“Allah’ın sıfatları bir kulda tecelli ederse işte kemâlât budur”

 15.8.1989 / Demetevler

(Gazel Okunuyor)

 Bize vahdet sarayından gelen nur u safadır pir

Mariz olan kulubâtın kamusuna şifadır pir

Allah razı olsun. Allah aşkını muhabbetini artırsın. Allah ilmini, bilgini artırsın. Allah arzuna ulaştırsın. Ne güzel beyitler. Ne güzel kelâmlar. Anlayabilsek, gerçi çoğu anlaşılmaktadır.

Yüzü şems ü duhâdır pîr

Şems ü duhâ, güneşin en parlak ziyalı zamanına duhâ zamanı denir, öğle ile sabahın arası yani kuşluk vaktidir.

Cemî-i kalb-i uşşaka veren nûr u ziyadır pîr

Bular rûh-u musaffadır ki “cem’ül-cem”e varmışlar

Cemi’den farka gelmişler vekil-i Mustafâ’dır pîr

Allahümme salli ala seyyidina Muhammed. Bunlar ruh-u musaffadır’dan mana, insanlarda nefsin makamları var: emmare, levvame, mülhime, mutmainne, raziye, marziye, safiye.

Son makam safiyedir. Safiye makamı demek yani safileşmiştir. Onda daha hiçbir muhalefet, hiç muzır bir şey kalmamış. Allah’tan başka daha arzusu kalmamış ve bir tek Allah’a ulaşmış. Allah’tan başka hepsi aradan çıkmış, yok olmuş. Safiye makamı bu oluyor.

Bular rûh-u musaffadır

Onların ruhları safiye makamına ulaşmıştır. Safiye makamına ulaşanlar Allah’a vasıl oluyorlar.

Bular rûh-u musaffadır ki “cem’ül-cem”e

Cem’ül-cem yani Allah’ın birliğine dâhil olmaktır.

Bular rûh-u musaffadır ki “cem’ül-cem”e varmışlar

Cemi’den farka gelmişler vekil-i Mustafâ’dır pîr

Başka bir kelâm vardır:

Künh-i Zat’ı kimse bilmez bu yola etme heves

Lâl olur dil bu arada bil ki katl olur nefes

Sen mukayyed Zât-ı Mutlaktan sakın eyleme bahs

Fark’ı Cem’i anlamaktır bu muammâdan garaz

Diyor ki Allah’ın zatından bahis olmaz.

Künh-i Zat’ı kimse bilmez bu yola etme heves

Peygamber Efendimiz Miraç yaptı, bak buyuruyor ki: “Ben bu kadar yükseldiğime rağmen Rabbim’in marifetini bilemedim.” Yani Cenâb-ı Hakk’ın zatının büyüklüğünden bahis yoktur. Hâlbuki Peygamber Efendimiz’in ilmi bütün mükevvenatın ilminin mafevkidir. Bütün mükevvenatın ilmi, melekler de dâhil Peygamber Efendimiz’in ilminin yanında yok oluyor, zerre kalıyor. Bir deryada, bir katre gibi kalıyor.

İnsanlar, Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarından ef’alinden, kudretlerinden, azametinden, hikmetlerinden bilebildiği yere kadar bahsediyorlar ama Allah’ın zatından bahis yoktur.

Künh-i Zat’ı kimse bilmez bu yola etme heves

Lal olur dil bu arada bil ki katl olur nefes

Diller lâl olur, nefesler tükenir. Allah’ın ne kadar büyük olduğundan bahis olmaz.

Sen mukayyed Zât-ı Mutlaktan sakın eyleme bahs

Fark’ı Cem’i anlamaktır bu muammâdan garaz

İşte ancak insanlar, “cem’ül cem” Allah’a vasıl olunca deryaya düşmüş, deryada yok olmuş bir cisim olur. Derya da yuttu, artık deryada yok oldu. Deryada olan bir cisim deryadan çıkınca yine cismi görünüyor, bir varlığı meydana çıkıyor. Deryaya atıldı mı varlığı yok oluyor. Deryadan çıkınca yine bir varlığı meydanda oluyor.

İnsanlar da safiye makamına ulaştığı zaman Allah’ın varlığında yok oluyorlar. “Cem’ül cem”; Allah’ın birliğine dâhil oluyorlar. Oradan geçince Fark’a geliyorlar. Fark’a gelince varlıkları meydana çıkıyor.

Varlık için demek ki burada şunu ifade ediyor ki Allah’ın zatından bahis yoktur. Fakat Allah’ın halkiyatından, mahlûkattan bahis vardır.

Cenâb-ı Hakk’ın tabii çok hikmetleri var, çok büyük kuvvetli, kudretli, azametli mahlûkları var, halk etmiş, bunlardan bahis var. Hepsinin mafevki insandır. Cenâb-ı Hakk’ın halkiyatı üçe ayrılıyor: Halkiyatta mesnuatında; cemadat, nebatat, mahlûkat.

Cemadat, yer cinsidir. Bunlarda farklılık var. Dağlar birbirinden farklıdır, vadiler, ovalar birbirinden farklıdır. Neyi ile farklıdır? Eşcarı ile suları ile bitkileri ile farklıdır. Bir de yerin altında madenler var. Madenleri de birbirinden farklıdır, yerleri farklıdır.

Ama cemadatın hepsinin mafevki yer cinsinden olan neymiş? İnci. İnci altınında mafevki oluyor. Çünkü inci hülasadır ama altın topraktan, taştan, topraktan ayrılıyor. Cenâb-ı Hakk altını altın olarak halk etmemiş, bunun madeni var, madeninden ayırt ediyorlar. Ama inciyi inci olarak halk etmiştir.

Hakkiki  bir  inci  Hicaz’a  gittiğimizde  altından  da  fiyatlıydı.

Hakkiki incinin gramı altından daha pahalıdır.

Ama yalnız bir de nebatat var. Nebatat da bitkilerdir. Onlar da birbirinden farklıdır. Ta ki bilinen bilinmeyen, görünen görünmeyen farklıdır.

Bilinen olsun, bilinmeyen olsun; görünen olsun, görünmeyen olsun bunlar birbirinden farklıdır.

Cemadat ta böyle, bitkiler de böyle, mahlûkat da böyledir. Mahlûkat nerede? Karada, denizde, havada ne kadar canlı varsa mahlûkattır. İnsan, cin, peri, melek bunların hepsi birbirinden farklıdır. Ama insan hepsinin mafevkidir. İnsan canlıların, mahlûkatın da mafevkidir. İşte onun için burada:

Cem’i farkı anlamaktır bu muammadan garaz

Buyuruyor. Halkiyattan bahis olur. Allah’ın zatından bahis olmaz. Bu kelâm diyor ki:

Bular ruhu musaffadır ki cem’ül-ceme varmışlar

İşte bu manada bakın şimdi, muhakkak Allah’ın üç nuru var: esma nuru, sıfat nuru ve zat nurudur. İnsanlar Cenâb-ı Hakk’ın esma nurunu isimlerinden görür. Esmayı ananlar, esma çekenler, Allah’ın herhangi bir ismiyle zikir ede ede Allah’ın o zikretmiş olduğu isminin nuru onda tecelli eder. Onun için bak:

Gönülden perde-i hicap açıldı

Bin bir esma birbirinden seçildi

Allah’ın bin bir isminin nuru insanda tecelli ediyor.

