriyor? Onu zikredelim, ibadet edelim. Namaz kılmak, oruç tutmak, hep-si zikirdir. Ama en güzel de kalpten ALLAH'ı unutmamak. Hepsinin iyisi de bu. Zikirlerin en eftali kalpten ALLAH'ı zik-retmek. ALLAH hepimize kalb-i selîm versin. Burada bizim de gayretimiz olacak. Cenâb-ı Hakk’ın bağışlaması var. Bi-zim de çabamız, say’ımız var.

“ALLAH'ın fazl-ı tevfiki sa’y edene.”

Çünkü say’ insanlara farz kılınmış. ALLAH bize zararlı şeyleri bildirmiş. Onlardan kaçınacağız. Yararlı şeyleri bil-dirmiş. Onları da elde edeceğiz. Böyle yaparsak ALLAH'ın fazl-ı tevfiki bize ulaşır. Ulaşırsa ne olur? Kabir azabından korur. Cehennemden korur. Ahiretin dehşetlerinden korur. Cennetine koyacak. Cemâlini gösterecek. Sonu gelmeyen sayısız nimetlere ulaştıracak. Ama say’ edenler için. Say’ et-meyene yok.

“Hep tevfik-i maassay.”

Say eden ALLAH'ın “Fazl-ı tevfikine ulaşır.”

Bütün mükevvenatın âmiri ALLAH'tır. Gerçi herşeyin â-miri biziz. İnsanlar herşeyin amiri. Dünyayı insanlar imâr ediyorlar. Toplumları, cemiyetleri yöneten insanlardır. Nasıl ki Mevlit’te dinliyorsunuz:

       Hak Teala çün yarattı âdemi

       Kıldı âdemle müzeyyen âlemi

Hz. Âdem babamızı yarattı, O’nu dünyaya indirdi.   O’nun evlatları dünyayı süsledi, imâr ettiler. Hünerleri, ma rifetleri ile bu âlemi donattılar. Herşeyin bir ham maddesi vardır. Yiyeceklerin, giyeceklerin. Hepsinin bir hammaddesi vardır. O ham maddeyi insanlar tebdil ediyorlar, değiştiri-yorlar. Onun için biz memuruz. Âmir ALLAH'tır. ALLAH'ın da bir emri vardır. Emrini tutarsak mükâfatlandırır. Yalnız amirin mükafatı yetkisi dahilindedir. Ama ALLAH'ın yetkisi sonsuzdur, nimeti sonsuzdur. Bütün nimetler insanlar içindir.

       Sen olmuşken kamu halkın emiri

       Yeter oldun bu dünyanın esiri

Bütün halkiyyetin, mahlukatın amirisin sen. Niye böyle iken dünyaya esir oldun? Cenâb-ı Hak her ne halk etmişse senin için halketmiştir. Niye bu dünyaya esir olduk? Kulluk görevimizi bilmedik de onun için esir olduk.

Dünyayı seven ne olur?

ALLAH aldanmışlardan etmesin. Peygamber Efendi-miz'in emri var. Büyüklerimizin de emri var.

Dünyayı seven bütün halkın aşağısı olur. ALLAH'ı ma-bûd bilip, O'na itaat etmeyen insan değildir. O halde hayvanlar için bir emir var mıdır? Onlar için günah sevap var mı?

İnsan ALLAH'a olan kulluğunu yaparsa bütün halkiyye-tin üstünüdür. ALLAH'ın halkiyyeti üçe ayrılıyor.

Cemadat: Yer.

Mesnuat: Yerin bitirdikleri, yer ve yerde olanlar. Çeşitli çe-şitli madenler. Bu madenler sayısız. Sular çeşitli çeşitli. Pet-rol. Hepsi yerden çıkıyor. Yerin bitirdiklerinin de sayısı yok.

Mahlukat: Canlılar. Bunun da sayısı yok. Bunların da suda yaşayanı var, toprakta yaşayanı var, karada yaşayanların hepsinin benzeri deryada var. Birde semâda yaşayanlar var. Semada yaşayanların birçoğunu bilmiyoruz. Bildik-lerimiz de var. İnsanlara hizmet gören, insanlara zararı ve kârı olanları bildirmiş Cenâb-ı Hak. Semâda çok mahluk var. Onları bilmiyoruz biz. Cinler semâda. Arş-ı Alâ'da me-lekler var. Cinler bizim için zararlıdır. Biz topraktan hal-kedilmişiz. Onlar ateş. Ateşle toprak birarada olmaz. Topra-ğın bitirdiğini ateş yakar. Herşeyi toprak bitiriyor. Üzerinde yaşatıyor, besliyor. Ama ateş yakıyor. Onun için cinler bizim için zararlıdır. Bunlardan kurtulmamız için daima ayık ol-mamız lâzım. Ayık nedir? Gaflette olmayacağız, günahlar işlemeyeceğiz. İbadetimiz olacak, zikrimiz olacak, fikrimiz olacak ki onlardan biz kurtulalım. Bizi onlardan salâvat, besmele, kelime-i şehâdet ve diğer zikirler kurtarır. Çünkü o zaman uzaklaşıyorlar.

İşte bütün mahlukatın üstünü insan. Ama insan insan-lığını bilecek. Nasıl bilecek? İnsanlara inen Kur'ân var. Kur'ân'a inanacak. İnsanlara gelen peygambere inanacak. Eğer inanmazsa, insanlığını bilmezse, bütün mahlukatın en pisi, çirkin hayvanlardan da aşağıdır. İnsanlara en çok so-ğuk görünen, tiksindiren yılandır. İnsanlar yılanı görünce kaçarlar. Niye? Çünkü o bize evvelden düşmanlık etmiş.

