EFRAHİM EFENDİNİN

DİLİNDEN ABİSİ

ABDURRAHİM REYHAN EFENDİM

Söyleşi: Mehmet Ali Demirci

Tepecik

 

2011

 

 

17 EYLÜL 2011-TEPECİK

 

Bizim tarikatımız muhabbet tarikatı. Muhabbet yemeyle de olur, sohbetle de olur. Tamam mı? Tarikat muhabbettir, sohbettir. Sohbet olacak, muhabbet olacak.Ama mübarek Paşam da buyururdu ki: “Bizim tarikatımız yeme tarikatı, muhabbet tarikatı.” Hem yiyeceksin hem muhabbet olacak. Yani kuru kuruya muhabbet olmuyor. Olmuyor değil mi? Amenna. Ha ne vardır burada?Öyle buyururdu ki israfa kaçmayacaksın, israfa kaçmamak şartıyla yemek de, yedirmek de muhabbettir.

Evet, bizim tarikatımız hoşgörü tarikatı, efendime söyleyeyim, muhabbet tarikatı, sevgi tarikatı, bağışlama tarikatı. Bunların hepsi var ama yemesi de var içinde. Yemesi ne buyururdu? Derdi ki yemeyi, ihvan birbirine yedirdikçe birbirleriyle samimi olur, muhabbet olur. Yemek, yedirmek de. Olan olmayana yedirecek. Ama olmayanı da hor görmeyecek, onun da bir şeyi varsa; onunda bir sofrası varsa orada da bulunacak.

 

Ne olur? Senin elinde olur sen dersin ki işte ağır ziyafet çekersin. Yani maddiyata döktüğün zaman işte atıyorum 500 liralık ziyafet çekersin. Ama benim de elimde bir şey yok, ben de fakirim diyelim. Ben de işte ziyafet çekerim 50 liralık. Onu hor görmeyeceksin, onu alçak gönüllü olup yiyeceksin. Öteki fakir de, öyle buyururdu, derdi ki yani peynir ekmek olsa zeytin ekmek olsa alçak gönüllü olup onu yemek lazım.

 

 Ama fakir de yahu bu bana büyük ziyafet çekti kalkıp kendi gücünden üste gidip bir şeyler alırsa. Çoluk çocuğunun nafakasını oraya verirse yani ziyafet yapacağım diye borçlanırsa o israf olur. Onun gücünün dışarı çıkmayacak. Gösterişe kaçmayacak.

Onun için bu tarikatımızda muhabbet vardır. Nerede şimdi efendim,zaten biz bağırıyoruz bir şey olduğu zaman. Efendim yediriyor, Efendim giydiriyor. Ee getirdi efendim. Rabıtalı olduktan sonra… Yeter ki rabıtalı olsun, yeter ki Efendim olsun.

Efendimin eskilerden biz işitirdik, mesela Keleriç’te iken mübarek gelen ihvanlara böyle kendi eliyle yemek, kahvaltı hazırlarmış özellikle.

O günlerden buyurabilir misiniz efendim?

Şimdi Efendim mübarek görev verdikten sonra mecbur tabii köyde görevi aldı. Önceleri yanar odalar vardı. Bugünün köy odalarına benzer fakat insanların ortak yaptırdıkları değil kişilere has odalar. Bizim hatmemiz kış aylarında bazen Abdülaziz Efendinin orada, bazen de Muharrem Efendinin yanan odasında yapılırken; yazın da Keleriç’teki evin bahçesinde dut ağacının dibinde yapılırdı... Dut ağacı yıllarında Efendime görev verilmemişti. Beşir Efendimin müritleri vardı İbrahim Ağa, Muharrem Efendi, Abdulaziz Efendi ve Hafız Mısırlı, bizim köyden Pişkidağdan gelen Ahmed Efendi, Eniştesi Muharrem Efendi, çok güzel beyitler söyleyen yanık sesi olan Kel Osman vardı ki bunlar hep ihtiyardı, Efendim çok gençti. Cami sonradan yapıldı.

 

Paşam Hazretlerini zahiren tanıdığı zamanlar kaç yaşlarındaydı? Ve o günlerden birkaç şey ile başlasak.

Paşam bir defa bizle Paşamı tanıdığı zaman, tanımak dersen eğer Paşamla hiç aklı kesti keseli Paşamla diyalogumuz kesilmedi. Küçük yaşlarda da… Küçük yaşlardan belli. Çünkü rahmetlik anam Şeyh Beşir Efendiye çok hizmet etmiş. Hanenin büyük geleni yani ailenin büyüğü olarak kaldı.

O zamanlar Beşir Efendimin oğulları,mübarekler tarikata pek önem vermediler. Bir tek Ahmet Efendi bir parça, o da Dede Paşamdan dolayı sonradan böyle çok şey yaptı. Mesela Fahrettin emmim, Celalettin emmim,Tacettin emmim bunlar ancak Efendim görev aldıktan sonra Efendimden ders aldılar.

Onlar da Beşir Efendinin nasıl diyelim şeyini (nispetini) yürüten kimdi? Bizim haneyi şerif, yani annem rahmetlik. Annem bir esik etekti. Ama bütün ihvan bu gördüğün Ahmet Efendi, Muharrem Efendi, Pişkidağlı damadı Kel Osman derlerdi, işte Abdulaziz Efendi bunlar bütün bize daha Efendim henüz görev almadan bize çok büyük hizmetleri vardı, bizim evde hatme hiç eksik olmadı. Gözsüz (âmâ) halam vardı, o da kadınların hatmesini okurdu.

Hele bir de o Muharrem Efendi vardı ki... Eskiden köylerde kabile, kabileler vardır biliyor musun? Herkes bir kabiledendir. Zayıf kabileleri ezerler. O Muharrem Ağa, bizim de köyde kimimiz kimsemiz yoktu aile olarak. O Muharrem Ağa Allah gani gani rahmet etsin, böyle kanadının altına almış bizi ezdirmezdi, kimseye söz söylettirmezdi.Efendim ortada yokken. Beşir Efendinin müritleri bunlar.

Paşam devamlı bize ziyarete gelirdi. Gözsüz Halam var orada çünkü. Yani büyük, birinci hanımından olan Gözsüz Halam, babamın öz bacısı. Ona rahmetlik annemin çok hizmet etmesine, biz ana diyorduk, onun çok hizmet etmesine memnun olduğundan ona şehirdeki tekkede hususi yer tuttular. Yani Ahmet Buyruk’un durduğu yerde diyelim Celalettin Buyruk ile Ahmet Buyruk eski tekkede, dedemin yerinde duruyordu.Taksim etmiş diğerlerine de başka yerler düşmüş diyelim. Bunlara orası düşmüştü. Bir pavyonları(Pavyon: Şimdiki TOKİ özelliklerinde, o günkü şartlarda devletin yardım etmiş olduğu konutlar, deprem evleri) vardı, Fahrettin emmime düşmüştü, bir pavyonları var, Celalettin emmime düşmüş, mesela Tacettin emmime düşmüş ama Celalettin ile Ahmet’e de orası düşmüş. Orada bahçenin eski tekkenin bahçesinin yerinde hususi ona ait dam yaptılar yani o zamanın baraka diyorlardı, baraka yaptılar. Burada dursun, ihvanlar buna hizmet etsin diye. Ben Tûbi’den ayrılmam. Annemin adı “Tûbi” ben Tûbi’den ayrılmam. Çünkü Tûbi annem,Tûbi anam onun her türlü hizmetini yapmasını biliyor ve çok hassastı, Allah gani gani rahmet etsin. Ama zaten yedi yaşında gözleri âmâ olmuş.

Şekerden dolayı mı Efendim?

Su çiçeği

İsmi neydi Efendim?

Mahbub

O, o kadar hassastı ki nasıl diyeyim ki yani? Ancak anam onun kahrını çekerdi.Yani annem ancak onun halinden anlardı. Akşamları Halamın yatağını özenerek sererdi, kimseye serdirmezdi. Şöyle ki: En alta hasır, hasırın üzerine palas, palasın üzerine pamuklu hırkalar, pamuklu hırkalar üstüne de yün döşek, yün döşeğinin üstüne de çarşafı sererdi. Birini koyup birine geçiyoruz ama. Ondan dolayı Paşam sık sık gelirdi. Zaten Gözsüz Halam vefat ettikten sonra gene anam için geliyordu. Köye gittik de o kapıyı gördünse, dış kapının aralık var dereden geçen yer, ora aralık. Oraya geldiği zaman mübarek Paşam, şah dedemiz, Dede Paşa Hazretleri oraya geldiği zaman ayaklarını çıkarıyor dizleri üstünde gelirdi ta kapıya kadar.

Şimdi yokuştan çıkıyorsun bir kapı var. Kapıdan içeri geçiyorsun bahçeye. Bahçenin başlangıcı. Oradan ki af buyur o zaman oraya çöplük de yığardık. Böyle kenara hayvanların gübresini yığardık. Yol dardı böyle. Oradan oraya kadar dizleriyle sürünerek gelirdi. Kanatlı kapımız vardı, kanatlı kapıdan içeri giriyordu,küçük mabeynimiz vardı. Bir sola gidiyorduk tandırlık işte kiler, bir karşıya geçiyorduk bir odamız var bir de sağda bir odamız var, iki odamız var yani. Gözsüz Halam onların birisinde oturuyordu diyelim. Vefat ettikten sonra onun yerini biraz daha tazelediler, yenilediler yani o zaman baraka idi sonradan oda yapıldı babamdan sonra diyelim. Babam 44’te vefat etti, Gözsüz Halam 52’de mi 51’de mi vefat etti yani böyle arada fark var yedi sekiz sene. Rahmetlik anamın cezbesi de çok acayip ve ağırdı. En az iki saat kendine gelmezdi. Yani böyle şeyleri daha henüz Efendim ortada yokken daha on beş on altı yaşlarında…

Sonradan tabiî ki zahir olarak daha önceden de anlattık bir daha hata olmazsa inşallah hataya düşmeyiz, taklidini yapıyoruz. Muhammedül Emin gibi mübarek köyün teveccühünü kazanmıştı gençliğinde. Daha henüz on, on iki yaşından tut da artık on beş, on sekiz yaşlarına kadar.