Gönülden perdeyi hicap açıldı

Yani insanların kalbi açılırsa, Cenâb-ı Hakk mahlûkatta ne halk etmişse hepsi insanların kalp âleminde vardır. Bu açılınca, en evvel insanlara Allah’ın esma nuru görününce, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin nuru onda tecelli ediyor.

Bin bir esma birbirinden seçildi

Ama bir de buyuruyor ki:

Gönülden perde-i hicap açıldı

İlm-i ledünniden bezmi içildi

İlm-i ledünni vardır, kalp ilmidir. Bezmi içildi demek onu böyle medresede yahut hocadan, satırdan okunarak alınmıyor. Ona bir aşk Allah aşkı, aşk badesi içiriyorlar. Ona aşk badesini içirince o kalp ilmi onda açılıyor, meydana geliyor. Ledünni ilmi budur işte.

Gönülden perde-i hicap açıldı

İlm-i ledünniden bezmi içildi

Bin bir esma birbirinden seçildi

Her biri bir gûna cevlan eyledi

Bin bir esmadan sonra cereyan oldu, hareket yaptı.

Meğer hab-ı gafletteydim uyandım

Meğerse ben gaflet uykusundaydım uyandım. Hab-ı gaflet; hab uyku.

Hab-ı gafletteydim uyandım

Cümle esmalardan renge boyandım

Bab-ı müsemmada kaldım dayandım

Azalarım ah u figan eyledi,

Bu da insanlar Cenâb-ı Hakk’ın esma nurunu görürler isimlerden, sıfat nurunu görürler cisimlerden, fakat hepsinden geçerler. En son insanda Allah’ın sıfat nurunda ise,

Bab-ı müsemmada kaldım dayandım

En çetin yer orasıdır. Orayı da geçtiği zaman insan varlığından kurtuluyor. O zaman ‘vasıl-ı illallah’ oluyor. Allah’ta fani oluyor. Tekrar yine varlığına dönüyor. Oradan geçiyor yine varlığına gelince o zaman onu ifade ediyor ki:

Bular ruhu musaffadır ki cem’ül-ceme varmışlar

Cem’iden farka gelmişler vekil-i Mustafadır pir

Onun için insanlarda nefs-i emmare, nefs-i levvame, nefs-i mülhime; bunlar noksan sıfatlardır. Ama insan mutmainneye geçince noksan sıfatından kemal sıfata geçiyor. O zaman gafletten uyanıyor. Gaflet gömleğini yırtıp atıyor.

Zaten bak Cenâb-ı Hakk: “Ela zikrillahi tatmainnel kulub1” “Ancak sizin kalbiniz zikrullah ile mutmain olur.” Zikrullah’tan başka bir şey kalbinizi doyurmaz.

Kalp, zikrullah ile doyunca o kalbe daha başka bir şey girmiyor. Allah’tan başka o kalpte başka bir şey yok. O kalp, o insan Allah’ı daha unutmuyor. Allah’tan gafil olmuyor ki noksan bir iş işlesin, hata işlesin, günah işlesin.

Bizim ancak noksanlığımız gaflettendir, gafletten doğuyor. Zaten büyük noksanımız gafletimizdir. Gafletten kurtulmadıktan sonra her bir noksanlık bizde görülür, bulunur, işlenir, yapılır. Ama gafletten kurtulan için daha noksanlık kalmıyor.

İşte insanlarda nefs-i emmare küfür sıfatıdır. Yani kim olursa olsun, herhangi millet olursa olsun. İsterse ulemâ, meşayih, hoca, âlim evladı kim olursa olsun. Eğer ameli yoksa Allah’ın emirleri tutulmuyorsa, yasaklarından kaçılmıyorsa o insan nefs-i emmare sıfatındadır. Nefs-i emmare sıfatı, küfür sıfatıdır. Hayvanî sıfattır. Eğer ondan kurtulmazsa “ila cehenneme zümera…2” gideceği yer cehennemdir. Cehennemden kurtaramaz.

İki ayet var: bir sayfadadır bunlar Vezzariyat cüzünde (Zümer Suresi) Cenâb-ı Hakk “ila cehenneme zümera” ve “ila cenneti zümera3” buyuruyor. İnsanlar iki zümre olacak: biri cehennemlik birisi cennetlik zümresi olacak.

Onun için bir insan hayvanî sıfatta kalırsa “ila cehenneme zümera” gideceği yer cehennemdir. Ama hayvanî sıfatta olan kim oluyor? Nefs-i emmare sıfatında; işte günahları işler, sevapları hiç yok, helal, haram bilmez; hayır, şer bilmez, seçmez. Kim bunlar? Nefs-i emmarede olanlar.

Nefs-i levvame ise bunlardan geçmiş günahlardan kaçınmış, ameli var. Yani Allah’ın emirlerini tutuyor, yasaklarından da kaçınıyor. Bu nefs-i emmarede değil, nefs-i levvameye geçmiştir. Ama küfre yakınlığı vardır. Nefs-i emmareye yakınlığı vardır. Bir anda nefs-i emmare sıfatına yine düşebilir. Nefis yine onu aldatabilir. Onunla daima levm, daima mücadele yapıyor, onunla uğraşıyor. Nefsi onu istiyor ki yine gafil bulundursun, ona yine bir günah işletsin. Onu nefs-i emmare sıfatına düşürsün.

Bir nefs-i mülhime var. Nefs-i mülhime de yine noksan sıfattır. Nefs-i mülhimede de bunlar iç içe kal’adır bunlar. Nefs-i mülhimeden nefs-i levvameye, nefs-i levvameden de nefs-i emmareye hemen düşmesi çabuk oluyor.

Ama nefs-i mutmainneye dâhil olunca daha onun düşmesi olmuyor. Daha geri gelmiyor, kapı kapanıyor.

Demek ki mesela bir binayı düşünecek olursak binaya kapıdan bir giriş var. O kapıdan içeriye bir giriş daha var, oradan içeriye bir giriş daha var. Dört tane böyle kapı var. Bu dördüncü kapıdan içeri girince kapı kapanıyor, oradan insan daha geri gelemiyor, çıkamıyor.

Ama öbür kapılar açık öbürlerinden yine geri çıkılabiliyor. Ama o dördüncü kapıdan geçtiği zaman kapı kapanıyor, daha oradan çıkamıyor.

Nefs-i mutmainneye geçince insan nefsinden, şeytandan beraat ediyor. Şeytan ona zaten bir zarar veremiyor. O zaman nefsi de ona dost oluyor.

Nefis ölmez. Nefis terbiye olur. Nefis ölünce insandan beşeriyet de olmaz. Yemek olmaz, içmek olmaz, uyku olmaz.

Nefis terbiye olunca, nefis Müslüman oluyor, ruha tâbî oluyor, ruha köle oluyor. Bu sefer nefis ruha hizmetçi oluyor.

Nefis terbiye olmadığı müddetçe, nefis ıslah olmadığı müddetçe insanlarda kutsal makamlar var, buralara nefis hâkimdir. İnsanlarda göbekten yukarıda kutsal makamlar var. Bunlara nefis hâkimdir ama nefis ıslah olunca bunlardan el çekiyor, aşağıya iniyor. Bunları ruha teslim ediyor. Teslim etmese de ruh onlardan teslim alıyor.

İşte tarikatın özelliği, meşayihin kutsiyeti budur.

Cemi-i kalb-i uşşaka veren nur u ziyadır pir

Kalb-i uşşak ne? Bir meşayihin ne kadar müridi varsa onların kalbinde bir Allah sevgisi, aşkı vardır. Onlara kim vermiştir o aşkı, o sevgiyi?