Âdem babamızın cennetten atılmasına sebep yılan ol-muş. Şeytanı o sokmuş cennete. O da Âdem babamıza gü-nah işletmiş. Cennetten atılmış. Yoksa hepimiz cennette olacaktık. Cenâb-ı Hak yılana öyle bir ceza veriyor ki, o cennette dört ayaklı deve suretinde idi. Çokta bilgili ve akıllı bir mahlukat imiş. Hz. Âdem'le Havva anamıza nasihat edermiş. Nasıl ki İblis yılanı cennete soktu ise, Cenâb-ı Hak bunları suale çekince, zaten herşey malum ona, Amenna, saddakna.

-“Ya Adem buğday tanesini niye yedin?”

-“Havva yedirdi.”

-“Havva niçin yedirdin?”

-“Şeytan yedirdi.”

-“Şeytanı kim soktu buraya? Benim düşmanımı?”

-“Yılan soktu.”

İşte o zaman büyük ceza verdi Cenâb-ı Hak:

-“Ben de senin ayaklarını yok ettim. Yerde sürüneceksin. İnsanoğlu taşla senin başını ezecek.”

İşte yılana olan soğukluğumuz bundan bizim.

Yılandan daha korkunç ve pis hayvanlar vardır. Ama bizim nefsimiz yılan suretinde. Sen ALLAH'a olan ibadetini yapmıyorsan yılan suretindesin. Bir gün öleceksin, bu suret yok olacak sen de. Kabirde yılan suretinde olacaksın. O su retle cehenneme gideceksin.

Peygamber Efendimizin emri.

“İnsanlar ulvî, insanlar suflî.”

Ulvî insanlar, ALLAH'ın cemâline ulaşıyorlar. En büyük rahmeti.

ALLAH'ın gadabı da insanlar için, rahmeti de insanlar için. Hiçbir varlığa, hiçbir hayvana azap etmeyecek. Hiçbir varlığını cennete koymayacak. İnsandan başka cennete gi-recek yok. Bir de cinler var. Cinler çok azap görecekler. Cin-lerin çok azı cennete gidecek. Çünkü onlar insanlara şerli olduğu için. İnsanı da Cenâb-ı Hak kıymetli halkettiği için. Onlara olan şerlerinden dolayı onları cehenneme sürükleyecekler.

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Biz insanları cinleri yarattık ki bizi mabut bilsinler.”

“Biz Kur'an'ı insanlara, cinlere gönderdik.“

“Peygamberi insanlara cinlere gönderdik.”

Cinlerden hiç peygamber gelmemiş. Cinlerden hiç yetişen velî olmamış. Cinlerden çok az cennete gidecek.

Peygamber Efendimiz buyuruyor:

“Cehennemi en çok cinlerle, hanımlar dolduracak.“

ALLAH'ın hikmetidir. Hanımları akıldan noksan halketmiş. Hanımlardan yetişen vardır, ama azınlıktadır.

Cennete gideceklerdir. Ama cehenneme giden hanımlar daha çok olacaktır.

Erkeklerin de Cehenneme gidenleri, Cennet’e gidenlerden çok olacaktır.

Ama bunlar cemaatimiz değil.

Aman sakın ha! Cemaatimiz için değil. Bu kıyafetinizi, bu yaşantınızı, bu muhabbetinizi muhafaza edin. Cennet hurisisiniz. Evet Cennet hurisisiniz.

Sonra şöyle buyuruluyor:

Mum var ya, sıcağı görünce erir. Soğuğu görünce donar. Hanımlar tez imana gelirler. Tez imandan çıkarlar.

Erkeklerin şeriattaki yaşantılarına göre, hanımların ki noksandır. Bir erkeğin amelini hanım işleyemiyor. Ama o amel onu cennete götürüyor.

Evet:

ALLAH razı olsun. ALLAH muhabbetinizi artırsın. ALLAH ahir akibetimizi hayır getirsin. ALLAH nimetimizin münkiri etmesin. Nimetimizin kadrini, kıymetini bildirsin.

Nimetimiz işte budur. Hiç nimet olur mu, bundan ziyade?

Cenâb-ı Hak, inşaallah şeytanın vesvesesine, nefsin arzularına uydurmasın.

Bizim düşmanımız sadece şeytan değil. Kendi nefsimiz. Kendi kendimizin düşmanıyız.

Bir ruh var. Bir de nefis var.

Cesedin varlığı ruh ile. Varlığını hayatını ordan alır. Ama ruha ihanet ediyor. Nasıl ihanet ediyor?

Gözlerinin yasağa bakması ile, kulaklarının yasakları dinlemesi ile, gıybet, malayanî dinlemek, çalgıları dinlemek, kötü kelâmları dinlemek.

Dilinle yasak olan şeyleri konuşmak. İftira etmek, yalan söylemek, bunlar ruha ihanettir. Cesette altı duygu var. Bu altı duygu ruhtan aldığı kuvvetle ruha hizmet görüyor. Ru-ha cenneti kazandırıyor. ALLAH'ın rahmetini kazandırıyor.

Eğer bu altı duyu organını yasaklardan korumuyorsa, bu defa ruhtan aldığı kuvvetle, ruha ihanet edi-yor. Hiyanetlik ediyor.

       Bu mal sende emanettir

Bu mal nedir? Fabrikamız, apartmanımız veya ticaret mallarımız değil. Altın gümüş gibi mallarımız değil. Bunların sen çobanısın. Sende emanet olan nedir?

O altı tane duygu.