         Babam 944’te vefat etti ondan sonra. Babamı eğer anlatacak olursak rahmetlik babam imammış, resmi imam. Böyle Şeyh Beşir Efendi’den Efendim Piri Sami Hazretleri gel!.. Muhammed Beşir eğer tarikata daldıksa tasavvufa daldıksa biraz geriden almamız lazım ama o kadar söylüyorum orada.

Muhammed Beşir gel buraya demiş, aynı böyle. Bir posta iki aslan oturmaz, bunu okumuşsunuzdur kitaplarda da vardır. “Ya sen ya ben Tercan ile Bayburt sana” demiş. Bayburtla Tercan’ı birbiriyle birleştirmesi için Bayburt ile Tercan arasında sınır Otlukbeli’nin köylerinden biri köyün ismini unutuyorum fakat adamın ismini unutmuyorum. Ahmet Efendi isminde birisi. Buna göğüs germiş. Almış orada oturmuş, evinde oturmuş bahçesi genişmiş, evi genişmiş. Evinde oturtturmuş, bu mübarek buradan tebliğe gidiyor Bayburt’a Tercan’a buralara tebliğ yapıyor. Bu arada işte o köyden köylülerden, Köy de biraz köyden dışarıymış, üç yüz metre kadar köyden dışarıymış. Köylülerden sen bunu nereden getirdin, bu adam milleti kandırıyor demişler. Adama şey yapmışlar çıkışmışlar, kavga nizah olacak olmuş. Çok kısa gidiyorum bunları. Şah dedemiz de demiş ki Ahmet Efendi demiş bize hicret göründü. Aman efendim demiş onlar bir şey yapamazlar bana, onlar kim ki şeklinde ifade etmişse de demiş yok. Sen köylü ile rakip olma demiş. Ne derler düşman olma demek istiyor. Deyip gidecek tabii bir şey diyemiyor, emir.

Oradan geliyor Tercan’ın Edebük köyüne yerleşiyor. Edebük Hunlara (Beşkaya) iki saat. Anlatacağım şey şu: Oradan rahmetlik babam Hunlara gelip imam oluyor, resmi imam. Devletin imamı da o zamanları hem muhtarmış hem devletin memuruymuş hem köyün imamıymış. Yani hem dini imam hem de devletin memuru. Yetkili yani. O zaman bu muhacirlik olmuş. Muhacirlikte muhacir olmuşlar bunu askere istemişler. Babam daha önce askere gitmemiş, askerliğini yapmamış, askere istemişler. Köylü gitmiş uğraşmış, dilekçe vermiş ki köyümüzün kimsesi yok, herkes köyden gitti; bizim hocamız, muhtarımız yok şeklinde. Dilekçeyle durdurmuşlar onu, muhtarı götürmemişler.

Gün gelmiş işte diyelim hicret etmişler, gelmişler. Geldikleri zaman bizim köyden de Pişkidağ, Şeyh Beşir Efendiye nüfus açıyor. Şeyh Beşir Efendiyi misafir ediyor orada. Neyse yediriyorlar içiriyorlar. İki üç ay aradan geçtikten sonra arkadan tekrar geliyor muhacir. Onlar Tercan’dan buraya geldiler ya 100 km. tekrar arkadan gelenlere yer açılsın diye bunları ileriye itiyorlar. Tekrar bunlar gidiyorlar Zile’ye. Zile’den de tekrar duraklama kalkıyor gidiyor ta Kırşehir’e geliyorlar. Kırşehir’i bilirsin, Kırşehir’e geliyorlar. Tabii bu arada bir buçuk seneye yakın geçmiş. Ondan sonra geri dönerken yine babam orada imammış. Kırşehir’de imamlık etmiş. Cacabey camisi var orada. Nasip oldu gittim gördüm. Hatta Şeyh Beşir Efendinin ikinci hanımı Fadime Hanım da orada yatıyor. Orada vefat etmiş.

         Şimdi orada da imam olmuş.İmamlıktan sonra geriye dönüyorlar. Artık muhacir yerlerinden Rus çekilmiş, geri dönüyorlar. Rahmetlik o da gene Hacı Ahmet isminde birisi varmış. Ki "şeyh babam" diye seviyormuş yani çok sevmiş bir insan. Aman Hüseyin Efendi sen gitme bu bağım, bahçem bu evler senin olsun, demiş.Çoluk çocuğu da yokmuş. Bu evler, bağım, bahçem senin olsun sen gitme, demiş. O da babasına mübarek Beşir Efendime söylemiş, dedemize. Demiş böyle böyle. O da hiç ses çıkartmamış. Ses çıkartmadığı gibi demek ki, babam razı değil, dönmüş gitmiş.

Şimdi ondan sonra neyse uzatmayak. Cumhuriyet ilan ediliyor. Gelelim oraya. Cumhuriyetin içerisinde babama diyorlar ki sakalını kes ki seni memur yapak.  Efendimde bu çok geçmiş, Kara Vaiz isminde birisi vardı bizim köylü. Bir o, bir de bu Piri Sami’nin küçük oğlu Alaaddin Kırtıloğlu. Bunlar babamla beraber arkadaşlar, talebeler okul arkadaşları. Onların ikisi sakallarını kesiyorlar. Maarif diyorlar, Milli Eğitimde öğretmen müfettiş olarak, ikisi de müfettiş olmuştu.İkisi de kırk, kırk beş seneyi orada geçirdiler. Ama babam dedi ki ben ne sakalımı kesiyorum ne de memuriyet isterim.

Fakat çalışmayı severmiş becerikliymiş mübarek. Böyle Efendim gibi ferasetliymiş. Takım düzmüş kendine.Nasıl takımlar biliyor musun? Ben kalktım kavuştum.  Bir takım yeri vardı, böyle o takım yerinde şimdiki o matkaplar nasıl iki milim, beş milim, on milim, on beş-yirmi milime kadar varsa, o zaman da böyle burgular vardı. Ağaç burguları. O zamanlar demir işi yoktu. Böyle kaynak demir yok. Kaynak işi yok ki demir de olsun zaten. Ağaç işi olduğu için o burguların her birisi sanki bir matkap burgusu gibi. Ne kadar desem? En küçüğünden,  parmağımın şu kadarına kadar burgu vardı. Boy boy. Ona göre testere çeşit çeşit. Ona göre keserler ne bileyim. Mıh, şeyler vardı üç tane, böyle büyüklü küçüklü rendeler. Onlarla zaten ağaçları yapıyorlar yani bir takımı vardı bayağı. Dülgerliği vardı yani.Saban kuruyordu. Şimdi burada geleceğimiz şey, Abdurrahim Efendiye geliyoruz.

Babam vefat etti tabiî ben çocuğum. Bu büyük kardeşim, sen söyle büyüklük satıyor. Dört yaş büyük ya, ondan. Sen dur ben yapacağım diyor. Şimdi saban getiriyorlar veya herhangi bir şey getiriyorlar yapacaklar, o takımları ama. Mübarek abim hem ferasetli hem de babamın yanından hiç ayrılmamış.  Onu biliyor, görüyor. Öğrendi öğreneli yapıyor. Büyük abim yapamıyor alıyor bozuyor. Ben bunlara iyi kavuştum. Kendi yaşadığımı söylüyorum. O diyor ki, kardeş diyor bozacaksın! Adamlarla düneyin, sen hengâme çıkarttın, adamlar geldiler. Har har kavga dövüş. Sen bugün niye bunu yapıyorsun? “Bırak ben yaparım.”“Sen dur ben yaparım.”Büyük ya. Ama birkaç defa yaptı yaptı olmadı. O saban kuruyorlar. O saban da eheng deriz böyle ömçekli alttan böyle duracak aynı bu parmağım gibi, biliyor musun böyle, burası böyle olacak burası böyle olacak. Buradan tutuyorsun saban böyle gidiyor. O deliğinden ok diyoruz, kılıç diyoruz. Anlıyor musun? Yani biraz hassas bir şey. O delikleri öyle deliyor ki oturtturuyor ki. Gönyesinde oturacak.Bugünkü torna onu öyle yapamaz. Gevşek olsa hıldılar. Sıkı olsa vurduğun zaman deliyor, yarıyor orayı, efendim. İyi yapamıyor o. Bu da istediğin gibi,şekilde yapıyor orayı. Neyse ki sonunda ayağına vurdu keseri, büyük kardeşim. Ayak keseri, o zamanlar böyle şu bu yok. Koca kütüğü,şu kadar kütüğü keserle yonta yonta, bu hale getiriyorsun. Şu kadar ağaç ediyorsun. Anlıyor musun? Küçültüyorsun.Tabiî. Ondan sonra el keseri ile düzeltiyorsun. Rende midir neydi? Bilmem ne diyorlardı onunla yapıyorsun. Bir hayli emeği var onların. Oradan nasıl ayağını o büyük keseri, ayak keseri diyoruz. Onunla nasıl vurduysa bir daha yapmadı.

Ama Abdurrahim Efendi bütün o takımı, o tezgâhı o çalıştırdı. Eğer fahri, insanlığı seviyordu, kimin kapısı bozulsa işte bilmem ne ayarı düşse, penceresi bilmem ne olsa, alıyor gidiyor onu yapıyordu.  Para almazdı mesela. Eğer ne bileyim bir tek sabandan para alıyordu. O zamanlar sabanlarda iki liraya kuruyorlardı yani. Sonra iki buçuk lira oldu. Öyle yani. Sabanı kurardı. Kurma derlerdi yani. Sabanı eheng getiriyor, okunu ağacını o getiriyor. Sen yapıyorsun onu takıyorsun.

Yani o zamanlar hem ustalığından dolayı hem ahlakından dolayı hem sonunda okuyup da bu odalarda okumasından dolayı, köyün bir defa sevileni olmuştu. Çok sevilen, efendim diyor, Abdurrahim Efendim de öyle derdi. Efendim geldi efendim gitti.

Hiç okula gitmiş miydi Efendim?

Yok, yok.

Osmanlıcayı çok iyi okuyordu, dediniz.

Efendim onu kendi kendine okudu. Heceleye heceleye okudu. Bir Hafız Mısırlı vardı, Hafız Mısırlı.O, Efendimden biraz Allah rahmet etsin tabiî biz şehadet etmiyoruz. Biraz şey halleri varmış. Köylü biraz sevmiyordu onu. Ama sonunda çok büyük dönüş yapmıştı, çok esaslı böyle hizmete layık birisiydi. Biraz okumuştu. Bazı şeylerden yani ondan böyle okumak değil de tarife öğüt olarak şöyle olursa şu olur, şöyle olursa şu olur. Bunu almıştır belki ondan. Onun diz çöküp önünde okumuş değil katiyen.