Cemi-i kalb-i uşşaka veren nur u ziyadır pir

Evliyaullah vasıtasıyla, Evliyaullah onların kalbine nur u ziya Allah’ın feyzini, Allah’ın sevgisini, Allah’ın nurunu veriyor. Müritlerin kalbine veriyor ki o zaman Allah’ın nuru, nur u ziya yani esma nuru, sıfat nuru bunlar tecelli ediyorsa, insanın kalbinde ne olur? Onun kalbinden her şey çıkar, bir arzu kalmaz. Daha bir arzu kalmayınca, Allah’tan başka bir insanın arzusu kalmazsa o daha ne yapabilir? Hiçbir kusur işleyemez.

Bir sohbet vardır. Sultan Süleyman aleyhisselam Cenâb-ı Hakk ona o kadar bir yetki, salahiyet vermiş ki rüzgârı ona tâbî ediyor. Hüdhüd isminde çok hareketli bir kuşu var, onun habercisiymiş. Bu kuş Süleyman aleyhisselamdan izinsiz hiçbir yere emirsiz gidemezmiş.

Bir gün bütün cinler, ifritler, insanlar hep Süleyman aleyhisselamın huzurunda bulunuyorlar.

  • Hüdhüd nerede? Diye sormuş. Bakmışlar Hüdhüd
  • Yok, demişler.
  • Niye bu izinsiz ayrılıyor. Nereye gitti, niye vazifesinde suistimal yaptı, demiş.

Bakmışlar sağa sola Hüdhüd yok. Buyurmuş ki:

  • Eğer bu hayırlı bir haberle gelirse Gelmezse başını kopartacağım onun.

Hüdhüd de çok ayar ama akıllı zeki bir kuşmuş. Bu izinsiz ayrılmış gitmiş ama suçunu bilmiş. Daha hemen ırakta iken,

  • Sultanım sana hayırlı bir haberle geliyorum, demiş.
  • Gel, neyse Hayırlı haberle gelmezsen başını koparacaktım.

İşte, Seba şehrini ve Belkıs’ı Hüdhüd haber veriyor. Hâlbuki Süleyman aleyhisselam defalarca rüzgârlarla, kuşla dünyayı gezmiş dolaşmış. Oraya hiç rastlamamış, bulamamış. Seba isminde bir şehir çok verimli bitkileri var. Eşcarıyla sularıyla  madenleriyle halkı çok zengin. Padişahları bir kız. Kız da çok akıllı, çok bilgili, akıllı bir padişah. Hüdhüd bunu buluyor, gelip haber veriyor, onu affediyor. Affedince tekrar Belkıs’a mektup yazıyor. Kur’ân-ı Kerim’de geçer. Belkıs’ı dine davet ediyor.

Belkıs Süleyman aleyhisselamın Peygamber olduğunu, gücünü, kuvvetini duymuş işitmiş. Müslüman olacak, kabul edecek fakat milletine, ordusuna güvenemiyor. Onun için ordusuna şöyle bir ifadede bulunuyor. Diyor ki:

  • Bakın Süleyman aleyhisselam bize mektup göndermiş kendi dinini teklif Bunun dini de haktır, kendisi de Peygamber’dir. Çok güçlüdür, kuvvetlidir. Biz bunu kabul etmezsek gelir bizi kırar, çoluğumuzu çocuğumuzu ondan sonra malımızı alır, tarumar, yağma eder. Malımız da gider, canımız da gider. Gelin kabul edelim, deyince halkı hücum etmiş:
  • Sen ne demek Babamızın, dedemizin bize verdiği malı, biz ölürüz de dinimizden dönmeyiz.

Bunu görünce Belkıs sözünü çeviriyor.

  • Ben sizi sınadım,

Ondan sonra Belkıs, Süleyman aleyhisselama bu sefer dostluk, anlaşmak için bir elçisi ile beraber bir hediye altın külçesi gönderiyor. Cenâb-ı Hakk tarafından Cebrail aleyhisselam hemen gidiyor, o elçinin külçeyi getirmekte olduğu Süleyman aleyhisselama haber veriyor. Süleyman aleyhisselam o gelen Belkıs’ın hediyesinin kıymetini yok etmek için kıymetten düşürmek için cinlere ifritlere emrediyor hemen nerede ne kadar varsa dünya üzerinde, arz üzerinde yerin altında üstünde define hazine altınları toplayıp getiriyorlar. Eritip kerpiç döküyorlar. Bir sahayı kerpiçle dolduruyorlar. Emrediyor kuşlar o kerpiç altınların üstüne pisliyorlar, kirletiyorlar.

Belkıs’ın gelen elçisi altın külçesi getiriyor ya nasıl ki bir sahrayı böyle altın kerpiçten dökülmüş tozlanmış kirlenmiş, kuşlar pislemiş görünce o hediyeyi utandığından aşikâr edip veremiyor, geri dönüp gidiyor.

Elçi, durum böyle böyle, diyor. Belkıs sonra Müslüman oluyor.

Süleyman aleyhisselam Belkıs’ın köşkünü getirtiyor.

Bakın getirmesinde de bir sır, esrar var. Süleyman aleyhisselam bir Peygamber, Cenâb-ı Hakk ta ki insi, cinni bütün karada, denizde, havada canlı ne varsa hepsini onun emrine vermiş. Karıncaya kadar hepsi onun emrinde olduğu halde kendisi Belkıs’ın köşkünü getiremiyor.

  • Kim getirecek Belkıs’ın köşkünü, diye emrettiği

İşte orada cinler, ifritler hareketliler. İfrit, cinlerin daha büyükleri, güçlüleri var.

  • Biz getiririz,
  • Kim tez getirecek?

Bunlar orada yarışa giriyorlar. Herkes orada maharetini söylüyor.

  • Ben bir saatte Birisi diyor ki:
  • Kırk dakikada Birisi otuz dakikaya getiririm. Birisi on dakikaya getiririm. Beş dakikaya getiririm, diyor

Böyle tenzil ediyorlar, aşağıya iniyorlar. En son ifrit diyor ki:

  • Efendim sultanım sen oturduğun yerden -makamı varmış oturuyormuşaşağıya in bir de yerine çıkıncaya kadar ben Belkıs’ın köşkünü getiririm,

Asaf bin Belhiya (Berahya) da Süleyman aleyhisselamın baş veziri. O da böyle Süleyman aleyhisselamın yanında oturuyormuş, başını eğmiş dinliyor.

En son ifrit dedikten sonra Asaf bin Belhiya başveziri.

  • Efendim niye zahmet çekiyorsun, aşağıya iniyorsun? İnme aşağıya, yerinde otur Tarfatileyn -sen gözünü aç yumburada Belkis’ın köşkünü bulursun, diyor.

Süleyman  aleyhisselam  gözünü  açmış  yummuş  köşk  gelmiş.

Kim getirdi? Asaf bin Belhiya, Benî İsrail velilerindendir.

Şimdi köşkü getirmiş kendisi Süleyman aleyhisselamdan gücü fazla mıymış? Aslında Süleyman aleyhisselamın himmetidir. Süleyman aleyhisselamdan almış olduğu bir güçle onu getiriyor.

İşte Süleyman aleyhisselamın bir de binek kuşu varmış. Binek kuşu ile istediği zamanlarda binip o kuşla geziyormuş. Bir gün kuşa demiş:

  • Al beni çıkabildiğin kadar semaya çıkart.