Göz, kulak, dil, el, ayak, kalp. Bunları muhafaza ettinse, ALLAH'ın rahmetine ulaştın. Muhafaza edemedinse, AL-LAH'ın gadabına düçâr oldun.

ALLAH'ın gadabını ne görüyor? Ruh görüyor. Rahmetine ne ulaşıyor? Ruh ulaşıyor.

Burada denilecek ki, bunu nefis işliyorsa, ruhun ne suçu var? Eğer sen ibadetini kâfi yaptınsa senin ruhun güzel bir sıfatla kalkar. Eğer isyan ettinse çirkin suretle kalkar.

Kalbi zikrullah temizler. Kalp aynı zamanda vücudun payitahtı.

Buraya bir padişah geliyor. Bu padişah hem zalimdir, hem de âdildir. İki tane padişah var. Zalim padişah senin nefsin, bütün kötülükleri işledinse senin kalbine nefis hakim oluyor. Makamları işgal ediyor. Başa geçiyor. Zülmünü izhar ediyor. Başa zalim padişah geçince, ne yapıyor, halkına zulmediyor. Halkı çok sıkıntıya, bunaltıya sevkediyor. Ama bir âdil pa-dişah gelince halkını rahatlatıyor. Ama bizim vücudumuzda halk mı var? İnsanlar mı var? Evet senin vücudun büyük bir alemdir. 79 ahlak-ı zemime var. Her birisi bir teşkilat. Bir de 79 ahlak-ı hamide var. Nasıl ki küfür hakim olunca müslümanlar siniyorlar. Yetki onda, silah onda, asker onda. Baş kal-dıranın başını kesiyorlar. Bir de iman hakim olduğu zaman küfür siniyor. Ama hiçbir zaman, iman hakim olupta küfürü kesmemişlerdir. Küfre de adaletini yapmıştır, ALLAH'ın emri üzerine. Tarih boyunca müslümanlar hakim oldukları za-man, İslâm beldelerini aldıkları zaman, orada yaşayanları serbest bırakıyorlar. Zorlamıyorlar “Sen müslüman olacaksın, olmazsan keseceğim” yok. “Yalnız ALLAH'ın emri üzerine müslüman olursan eğer, müslümanlarla eşitsin. Müslüman olmazsan, cizye vereceksin. Fakat cizye verdiğinden dolayı se-nin malın canın müslümanların emniyeti altında olacak.”

Kafir hâkim olduğu zaman müslüman amelini serbestçe yapamıyor. Ama müslüman hâkim olduğu zaman, kafirle-rin amellerine hiç müdahale etmiyor. Yalnız günah-ı kebâirleri aşikâr işleyemiyorlar, gizli işliyorlar. İşte bizde ALLAH'ın vermiş olduğu o altı maddeyi inancımıza göre kullanacağız. Müslümanlar akıllarını iki yönde kullanırlar. Akl-ı maad, akl-ı maaş. Kafirlerin ahirete inançları yok. Ahirete inanç-ları olmayınca akıllarını sadece dünya için kullanırlar. Din ilmi yok onlarda, kültür ilmi var. Ama müslümanın hem din ilmi vardır, hem kültür ilmi vardır. Akıl aslında birdir. Ama müslümanlar hem dünyaya çalışıyorlar ve akl-ı maaşını hem ahirete çalışıyorlar ve akl-ı maadını kullanı-yorlar. İşte o zaman ahiret için de aklını kullanıyorsa ilim-dir, ameldir. Aklını iki tarafa kullanır. Cenâb-ı Hakkın emri de öyle:

“Dünyaya da çalışın. Ahirete de çalışın” buyuruyor.

Aklını iki tarafa kullanıyor. Dünyaya kullanmış olduğu aklı, akl-ı maaş. Ahirete kullanmış olduğu aklı, akl-ı maad oluyor. Kim olursa olsun, inancı yoksa, ameli yoksa, onun aklı şeytanî akıldır. İblisin aklıdır. Ama inancı var, inancını yaşıyorsa, onda iki akıl vardır. Hz. Âdem'in aklı vardır onda. Onun için kelam-ı kibârda geçiyor ya:

       Bu denli ilme malik iken iblis

       Senin ilmini bilmedi o telbis

Şeytan, Hz. Âdem'i Cenâb-ı Hak halketmeden önce, binlerce sene meleklere vaaz nasihat etmiş. Onlara hocalık yapmış. ALLAH'ın kudretlerini, hikmetlerini, halkiyetlerini anlatmış. Azaplarından, rahmetlerinden bahsetmiş. Fakat Hz. Âdem'i Cenâb-ı Hak halk edince, topraktan cesedini yaptı, canı yok. Hz. ALLAH buyuruyor ki:

“Ben kendi ruhumdan ruh üfledim.”

İşte bütün insanlardaki ruh budur. Onun canı yok iken, hani heykeller var ya, aynı onlar gibi idi. Rengi yok, kanı yok. İnsanlara renk veren kandır.

Cenâb-ı Hak milyonlarca insan halk etmiş. Hepsi birara-ya geldiği zaman hiç birbirine benziyor mu? Hepsinin yapısı bir, şekli bir, ama hiçbiri birbirine benzemiyor.

İşte o zaman Hz. Âdem aksırmış.

Aksırmak Hak'tan, esnemek Şeytan'dan.

İnsan esnerken sol elinin arkasını ağzına tutup, “Pey-gamber efendimiz esnemezmiş” diyerek salavat getirecek, o esneme geçer. Aksırma geldiği zaman da “elhamdülillah” diyeceksiniz.

