“Evliyaullah,Allah’ı gösteren bir aynadır”

11.12.1995 / Almanya

Pîr-i Sami kademinde turabız

Ne cah gözediriz ne kâmıyabız

Kanaatnişiniz ehl-i harabız

Âlem-i ekvanda devranımız var

Yani biz ne bir şeyi görmek istiyoruz ne de bir şey olmak istiyoruz. Biz her ne kadar ehl-i harap görünüyoruz ama biz kanaat ehliyiz. Aslında ehl-i harap da değiliz.

Bizlere tarîfe ne hacet gülü

Ezelden olmuşuz anın bülbülü

Her ırgalandıkça mûyunun teli

Gûnâ gûnâ bûy u elvanımız var

Biz ezelden onun aşığıyız, diyor.

Bizlere tarîfe ne hacet gülü

Gül, güzel demektir. Onda olan güzelliği bizlere niye tarif ediyorlar? Biz ezelden onun bülbülü olmuşuz, onun güzelliğini bilmişiz, sevmişiz. Burada rumuzlu bir mana var;

Her ırgalandıkça mûyunun teli

Yani her hareketi öyle güzel ki;

Gûnâ gûnâ bûy u elvanımız var

Renk renk, şekil şekil görüntüleri bizim için hep bir zevk ve sefadır.

İmtihan-ı yârdır cevr ile sitem

Müsavidir bizde hem medh ile zem

Şiddet-i berzahdan bizlere ne gam

Pîr-i Tâgî gibi sultânımız var

Bu kelâmda hadis-i şerifin meali ki;

İmtihan-ı yârdır cevr ile sitem

Yârdan mana Allah’tır. Sitemden mana da ondan gelen bütün cefalar, meşakkatlerdir. Cefalar, dertler, hastalıklar ondan geliyor. Bunları bize imtihan için veriyor. Hadis-i şerifte “Dünya müminlere zindandır1, kâfirlere cennettir.

Şiddet-i berzahdan bizlere ne gam

Bu berzahın şiddetinden karanlığından çıkacağız, gideceğiz. Bu gam burada kalacak.

Pîr-i Tâgî gibi sultânımız var

Evet;

Nefsim bana râm ol düşme teşvişe

Hep fâsiddir bu kurduğun endişe

Sürüsün yedirmez kurt ile kuşa

Pîr-i Sâmî gibi arslanımız var

Nefsim bana ram ol, yâr ol; teşvişe, şüpheye, vesveseye düşme.

Hep fasiddir bu kurduğun endişe

Yani senin bu düşüncen, endişen hep fasit, boşunadır.

Sürüsünü yedirmez kurt ile kuşa

Pîr-i Sâmî gibi arslanımız var

Evet;

Mezuniyyet almış aşk mektebinden

Doyulmaz şahımın hem sohbetinden

"Sırr-ı leben" zahir olur lebinden

Bî-fehim çok gafil insanımız var

Aşk mektebinde pişmiş, olgunlaşmış, yetişmiş, oradan mezuniyet almıştır. Sohbetlerine ve sözlerine de hiç doyum olmaz.

“Sırr-ı leben" zahir olur lebinden 

Dudaklarından çıkan kelâmlar da hep sırdır. Çok esrarlı, manalı, sırlı kelâmlar zuhur eder. O sözlerden anlayamayan, bilemeyen, bifehim; fehim edemeyen çok gafil insanımız var.

Gönlüme nakş oldu hubb-ı cemâli

İşte bu bizde rabıtadır.

Terk eyledim cümle hep kîl ü kali

Dünyâ-perestlerin çok ise mâli

Bizim de İmâm-ı zamanımız var

Cemal, yüzdür; hûb da sevgidir. Onun yüzünün sevgisi, gönlüme nakış oldu, işlendi diyor. İşlenmesiyle gönlümde daha hep kîl u kal çıktı. Herhangi bir şey varmış yokmuş, olsun olmasın, her şey çıktı diyor. Dünyaperestlerin malı çoksa bizim de İmam-ı zamanımız var. Ne yapacağım dünyayı, ne edeceğim dünya malını?

"Men aref" sırrına vâkıf olmuşam

Nefsim ile hem Rabbimi bilmişem

Mutmainne kal’asına girmişem

Gayet de bir metin hisarımız var

Men aref” sırrına vakıf insanda daha gaflet kalmıyor. Yani hiç Allah’ı unutmuyor. Hiçbir adımı boş atmaz, yürürken de unutmuyor, hiçbir nefesini boş vermez.