Emir, kuş almış semaya çıkıyor, derhal yükseliyor. Yükseldikçe o mübarek de yeri gözlüyor, bakıyor. Tabii bir cisimden insan uzaklaştıkça cisim küçülür, yaklaştıkça cisim büyüyor. Dünyadan yükseldikçe dünya toparlanıyor. Sonra bir cismin hangi parçası büyükse o görünür, küçüğü görünmez.

Kürre-yi arzın da malumunuz dörtte üçü su, biri karadır. Yükseldikçe artık kara toprakları daha görünmüyor, hep su görünüyor. Suyun cismi görünüyor. Daha yükseliyor su da görünmüyor bir duman içerisine giriyorlar. Daha yükseliyor bir karanlığa giriyor. Ama her yükseldikçe kuşa soruyor.

  • Kuş dünyayı görüyor musun? O da:
  • Görüyorum,

İşte burayı görüyorum, şurayı görüyorum diye böyle söylüyor.

Bu karanlık mahalline, zulmet mahalline girince Süleyman aleyhisselam, daha hiçbir taraftan ışık göremiyor. Aşağıya bakıyor karanlık, yukarı bakıyor sağa sola bakıyor karanlık. Kuşa yine soruyor:

  • Sen yeri görüyor musun kuş.
  • Kuş görüyorum efendim, sultanım görüyorum.
  • Nasıl görüyorsun?
  • Tam bizim bu alt istikametimizde bir çiftçi tarlasını sürüyor.

Öküzünün belinde de kemer var, yarısı kara yarısı beyaz diyor.

  • Beni indir öküzün yanına, o çiftçinin yanına

Kuş tam doksan derece iniyor. Tam çiftçinin yanına iniyor. Tarlaların kenarına kuşu koyuyor. Çiftçiye doğru gidiyor selam verecek, kolay gelsin diyecek. Bu memleket hangi memleket diye soracak.

Çiftçiye doğru giderken tak diye bir ses geliyor. Çiftçi o takırtıyı duyunca “ho” diyor öküzleri eyleyip tarlanın kıyısına doğru koşuyor. Süleyman aleyhisselamın da dikkatini çekiyor. Diyor ki:

  • Acaba bu niye o yana doğru Ben ona gidiyorum ki selam vereyim kolay gelsin diyeyim de burası hangi memlekettir, diye sorayım. Fakat bu niye koşuyor?

Ama takırtıya koşuyor. Meğerse o çiftçi tarlanın kıyısına bir tuzak kurmuş. O tuzağa av düşsün diye. Kuş da o tuzağa düşüyor.

Süleyman aleyhisselam çiftçiyi takip ediyor. Beraber tarlanın kıyısına geliyorlar bakıyor ki bindiği kuş tuzağa düşmüş, çiftçi kuşu oradan almak istiyor. Çiftçiye:

  • Ne yapıyorsun?
  • Ne yapmışım ki, av düştü benim tuzağıma onu alıyorum.
  • Yahu bu kuş benim binek kuşum.
  • Sen kimsin,
  • Ben Sultan Süleymanım.
  • Öyleyse adaletle hükmet. Ben buraya günler boyu çalıştım, bu tuzağı kurdum ki buraya düşen benim avım Bu kuş buraya düştü benim, senin niye oluyor?

O zaman Süleyman aleyhisselam kuşa soruyor:

  • Ey kuş, zulmet mahallinde ben yeri, ışığı göremezken sen öküzü gördün, çiftçiyi gördün. Çiftçinin öküzünü gördün, öküzün kemerini gördün. Koca tuzağı göremedin mi sen?
  • Sultanım beni Gafil oldum tuzağa düştüm. Ben o zulmet mahallinde Allah’ı zikrediyordum. Allah’ın nuru ile yeri görüyordum. Çiftçiyi gördüm, öküzü gördüm, öküzün ağcasını da gördüm. Fakat buraya inerken gafil oldum, Allah’ı unuttum, karanlıkta kaldım, gözlerim tuzağı görmedi, düştüm.

Şimdi bizim de burada alacak bir hissemiz vardır. Biz de gafil olursak her zaman tuzağa düşeriz. Tuzağa düşmekten murat her zaman noksanlık işleriz. Zaten en büyük kusurumuz bizim gafletimizdir. Gafletten kurtulmazsak eğer noksanlıklardan hiçbir zaman kurtulamayız.

Onun için nefs-i emmarede olan büsbütün gaflettedir, hep günah işliyor. Nefs-i emmareden kurtulup nefs-i levvameye geçende de yine gafleti vardır. Bunun günahla işi yoktur, sevabı ibadeti vardır ama yine de Allah’tan gafil oluyor, Allah’ı unutabiliyor.

Hâlbuki ayıklık demek, Allah’ı hiç unutmamak demektir. Allah’ı unutan gafildir. Ama tabii ki o günah işleyenler büsbü-

tün gafletin büyüğündeler.

Günah işlemiyorlar ama yediklerinden, içtiklerinden, aldıklarından haberleri yok, bunlar da gaflettedirler.

Hâlbuki gaflette olmayan kimdir? Cenâb-ı Hakk: “Ricalün la tülhihim ticaretün vela bey’un ‘an zikrillah4” ayet-i kerimesinde buyuruyor, “benim öyle kullarım var ki onların ticaretleri zikirlerine mani olmaz.” Onlar ticaret yaparken de beni zikrederler, alırken, verirken, yerken, içerken, otururken, kalkarken, yatarken beni zikrederler.

Bunlar kimdir? Ancak nefs-i mutmainneye dâhil olanlardır.

Nefs-i emmare zaten küfür sıfatıdır. Nefs-i levvamede de yine küfüre yakın olan bir sıfattır ve nefs-i levvamede çok kınama yapar, çok nefis insanla uğraşır, çok mücadele vardır.

Tasavvufta, tarikatta en çetin hâl levvamedir. Oradan mülhimeye geçince biraz hafifliyor, rahatlıyor. Ama yine de nefsinden emin olamıyor, nefis ona bir tuzak kurabilir. Nasıl ki o çiftçi tuzağı kurmuş avını tuzağa düşürüyorsa, nefsinde bir tuzağı vardır, tuzağa düşürür.

Mutmainneye geçince nefsi daha düşmanlığı kaldırıyor,  ona dost oluyor.

Nefsi dost olmak demek, nefis ruhuna teslim oluyor. O kutsal makamlar diyor ki gel sen bunlara layıksın, bunları idare eden sensin. Bunlar senin makamın, gel sen bu makamlara sahip ol. Sen bu cesedi idare et, ben sana köle hizmetçi olurum. O zaman ne oluyormuş?

Bak insanlarda nefsin letaif makamları var.

Kalp; insanların sol memesinin altında kalbi var, bunun cismi de var. Ufacık bir güvercin yumurtası kadar bir et parçası yürek dedikleri kalp.

Bir de insanların sağ memesinin dört parmak aşağısında ruhun bir makamı var. Bunun cismi yok, makamı var.

Bir de sır var. Sır, insanların sol memesinin dört parmak yukarısındadır. O da kutsal bir makamdır, onun da cismi yoktur.

Bir de hafi diye bir makam var ki insanların sağ memesinin dört parmak yukarısındadır. Onun da cismi yoktur, cisim göstermiyor.

Bir de insanların göğsünde ahva vardır. Onun da cismi yoktur, orada bir makamdadır.

Bir de insanın kalp gözü vardır. İnsanların kalp gözünün makamı iki kaşının arasındadır.

O kutsal makamlar insanların belden yukarısındadır. Bunlar şimdi nefis tarafından çorlanmış.

Ama bunlar neyle açılıyor?