Hz. Âdem Aleyhisselâm, cana geldiği zaman, ilk hareketi aksırmak olmuş. Ama “elhamdülillah” demiş. Rabbısına, ALLAH'a hamdetmiş, şükretmiş. Burada bir esrâr var. Ne-reden bilmiş, nasıl öğrenmiş? Demek ki Cenâb-ı Hak'kın ruhlara bir muamelesi var, ruhlarına bildiriyor ALLAH. Za-ten ilm-i ezelide “Elestübirabbiküm” fermanına ruhların hepsi “belâ” demedi. “Belâ” diyenler yine müslümanların ruhu. Demek ki Cenâb-ı Hakk’ın ihsanı orada olmuş ruhlara. Biz şimdi ehl-i küfür de değiliz, ehl-i İslâmız. Ta ilm-i ezelide bizi küfürde bırakmamış. Dünyaya da müslüman olarak gelmişiz. Peki müslüman olmanın delilleri nedir?

ALLAH'a inanmak: Bu da yine vasıta ile oluyor. Nasıl ki Hz. Âdem canlanınca ALLAH'a şükretmiş. Bu insanlar içe-risinde de, aklen ALLAH'ı bulanlar olmuş. Onlar hiç kim-seden ALLAH'ın varlığını duymamışlar.

Öyle bir ilim yok, amel yok. O halkın içerisinde nebî yok, velî yok. ALLAH'ın varlığını birliğini akıl ile bulmuşlar. Za-ten peygamberler de küfrün içinden geliyorlar. Onları inan-dırmak için çalışıyorlar. Hz. Nuh Aleyhisselâm bir türlü oğ-lunu inandıramadı.

Gemiye bindiremedi. Bunlar Cenâb-ı Hakk’ın bir lütfu, ihsanı oluyor.

“Sa’y eden ALLAH'ın fazl-ı tevfikine ulaşır.”

Sa’y nedir? Sözümüz, işlerimiz, gayretimiz.

Sözümüz daima ALLAH'ı zikredecek. İşlerimiz de daima ALLAH'ın emri hududunda olacak. “Belâ” demişiz. Müslü-man olarak dünyaya gelmişiz. Bunu değerlendirmek için amelimiz olacak.

Cenâb-ı Hak, bizi bir vücudla dünyaya getirdi. Yine bir cesetle kalkacak. O vücudu biz yapıyoruz. Sen, ben yapıyo-ruz, onun için buyuruyor ki:

       Hiç kuluna zulmeder mi Mevlâsı

       Kulun çektiği kendi cezası

Bu vücudu ne ile yapıyorsun? O güzel vücudu nasıl yapı-yorsun?

Gözünle, dilinle, kulağınla, elinle, ayağınla, kalbinle. Bunları yasaklardan korudunsa, ALLAH'a hizmet ettirdinse, o zaman sen kendi kendine bir yüce vücut kazanıyorsun.

Bir de inanmak çok önemli. Nasıl ki Peygamber Efen-dimiz Mirac’tan inince gördüklerini bahsetmiş. Ebu Cehil:

-“Ya Muhammed, sen ne kadar yalan söylüyorsun, bir daha nereden dirileceğiz?” demiş.

Onun üzerine ayet inmiş:

“Habibim! O inanmayanlara söyle ki: Onu yoktan var eden ALLAH.”

Ayete rağmen yine inanmamış.

Hz. İbrahim Peygamber ile Sarâ validemiz yaşlanmışlar, çocukları olmamış. Sonra Mısır Valisi Hacer Validemizi Sarâ Validemize hediye etmiş. Dolayısiyle İbrahim Aleyhisse-lâm'a sunulmuş. Sarâ Validemizle kuma olmuşlar. Hacer validemizden İsmail Aleyhisselâm olmuş. Ondan önce Ha-cer Validemizi çok seviyormuş. Fakat nasıl ki çocuk olmuş, O’nu kıskanmış, O’nları istememiş. Nur topu gibi çok sevdiği oğlu için Hz. İbrahim ALLAH'a sordu:

-“Yarabbi ben ne yapacağım?”

Cenâb-ı Hak:

-“Sarâ nasıl istiyorsa öyle yap. Yâ İbrahim!” Cenâb-ı Hak Sarâ Validemize de İbrahim Aleyhisselâm'ın oğulları ola-cağını söylemişti. Ama Sara Validemiz inanmadı.

-“Sen yüz yaşında, ben doksan yaşında. Nasıl çocuğu-muz olsun?” İnanmadı. Ona da ayet gönderdi Cenâb-ı Hak:

-“Ya İbrahim Sara'ya söyle ki: Onu yoktan var eden AL-LAH, Ona çocuğu verir.”

Onun üzerine inandı. Amenna dedi. İşte burada inanmak ve inanmamakta ALLAH'ın bir lutfudur.

Ebu Cehil'e ayet geliyor:

“Onu yoktan var eden ALLAH onu tekrar diriltir.”

Sara Validemize ayet geliyor:

“Onu yoktan var eden ALLAH, çocuğu verir.” Ve oldu. İnanmakta ALLAH'ın lütfudur. İnananların ruhu “BEL” dedi. Ama inananlara da “belâ” dedirten, o inanmayı lütfeden de ALLAH'tır. Ama biz “BEL” diyenler geldik buraya. Bu “belâ”nın üzerinde durmamız gerekiyor.