Men aref” sırrı budur. Böyle olanlar ancak Rabbısı’nı biliyor.

Hiç unutmayacak ki “Nefsini bilen Rabbısı’nı biliyor. 2

"Men aref" sırrına vâkıf olmuşam

Yani ben Rabbim’i o kadar bilmişim ki hiçbir zaman unutmuyorum. Mutmainne kalesine ise Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki: “Elâ bi zikrillâhi tatmainnül kulûb3” “Sizin kalbinizi ancak zikrullah doyurur, başka bir şey doyurmaz.” İşte o zaman insan mutmainne kalesine giriyor, daha onda gaflet kalmıyor. Onun karşısında daha muhalefet ve düşman yok. 

Eğer insan nefs-i mutmainneye dâhil olmazsa, onun düşmanları var. Onu aldatanlar, sapıtanlar var;

Şeytan aldatır, Nefsi aldatır,

Yaramaz insan aldatır, Dünya aldatır.

Mutmainne kalesi gibi kuvvetli bir hisarımız var, diyor.

Eskiden hisarlarla mekânlar korunuyormuş. En mazbut  harp aleti hisar varmış. Hisarı muhkem olan bir yerin, üzerine gelen kuvvetli de olsa ona bir çare bulamıyormuş. Bekliyor, dolanıyor, bakıyor ki çare yok, çekip koyup gidiyormuş.

Şimdi nefs-i mutmainneye, mutmainne kalesine girince, artık daha düşmanlarından kurtuluyor, düşmanları ona bir şey yapamıyor.

İnsanlardaki noksanlık, gafletten doğuyor. Allah’tan gafil olursa noksanlık oluyor:

Ona şeytan vesvese veriyor, nefis ona zararlı şeyleri işletiyor, dünya sevgisi onu etkiliyor, yaramaz insanlar onu aldatıyor.

Süleyman aleyhisselamın bir binek kuşu varmış. Kuşa biner semaya çıkar, gezermiş. Kuşlar da onun emrinde, öyle kuşlar var ki deveyi kaldırıp götürebiliyor.

Bir gün kuşa binmiş semaya çıkmış, yükseliyor. Tabii yükseldikçe yer toparlanıyor. Bir cisim, uzaktan küçük görünür, yaklaştıkça büyür, uzaklaştıkça küçülür. Dünyanın kaç misli büyük güneş buradan küçük görünüyor. Şimdi kuş yükselince yer toparlanıyor, kara toprakları daha görünmüyor, su görünüyor.

Bir de bir cismin büyük parçası görünür, küçük parçası uzaktan görünmez. Dünyanın dörtte üçü su, dörtte biri kara olduğu için su görüyor. Daha gözünle kara parçası yok oluyor. Kuşa soruyor:

  • Sen daha kara topraklarını görüyor musun?
  • Görüyorum.

Yine çıkıyorlar. O su da görünmüyor. Yine soruyor: 

  • Kara parçalarını, dünyayı görüyor musun?
  • Görüyorum.

Sis görüyor bir duman, su da görünmüyor. Daha çıkıyorlar, bir karanlık mahale giriyorlar. Ne aşağı ne yukarı hiç ışık görünmüyor. Kuşa yine soruyor:

  • Kara toprağını görüyor musun ya kuş?
  • Görüyorum Sultanım.
  • Nasıl görüyorsun?
  • Tam şimdi bizim altımızda bir çiftçi tarlasını sürüyor. Öküzünün belinde de kemer var, yarısı kara yarısı
  • Beni oraya indir,

Kuş oraya indiriyor. Kuş tarlanın kenarında kalıyor. Süleyman aleyhisselam çiftçiye doğru gidip bu memleket neresi diye soracakken bir takırtı ses geliyor. Çiftçi “ho” diyor, öküzlerini eğliyor, tarlanın kıyısına doğru koşuyor. Süleyman aleyhisselam çiftçiye doğru giderken çiftçi Süleyman aleyhisselama doğru koşuyor.

Dikkat ediyor acaba bu takırtı neydi? Çiftçi niye bana karşı geliyor? Hiç daha ona bu memleket neresi diye soru soramamış, hiç onu görmüyor. Sanki gök gürlemiş gibi geçip gidiyor. Mecbur o da dönüyor çiftçi ile beraber gidiyor. Kuştan indiği yerde bakıyor kuş tuzağa düşmüş. Kuşu almak istiyor.