Tarikata girmekle, çalışmakla, meşayihin himmetini almakla bunlar açılıyor. Bu kutsal makamlar elde ediliyor. O zaman nefis bunlardan teker teker aşağıya iniyor.

Nefsin de dört şekli vardır: Birisi köpek şekli, birisi kertenkele şekli, birisi yılan şekli, birisi de kedi şeklidir. Bildiğimiz kedi şeklinde, köpek şeklinde, kertenkele şeklinde ve yılan şeklindedir.

Nefsi ister kedi olsun, köpek olsun, yılan olsun, kertenkele olsun bunlar insanı nasıl sarmış?

Arka ayaklarının bir tanesi kalpte, bir tanesi de ruhta. Dört ayağı var ya ön ayaklarının bir tanesi sırda, bir tanesi hafide. Göğsünü de vermiş ortada ahfaya, başını da koymuş iki kaşın arasına. Yılanda bu makamlara sırasıyla sarılmış, başını koymuş iki kaşın arasına, kutsal makamları böyle işgal etmiş, çorlamış.

İşte, insanlar zikir yapa yapa bu kutsal makamları onlardan kurtarır. Onun dört ayağını, mesela kalpten bir ayağını kaldırıyorsa, birini de ruhun makamından kaldırıyorsa, sır makamından ön ayağının birini kalkıyorsa, hafi makamından da ikinci ön ayağı kalkınca sıyrılıp düşecek. Göğsü de ortadan kalkıyor, başı da buradan kalkıyor, böylece göbekten aşağıya iniyor.

O zaman bu kutsal makamlara ruh sahip oluyor. İşte insan o zaman noksan sıfatından kurtuluyor, kemal sıfata muttasıl oluyor. İnsan o zaman büyük varlık oluyor. O zaman insan veli, yetişmiş oluyor. O zaman işte Cevat Bey’in söylediği kelâm-ı kibârdaki gibi:

Bular ruh-u musaffadır ki cem’ül-ceme varmışlar

Cem’iden farka gelmişler vekil-i Mustafa’dır pir

Bunlar işte ne oluyor? Onlar tamamen nefs-i mutmainneye geçiyorlar. Nefs-i mutmainneye geçince nefis daha güçsüz kalıyor, güçlü olan ruh oluyor. İktidara gelen ruh oluyor. Nefis artık ruhun kölesi oluyor.

Buradan sonra ruh tekrar yine makam ihrâz edebiliyor. Mutmainneden raziye makamına geçiyor. Nefs-i mutmainnedeyken misal verilecek olursa zahirde kurmay binbaşı, ama bu binbaşı paşalığa kadar yükselecek.

İnsanlar maneviyatta nefs-i mutmainneye geçiyorsa zahir askeriyedeki kurmay binbaşı gibi oluyormuş. Raziye makamında general sınıfına geçiyor. Raziye makamında mesela tuğgeneral olursa, marziye makamında tümgeneral, korgeneral oluyor. Safiye makamında ise orgeneral, ordu komutanı veya mareşal oluyor.

Mareşalliğin ayrı bir rütbesi yoktur. Orgeneral olunca bu sefer ondan sonra kıdemde, genelkurmay veya kara kuvvetleri komutanı oluyor. İşte bak kelâmda var:

Bu nefsin raziye marziyye eyle

Alıp dost iline kurbana gel gel

O zaman raziye, marziye makamında da insanlar ne oluyormuş?

İnsanlar “Mutu kable ente mutu5” sırrına mazhar oluyormuş yani ölmeden evvel bir defa ölüyormuş. İşte o zaman nefsinden kurtuluyor. Bu sefer ruhu iktidara geçiyor. Vücuda hâkim olan ruh oluyor. Nefis de ruhun kölesi oluyor.

Bu makamlar, sa’yla, hizmetle de olmuyor. Hizmet ve himmet birleşecek. Bak Allah’ın tevfiki sa’y edenedir. “Et tevfiki maessay” Allah’ın tevfiki sa’y edenedir ama sa’y ile de olmuyor.

Bak matlup azamettedir. İnsanların matlubu, isteği nedir? Bu matlubu bilemiyoruz. Eğer biz ne zaman ki nefs-i mutmainneye

dâhil olursak ancak o zaman insan sıfatına geçiyoruz. O zaman matlubumuzu biliyoruz.

İlahi ente maksudi ve rızaike matlubu” Maksudumuz da Allah, matlubumuz da Allah. Allah’tan başka bir maksudumuz yoktur. Allah’ın rızasına ulaşmak istiyoruz. İnsanların matlubu budur.

İşte o zaman insanın matlubu azamettedir. Sa’yla ile olmaz, sa’y ile elde edilmez; sa’ysız da olmaz. Tasavvuf büyüklerinin emirleri böyledir.

Tasavvufî bir kelâmdır: “Matlup azamettedir.” Allah’ın azametiyledir. Nasıl olacak bu, nasıl anlaşılacak?

İnsanlar sa’yı sahibine teslim ederse onu elde edebilir. İnsanların sa’yı da bir varlıktır. Varlıksa perdedir, sedd-i râhtır.

Sedd-i râh; eğer insan sa’yına sahip çıkarsa, bu sa’yı gideceği yolu kesmiştir.

Sa’yı sahibine teslim ederse; o zaman insanın cüz’î iradesiyle küllî iradeye bağlanmaktır.

Cüz’i iradesinde eksiklik bırakmıyor, insanlarda bu cüz’î irade farzdır.

Ama bu cüz’î irade insanları iki türlü aldatır: Birisi iradesinde eksiklik bırakırsa Allah’a isyan etmiş olur. Çünkü cüz’î iradeyi farz kılmış. İradesinde eksiklik bırakırsa Allah’ın azabına dûçâr olur.

Bir de var ki iradesine sahip olursa, o iradesi ona sedd-i râh olur, matlubuna ulaşamaz. Matlubu Allah ise Allah’a ulaşamaz.

Ne lazım burada? Sa’yını sıhhatli alacak, sahibine teslim edecek. O zaman işte kulun sa’y ile Allah’ın tevfiki o zaman birleşiyor. Allah’ın  tevfiki  sa’y  edene  ama  sa’yına  sahip  olana  değil,

sa’yını sahibine teslim edenedir.

Bu da Mürşitsiz, himmetsiz olmaz. İnsanlar Mürşitsiz, himmetsiz sa’yından kurtulamaz. Ancak bir müridi sa’yından kurtaran meşayihidir. Bak bir kelâm daha vardır:

Seni hayvan iken insan eder şeyh

Yani hayvanî sıfattan kurtarır en evvela.

Seni hayvan iken insan eder şeyh

Gönüller şehrine mihman eder şeyh

Gönüller şehrine mihman eder. Mihman nedir? Aslında mihman, misafirdir.

Gönül burada kimin, gönüllerin şehri kimin? Evliyaullah’ın gönlüdür. Mihman ise bak bir kelâm daha vardır,

Hane senin, nimet senin, mihman da sensin

Hane senin. Bu hane nedir? Gönül.

Hane senin çünkü gönül Allah’ın mülküdür. Allah, hiçbir yere sığmıyor insanların kalbine sığıyor.

Hane senin nimet senin, mihman da sensin

O zaman demek ki;

Seni hayvan iken insan eder şeyh

Gönüller şehrine mihman eder şeyh

Evliyaullah seni evvela hayvanî sıfattan kurtarır. Dünya sevgisini bir defa kalbinden çıkartır. Kim dünyayı severse o hayvanî sıfattan kurtulamaz. “Ehl-i dünya, ehl-i nâr’dır.