Say eden ALLAH'ın fazlı tevhidine ulaşacak. Madem ki inanç vermiş. İnancımız nedir? Mabudumuz olan ALLAH'a itaat. Bizi yoktan var etmiş. Rızkımızı veriyor, sıhhatimizi veriyor. Bize çok çok, renk renk sayısız nimetler halketmiş. Bu varlıklar sonunda yok olacak. İnsanların ruhları yok olmuyor, diriliyor. ALLAH onları cennete koyacak. Dünyada emsâli, misli olmayan nimetler var. Ama bunlar maddi ni-metler. Manevi nimet inancımız vardır. Göremiyoruz. Ne zaman görürüz? Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“İnsanlar uykudadır. Ölünce dirilecekler.”

Ölünce maddî nimetler yok olur. Manevi nimetleri görü-rüz. Onun için manevi olarak görünüp te yok olmayan ni-metlere kıymet vermek lâzım.

Cenâb-ı Hak: “Kulu, zâtım için halkettim” buyuruyor.

Burada sadece ALLAH'a inanıp, ALLAH'a itaat etmek değil. ALLAH bizi onun için halketmişse, onun cennetini kazanmaktır, Cemalini kazanmaktır.

O halde maddî nimetlere fazla kıymet vermeyelim. Mad-dî nimetleri, ALLAH'a zikretmek için ALLAH'a ibadet etmek için elde edelim, faydalanalım. Ölüm çok yakındır. Cemaa-timiz içerisinde en gencini düşündüğümüz zaman, onlar için de çok yakındır. Büyüklerimiz şöyle misâl veriyorlar: Bir memleketten çıktın. Başka bir memlekete gidiyorsun. Hare-kete geçtiğinden itibaren, çok uzak memleket sana daha yakınlaşır.

Hareket ettiğin memleket daha uzaklaşır.

Hareket ettiğin yerden devamlı uzaklaşıyorsun. Diğer ta-rafa yaklaşıyorsun. Demek ki bir insan doğunca, ölüm çok yakındır. Nasıl olsa ölüme doğru gidiyoruz. Ölüm bu kadar yakın. Ölümü düşünmek insanı dünyadan soğutur. Ölümü düşünen insanın dünya muhabbeti gönlünde olmaz. Bu umumiyetle mürşidi olmayan için böyledir. Mürşidi olanlar için ne lazım? Onlar huzur sahibi. Ölümü düşünmek değil, ölümle karşı karşıyadır.

Korktuğun birşey var. “O gelirse bana, beni ne yapar? Bana zarar verir.” diye düşünüyorsun. Fakat göremiyorsun. Bir de vardır ki, korktuğundan, zarar gördüğün şeyle karşı karşıyasın. İşte avam için ölümü düşünmek dünyayı sevdirmez. Dünyayı seven kim? Günahları işleyen. Hataları işliyen. Bizim tarikatımıza göre ölümü daha yakın görmek. Sadece düşünmek değil, yakın bilmek.

Azizan Hazretleri cehrî ve hafî zikir yaptırıyormuş. Ona sormuşlar, çok ağır meseleleri sormuşlar.

Hafî zikirin delilleri, ayetleri var. Cehrî zikrin de hadisleri vardır. Deliller hadis.

Şimdi sormuşlar:

-“Siz cehrî zikir yaptıyorsunuz? Ne niyetle yaptırıyorsunuz? Bunun hakkında ayet hadis var mı?”

Cevabı şöyle vermiş:

-“Bizim dervişler ölüme hakke’l-yakîn inanmışlar.”

Hakke’l-yakîn inanmak: Her nefesi son nefes gibi almak. Her nefeste nefesini aldı mı? “Tamam son nefe-sim” diyor. “İlk ve son nefesim” diyor. Alınca “Bir daha alamam” diyor. Verince “Bir daha veremem” diyor. Ölümün görüldüğü bir nefestir. Çıktı ise girmez, girdi ise çıkmaz. Hakke’l-yakîn bil-mek böyle bilmek imiş.

Ölümü insanlar ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakke’l-ya-kîn bilirler.

İlme’l-yakîn: Ölecek. Ama ne zaman? Ölenleri görüyor. Ben de öleceğim. Ama ne zaman?

Ayne’l-yakîn: Her gün ölenleri görüyor. Ama sırası gelince ben de öleceğim.

Kıssadan alacağımız hisse var:

Adamın bir tanesi Azrail’le arkadaş olmuş. Azrail’e demiş ki:

- “Madem arkadaş olduk. Öleceğimi bir hafta önce haber ver, hazırlanayım.”

- “Peki” demiş.

Bir gün komşularından Ahmet Ağa isminde bir tanesi ölmüş, onu defnetmişler.

Birkaç gün sonra komşularından Mehmet Ağa isminde birisi ölmüş, kaldırmışlar. Birkaç gün sonra bir başkası, onu da kaldırmışlar. Dört cihetinden ölenler olmuş. Nihayet bir gün de gelmiş. Bunun göğsüne Azrail çökünce demiş ki:

-“Hani biz arkadaş idik. Sen bana bir hafta önce haber verecektin?” deyince.

-“Ben sana bir hafta değil, bir ay önce haber verdim. Önünden bir komşunu götürdüm, demedin ki: “Sıra bana gelecek” sağ tarafından bir komşunu götürdüm, sol tarafından götürdüm, dört tarafından götürdüm. Sana dört taraftan haber verdim.” İşte ayne’l-yakîn inanan insanlar böyle.

Ayne’l-yakîn: Bir ölüyü gördüğü zaman “sıra benim”.

Hakke’l-yakîn: Her nefesi son nefesi bilmek. Bu hususta da yaşanmış bir olay vardır.