Bu siyer mi okuyordu efendim,yoksa bu cenk hikayelerini?

Cenk şeylerini. En çok o siret-i nebi vardı. O siret-i nebi zaten Peygamber Efendimizin cenklerini anlatıyordu. O şimdi makamla okuyordu. Geldilerde vurdularda, kırdılarda, şöyle yaptılar, böyle yaptılar, bir de bakarsın cemaat anlayanlar, bunu herkes anlayamıyor. O anlayan cemaat, orda bir yerde mübarek sıkışıyor. Küffar onu sıkıştırıyor. Vay vay vay canım çıksın, vah vah vah canım çıksın. Bir de bakarsın ki cemaat, öyle der. Bir bakarsın sevinir. Oh çekti kılıcını vurdu. Şöyle yaptı böyle yaptı. Böyle anlatırdı ama, bunu hem hikaye gibi anlatıyor hem de bunun makamıyla okuyordu. Yani çok acayip şey lazım ona lügat mi diyorduk? Ne diyorduk? Acayip lügatlerdi. Köyde bir kişi vardı. Ahmet Efendi isminde birisi, o şimdi nasıl deyim, Allah rahmet etsin tabi, öldü gitti. Onun okuduğu kitapta diyelim ki on kişide bir kişi anlıyorsa efendimin okuduğu kitabı on kişide on kişi anlıyordu. Ses seda da orada dursun.

Peki, efendimin Paşam ile ilk görüşmesinde o merekte yaşananları anlatabilir misiniz efendim. Orakla küçük parmağını kesmiş…Gıcı parmağı mıydı?

O değil, onu kendi kesti. Akrep saçtı onu. Acısına sancısına dayanamadı. O kendi kesti parmağını. Onun ikinci parmağı şu parmak şuradan yoktu. Yani tırnak mırnak yoktu burada. Şu kadardı, kısaydı. Onu dehre (testere) kesmiş. Ot döverdi, ot.

Efendim akrebi sokmasını anlatıp sonra ona geçebilir misiniz?

Efendim sancısına dayanamadı. Onu iki defa akrep sokmuştur. Ama birisinde tecrübe olmuş, birincisini anlatayım sana. O zamanlar efendim güçlük altındaydık. Nasıl deyim? Bu ikinci halife olan Abdurrahman Efendi, aynı zamanda bacımın kaynatası, o bizi himaye ederdi. Caminin imamıydı. Caminin de tarlaları vardı. O tarlaları bize veriyordu. Maraba sürerdik. Maraba demek yarısı bizim, yarısı onların diyelim. Evet bizim tarlalar bize yetmiyor tabii. Biraz rençberliğimiz ağırdı,o vakitler onunla geçiniyorduk. Başka gelirimiz olmadığı için biraz malımız vardı.

Şimdi öküzlerle gitmiş, tarla da susuz. Şimdi susuzlara hiç kimse bakmıyor ki efendim Allah vermiş. Nimet çok. Sulu tarlaları kimse ekmiyor. O zamanlar öylemiydi efendim? Susuz, dağdaki susuzları gidip ekiyorduk. Gitti susuzları ekmiş, sürmüş nasıl olduysa yavşan otu mu topluyormuş, ot mu topluyormuş nasıl ettiyse ondan sonra akrep sokmuş. Bir fizahla geldi. Öyle çok zalimdir onun acısı ha, çok acayiptir ağrıması. Durmak mümkün değil. Gözünün yaşı durmuyor. O ağlıyor biz ağlıyoruz. Ondan sonra bizim haberimiz olmadan git sen bıçakla burayı kes. İğnesini mi düşürmüş? Sancı gider diye ama baş üstü olsaymış belki olurmuş. Ta aradan geçmiş üç dört saat. Yayılmış sancı vücuda. Allah göstermesin kalbi durduracak bir şey sancısı, çok acı sancı. Ondan sonra parmağını orada kesmiş bıçakla o öyleydi.

Ama ikinci bir saçmasında ben yoktum, askerdim herhalde. O zaman hemen nasıl etmişse orada görmüş saçtığını.Ya acı zehrini az döktü yahut da hemen ne etmiş mübarek, hemen bıçakla kesmiş burayı dilmiş emmiş tükürmüş, emmiş tükürmüş. Yani sancı akrebin zehri vücuda yayılmadan önlemiş. Ama o yine sancıyla durmamış, gelmiş eve nasıl olmuşsa orda bayağı yoğurda soktular. Yoğurt temizlermiş dediler. Yoğurdun içine parmağını soktu, yoğurdun içinde beklettiler. İşte bir müddet sonra sancısı kesildi. Yani iki defa saçmıştı onu akrep.

Şimdi bu şey de öyle mübarek Paşamdan intisap ettikten sonra bayağı hâl geçiriyor. Bir müridin hakikaten çok içten samimi bir şeyi varsa o bir hâl geçirir yani, ne edersen et. İçten bağlılığı varsa sevgisi meşayihe çoksa o muhakkak bir hâl geçirir. Bir hâl geçirdiği zaman o zamanlar dedim ya köyde sabahleyin kalkıyor mübarek. Ondan küçük benden büyük iki kardeşim daha var bana da gücü yeter yani. O büyük kardeşim de var. Daha henüz hep aileyiz bir aradayız ama sanki bu mâl bir tek bunun. Sanki bu evin bir tek sorumlusu bu.

Sabahtan kalkıyor, namaza gidiyor. Babamın mezarlığının yanında bir cami var. Köyün başka camisi yok o zaman. Oraya gidiyor. Efendim bağışlayın o zamanlar çeşme yok, evde değil su, yani çeşmeler de yok. Ortada gördüğün dereden çay akardı. Evet o buzu kırar orada abdest alırdı. Ben mesela yedi sekiz yaşlarındaydım. Beni annem rahmetlik camiye yollardı. Oradan abdest alıyordum soğuk. Gelirdim gözlerimden öperdi, bana rüşvet verirdi, şu verirdi, benim oğlum şöyle oh oh oh. İşte sabah namazı şöyle olur, öğle namazı böyle olur. Yani böyle de bizi teşvik ediyordu anlıyor musun?

İşte Abdurrahim Efendi de her gün oraya gelip giderdi. Oradan geliyor, geldikten sonra af buyur ahıra gidiyor. Elbiselerini değişiyor, ahır elbisesi var giyiyor. Ahırda o günkü malların altını temizliyor. Alafını veriyor bir de sabaha kadar ot lazım. Otlar bizde horum horumdur böyle yani bağ bağ şeklinde diyelim. Horum horum yığıyorsun onu. Onları şimdi malların önüne getirip dağıttığın zaman bütün yem dökülüyor ayaklarının altına zayi oluyor. Ama böyle küçük küçük doğrayıp samanla karıştırırsan eğer samanı da çok lezzetli yiyorlar. Hayvan şimdi ot dururken samanı yemiyor. Ama nasıl saman karıştırınca yiyor. O da öyle hassastı ki mübarek onun dövdüğü otu kimse dövemezdi. Gelirdi otunu döverdi, yarına yetecek kadar ot döverdi.Ondan sonra çıkar gelirdi üstünü değişirdi. Bir daha yarına kadar ota girmezdi.Ot çünkü toz, duman, kirli. Ahırı desen yani mübareğin her şeyi temizdi. Bizim çöplük nasıl gidersin bakarsın bir tane ot saman bulamazsın. Ama ellerin çöplüğü yarı yarıya ot saman. Niye? Öyle veriyorlar. O döver verirdi.

Oradan gelmiş o zamanlar öyle muhabbetli zamanları, deli deli zamanları otu dövmüş söylüyor. Hiç durmadan söylerdi. Gazel söylerdi, Salih Baba’dan hep. Ondan sonra orada hem söylüyor hem gidiyor bakıyor ki, efendim, odada oturuyoruz. O zaman odalarda soba yanıyor. Kimsede oda da yoktu yahu! Hanımlar koymazdı ki sabahtan yatalım çocuğuz. Hani okula gidiyoruz, bilmem ne ediyoruz. Mal mülk görüyoruz, sağa sola bize göre iş veriyorlardı, boş koymuyorlardı yani. Azıcık koymuyorlar ki yatak. Sabah ezanı namazdan sonra dökülüp geliyorlar. Başka yerde soba yok ya. Ekmeği koltuğuna koyan geliyor sobada ısıtıp yiyorlar, işte ısınıyorlar vesaire. Kimse yok rahmetlik anam kadın onlar da kadın.

Efendimin hal geçirdiği zamanlardı, Efendim için bu hal çok ağır geçerdi. Efendimin hal'inden sadece anam anlardı. Herkes laf söylerdi. Efendim nere baksam onu görüyorum derdi. Bağda bahçede her yerde beyitler söylerdi. Günlük otunu döverken sabah namazından sonra yine beyitle muhabbetle dehre ile döğerken, hal geçirmişti. Bizde işte daha sabahtan biz yatıyorduk anam da rahmetlik makatta oturuyordu bir iş görüyordu elinde. Ne iş görüyordu hatırlayamıyorum. Beyit kesildi. Biz yukardayken anam hissetti herhalde ki birden el etti bir değnekle yanaştı ona şahidim. Aman aman oğlana bir şey oldu dedi. Kalktı hemen seğirtti (koştu) mereğe. Artık bilemiyorum, bir şey demiyorum. Belki hataya düşeriz ama keramet sahibi, feraset sahibi. Ses söylüyordu ya sesi de geliyor oraya böyle inceden, Tık, tıkda sesi de geliyor. Ama ahanda ot bitti, dövmüştü ot bitti. Yahut bir daha söylemiyor türkü, beyit neyse yani bu bir şey oldu demesinde efendim bir şey var yani böyle doğrudan doğruya. Kalktık koştuk gittik herkes benden evvel tabii gitti en küçükleri benim daha yukarıdan gördüm ki kaldırıyorlar otların içinde samanın içinde kaldırıyorlar havaya yüzü gözü de kanlı görünce ben de çok sevgili kardeşim kalk kaç diyorum. Yüzü gözü kan içerisinde.  Neyse getirdiler yüzünü gözünü sildiler su döktüler ayıktırdılar ettiler. Allah’tan ki o zaman şu parmağını kesmişti. Şu parmağını şuradan kesmişti. Buradan kesildiği için kendi kendisi çırpınmış, onun için parmağı buradan yoktur, kesilmiştir.