Dünyayı senin kalbinden çıkartır atar, dünyadan seni soğutur. Ondan sonra seni ahiretten de geçirir.

Terk-i cisim, seni ondan da geçirir. Terk-i can ondan da geçirir.

Gönüller şehrine mihman ne olur? Evliyaullah seni severse, Evliyaullah’ın gönlüne girersen eğer mihman oldun.

Ama sen onu seveceksin ki o da seni sevsin. O da seni severse eğer sen tamam işte gönüller şehrine mihman oldun.

O zaman bir Evliyaullah’ın gönlüne girmek: Allah orada bulunuyor, başka yerde bulunmuyor. Evliyaullah’ın gönlüne girmedikten sonra sen aradığını bulamazsın.

Seni hayvan iken insan eder şeyh

Gönüller şehrine mihman eder şeyh

İçirip bir kadeh aşkın meyinden

Sana bir kadeh yani bardak aşk içirir. Ama zahirde çay veya su içirir gibi değildir, ama içirir. Sana bir kadeh Allah aşkı içirir.

İçirip bir kadeh aşkın meyinden

Geda iken seni sultan eder şeyh

Olursun men aref sırrından agâh

Seni katre iken umman eder şeyh

Katre, senin cüz’î iraden. Umman küllî iradedir.

Allah’ın küllî iradesiyle senin cüz’î iraden karıştıysa o zaman umman oldun. Bir de buyurmuş ki:

Haber verir hakikat illerinden

Sana çok tuhfeler ihsan eder şeyh

Tuhfe, hediye.

Olursun vahdetin sırrından agâh Seni bir noktada yeksan eder şeyh

Vahdetin sırrı; o zaman da bir noktada Allah’a ulaşırsın. Allah’a cem’ül-cem olursun.

İşte Evliyaullahlar böyledir. Cem’ül-cem olmuşlardır. Ondan sonra da cem’den farka gelmişlerdir. Ondan sonra vekil-i Mustafa olmuşlardır.

Ne yaparlar? Bunlar da insanlara hizmet verirler. Bunlar da insanları, kulları vasıl-ı Resulullah ederler, vasıl-ı Allah ederler.

Yani veliler arada bir vasıtadır. Hazreti Resulullah’a bizi makbul ümmet ederler ve bizi ona dâhil ederler. Nur-u nübüvvete bizi dâhil ederler. Nur-u nübüvvet de bizi zaten vasıl eder, dâhil eder.

Elhamdülillah çok şükür, bin şükür. Bunlar bize şimdi hikâye gelmesin. Bunlar haktır, hakikattir. İnanalım, iman edelim. Ama kapısını bekleyelim.

İnsanlar sabrıyla sebatı ile her şeye ulaşıyor. Burada da sabır sebat lazım, sa’y lazım.

Hakk talibi nasıl olacakmış?

Talip sa’yında doğan kuşu gibi olacak. O zaman bize ne lazım? Zaten Cenâb-ı Hakk ne emrettiyse, namazımız, orucumuz, abdes-

timiz bunlar bir defa şeriatımız olacak. Bir de tarikattaki hizmetlerimiz, çok azimli çok istekli kılmamız lazım.

Doğan isminde bir kuş var, o çok süratli. Onun önünden hiçbir canlı kurtulamıyor. Bir avı gördüğü zaman onu alır, kurtulamazmış. Onun süratinden çok süratli olduğu için hiçbir şey onun elinden kurtulamıyor.

Sa’yında doğan gibi olacakmış. Sebâtında kelp gibi olacakmış, affedersiniz.

Cenâb-ı Hakk kelpte de bir hassa halk etmiş. Murdar pis hayvan ama onda da bir hassa var. Her kötüde Cenâb-ı Hakk bir hassa halk etmiştir. Cenâb-ı Hakk ne kadar çirkin olursa olsun, onda da bir hassa, onda da bir maharet bir marifet halk etmiştir.

Kelpteki hassa ne? Kelp de ağasının kapısını bekliyor. Aç da kalsa bırakıp gitmiyor.

Ağasının kapısını bırakıp gidene salakana denilir, sevilmiyor ona kıymet verilmiyor. Ama esas hakiki köpek, ağasının kapısını bekleyendir. Aç da kalsa bekliyor, gitmiyor. Ona bir üstühân, bir kemik parçası atılırsa kemirir durur. Atmazsa yine orada aç bekler, durur, gitmiyor.

İşte talip buymuş, mürit böyle olacakmış. Sa’yında doğan gibi, sebâtında kelp gibi.

Benim şu kadar dersim var, şu kadar hizmetim var. Şu kadar senedir ben bir şey görmedim, bir şey göstermedi, bir şey vermediler bir şeyden haberim yok demeyeceksin.

Sabr eyle gönül

Hüsn ilinin bâbı açıktır

İhsânı da çoktur

Sen o kapıyı bekle o kapı sana bir gün açılacak. Yeter ki bekleyici ol, bekle, bir tarafa gitme.

Onun için Allah’a şükür, elhamdülillah, hamdolsun, şükrolsun. Çok şükür, bin şükür, nihayetsiz şükürler olsun. Yolumuz bizim büyük yol, yolumuz kolay yol, yolumuz kısa yol.

 

Tarikimiz tarik-i Nakşibendi

Kamu ehl-i tarikin serbülendi

Girenler hab-ı gafletten uyandı

(…)

Tarik-i Nakşibendi hak yoludur

Ona dâhil olan cümle velidir

Nakşibendi Efendimiz: “Biz sair tarikatların nihayetteki kârını, biz başlangıca bidayete getirdik.” buyuruyor.

Nedir bu? Sair tarikatlar bütün çalışıyorlar en sonunda Lafza-yı Celal’e geliyorlar. Yani Allah aşkına dûçâr oluyorlar, düşüyorlar.

Hâlbuki bizim tarikatımızda daha başlangıçta sana Allah aşkını veriyorlar. Sen yeter ki onu muhafaza et, söndürme.

Bak ne buyruluyor:

Kamu uşşâkı mest eyler yüzü şems ü dûhadır pir

Uşşak Allah’ı sevenler, Resulullah’ı sevenler, Mürşidi sevenler, Meşayihi sevenler. Meşayihi seven zaten Resulullah’ı da sever, Allah’ı da sever. Meşayihi sevmeyen Resulullah’ı da sevmez, Allah’ı da sevemez.

Cenâb-ı Hakk’ın emri de öyle: “Beni sevin, sevdiklerimi de sevin.6” buyuruyor. Allah’ın emri böyledir. “Beni sevdiklerimle seversiniz.

Beni sevin, sevdiklerimi sevin, kullarıma da sevdirin” Bak bu emir doğrudan doğruya meşayihedir.

Sen, ben niye kimseyi sevdiremiyoruz? Meşayihler ne ediyor? Kulları Allah’a, Allah’ı kullara sevdiriyor.

Meşayih işte kul ile Allah arasında vasıtadır.

Meşayihin iki ciheti vardır: Zahiri var, bâtını vardır. Zahiri; cesedi, cismi, şeriatıdır. Bâtını da ruhudur.

 

Canım bizim de ruhumuz var. Bizim ruhumuz bir kafesteki kapalı kuş gibidir. Onların ruhu o kafesten çıkmıştır.