Ebubekir Sıddık Efendimizin oğlu Hz. Ömer Efendimiz'in oğlu ile oynuyorlarmış. Oynarlarken anlaşamamaları ol-muş. Şöyle değil böyle, böyle değil öyle. O sırada Sıddık Ek-ber Efendimizin oğlu (bilerek değil) bilmeyerek bir kelâm sarfetmiş:

- Ey uzun fikirlinin oğlu, bu böyle değil midir?”

O çocuk da anlamını gitmiş babasına sormuş:

-“Baba bana Ebubekir Efendi'nin oğlu uzun fikirlinin oğ-lu” dedi. Ne demek?

O da anlayamamış. O da gidip Peygamber Efendimize sormuş. Hem şikâyet etmek, hem de manâsını anlamak için. Fakat sorarken, Sıddık Ekber Efendimiz gelmiş hemen yanıbaşına. Resûlullah:

-“Otur Ya Ebubekir” demiş. Oturmuşlar.

Demiş ki Hz. Ömer'e:

-“Ya Ömer ölümü sen nasıl biliyorsun?”

-“Ya Resûlullah her akşam yattığım zaman sabah kalkamam” diye biliyorum.

-“Ya Ebubekir sen nasıl biliyorsun?”

-“Ya Resûlullah: Öyle bir nefes ki girer, çıkmaz, çıkar, gir-mez. Bir nefes aldığım zaman vereceğime bir senedim yok. Verdiğim zaman da alacağıma bir senedim yok. Ben ölümü böyle biliyorum.” demiş.

Resulullah demiş ki:

-“Ya Ömer! Ebubekir ölümü ne kadar yakın düşünüyor. Sen buna göre ne kadar uzun düşünüyorsun.” demiş.

Demek ki, ölüme inanmak ta müsavi değil. İlme’l-yakîn inananlar inanmış, öleceklerine. Fakat müşrikler de inan-mış öleceklerine. Her insan öleceğini görüyor. Müşriklerde şu var ki: “Öldük, yok olduk, tamam” diyorlar. ALLAH koru-sun, Müslümanlar öyle değil. Öldükten sonra tekrar dirile-ceğiz. Kabirde de bir azap yaşantıları olduğuna inanmışlar. Bu yaşantı çok fecidir, çk ta zevklidir.

Sonra Hadiste var, Peygamber Efendimiz'e sormuşlar:

-“Ya Resûlallah! Kıyamet ne zaman kopacak?”

Her sormalarında mübarek buyurmuş. Her sormalarında işaret zuhuratlarını söylemiş. Şu belirtiler olur. Fakat bir sefer sorduklarında da demiş ki:

-“Herkesin kıyameti ölünce kopar.”

“Herkesin kıyameti ölünce kopar.” Nedir? İnsanlar öldükten sonra dirilir. Cennetlik cehennemlik ayrılır. Kabir ya cennet bahçesidir veya cehennem çukurudur. Geçici bir kıya-met. Orada ki sürede bir saat bir sene gibidir. Veya bir sene bir saat gibi kısa sürer.

       Âriflerin kıyâmeti dâimdir

Arif: Ayık, ALLAH'ı unutmayan. Ölümü unutmayan.

Yani arif olanların kıyameti daima karşısında. Ölüme hakke’l-yakîn inanmışlar.

       Kulubu hep masivadan saimdir

Onların kalbine mâsiva girmez. Gönlüne az bir şey girse, ayıklığı yok olur. Peki gelmiyor mu onların gönüllerine? Geliyor ama, Cenâb-ı Hak ne buyuruyor:

“Onların düşünen aklı benim aklım.”

“Velîlerin kalbi benim evimdir.”

       Kâbe’yi inşâ-i Halîl sendedir beyt-i Celîl

       Sensin ALLAH'ın delîli ruh-u sultân el-medet

Diyor ki:

Dünyanın her köşesinden, İslâm beldesinden, hac mevsiminden, ayrı zamanlarda müslümanlar Kabe'ye geliyorlar. Umrede de devamlı geliyorlar. Eskiden bu uçaklar, vasıtalar yok iken sadece Hac'ca gidiyorlarmış. Ama şimdi bir Hac yapıyorsa, on sefer umre yapıyorlar. Neden dolayı? Kolaylık var, vasıtalardan dolayı devamlı yaz-kış geliyorlar. Her ta-raftan geliyorlar. Bir de şu var: Hep genç başka ülkelerden gelenler hep genç. Gelenlerin %60'ı genç oluyor, %30'u orta yaş, %10'u ihtiyar.

Ariflerin kalplerine dünya gelmez, oruçludur, onların kalpleri. Dünya onların kalplerine girerse, bozulur. Ne olur bozulursa? Onlar da cezalanırlar.

Bizim büyüklerimizden Hace-i Ahrar Hazretleri yedi ya-şında çocuk. Okula gidiyormuş. Bir gün yoldan geçerken, çamur ayakkabısın tutmuş. Dönmüş, ayakkabısını almak için. Orada bir boşluk olmuş. Ayakkabısını alıncaya kadar ALLAH'ı zikredememiş. Zikredemeyince gönlünce bir boşluk olmuş. Bu neye benzer? Çeşmeden su akarken birden kesili-yor. Bir boşluk olmuş. Ayakkabısını almış. Takmış, ayağına. Bakmış, karşısında bir amca çift sürüyor. Onunla kendisini mukayese etmiş. “Şu amca bu kadar zahmetli iş yaparken ALLAH'ı unutmuyor da, sen niçin bir ayakkabı alıncaya kadar ALLAH'ı unuttun?” diye. Kendi kendini dövmüş, kendisini tokatlamış. Öyle tokatlamış ki, parmaklarının izi bir hafta yüzünden kaybolmamış. O zannedermiş ki hiç kimse ALLAH'ı bir an unutmaz. Oniki yaşına girince bakmış ki, in-sanlar gaflette. Almakla, vermekle, yemekle, içmekle uğra-şıyorlar. ALLAH'ı hatırlamıyorlar.