Onunla iki buçuk sene içerisinde bir de şunları yaşadık. Paşamın ismi geçmeyecek. Dede Paşa mübarek gelmiş, Ankara’ya gitmiş, Ankara’dan gelmiş aha Bayburt’tan Erzincan’a gelmiş yahut işte bir yere gitmiş yahut bir şey olmuş dediği an, Paşamın ismi geçtiği an kendinden geçiyordu. Anam orada işte böyle bir makat vardı makatta gider malını görürdü yahut gelirse misafir onunla ilgilenirdi veyahut da çok önemli bir şey oldu düğüne de gitmezdi katiyen. Çünkü eskiden düğünler böyle cehri çalgılı yapılırdı, içkili ve oyunlu olurdu bizleri de kat'iyyen hiç koymazdı. Gelin getirirlerdi davullu zurnalı ise bizi kapının önüne koymazdı çıkalım. Çünkü orada menhiyet yani haram olan şeyler içiyorlar bağırıyorlar çağırıyorlar nara atıyorlar bilmem ne. Koymazdı keserdi. Zaten rahmetlik anam da hiç kat’iyyen gitmezdi öyle.

İşte Paşamın ismi geçtiği an o makatta oturuyor. Diyecektim ki o, makatta oturur okurdu. O kendi kendini yetiştirmişti zaten. Yani onun için kimseden bir yer okumamıştır. Kendi kendine okumuş yetişmiştir. Bizim bir hafız vardı Kelkitli Süleyman hafız vardı o Hacı Efendi vazife yapamadığı için caminin imamıydı, ondan Kur'an’ın tecvidini okudu. O çok düzgün kıraatli, ahlaklıydı. O da sakalını kesmedi memur olmadı mesela.  Sakalını kesmedi. Şeriatı kuvvetliydi. Biraz ondan okumuştur Kur’an üzerine tecvit almıştır. Yoksa gerisi kendi kendine yetmiştir.

Diyeceğim şey orada oturuyor kendi kendine okuyor, muhakkak okuyor. Neyi okuyor? İşte bu ilmihal çok okurdu efendime söyleyeyim. İşte Paşamın ismini duyduğu zaman böyle… İşte onu diyeceğim birisi gelse Paşamın isminden bahsetse, kapıdan içeri girse Paşamdan bir şey bahsetse bir şey etse o oradan nasıl aha buradan nasıl böyle sıçrıyorsa dersin lastik top, inan. Nasıl oluyor, ne ediyor mübarek lastik top. Nasıl sıçrıyor tavana değiyor kafası kapın arkasında düşüyor çırpınıyor çırpınıyor kendine gelmiyor. Rahmetlik anam onu kaşıyor kaşıyor, ovuyor ovuyor. Yahut diyelim ki ben söyledim yahut başkası söyledi bu sefer bizim üzerimize bakar durur. İşte niye böyle ediyorsunuz, yapmayın. Söylemeyin yani niye böyle ediyorsunuz şeklinde derdi bizim rahmetlik anam. Kapıdan içeri girene o mübareğin ismini ağzınıza almayın, konuşmayın. Böyle keserdi önümüzü. Niye? Çünkü onun ismini duydu mu tamam geçiyordu kendinden. Onunla da rahmetlik anam öyle o hâlde iki buçuk sene boyunca o hâldeyken onunla sanki körpe çocuk gibi ilgilenirdi. Öyle onu gözüyle takip ediyordu. Böyle şiddeti iki buçuk sene sürdü.

Peki, Çocuklarıyla o hâlinde ilgilenebiliyor muydu?

Ha,ilgilenirdi ama yüzüne bakmazdı inan ki. Bizim yanımızda zaten edep, terbiye ederdi anamın yanında çocuklarla. Biz öyleydik paşam. Ben bir kardeşimin yanında hiçbir çocuğun yüzüne bakamazdık. Büyük kardeşlerimizin yanında, anamın yanında yine bakardık da büyük kardeşlerimin yanında o şey edemezdi. Anamın yanında da bakmazdı o, çekinirdi çocuklarına hiç. Vehbi küçük, elden ele seviyoruz. Çocukluğu da has, sevilecek bir şey. Hiç dönüp bakmazdı yüzüne.

Geçiminizi nasıl sağlıyordunuz?

Rençperliğimiz ağırdı, bizim çok ağır yükümüz vardı, şimdi paşam ben işte altı yedi yaşımda başladım dana, kuzu otarmaya. İneklerin yavrusunu, koyunların yavrusunu otarmaya. Ondan sonra onları işte Gülden Bülbüllere’de yazıyor, gözüme çarptı. O zaman köy koruyuculuk işi çıktı. Onları kaldırdılar, bu sefer onlar bitti. Bu sefer bize öküzü otlattırırlardı, öküz otarırdık. O öküzleri otardığım zaman on iki yaşımdaydım. On iki yaşımda mübarek on iki yaşıma kadar beni hep korudu, böyle dersin kanadının altında kuş, yavrularını nasıl koruyorsa öyle korudu.

Şimdi on iki yaşımdayken askere gitti mi? Askere gittikten sonra benden büyük iki kardeşim var.Bunlardan bu büyük kardeşim biraz sertti, geçinemediler. Bunlar kaçtı gittiler mi gurbete? Biri İstanbul’a gitti, biri İzmir’e gitti. Biz kaldık mı yalnız? Ondan sonra o zamana kadar beni idare eden Abdurrahim Efendi her şeyde böyle bize öncülük tanırdı. Yatıyordu mesela ben de yatıyordum o kalkıyordu. Mübarek her türlü her şeyi hacetleri, takımları hazır ediyor. Yani tarlaya gideceğiz bel bellemeye, su sulamaya. Bel mi lazım, kazma mı lazım, işte malzeme mi lazım, yiyecek içecek mi lazım, tohum mu götürüyorduk neyse. Hepsini hazırlıyor, ondan sonra bana diyor ki kalk kardeş kalk gidelim işe.

Ama şimdi gidiyoruz tarlaya, tarlada çalışıyoruz. Yüzüme gülüyor, çalıştırıyor mübarek. Çalıştırıyor gücüm çattığı kadar, ama o benim gibi üç dört mislisini görüyor işi. Akşam oluyor diyor ki sen çok yoruldum kardeşsen hele orada otur ben burayı da vurayım gidelim. Burayı da bitireyim gidelim. Tırpan mı biçiyoruz her ne olursa her iş, köy işi. Bizim köy işi bitmezdi yani. Bizim işimiz çok şeydi, anlatsam bitmez.

Ondan sonra biz böyle alıştık, ondan sonra bu mübarek askere gitti. Askere gider gitmez bu büyük kardeşim şimdi kalkar gelir. Beni daha yarım saat bir saat evvelinden kaldırır. Kalk şu işi şöyle yap, bu işi böyle yap. Şunu hazırla, bunu hazırla hadi sen git ben geliyorum. Gidiyorum tarlaya bekliyorum bekliyorum gelmiyor. Gelir ondan sonra haydi durma çalış, ya delikanlısın sen, nasıl adamsın sen, niye çalışmıyorsun falan der. Ondan sonra biraz çalışır bırakır gider. Haydi ben gidiyorum şurasını yap da gel. Yani tam tersi. Aslında o da gardaşım, o da gardaşım ötekine bir defa alışmıştık şimdi bizi öyle büyüttü yani.

Ekmeği yerdi karasını, ekmeğin kenarından köşesinden karasını kurasını kendi yerdi, has yerlerini önümüze sürerdi.Yemek yediğim zaman muhakkak yemeğin dibinde lezzetli bir şey olursa, sonunu sürerdi önüme. Sen yemedin sen ye. Sen az yedin kardeş sen ye. Yani böyleydi. Rahmetlik anam onunla icap ediyordu bazı şeyleri, yahu ben istemiyorum. Hani işte çalışıyoruz, geliyoruz, yorgunuz. Hakikaten de o zamanlar yani her iş insan gücünde, hep elden geçiyordu. Araç gereç yoktu o zamanlar. Vesait yoktu ki zaten olsun.Kendi diyordu ki yahu ana etme eyleme ben neyse aha bu çocuk bak yoruldu sabahtan beri, şöyle ter döktük, şöyle çalıştık böyle kuvvet harcadık. Sen şimdi bunu niye pişirdin? Başka lezzetli bir yemek pişireydin şeklinde. Lezzetli bir yemek olduğu zaman muhakkak benim veriyor önüme yani böyleydi. Bizi öyle beslerdi.

Köyümüzde geçimimiz şuydu paşam: Bizim köyümüzün arazisi kıymetlidir, verim alınır. Suyu sever çok gübre dök, suyu ver istediğin mahsulü al. Ama aklına ne gelirse, narenciye hariç. Çok yüksek olduğu için, mesela beraber o bağlara gittik. Ne istersen oluyor efendim.

O bağdan üzümü nasıl toplayıp da indirebiliyordunuz efendim.

Çok zor, insan çıkamıyor. O zamanlar benim kalktığım yaşım zamanı Mübarek Efendime benim kadar yüzüne bakan olmamıştır. Niye? O, bağlarda üzüm kesiyordu kelmak diyorduk, o zamanlar böyle kasa yok. Halbur, kelmak buğday eliyorlar, şöyle şu kadar yuvarlak bir şey. Ben onu dolandırıyorum O, kesip onun üzerine koyuyor. O kestikçe ben onun yüzüne bakıyorum ne diyecek diye; bir. Her üzüm senalığı olduğu zaman, üzüm de bitene kadar. İki, buğday tecimiz oluyor, araç gereç yok yaba ile savuruyoruz. O kadar şey kelmaktan geçiyor. Kelmağı bu sefer benim gücüm çatmıyor. Ben dolduruyorum, o eliyor, buğdayı alıyor, samanı içindeki çeri çöpü alıyor. O kadar gördüğün yüz tenekelik çöpü hep elinden geçiyor; iki. Ayakkabı bulamıyorduk, çarık giyiyorduk. Arazimiz dağlık. Ta Muşose’ye kadar arazimiz var Muşose’nin üstünde bizim iki tane tarlamız vardı. Ama buralarda çok ekin ekerdik, marabiya değil cami tarlaları vardı ekerdik. Çünkü ben kalktığım zaman on sekiz, yirmi baş hayvanımız vardı ahırda. At, öküz, camış hepsi mevcuttu yirmi, yirmi beş tane davarımız vardı. Ayrıyeten davar komumuz şeklinde. Yani o zaman zaten onunla geçiniyorsun dedim ya.