Bular ruh-u musaffadır ki “cem’ül cem”e varmışlar

Cemi’den farka gelmişler…

Öyleyse onların ruhu Evliyaullah’ın ruhu kafeste kapalı bir kuş gibi değildir. Ama bizim ruhumuz kafeste cesedimiz onu kapatmıştır. Onlarınki niye kapatmıyor? Onları Allah kapatmamış, onlara öyle bir yetki vermiş ki artık ruhları salahiyet sahibi olmuş, yetki sahibi olmuş. Onların ruhları nefsin esaretinden kurtulmuş. Bizim ruhumuz ise nefsin esaretindedir. Onun için kafeste kapalı bir kuş gibidir.

Muhittin Arabi Hazretleri’ni hapsettiler. Müridi onu zindanda görmeye ziyaretine gitti. Fakat şeyh efendisini görmeye gittiğinde üç şeyi ondan öğreneceğim diyor. Hakkikat, kanaat ve sabır’ı öğreneceğim.

Şeyh efendisi ellerini açıyor bir dua ediyor bir maide, gaipten buharlı sıcak bir yemek geliyor.

  • Ye oğlum, diyor, sürüyor önüne.
  • Efendim beraber
  • Ben bunu senin için istedim oğlum,

Kendisi dağarcığında bir hafta, on günlük kurumuş arpa ekmeğini çıkarıyor. Bir tasın içinde suya koyuyor, yumuşasın da yiyebilsin diye.

  • Bak Cenâb-ı Hakk bana bunu rızk olarak vermiş, ben buna kanaat Ben bunu senin için istedim. Sen ye, diyor.

Müridine o buharlı yemeği yediriyor, kendisi yemiyor.

Ezan okunuyor. Vakit oluyor, namaz kılacaklar. Hemen duvara bir işaret ediyor, duvardan bir kapı açılıyor.

  • Oğlum, git camiye namazını kıl.
  • Efendim beraber
  • Yok, bu kapıyı ben senin için açtım, git Sen ki geldin hakikat, kanaati öğrenmeye. İşte hakikat, kanaat buydu. Cenâb-ı Hakk bana her istediğim zaman buharlı sıcak, etli, tatlı, sütlü her ne

istersem veriyor, gönderiyor. Cennet taamı geliyor, ben istemiyorum. Bu kuru arpa ekmeğine razı oluyorum, kanaat ediyorum. Beni buraya hapsetmişler. Onlar zannediyor beni buraya hapsetmişler. Hâlbuki ben her zaman için duvardan yol açılıyor. Beni bir şey hapsetmez, kapatmaz. Duvar bak açıldı, çıkmıyorum, gitmiyorum. Yine burada sabredip bekliyorum.

Onun için:

Olârın ruhlarının yok kararı

Dolanırlar zemîni âsumânı

Evliyaullah’ın ruhu sadece cesedinde kapalı değildir. İşte kafesten boşanmış bir kuş gibi her tarafı gezer, her tarafa gider, çıkar, dolanır.

Kabirde de kapalı olmaz, kapalı değildir. Onlar ölürler ama onların cesetleri gözden pinhan olur. Onların ruhları zaten hay’dır.

İşte Allah’a şükür, Elhamdülillah, Nakşibendi Efendimiz öyle buyuruyor: “Sair tarikatların nihayet kârını biz bidayete getirdik.” Yani burada bizim anlayacağımız sair tarikatlar esma nuru, sıfat nurundan geçmedikten sonra zat nuruna gelemiyorlar. Onlar nefis yoluyla ilerliyorlar, gidiyorlar. Bütün nefsanî arzularından geçmedikten sonra onların kalplerinde aşk tecelli etmiyor, aşka dûçâr olmuyorlar.

Ama bizimki öyle değil. Bizimkinde bidayette sana bir aşk verirler, kalbine Allah sevgisi verirler. Ama şart olan o sevgiyi muhafaza edeceksin.

Neyle muhafaza edeceksin? O senin sevginle muhafaza edeceksin. Mesela, yanan bir mum ışığını üfürdün mü söner değil mi? Su attın mı söner.

Bu nispetin, bu muhabbetin zıddı da nedir? Gadaptır, hırstır, bir de kindir.

Eğer gadabını yendiysen, hırsın olmadıysa, bir de kimseye kin tutmadıysan her şeyi bağışlayıcı olduysan senin nispetin sönmez büyür. Senin muhabbetin artar, çoğalır, büyür büyür ne zamanki kalbini doldurursa işte o zaman ne oldun?

O zaman artık daha dünyadan da geçtin, ahiretten de geçtin, cisminden de canından da geçtin. Hepsinden geçtin, hepsini kalbinden attın.

Ebterim gönülden evladım yoktur

Yuvasız bir kuşum biladım yoktur

Evlat, aile, mal, makam sevgisi hepsini kalbinden atıyorsun, bunlar çıkıyor. Çıkaran ne? Allah sevgisi, Peygamber sevgisi, Meşayih sevgisi, fark etmez.

Onun için işte sende kin olmayacak, hırsın, gadabın olmayacak.

Hiç kimseye gadaplanmayacaksın. Değil ki aile efradın çocuğun, kimseye de değil bir hayvanı dahi incitmeyeceksin. Gadabını yenmek için böyle hiddetin olmayacak.

Ondan sonra hırsın olmayacak. Bir de nefsin için menfaatçi olmayacaksın. Nefsin için hiçbir şeyi kendi nefsine layık görmeyeceksin. Her ne olursa olsun en evvel ihvan kardeşine veya komşuna veya akrabana layık göreceksin, ondan sonra kendine.

Bir de bağışlayıcı, affedici olacaksın, kinin olmayacak. Seni sevenle döven bir olacak. Bu beni sevdi okşadı, ben bunu seveyim. Yani sana iyilik yapanla kötülük yapan bir olacak. İyilik yaptı, seveyim. Kötülük yaptı; sevmeyim, kin tutayım olmayacak.

Bunlar efendim işte muhabbetin zıddıdır. Bunlar muhabbeti söndürür. Gadap, kin, bir de hırs.

Hırs u tamah, dünya sevgisi, mal sevgisi. Kin, gadap, hiddet yani insanlara kötülük yaptırır, bunlar olmayacak. Bunlar muhabbetin zıddıdır.

Zaten tarikatımızın en büyük ameli de tevazudur. Her kim ki tevazu ederse o terakki eder, yükselir.

Tevazu fetheder fettah bâbını

Tarikatımızın en büyük ameli tevazudur. Bak Cenâb-ı Hakk böyle buyuruyor: “Her kim ki Allah için alçalırsa, biz onu yükseltiriz. Her kim ki tekebbür sahibi olursa biz onun hakir ederiz.7

Bir insan davasına sahip olacak. İnsan inanmış olduğu bir davanın peşinde gider. Davasına inanmaz, laçka olursa o davanın peşinde gitmez. Laçkalıkla gevşeklikle de hiçbir şey elde olmaz.

İnsana sadakat yakışır görse de ikrah

Yani insanlar her şeye ciddi samimi olacak. Burada da ciddiyet istiyor. O zaman bizdeki ciddiyet nedir?

Heva-yı hevesten ayık olmadım

Asla bir amele faik olmadım

Esrar-ı pîrime layık olmadım

Heva-yı heves yani dünya arzularından, nefsanî arzulardan geçin. Bunlar sizi oyalar, nimetinizden mahrum eder. Bunlar sizin yolculuğunuzu başa vurdurmaz.

Heva-yı hevesten ayık olmadım

Asla bir amele faik olmadım

Yani nefsanî, hevaî arzularım beni bırakmadı ki amellerimi sağlam yapayım, işleyeyim. Amelimi de işleyemediğim gibi esrar-ı pîrime de layık olmadım.