  • Ne yapıyorsun?
  • Avımı alıyorum.

Yahu, bu kuş benim.

  • Niye senin Ben buraya bu kadar emek verdim. Bu tuzağı kurdum ki buraya düşen benim avım olsun.

Daha ona bir şey diyemiyor. Kuşa soruyor.

  • Ey kuş, sen zulmet mahalinde ben sağa sola bakıp hiç ışık göremiyordum. Sen dünyayı gördün. Kara topraklarını gördün. Çiftçiyi gördün. Çiftçinin öküzünü gördün. Öküzündeki kemerini gördün. Ama koca tuzağı önünde göremedin mi?

Kuş diyor ki: 

  • Affet beni ya Ey Allah’ın Nebisi beni affet. Ben zulmet mahalinde Allah’ı zikrediyordum. Allah’ın nuru ile esma nuru ile görüyordum. Fakat nasıl burada Allah’ı unuttumsa karanlıkta kaldım, tuzağı göremedim, düştüm. İşte;

Mutmainne kal’asına girmişem

Gayet de bir metin hisarımız var

Mutmainne kalesine girince insanda daha gaflet kalmaz. Gaflet kalmayınca o zaman insanın yemesinde, içmesinde, oturmasında, kalkmasında hiçbir hareketinde bir noksanlık olmaz.

Himmet-i evliya bize yâr iken

Şâh-ı Nakşibendî ser-hünkâr iken

Seyyid Tâhâ Sıbgatullah var iken "

Gâbe kavseyn"e dek seyrânımız var

Şimdi burada himmet-i evliya denilince ta ki Resûlullah Efendimiz’den alıyor. Bir de bağlanmış olduğumuz, sevmiş olduğumuz Mürşidimize gelinceye kadar bunların hepsinin bize himmeti vardır.

Himmet-i evliya bize yâr iken

Bunlar daraldığın zaman bize yardım ederler. Bizi kurtarmaya çalışırlar. Fakat Şâh-ı Nakşibendîmiz ser-hünkâr’dır. Ser-hünkâr çok seri, ileri gitmiş demek. Ser-hünkâr ülke padişahlarının içerisinde en çok ileri gidendir.

Seyyid Tâhâ Sıbgatullah var iken

Seyyid Tâhâ Sıbgatullah, şeyhi Mevlâna Halidi Bağdadi Hazretleri, tarikatımızda kol reisimizdir. Çünkü hem zahiri müceddid hem bâtınî müceddid. Zahir şeriate de çok hizmeti var. Bâtın tarikatta da hizmeti var ki kol ayırmıştır. Nakşî tarikatından kol ayırmış ve Nakşî tarikatının kollarının içerisinde en makbulü, en kıymetlisi Halidî koludur.

Mevlâna Halid Hazretleri 365 tane halife çıkarmış. Her gün bir halifenin duasını yapmış, icazet vermiş. Bunları üç kıtaya da göndermiş.

Bu kadar ma’nevî büyüklüğü, kıymeti var. Seyyid Tâhâ Sıbgatullah da hem zahir hem bâtın, üveysidir. Seyyid Tâhâ’nın halifesi

Sıbgatullah da, Seyyid Tâhâ’ya zahirde hizmet görmüş ondan icazet almıştır. Resûlullah Efendimiz’den ona bizatihi emir gelmiş. Üveysiler öyledir. Üveysilere her ne kadar Resûlullah Efendimiz’den bir emir verilse bile, zahirden de bir Mürşitten ona bir emir alacak ki itiraz etmesinler. Yani sen nerden aldın bu görevi, kimden aldın, kime hizmet gördün, diye.

Nakşibendi Efendimiz’in yetiştirdikleri çoktur. Onlardan hizmet yönüyle, himmet etmiş olduğu Muhammed Parîse var. Muhammed Parîse çok sadıkane hizmet görmüş.

Muhammed Parîse 18 yaşındayken Nakşibendi Efendimiz ile buluşmuş. Kapısına gelmiş ve kapıdan seslenmiş. Hizmetçilerden bir tanesi, hanım cariyelerinden biri kapıya çıkmış ki bir genç kapıda duruyor. Haber vermeye içeri girmiş, Nakşibendi Efendimiz sormuş.