Ayakkabı bulamıyoruz o zamanlar erkek ayakkabısı, yani laz lastiği derdik Trabzon lastik, onu bulamazdık. İlk zamanları çarık giyerdik. Bu dediğim kırk dört, kırk beş seneleri. Mübarek ben küçüktüm bir çit (çarıktan çıkarılan iplik), ile çarığı kendine dikerdi, bir çit de benim için dikerdi. Bunları iki gün giyersin, üç gün giyersin.Üçüncü günün akşama kadar ayaktasın çalışıyorsun o deriler yırtılır. Bu sefer ona çifteme derler yani onu tamir ediyor. Nasıl tamir ediyor? Başka bir deri veya eski bir çarığı böyle incecik sırım derler çekersin şimdi bak ben böyle tutuyorum o çekiyor yine yüzüne bakıyorum. Senelerce aylarca bu böyle geçmiştir. Şimdi ben böyle tutuyorum iki taraftan o bıçağıyla öyle götürüyor ki o gördüğün deriyi dolana dolana keser biter.Aynı ölçüde, dersen kalıpla kesmişsin yani bir santim bir milimse bir milim, beş milimse beş milim. Onu tutuyor bu sefer nasıl ki iplikle yama ile buraları örüyorlarsa o da çarığı onunla örüyor. Altını örüyor yırtılan yerleri onunla örüyor.

Tekrar takımlarımız dehre, balta, bıçak efendim herhangi keser bu kendinin keserleri el keserleri, ayak keserleri. Bunlar o zaman sulu çarklar vardı taşlar. Böyle büyük bu kadar taş, onu böyle iki bacaklı bir şey vardı buraya koymuştuk. Ben çeviriyorum o onları tutuyor böyle keskinliyor nasıl böyle basıyorsa gücüm çatmıyor, çocuğum ağır oluyor bu sefer. Yani onu ben çevirdikçe o da keskinliyor onları, bileyliyor yani onları tutuyor yine yüzüne bakıyordum. Benim kadar onun yüzüne bakan olmamıştır, anladın mı? Onun işaretinden siz şey yapıyorsunuz. Tabi. Ne yapayım diye.

Bizim köyde gelirimiz nedir? Gelirimiz dediğim gibi bizim mahsul olarak her şeyimiz vardı ama yerimiz az olduğundan o zaman araç gereç olmadığından satamadığımızdan dolayı sırf evimize göre yapıyoruz. Yalnız bir buğdayı, arpayı, işte fiğ. Arpa, buğday korunga yonca neyse.Yonca bulamazdık da yonca çünkü daha kuvvetli tarla ister gübre ister. Fakat korungamız vardı iki yerde korunga ekmiştik biz. Ha bir de bizim kendi tarlamız vardı küçük ekmiştik.Malımız çok ya onları mallara dövüp yediriyoruz mallara ot olarak. Ama geri kalan bütün ağırlığımız buğday, arpa. Niye? Öbürlerini satsan domatesi satacak şeyin yok. Hayvanının hangisini satacaksın?Bağda üzümün var, bir karpuz tarlası ekmişsen karpuzun var. Domatesin nesini götürüp satacaksın. Mecbur az ekiyorduk yani o zaman eve göre ekiyorduk.

İlkbaharda başlar paşam kar kalkar kalkmaz bağımızın sağını solunu gediği tamirat var. Su arkları var, içlerinin temizlenmesi için. Akabinde başlar soğanla başladık, ilk soğan dikerdik tamam. Onun peşine işte domates dikiyorsun. Onun peşine karpuz dikiyorsun. Onun peşine çıkıyor bağlar, bahçeler sulanıyor. Onun başına çıkıyor kiraz, kirazın varsa kiraz topluyorsun. Hep kendinize göre. Hep kendimize göre ama boş durduğumuz yok. Yani bizim işimiz o kadar ağırdı. Yani bir Bayburt gibi, Tercan gibi onlar sade ziraattan, çiftçilikten başka bir şeyleri yok. Ama bizde hepsi var. Sebze de var meyve de var. Hepsi de mevsime göre ilkbahardan başlıyor, kar yağana kadar hiç işimiz bitmezdi. Ondan sonra kayısı çıkıyor kayısı ama evimize göre olsun ne olursa olsun. Ondan sonra dut çıkıyor dut döküyorsun. Ondan sonra üzüm başlıyor, ondan sonra elma armut. Yani hiç boş günün yok.

Efendim’den domatesleri bir boy sıralarmış, diye duymuştuk.

O mübarek, ben çocukluk zamanımda sepetler vardı, kasa yoktu. O sepetlerin üzerine altına has üzümleri koyardı üstüne daha onun adisini koyardı. Hayvan dedim ya araç gereç yok, herhangi bir vesait yok hayvanlarla götürüyorsun. Şehre götürdüğümüz zaman adam yüzüne bakıyor üstündeki salkımı kaldırdığı zaman altındaki şey nasıl has çıkıyorsa adam hemen sarılıyordu. O zaman dediklerim ellilerde, kırk altılarda, kırk sekizlerde. Herkesin yaptığının tam tersi.

Bu domates meselesi deyince, ben şehirdeydim, o zaman mübarek köydeydi. Domates ekiyordu, o zaman kasa çıkmıştı. Öyle bir hafifliği var ki. Şimdi kasayı bir kıpte düzüyor. Dersin elekten geçmiş. O da gösterişli oluyor biliyor musun kasada? Ondan sonra düzüyor düzüyor bir tane kalmış. Onu koyuyor büyük geliyor, onu koyuyor küçük kalıyor üstüne hemen oradan kalktı gitti oraya kadar. Ona göre, oraya göre bulup getirecek onu koyacak oraya. Onunki kıpte. Onun için bir isim yaptı. Üzümünde de aynı kasalara tutuyor, istediğin gibi tutuyor. Ondan sonra şehirde bir isim yaptı şimdi artık daha “Hocaoğlu”. Hocaoğlu onun ismi. Hocaoğlu telefon ettiği zaman Yaşar vardı bir tane Allah rahmet etsin ölmüş. Bizim köylümüz, manavdı. O telefonda ona diyorki: Hocaoğlu daha domates var mı, üzüm var mı? Çünkü bütün esnafa veriyor,hemen gidiyor. Başkalarınınki orada bekliyor bir gün, iki gün, üç gün satılmıyor. Onunki hemen gelir gelmez havada dağılıyor.

Peki, efendim bu ilk tekkenin yapılışında var mıydınız? Keleriç’teki  yapılan tekke.

Vardım ama şehirdeydim. O zaman onun emriyle onun duâsıyla ben iş yeri tutmuştum. Sermayem de yoktu bütün borç alıp, yani gel-aldan bize veriyorlardı. Satıyorduk iki-üç ay neyse senet yapıyorduk. İşte o zamanlar doksan bir gün, yirmi bir gün, altmış bir gün senetle alıyorduk senetle yapıyorduk. İşim çok ağırdı. O tekkede pek gidemedim ama yine her haftada bir, onbeş günde bir gidiyordum. Yani o tekke yapıldığı zaman Vehbi bizimle duruyordu, şehirdeydi, okuyordu. Peki… Ama sık sık gidip geliyorduk, bakıyorduk, cumartesi pazar vesaire.

Paşam, emrettikten sonra Keleriç’te nerede hatmeleri okuyordu? Evinde mi okuyordu?

Evinde canım. Şimdi Paşam’ın hastalığında yani sağlığında Dede Paşa isminde o cami yapıldı. Remzi Hoca da geldi imam oldu oraya, imam olarak getirdik. O zaman camide hatme yapılıyordu. Ondan sonra tekke yapılınca tekkede okundu.

Ama ilk teveccühü de o tekkede yapmış değil mi efendim?

Evet, tekkede yapmış beş altı kişiyle. Ciminli Eyüp de var, Eyüp’ü tanırsın. O biraz şeydi mübarek böyle deli gözdü. Ciminli hakikaten de şeydir böyle ne hikmet çok yırtıcı, kavgacı, dövüşçü, böyle nizacı adamlardı. Nasıl diyeyim? Gözleri bir şey görmez yani. Ama Allah orada Eyüp’ü öyle göstermiş ki. Bir gün Cimin’den Efendim tanımış, Paşam’dan tanıyor da Efendime yani intisap etmişler. Efendimi yere göğe koymuyor, medh ü sena ediyor. Cimin’de zalım herifler Eyüp’e diyorlar. Keleriç’te bir adamla konuştum, böyle böyle meseleler var. Buna sen de mi ona gidiyorsun diyorlar, dolmuşa binmiş. Dolmuşta da on bir on iki kişi var, diyor. Söylesem beni linç ederler. Gidiyorum ne olmuş ki? Böyle Efendime hakaret edince adam demiş ki:İmansızlar demiş hepinizi imana davet ediyorum demiş. Efendimin himmeti diyor hepsi öyle korktu öyle yere yapıştılar ki hiçbir tanesi ağızlarından çıt çıkmadı. Ulan imansızlar sizi imana davet ediyorum, gelin iman edin demiş. Bunlar da hep ilk zamanları, Efendimin görev aldığında çok yakın zamanlarındaydı.

 

Efendimin aile ilişkilerinde, normal köylü ile olan ilişkilerinde nasıldı?

Efendim ben onun hiç bir gün güldüğünü görmedim, her şeye böyle tebessüm ederdi. Bana karşı da o büyük kardeşim iter kakardı, döverdi diyelim. Ama buna gelince ben daha onun bir fiskesini yememişim. Yalnız yaptığım bir iş olsun herhangi bir durum karşısında bakışından anlıyordum. Öyle baktı mı yetiyordu. Bir bakışı vardı şefkatli, bir bakışı vardı celalli. Öyle bakışından anlıyordum ve onun bakışından korkuyordum ne edersen et. O büyük kardeşim iterdi kakardı döverdi ben ondan o kadar hiç korkmuyordum. Bundan korktuğum kadar ondan korkmuyordum. Bunun şeyi bambaşkaydı canım.