Öyleyse burada şimdi ciddiyet lazımdır. Zaten Allah’a şükür zahir şeriatımız nedir? Namazımız, abdestimiz, orucumuz ne emredilmişse bunları yapmaktır.

Helal-haram, günah-sevap, hayır-şer bunları bildiğimiz kadar tatbik edeceğiz. Bilmiyoruz demeyeceksin, Allah seni inananlardan halk etmiş. Sen Müslüman beldesinde doğmuşsun. Müslüman anneden babadan gelmişsin. Az da olsa senin günahta sevapta, hayırda şerde bir bilgin var. Gördüğün var, gördüklerin var, işittiklerin var. Sen bunlarla amel etmen lazımdır.

Cenâb-ı Hakk’ın bize vaadi var. Buyuruyor ki: “Herkes bildiğinin âlimidir. Herkes bildiği ile amel ederse bilmediklerini biz ona öğretiriz.8” Burada iki anlam var: Anlamın birisi şudur: Sen bir günahı biliyorsun on tane günahın içinden bir tanesini biliyorsun.

 

O bir tanesinden kaçacaksın. O dokuz tanesine de rastladığın zaman bu günah mı sevap mı bilmiyorsun. Onu da öğrenirsin. O bir taneden kaçmak sana onları öğretecektir. Bu bir taneden kaçmazsan onları öğrenemezsin. Zaten o bir taneden kaçmıyorsun, onları sorup öğrenmezsin. O bir tane bildiğinden kaçarsan bilmediğini gider bilenden sorar öğrenirsin, ona göre işlersin. “Herkes bildiğinin âlimidir. Herkes bildiği ile amel ederse bilmediklerini biz Azimüşşan ona öğretiriz.” bunun bir anlamı budur.

Bir anlamı da şudur ki: Sen eğer bildiklerinle amel et bilmediklerini ledünni ilmi ile Cenâb-ı Hakk senin kalbine ilhamî bildirecek. Yeter ki inancın muhkem olsun. O bildiğinle amel et, inancın dâhilinde bildiklerini yaşa, tatbik et.

Burada şimdi bizim şeriatımız neyse amellerimizi yapacağız. Tarikattaki hizmetlerimiz neyse bunları da yapacağız, işleyeceğiz. Laçkalık olmayacak.

Bunlardan sonra mesela büyük amel bizim için tevazu olduğunu bileceğiz. Tevazu edeceğiz, herkesten kendimizi aşağı göreceğiz. Herkesten aşağı görecek ki tevazu alçalmış olsun. İşte Cenâb-ı Hakk “Her kim Allah için alçalırsa biz onu yükseltiriz.” buyuruyor.

Demek ki tarikatta büyük amel tevazudur.

Tarikatımızın büyük kerameti de “takva”dır. Hani keramet istiyorsun, takva yok, takva değiliz.

Takva nedir? Takva; korkmak, havf etmektir. Allah havfidir. Cenâb-ı Hakk: “Muttaki olun.9” buyuruyor. Muttaki olan kurtulacak, Muttaki olmayan kurtulamaz. Ama muttakinin kim olduğuna da Cenâb-ı Hakk işaret veriyor. Buyuruyor ki: “Sizin en çok muttaki olanınız, en çok Allah’tan korkan.

Demek ki tarikatımızın büyük ameli tevazudur. Ondan sonra keramet istiyorsan Allah korkusunu taşıman lazımdır.

Cenâb-ı Allah: “Ela inne evliyaellahi la havfun aleyhim velahüm  yahzenun10”  buyuruyor.  Bu  ayet  Evliyaullahların  hakkında

varit olmuş. Onlardaki havf neymiş? Yani onların havfi ben Allah’a karşı kusur işlerim, günah işlerim değil. İşte onlardaki havf ahva makamındadır. Onlarda bir makamdır. O makama ulaşmışlar o ayeti celile de onların hakkında varit olmuş, tecelli etmiş. Onlarda bir havf var. Ne havfi var? Onlardaki havf, ulaşmış oldukları bir makam, üzerlerine almış oldukları vazifenin, görevin havfidir.

Bizim de bir vazifemiz, görevimiz var. Biz de ahd-i misakımızda Cenâb-ı Hakk’a bela dedik. “Elestü bi Rabbiküm11” fermanına karşı biz bela dedik. O belayı geldik burada tekrar tazeledik. Nerede? İşte meşayih huzurunda istiğfar edip de elinden tutup “Sen, şeyh efendiliğe kabul ettin mi?” sorusuna, “Kabul ettim.” demekle o belayı, kabulü tazelemektir.

İkinci kere dünyaya doğup geliyorsun. Her bir günahından hepsinden kurtuluyorsun. Kul hakkı bile sende kalmıyor. İnanın bak, Şeyh Efendimiz’in sohbeti, büyüklerimizin bize emridir.

Ama bunu zahir ulemâ kabullenmesin, ne edelim? Onlar muhalefet ediyor, onlar çünkü anlayamıyorlar.

Âlimlerde bir esrar var, velilerde bir esrar var. Âlimler velilerin esrarını, ilmini bilemiyorlar. Onlar çünkü satırdan okumuşlar. Ama Evliyaullah kalbinden okuyor. Evliyaullah’ın hocası Allah’tır, Ledünni ilmi öyledir.

Ledünni ilmini okuyorsa hocası Allah’tır. Müzakerecisi de Resulullah.

Onun için demek ki tarikatımızın büyük ameli tevazudur. Eğer keramet istiyorsanız, keramet de insanlarda bir varlıktır. Kerametten de geçmek lazım. Büyük keramet insanlarda Allah havfi, Resulullah’ın havfi, Meşayihinin havfidir.

Acaba benim Meşayihime layık olmayan bir halim var mı? Acaba benim yemem, içmem, almam, vermem, ibadetlerim, amelim, sözüm, hareketlerim şeyhime uyuyor mu? Bak bunun havfini çekin. İşte keramet istiyorsanız budur.

Tarikatta kemâlât mahviyettir, yokluktur. Keramet kemâlât değil. Kemâlât yokluktur. Her kim ki yokluğa düştü kemâle ulaştı.

Âşık imdi varlığın ver yokluğa

Yokluk içinde sana varlık doğa

Allah’ın sıfatları bir kulda tecelli ederse işte kemâlât budur. Ama Allah’ın sıfatları kimde tecelli eder? Mahviyete düşen, varlığından kurtulanda tecelli eder.

İlim de varlık, amel de varlık. Efendim, onun sa’yı, ameli neyi varsa her şeyi varlıktır. Ben ettim, ben okudum, ben şu ameli yaptım, ben şu keramete ulaştım, sa’yı da varlıktır.

Bunlardan kurtulmadıktan sonra kemâlâta ulaşamıyor. Demek ki kemâlât nerede? Mahviyette, yokluktadır.

En büyük kemâlât mahviyettir.

En büyük keramet, havf takva olmaktır. En büyük amel, bizim için tevazudur.


1   Ra’d, 13/28.
2   Zümer, 39/71.
3   Zümer, 39/73.
4   Nûr, 24/37.
5   Ömer Dağıstani, Fetvalar, S.149.
6   Âl-i İmrân, 3/31.
7   Hikmet Goncaları Trc. (500 Hadis-i Şerif) 397.
8   Camiül-ûlum vel Hikem, c. 1, s. 342.
9   Bakara, 2/2, Duhan, 44/51.
10 Yûnus, 10/62.
11  A’râf, 7/172.