Arifler ne yapıyor? Eğer kalplerine dünya ile ilgili bir şey girerse oruçları bozulur. Boy abdesti alır ağlarlarmış. “Eyvah nefesimiz boşuna gitti” diye.

Ariflerdeki esrâra bakın. Bizde ariflerin ismini söylüyo-ruz. Onlar gibi yaşayamıyoruz.

       Ebterim gönülden evlâdım yoktur

       Yuvasız bir kuşam bilâdım yoktur

ALLAH sevgisine düçâr olan, evlat sevgisini de çıkarır kal-binden.

Belki size ağır gelir. “Evlat sevgisi çıkarılır mı?” diye. Çı-karmazsa, fitneden kurtulamaz.

“Evlatlarınız sizin için fitnedir.”

Fitne nedir?

İki dostu birbirinden ayıran. İki seveni birbirinden ayı-ran. Öyle ise bizim dostumuz ALLAH'tır. Evlat sevgisi girerse, ALLAH'tan ayırır.

Şeyh Efendimizin zamanında gördük. Çavuş isminde bi-risi vardı. Tekke de çok samimi hizmet görürdü. Ahlak-ı ha-mide sahibi. Bütün ihvanların her zahmetine katlanıyor.

Şeyh Efendisi dünyasını değiştirdikten sonra gitmiş. Kö-yüne, evine.

Bir tane oğlu var. İki tane kızı var. Birisi deli. Birisi akıllı. (Annemin, annesinin köyü. Dedemde orada kalmış bir süre) O köyde ona sofu diyorlar, çavuş diyorlar.

Fakat sanki hiç dünyada değil. Kendi başına yaşıyor. Köy işleri, bağ işleri ile hiç ilgilenmiyor. Şiddet-gadap diye birşey yok. En ufak bir çocuk gitse de sakalını yolsa ona bile kız-mıyor. Biraz büyük ve şımarık olan çocuklar alay ediyorlar. Bu ne yapıyordu:

Evden çıkıp camiye gidiyordu. Camiye giderken alçak bir sesle vird edinmiş.

       Ebterim gönülden evlâdım yoktur

       Yuvasız bir kuşam bilâdım yoktur

       Senden gayrı sâhib-irşâdım yoktur

       Andelîbim bu gülşane gelmişem

Bu onun zikri, evden camiye gelirken söylüyor. Camiden eve gelirken söylüyor.

Tarlasına gidiyor, bunu söylüyor. Tohum ekiyor, bunu söylüyor. Düven sürüyor, bunu söylüyor.

Bir ilkbahar günü mayıs ayında. Köyün en büyük neh-rinde çocuklar oynarken, yedi yaşında oğlu suya gidiyor. Günlerden Cuma. Hoca daha camiye gelmemiş. Bu da yine söylüyor: Ebterim gönülden .....

O sırada feryat kopmuş. Çocuklar bağırmışlar. Arkadaş-larının suya düştüğünü söylemişler. Demişler ki:

-“Sofu senin oğlun, boğulan!” Demiş ki:

-”Sahibi verir, sahibi alır.” Hiç kendini bozmamış. Getir-mişler çocuğun cenazesini kılmışlar. Ne gitmiş bakmış, ne de el sürmüş. Yine aynısını söylemiş.

       Ebterim gönülden evlâdım yoktur.

       Yuvasız bir kuşam bilâdım yoktur

Bunu böyle vird edinmiş. Demek ki, bu bunun sade sö-zünde değil, kalbinde. Her sevgi çıkmış gönlünden. Bunun vefatında da gittik, Paşam Hazretlerinin ziyaretine. Ab-dülaziz Efendi isminde bir arkadaşımla gittik. Kendisi Hafız, yaşlı çok nurlu bir zat. Oğulları benden büyük. En küçük oğlu benimle emsal. Biz o sıralarda yirmiyedi yaşındayız. Kendisi altmış yaşlarında idi. Yine Paşam'ı ziyarete giderken, bu Çavuş dediğimizin kardeşi ile görüştük. Çavuş'un hasta olduğunu ondan öğrendik. Aradan bir müddet geçti. Biz Paşam Hazretlerinin yanındayız. Sabah namazını kıldıktan sonra biraz yatmıştı. Kuşluk vakti idi. Yataktan kalkar kalkmaz:

-“Güzel Abdülaziz Efendi Çavuş’tan haberiniz var mı?” O da dedi ki:

-“Eyvah! Çavuş gitti!” dedi.

İki elini dizine vurdu.

Daha sonra Çavuş’un kardeşini gördük. Aynı Paşam'ın elini dizine vurduğu gün ve saatte Çavuş demiş ki:

-“Yer verin, yer verin. Geldi. Geldi.”

-“Kim geldi? Kim geldi?”

-“Bayburt'lu Dede Efendi geldi.”

Bunlar tabii ki: Emek, hizmet.

“Baba himmet, oğul hizmet.” Ama o da nasıl bir hizmet görürmüş? Köye yakın olan Şeyh Efendinin üzüm bağı varmış. Onu beklermiş. Sığırlar, köpekler, gelirmiş. Hatta insanlardan hırsızlık yapanlar olurmuş. Yol üzeri. Onun için beklermiş.

Mübarek Paşam Hazretleri buyurdu:

Hizmet için tekkeden ayrılmıyordu.