Haksızlığa çok celallenirdi, haksızlığa hiç dayanamazdı. Köyümüzde bir Yusuf öğretmen isminde birisi vardı. Yukarıda Hoşrut denilen bir yer var. Orada dört tane söğüt var ama büyük söğütler. O zamanlarda diyorum ya gelirimiz az yani fakir bir zamanlarımızdayız gidiyor-geliyor insanlık yapıyor bize. Diyor ki Hocamınoğlu bu söğütleri hoca dikti onun bu söğütler, sizin diyor bunlar. Yani sahip çıkın. Gittik sahip çıktık kaç sene budadık ettik derledik getirdik bir şey yok. Bir gün de gelip diyor ki bu söğütleri her ne kadar söyledimse ama bu söğütler benim. Söğütleri vermem size. Buna celalleniyor bu sefer. Diyor ki o kadar milletin içerisinde, köylünün bir oturma yeri var, Kuyubaşı deriz o kadar milletin içerisinde Efendim mümkün müydü bak diyor sen benden şu kadar yaşlısın diyor, ama vebali günahı sana ait. Biz senden söğüt mü istedik, sen geldin gösterdin dedin ki bu söğütler sizin. Şimdi de bizim diye sahip çıkıyorsun. Bu ne demek? Yaprağa gelende (gelince) kıpır kıpır bıçağa gelende bee. Bu şeye dayanmazdı, hiç haksızlığa dayanmazdı. Birisi birisine haksızlık etse hemen önüne geçiyordu.

Bir gün köyümüze kahve açılmış büyük kardeşim de askerden geldi. Neyse mübarek beş kardeşten bir tek o soğuktu namaza. Rahmetlik anam böyle ağlardı. Ne kadar ettiyse ne etse ikna edemezdi. Vav ana iyi ama kılıyoruz kılıyoruz bitmiyor şeklinde. Rahmetlik anam disiplinliydi. Yani o zaman diyelim beş kardeş bir araya sofraya gelmezse yemeğe kolay kolay koymazdı, yemek verilmezdi bir araya gelin derdi. Bakmış öyle görmüş öyle gidiyordu. Akşam oldu işten geldik yorulduk. Köye de yeni bir kahve açılmış. Köyde hiç kahve yoktu. Rahmetlik anam çok beddua etmişti o kahve yüzünden. Sonradan o adamı vurdular. İki kahve açıldı, ikisini de vurdular sonradan. Köyün bedduasını aldı, köydeki insanların bedduasını aldı. Çünkü o gençler gitti alıştılar oraya, oturuyor kalkmıyor, işe de gitmiyorlar. Kumar yoktu o zamanlar sana söyleyim ama oyun eğlence olarak ona dalıyor. Sabahtan sanki işe gider gibi gidiyor oturuyor, kalkıp gitmiyor. Akşam gelip oraya oturuyor daha kalkıp yemeğe bile gelmiyor. Yani böyle melanet mi diyelim berbat öyledir. Bir alıştı mı oraya daha…  Zaman kaybediyor.

Akşam geldik yorgun argın oraya gir, ben de küçüğüm. Sofrayı koydular, hiç unutmam, açız bekliyoruz. O zamanlar paşam çatal kaşık yok. Ağaçtan çatal yapıyorduk, temiz yılgınlar vardır yılgın ağaçları. O yılgınlardan çatal böyle ediyorduk. Çatal diye dolmayı kakalım yiyelim. Çocuk devrimi söylüyorum. Koydular oraya dolma var artık öteki yemek ne hatırlayamıyorum, yaprak dolması var. Bekliyoruz kardeşim gelmiyor. Bana diyorlar hele git seslen gelsin şunu. Gidiyorum kahvenin kapısının önünden bağırıyorum. Ağabey hadi seni sesliyorlar. Azarlıyor beni. Geliyorum, bekliyoruz bekliyoruz. Hele git bir daha seslen. Gidiyorum bağırıyorum hadisene yahu. Korkuyorum da bir şey de diyemiyorum. Hadi seni bekliyorlar. Gene bağırıyor: “Geliyorum, geliyorum.” Daha bir şey diyemiyorum zaten çocuğum. Bir daha geliyorum. Üç defa böyle oldu. Neyse üçüncüde geldi, böyle foturdayaraktan geldi. Sanki suçlu bizmişiz gibi bir şeyle geldi. O da askerden yeni gelmiş. Geldi yemeğe oturdu. Mübarek duramadı, haksızlığa dayanamıyor dedim. Bir de buyurdu ki yahu dedi ne tuttun bu kahvenin yolunu dedi. Bugün Cuma’ya gitmedin mi? Cuma’da hoca ne dedi? Bak bu yetim çocuk üç sefer gitti geldi. Onun bir vebali yok mu? Vebalden kaçın diye hoca vaaz etmedi şeklinde böyle bir şey söyledi. Bırak şu bilmem (söylemeyeyim) neyi dedi.

Efendim Abdurrahim Efendiyi hiç öyle görmedim. O zamanlar çalışıyoruz çok yiyoruz ya, kalabalığız da. Beş oğlan, bir de kız altı. Yaprak tabağını böyle kaldırdı şu kadar nasıl böyle bir yere vurdu. Ah ulan dedi, aynen böyle, ah ulan dedi sen benden küçük olsan bu tabağı vurup senin kafanı gözünü yararım. Sen bir köyün imamına nasıl böyle dersin. O bir köyün önüne geçiyor camide namaz kıldırıyor, sen bunu nasıl böyle diyorsun? Böyle demesiyle nasıl o tabağı yere vurduysa dolmalar saçıldı her tarafa. Herkes artık daha kime vursan bıçak-kan çekip duruyor, O da çık ses çıkaramadı. Başka zaman olsa böyle hır gür eder, bir şey derdi belki. O da korktu. Mümkün değil ki ona söz söylemek zaten. Ama o da çıt sesini çıkartmadı. Hepimiz bir yere çekildik kaldık. Öyle o dolmalar ortalıkta durdu. Rahmetlik anam işte o bacım kalktılar, onları topladılar ettiler ama daha kimsenin ne o kap ne bu kap dolma yedi ne de bir şey oldu. Yani o öyleydi. Celallendiği zaman gözü hiç bir şey görmezdi. Neye ama? Şeriate, başka şeye değil, haksızlığa. Başka birisinin şeyine böyle haksızlık etse yine aynı şeyini yapıyordu.

Bundan bir de korkuyorduk yani ki gelip bir şey diyecek diye. Birisiyle pazarlık etsek bir şey etsek biz haklı da olsak o geliyor bizi haksız çıkartıyordu. Öyle bir şeyi vardı mübarek. Onun için ondan korkuyorduk. Neyse işte ondan sonra o fazla durmadı. Şehirde bir iş buldu gitti. İplik fabrikasına girdi ilkin, iplik fabrikasında çalıştı. Sonra oradan Devlet Demir Yoluna geçti. Bir sene sonra mı altı ay sonra mı neyse. Yani gidip iplik fabrikasında çalıştığı zaman yirmi lira aylık alıyordu. Devlet Demir Yollarına geçti kırk lira aylık alıyor. Bu büyük kardeşim kırk liraya çalışıyor şehirde. Yirmi lirasını dam kirası veriyor. Yiyecek içecek köyden gidiyor, bütün ihtiyaçlar.

 Mübarek Efendimle çalıştık o seneleri belki onun binde bir onun bereketi olarak kaldı üç beş kuruş ama o iki kardeş çalıştık işte benle mübarek Efendim tosun getirmişti, büyüttük öküz ettik sattık. Bilmem hayvanımız affedersin çöplüğümüz şuyumuz buyumuz o zaman şehirde buna yer aldık, beş bin liraya.

Efendimin Erzincan’dan İstanbul’a gelmesinin sebebi neydi?

Şimdi efendim Erzincan’dan İstanbul’a gelmenin sebeplerinden: Vehbi’yi dört sene okuttum benimle okudu. Bu sefer dört sene de bizim dükkânda kaldı bize yardımcı olarak. Köyde ne edecek? Askere yolladık, geldi askerden. İşte o zamanlar mübarek Şahin Bey, Mazhar Bey daha yeni o zamanları tanıştık. Bunlar Efendimin de zaten yetmiş üçte görev almıştı. Hani daha taze muhabbet mübarek Şahin Bey göğüs gerdi. Şahin Bey burada kuyumcular çarşısında Vehbi’yi kuyumcu yapalım dediler. Yani o zamanlar da ben biraz gönüllendim ama sonradan baktım ki neyse böyle iyi oldu dedik. Burada şimdi bunu yetiştirdiler altı ay mı yedi ay mı kadar burada durdu. Biraz öğrendi altının ne olduğunu, kaynak yapmasını bilmem nesini öğrendi.

Orada dükkân açtı ama Efendim de yeni görev aldı. Ya o zamanlar bu istihbarat bu hususlar tarikata çok büyük düşman, sıkıştırıyorlar? O zamanlar mübarek Efendime bir şey duydum. Hümeyni İran’da ihtilal yapmıştı, hiç tanımadığımız birisi Efendim’e ziyarete gelmiş. İşte oradan da birkaç tane isim öğrenmiş. Şu Tugay, şu Yunus bu bilmem kim diye. Efendim bu adam takip ediyorlar, kendi de öğretmenmiş. Hâlbuki bizden dersli değil. Sıkıştırınca bu diyor ki ben Abdurrahim Efendiye bağlıyım. O zaman Abdurrahim Efendiyi soruşturmaya aldılar mı? Hani bu geniş teşkilat da ben böyle kısadan gidiyorum. Ondan sonra da İstanbul’a nasıl geldiğini söylüyorum. Yani esas gayemiz bu değil bunu kısa anlatıyorum.

Ondan sonra Vehbi’yi geliyor zabıta bir sıkıştırıyor, maliye bir sıkıştırıyor, millî istihbarat polisleri bir sıkıştırıyor. Altıncı ya kuyumcu ya büyük görüyorlar. Herkes bir şeyler umuyor. Vehbi de o zamanlar mahcup, konuşacak cevap verecek durumda değil. Çok sıkıştırıyorlar fazla da değil bir sene mi iki sene mi herhalde kuyumculuk yaptı, orada duramadı. Bu sefer dediler ki Şahin Beygil mübarek,  sene kaçtı seksen dört veya seksen beşte buraya geldiler.

Efendim bu sefer de Şahin Beygil göğüs gerdiler ki mübarekler dediler ki burada bu kadar niye ezdiriyorsunuz? İstanbul’da ne arayan var ne soran var. Gel İstanbul’a götürelim. Aldı Vehbi’yi getirdiler İstanbul’a. Sefaköy’de işte o zaman bir dükkân aldılar. Buradaki Batıköy’de Mazhar Beyindi oturduğu eski tekkeyi görmüşsündür,oda Mazhar Beyindi vermişti. Efendim bunlar geldiler Mazhar Bey yerinde bunlara altını tekke üstünü iki daire yaptılar. Onlar uşaklar Vehbi, Avni üstünde oturuyorlar. Efendim de altında oturuyor şeklinde. Şimdi seksen beşte bunlar geldiler mi. Seksen altıda da başladı mı bu Hacı Anne uşaklar orada biz burada niye duruyoruz. Efendimin İstanbul’a gelmesi zahiri sebebi budur. Ondan sonra da seksen altıda asıl o zaman göçtü. Seksen altıda Efendim geldi, uşaklar seksen beşte geldiler.

Bir sene sonra, bir sene durdular ya orada. Bu sefer Hacı Anne başladı ki yahu uşaklar orada biz burada ne ediyoruz? O biraz teşvik etti. İstanbul’a geldi bu arada sık sık İstanbul’a gelip gidiyordu. İstanbul’un ihvanın muhabbeti onu da görüyor. Ondan sonra da seksen altıda bunlar geldiler. Ben dedim sen gidersen biz ne edeceğiz? Dedi Efrahim ben Erzincan’ın taşına toprağına kurban olayım. Erzincan’dan ayrılmam da benim elimde değil, dedi. Hicret gözüktü bize yani böyle. Hicret makamında tabi o böyle hicret olacak diye göstermiyor da diyor ki benim elimde değil, diyor. Öyle oldu diyor. Ama dedi yine gönlüm burada, Erzincan’da.

Seksen yediyi durduk, seksen sekizi durduk. Seksen sekizin sonuna kadar iki defa mı üç defa mı geldim gittim. Duramıyorum dayanamıyorum. Seksen sekizin sonunda işte kasım mıydı, neyse geldim. Oradan vazgeçmişlerdi, buraya (Tepecik) temel atmışlardı. Buranın tekkenin alt birinci kat dökülmüştü ben geldiğimde. Efendime söyleyim böyle çamurlarla bata çıka buraya kadar geldik. Hem burayı gezdim gördüm hem de burada bir bekçi, bakıcı vardı ona bir şeyler getirdik yiyecek içecek, gaz yağı getirdik, yakacak bir yerde damda duruyor, soba yaksın diye. Ben de orayı gördüm, nasıl oldu bilmiyorum efendim o ana kadar İstanbul’a gelmek isteğim yoktu. İşte burada demek ki artık ne oldu, nasıl olduysa dayanamıyorum ama bir şöyle oldu: Buraya bir bakalım Bünyamin Tatoğlu isminde birisi vardı tekkeye bakıyordu Ciminli. O biraz ben hüzünleniyorum ağlıyorum sızlıyorum diye diyor ki Efendim ne ağlıyorsun sen de gel, hoş senin ayağında bağ mı var, dedi bana. Teşvik etti. Artık bana şey oldu, ondan sonra nasıl oldu bilemiyorum efendim gittim Erzincan’a. Erzincan’a gittim ama aklım fikrim burada. Bir telefon açtım Efendim ben duramıyorum geleceğim, gelmek istiyorum. Dedi gelme Efrahim. Aradan bir zaman geçiyor. Beş on gün geçmiyor. Bir telefon açtım yine ben geleceğim abi, ben duramıyorum. Efrahim gelme. Yine kapattım, iki. Aradan iki üç gün mü geçti. Öyle ki ateş düşmüş içime yanıyorum, duramıyorum. Ben dedim duramıyorum geleceğim. Bu sefer bana buyurdu ki Efrahim gelme işin bozulur. Dedim benim işi gücü gözüm görmüyor geleceğim. Sat da gel. Aynı böyle sanki telefonun bir ucunda o bir ucunda ben, böyle sanki elini salladı, sat da gel.

Erzincan’da da hiç gayrimenkul satılmıyor. Benim de şimdi yazlık tarlam var. İçinde evim var iki katlı, üzüm bağım var, dört dairem var. Yani bu daireleri satsak yeter dedik. Satsak ama bağa kim bakacak? Uşaklar gençler daha, hiç hevesleri yok. Sonradan gittik şimdi ben başladım evleri satılığa çıkarttım. Erzincan’da da deprem olmuş, seksen üç depremi yaprak kımıldamıyor. Gayrimenkul alım satımı diye bir şey yok. Evler para etmiyor yani. Hiç para etmiyor. Hayır, zaten şimdi evleri yaptırmışım, yeni yaptırmışım. Yani seksen yedide yaptırdım, seksen sekizin sonunda satıyorum, daha iki senelik binalar.

Sabahtan gittim orada böyle o zamanları emlakçı da yok. Bezazlar böyle ayak alış veriş yapıyorlar. Benim malım var sat burayı dersen beş kuruş on kuruş verirsin yahut alan beş kuruş on kuruş verir. Neyse işte orada gittik bir bezaz vardı Yaşar isminde. Gittim ikindi vakti dedim Yaşar Efendi böyle ben evleri satıyorum. O da yakın bizim evlere, çarşı olmuş oralar. Erimpaş var, Erimpaş’ı bilirsin. Erimpaş’ın yanı hemen. Tabi çok kıymetli yerler. Sekiz yüz metrekare dört daire, bir de yanında ilavesi vardı. İçinde havuzu var vesaire. Ondan sonra satıyorum dedim. Yahu niye satıyorsun Hacım, etme yahu. Senin gibi komşuya ihtiyacımız var. Onun da dükkânı yakın hemen. Erimpaş’ın hemen yanındaki boşluk var, araba çekiyorsun ya. Orada o zaman şeydi müftülüğün binası diyorlardı. Birlik İşhanı diyorlardı. Orada Vehbigilin de iki tane dükkânı vardı. Yıkıldı orası, felakette yıkıldı yani, efendim, 92 felaketinde yıkıldı. Ben geldikten sonra yıkıldı. O zaman içinde dükkânları vardı.

Efendim burada komşuyuz işte şöyle razıyız, böyle razıyız.  Kardeşim gitti ben de duramayacağım. Veya ben sabahtan söyledim, sabahtan işe giderken söyledim geçtim. Herif öğleden sonra müşteri getirdi, elimi salladı aldılar. Akşam telefon ediyorum Efendim, Efrahim essah mı, diyor? Ucuz pahalı neyse o zamanın parasıyla 73.000 marka verdik. Yani o zaman da bir mark 1.000 liraydı. Yani 73.000 liraya verdik. Şimdi tabii bilenler, tanıyanlar, görenler diyor ki yahu bedava verdi. Başka işten anlayana şuna buna diyor ki yahu evet yerler bedava gitti ama bu parayı da kim verdi aldı? Bu zamanda değil mi? Bu zamanda ev satılmaz. Yani artık kâr mı zarar mı bilmiyorum da yani Efendim hemen sat dediği an aynı gün sattım, himmet etmiş. Aynı gün sattım ki Erzincan’da daha seksen üçten beri yer alım satım olmamış. Onun için şimdi kimisi parmak kıtlıyı, kimisi diyor ucuz olmuş hakikaten. Kimisi de diyor ki yahu Allah Allah Erzincan’da… Bu nasıl oldu? Bu parayı kim verdi aldı şeklinde?

Sonra alır almaz hemen ertesi gün yola çıktık. Mübarek dedi sen geldin benim gözüm arkada kalmaz. Ondan sonra işte buradaki inşaatları yaptık bitirdik aynı sene, yani seksen dokuzun dokuzuncu ayın otuzunda ben Erzincan’dan geldim. Buraya getirdim, burayı yerleştirdim ondan sonra buradan Erzincan’a gittim. Erzincan’dan buraya getirdim eşyayı.

Buraya gelmeniz sayesinde son zamanlarda Efendimle daha çok sık beraber oldunuz değil mi?

Tabi geldik sekiz buçuk, dokuz sene yine beraberdik, hep akşam sabah beraberdik. Hastaydı, hastalığıyla ilgilendim hep elimden geldiği kadar. Yani biz de By-Pass olmuştuk, ben ondan evvel olmuştum By-Pass’ı ama ben biraz tedbirliydim. O mübarek orada işte bazı şeyler oldu. Bilemiyorum yani mübarek çok hassastı, kimseyi kırmak istemiyordu. Tuttular yakasını ameliyata aldılar. Ben hiç gönlümde razılığım yok. Çünkü bu yaşta şeker hastası zaten harap olmuş, böbrekler gitmiş, böbrek yok. Kalkıyorlar kalp ameliyatı yaptırıyorlar. Yani bir şey de diyemedim, kader mukadderat oymuş. Yoksa biz hiç yani benim nefsi gönlüm razı değildi. Kendi de razı değildi ama kıramadı ihvanları. Mazhar Beyin hısımı vardı Tevhit Bey emekli, o. Evet. Çok ilgileniyordu bu hususlarda, çokbilmişlik ediyordu ama ne diyelim takdir öyle, ahiri böyle.

Efendimin yaşantısından biraz bahseder misiniz?

Bak o kadar bir sevindiğini gördüm, üzüldüğünü gördüm. Evvela üzüntüsünü söyleyeyim. Evvela üzüntüsü bizim Kemal Hoca vardı, Kemal Temel. İmam Hatip müdürüydü Erzincan’da. Yani o kadar bacım kardeşim için üzülmüştür, onun kadar üzüldüğünü görmedim. Ona çok üzüldü, böyle kendisinden geçtiğini gördüm orada. Bir onu gördüm bir de çok sevindiğini, böyle çok neşeli gördüğümü. Almanya’da tekke yeri alındığı zaman. Öyle mi? Telefon geldi. Haber gelince. Haber gelince bunların ikisine şahidim. Ama Kemal Hocagillere çok dua etti. Dedi onların yeri cennettir, onlar şehit oldular dedi işte böyle söyledi mübarek.

Yani bu bir keramettir, keramet hakikaten gösteremez. Zaten keramet taşımasalar  ona o kerameti vermezler efendim. Keramet sırdır, keramet dışarıya verildiği an onun kerametini alırlar elinden. Mümkün değil. Bazı ihvanlar arasında bazı şeyler söyleniyor ama artık bunu ben sana söyleyeyim. Bazı ihvanlar söylüyor bazı ihvanlar da inanıyorlar. Hayır, yani Efendime onu yakıştıramıyorum bile.