Bir gün güneş doğmuş. İki-üç metre yükselmiş. Güneşe doğru oturuyormuş. Aklına şu gelmiş: “Derler ki mürşitler Hızır ile konuşurlar. Bizim Hz. Pir de Hızır ile görüşüyor mu?” Bunu düşünmüş.

O esnada havadan bir kıratlı tekkeye iniyor. Halbuki orada araba kapısı var. İnsanların girdiği kapı var. O demiş ki:

-“Tut bu atı.”

Atı tutturmuş ona. Uzun boylu, siyah cübbeli, başı yeşil sarıklı bir zat. Girmiş içeri. Şeyh Efendisine sarılmış. Sonra kafa kafaya vermişler. Fısır fısır birşeyler konuşmuşlar. On-dan sonra Şeyh Efendisi ne diyorsa, o da “Başüstüne, başüs-tüne” diyor. Sanki bir amir, memuruna emreder gibi. Kut-bu’l-Aktab ve Gavs olanlara Hızır Aleyhisselâm gelir. Her zaman gelir ve onlardan emir alır. Sonra sarılmışlar. Bir daha sarılmışlar. Hızır çıkmış. Dedem de peşinden çıkmış. Binmiş atına, yine havaya gitmiş. Bakın buradaki esrâra:

“Bizim Hz. Pir'de Hızır'la görüşür mü?” diye düşünürken. Havadan gelenin Hızır olduğunu bilememiş. Bunu idrak edememiş. Bu insan olsa kapıdan gelirdi.

O gittikten sonra Şeyh Efendisi:

-“Çavuş merak ediyordun. Kardeşliğini gördün mü?” de-miş.

İşte o zaman ayılmış. Ha bu Hızırdı demiş. Bunu bizzat Paşam Hazretlerinden dinledik. İşte öyle. Teslim olmak la-zım. Gece-gündüz. Her zaman:

       Ebterim gönülden evlâdım yoktur

       Yuvasız bir kuşam bilâdım yoktur

       Senden gayri sahib-irşâdım yoktur

       Andelîbim bu gülşane gelmişem

Demiş.

Arif'e her eşya mir’attır. Seyreder. Kâmile her eşya evrat-tır. Yani her eşyanın zikrettiğini işitir.

Yunus Emre ne buyurmuş:

       Havadaki kuşlar ile çağırayım Mevlâm seni

       Tur dağında Musa ile çağırayım Mevlâm seni

       Elindeki Asa ile çağırayım Mevlâm seni

Kâmile taşlar bile zikreder. ALLAH bildiriyor. Buyuruyor ki:

-“Sizin o cansız gördüğünüz cemadâtlar, taşlar bile beni zikreder.”

Âlemlerde çok gizlilikler var. İnsanda bir âlemdir. Bizde de çok gizli şeyler var. Bir kere insanlarda altı letaif var ki, çok kıymetli. Çok güçlü makamlar. Bunlarda öyle bir yetki var ki, insanın küçücük kalbi var. O açılınca, bütün dünyada ne varsa kalbinde seyrediyor.

ALLAH'ın Zat'ının ismi ALLAH'tır.

O binbir ismi, sıfatlarının ismidir. Bir filmi makineye ko-yunca herşeyi çeker. Kalp te ALLAH'ın filmi. O filmi maki neye koymak lâzım.

O makine Evliyaullahtır.

O kalbi Evliyaullaha teslim edeceksin. Onu seveceksin. Sevmekte mahzur yoktur. Cenab-ı Hak:

-“Evlatlarınız ve mallarınız fitnedir.” buyuruyor.

Meşayihler fitne değildir. ALLAH'ın emri var.

“Beni sevin. Sevdiklerimi sevin.”

Meşayihini severse kalp filmi açılır. Kalp filmi açılırsa, kainatta ne varsa hepsini orada seyrediyor.

İbrahim Hakkı Hazretleri Marifetnâmesi’nde yazmış, der-yaları, semaları, dünyaları. O zaman vasıta yoktu. Dergâ-hından dışarı çıkmadı. Nasıl yazdı?

Peygamber Efendimiz'in hadisi var:

“Öyle zaman olur ki, benim yanımda arş, kürs, levh, ka-lem zerre kalır.” Dünya yok. Dünya bunların yanında çok küçük.

“Öyle zamanım da olur ki: Yanım da Ayşe'den başka kimseyi göremem.”

Velî demek, velâyet demek, büyük bir varlık demek. ALLAH ın varlığı kulda tecelliyi eder.

Bir de ruh âlemi vardır. Ruh âlemi görünür insanlara. Sır âlemi açılınca, o zaman ona bütün sırlar aşikâr olur. Sır âle-mi açılınca âlemlerin sırrına ulaşır.

“Ve ilâ rûhi Sultâni’l-evliyâ ve mahremi sırrı esrârı enbi-yâ camii kemâlati surriyeti vel maneviyyeti eşşeyhü’l-ekber ve Kutbu’l-aktab.”

Zamanın büyük şeyhi (Şeyhü'l-Ekber) Kutbu’l-Aktab. Ku-tubların başı.

“Surrî ve maneviyyeti.” Kemâlatı cem etmiş. Maneviya-tını görenler ve görmeyenler suretine hayran oluyorlardı. Nezaket, nezafet onda görünen bir güzelliğe hayran oluyor insanlar. “Sırrı esrârı enbiyâ:” Peygamber Efendimize yak-laşmış. O’nun sırrına, esrârına vâkıf olmuş. Ama sır âlemi açılmazsa, bu kıymetleri insan bilemez, ondan sonra hafî makamı var ki. Onda da ALLAH korkusu tecelli eder