Şimdi tabi haddimiz değil gelmiş geçmiş meşayihler hepsi de mertebesi büyük, hizmetleri büyük, dereceleri yüksek bir şey demiyorum ama Abdurrahim Efendimin hâli başkaydı. Mesela ben mübarek Paşam’a kavuştum, mütevazılığında belki onun ayarında yani insandır ben-i ademdir, dünyaya gelmemiştir. Mütevazılığı çok alçak gönüllü, çok mütevazı birisiydi. Şah Dedemiz, Paşamız. Ama Abdurrahim Efendi daha fedakârdı. Paşa’dan evvel Abdurrahman Efendi, bacımın kaynatası, o zaman bacım o evde gelin. Abdurrahim Efendi de zaten ondan el aldı ya. Büyük kardeşim de ondan el almıştı. Yani o zamanın diyelim ileri gelir, sayılır mübareklerinden birisi de o idi. Ama Abdurrahim Efendinin davranışları nerede, onun ihvana davranışları nerede?

Yani Abdurrahim Efendim çok ciddiydi ve gelmiş geçmiş meşayihlerin içerisinde belki haşa hataya düşmeyiz inşallah ama onun kadar canını ahdeden yoktu. Resulullah Efendimiz, evet varis-i enbiyadır meşayihlerimiz ama Resulullah Efendimiz nasıl ki bütün ümmetim diye canını feda etmişse o da bütün ihvanım diye canını ahdetmiştir. Katiyen ama katiyen ser verip sır vermemiştir. Yani canını vermiştir sır vermemiştir. Söylemez sırrını kimseye katiyen. Çok sır muhafaza eden, kimseyle kimsenin bir şeyini başkasıyla paylaşmazdı. Mesela bizim bildiğimiz ihvanın çoluğuyla çocuğuyla annesiyle hastalığıyla her şeyiyle herkesle ilgilenirdi.

O şeyle ilgili hani çok fedakârdı, çok şeydi dedik ya. Şöyle hasta hâli yani şahit olduğum şeyleri söylüyorum. Hasta hâli ayakta duramaz, konuşamaz bir hâli var çünkü ben de saygılıyım ona, yerinde konuşuyorum. Diyorum ki Efendim istirahate çekil yoruldun azıcık diyorum. Duruyor yüzüme bakıyor ondan sonra biraz duruyor biraz daha ondan sonra. Bir defa söylüyorum, iki defa söylüyorum. Tamam tamam diyor kalkıyor gidiyor istirahate.

Ama doktorlar diyor ki bunu topluma çıkarmayın, konuşturmayın. A o hasta hasta, ayakta duramıyor yani konuştuğu zaman çok acil hasta oluyor gene soruyor ki Mehmet geldin mi? Baban nasıl? Hasta baban vardı, işte oğlun vardı filanda okuyordu, bacın bilmem nereye gitmişti. Yine halen şecereni yani sülaleni sayıyor. Bu bir fedakârlık değil midir yani canını ahdediyor. Bir defa demek ki artık neydi mübarek dolu muydu neydi? O kadar söyledi, bu ameliyattan sonra çok perişan hastalık zamanlarını söylüyorum. Tabii kimse bir şey diyemiyor biz âcizane zahiren söylüyorum. Efendim, tamam hatme bitti, namaz kılındı sen istirahate çekil sen yoruldun. Tamam diyor. O bir defasında da nasıl olduysa yahu biraz da serbest bırakın dedi beni, aynen böyle. A o adam ta Kars’tan gelmiş dedi hasta babası var işte bilmem kimi var onları sormayım mı dedi. Ben daha gerisini size bırakıyorum notunu, ben ne bileyim?

O mübareğin son zamanlarda karaciğerin çalışmaması, karaciğerde olan arızadan dolayı kaşıntı çoktu. O kaşıntı ona çare bulamadılar. O kaşıntı onu koymuyordu yata. Yani azıcık gözü alıyorsa ayakta benim gibi tabi neyse o. Yatağa girdiği zaman kaşıntı tutuyor. Bu dediğimiz doksan yıllarında falan Efendim daha  İncek yeni yapılıyor.

Efendim oldu bitti uykusu az onun neyse. Ne edersen yarı gece kalksa gelse yatsa sabah namazına yine kalkıyor. Eyle derse mübarek yine sıçrıyor kalkıyor. Çok merhametli, böyle harçlık veriyordu talebelere. Dediğiniz gibi fedakârlıkta hiç misli yok. Gelmiş geçmiş tabi ki efendim bir şey diyeceğim ama haşa haddimiz değil. Hepsi onların ayak türabıyız bir şey diyemiyorum da şu zamanda belki hata düşüyoruz Allah hatamızı affetsin gelmiş geçmiş, okuyoruz dinliyoruz söyleniyor. Gelmiş geçmiş meşayihlerin içerisinde mütevazı olarak, böyle alçak gönüllü ayak türabın olurum, paşam şehzadem efendim, sultanım Dede Paşa. Ama Efendim de gelmiş geçmiş meşayihlerin içerisinde canını ahdeden, ihvana canını ahdeden yani yemeyip yediren, yatmayıp yatıran, harcamayıp para harçlık veren. Kuruş harcamazdı o, kendine ait kuruş harcamazdı.

Bir defa güzün gidiyoruz. Söylemişimdir gene tekrar edeyim sana. Güzün gidiyoruz harç görmeye Erzincan’a. Ben de daha çocuğum, ortaokula gidiyorum. Erzincan’a harç gidiyoruz. Mübarek öyle almış eline listesi var. O büyük kardeşim de dedim büyüklük satıyor, babalık satıyor. Hesap soruyor ondan. Ne getirdin, ne sattın, ne aldın, ne verdin şeklinde? O da hesap tutuyor ona vere. Evde yazıyorlar işte rahmetlik anama pabuç, geline entarilik veya eteklik neyse işte. Ötekine bilmem ne; gaz, tuz, şeker şu bu. Kış şeyi görüyorsun, kışın kar kapandı mı vesait yok gidip gelemiyorsun şehre. Gittik alış veriş ettik, bir şeyler vardı sattık, attık tuttuk, aldık verdik.

Bana da yazılmış ki orada pantolon alınacak. Talebeyim daha ilkokul beşe mi gidiyorum dörde mi? Terziye girdik, terzi köyümüzün terzisi, tanış Dursun. Dedi ki Efendimden büyük olduğu için halifelik yok daha. Efendim dedi ki Dursun Abi dedi Efrahim’e pantolon yaptırmak istiyoruz. Küçücük bir yer, bir iki tane terekte kumaşı var. O zaman dediklerim ta elli senesi, belki kırk sekiz senesi. Ondan sonra tamam dedi, o da tatlı dilli. Hocamın oğlu bak beğen dedi, aha buradalar. O da bana dedi beğen. Ben de tuttum orada pantolonluk beğendim. Ee ne bileyim ben, bilsem bunu yapar mıyım? O çok pahalıymış. Beğendiğim şeye dedi ki a bu ne kadar, dedi. Hocamın oğlu o da pahalı ama biraz dedi. Ne kadar? Sekiz lira dedi.

Yalnız sekiz lira büyük para. Bir kat elbise eder sekiz liraya. Ama anlayamadım da şimdi o günkü hâlini görüyorum, duygulanıyorum yani, ondan ağlıyorum her zaman, her söylediğimde duygulanıyorum. Çünkü niye? Bir masaya bakıyor bir oraya bakıyor, bir oraya bakıyor bir yüzüme bakıyor. Ondan sonra dedi ki kes alıyoruz, o da kesti. Ama yine anlayamadım, ben ne bileyim?

Aldık verdik, işte çocuk ben de sevinerekten gidiyorum, ne bileyim gittik, eve gittik. Akşam oldu işte neyse devirsi gün neyse kardeşime hesap veriyor. İşte şunu aldım, şunu sattım şu parayı aldım şunu aldım şu kadara, aha liste de burada. Bir de oradan benim pantolona gelince dedi ki sekiz lira da Efrahim’e pantolon yaptırdık. Vay sen nasıl sekiz lira verirsin bir karış dığaya affedersin. O ne bilecek kıymetini sekiz liralık pantolonun? Niye sen ona sekiz lira verdin diye ona çıkıştı. Büyük kardeşim ona çıkışıyor. Tabi ben ona kadar hiçbir şey bilmiyorum, ne bileyim çocuğum da aynı zamanda. Dedi ki hiç bağırma, aynı böyle. O listede ne yazıyor? Oku, bana ceket yazıyor mu? He. Ben kendime almadım ceket, bu çocuk yetim çocuk sevinsin diye gönlünü kırmadım. Ceket alınacakmış kendine ceketi almamış. Eteğinden tuttu böyle, ben bu ceketle idare edeceğim, ceketi yamalayıp giyineceğim, aynı böyle. Hiçbir şey diyemezsin dedi. Ağzını kapattı. Efendim ceketi de, ayakkabıyı da elinde var olan her şeyi de idare ederdi.

İşte onun merhameti öyleydi, ona göreydi. Allah razı olsun. Ne edelim paşam, o da geldi geçti. İnşallah şefaatine nail olalım, onun sevgisi gönlümüzden eksik olmasın. Manevi baskısı boynumuzdan eksik olmasın her halinin hatırı kalsın inşallah.

Ben ona şahidim, çok küçüktüm o büyük kardeşlerim iki tane Halim ve Abdurrahman ondan küçük benden büyük, onlar okula giderdi daha ben gitmiyordum onlara ders veriyordu ama nereden veriyordu? Onların kitaplarını okuyup onlara ders veriyordu. Sen nereden öğrendin? Onların okul kitaplarını okumasından. Yani ona da şahidim. Gerisi kalanı da efendim tabi bilen bilir bilmeyen bilmez. Bazıları benim gibi resim, fotoğraf ihvanı olur o başka mesele yoksa mübarek kendi ifadesiyle çok söylemiştir: “Her kelam-ı kibar bir hadis mealidir.” Yani satırdan değil sadırdan çıkan bir kelam, o bir kelam kelam-ı kibardır aynı zamanda da hadis mealidir, boş değildir.

Peki, namaz kılalım mı burada?

 

Efendim, Allah razı olsun, ağzınıza sağlık. Bizim için hatıra oldu, hürmetler ederiz. Bugün 17 Eylül 2011 Efrahim Efendimin evi.