  • Kim kapıda? O da demiş
  • Parîse, yani genç birisi var. Mübarek kapıya çıkmış.
  • Ha siz Parîse imişsiniz, demiş.

İsmi Muhammed Parîse buradan kalmış.

Onu o kadar çok severmiş ve onun hakkında çok emirleri var. Fakat Nakşibendi Efendimiz’den sonra hizmete geçmemiş, damadı olan Alâeddin Attar geçmiş.

Nakşibendi Efendimiz’e kaç defa sormuşlarsa sizin  yerinize kim geçecek? Kimin başına toplanacağız? Muhammed Parîse’nin demiş. Muhammed Parisi’ye de demiş ki:

  • Sana büyüklerin nispeti tecelli edecek, el Ama yolun üzerinde bir kara taş var. Taş kalkmayınca sen de bu olmaz.

Kara taştan mana kendi mübarek vücuduymuş. Ben gitmedikten sonra dünyadan sende bu sıfat el vermez, demek istemiş. En son nefesinde ölüm anında sormuşlar kim geçecek? O zaman demiş ki:

  • Niçin bana bu zamanımda teşviş veriyorsunuz? Hâkim Havsullah Veteran Hazretleri sizi o şerefle şereflendirecek. O size bildirir, demiş. 

Muhammed Parîse de ihvanlar da Alâeddin Attar Hazretleri’nin başına toplanmış.

Şimdi niye böyle olmuş?

Nakşibendi Efendimiz, Osmanlılar zamanında yaşamış. Mevlâna, Selçuklular zamanında yaşamış.

Mevlâna Hüsamettin Çelebi’yi çok severmiş. Ona da sormuşlar:

  • Sizin yerinize kim geçecek?
  • Hüsamettin Çelebi.
  • Kimin başına toplanacağız?
  • Hüsamettin Çelebi’nin.

Mevlana’nın iki oğlu varmış, biri Alâeddin, biri Sultan Veled.

Zaten Alâeddin babasına muhalefet etmiş.

  • Sultan Veled’in hakkında ne diyorsun? Demiş ki:
  • O pehlivandır. Onun vasiyete ihtiyacı Mevlana’dan sonra Sultan Veled’in başına toplanmışlar.

Demek ki, Alâeddin de üveysi zahirde, Nakşibendi Efendimiz’in damadı. Hizmet görmüş, himmet almış ama bir de Resûlullah Efendimiz’den emir gelmiş.

Zahirde bir Mürşit, halifeye sen artık bu işi yap diye icazet veriyor, izin veriyor, bu biliniyor. Bir de üveysilere Resûlullah Efendimiz emrediyor.

Şimdi Seyyid Tâhâ Sıbgatullah deyince, Sıbgatullah da Seyyid Tâhâ’nın halifesi ama kendisi topallıyormuş. Bir tarafı çalınır gibiymiş, yani yürürken aksarmış. Fakat o da üveysiymiş, Resûlullah Efendimiz hilafeti bizatihi ona vermiş. Seyyid Taha da ona icazet vermiş, ondan da mezun olmuş.

Seyyid Tâhâ Sıbgatullah var iken

Gabe gavseyn”e dek seyrânımız var

Gâbe gavseyn” ayet-i kerimedir. “Gâbe gavseyni ev edna4” Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki: “Habibim sen bana iki kaşın yaklaştığı kadar yaklaştın.” Bu Resullullah’ın makamıdır, oraya gidilmez ama Nakşibendi Efendimiz gitmiş.

Oraya insan gidemez ama oraya kadar yol açık kapalı değildir. "Gâbe gavseyn" e dek, Seyyid Tâhâ Sıbgatullah var iken.

Himmet-i evliya bize yâr iken,

Şâh-ı Nakşibendî ser-hünkâr iken

Seyyid Tâhâ Sıbgatullah var iken

"Gâbe gavseyn"e dek seyrânımız var.

Yani ruhu terakkisiyle seyirdir.

Gönderdi Sâmî'sin ol Pîr-i Tâgî

Erzincan şehrinde kurdu otağı

Sami'dir cihanın hem şeb-çerâgı

Bizim de ahd ile peymânımız var

Şimdi beyit, Pîr-i Tâgî’nin mezunu olup, irşat olup geldiğini söylüyor.

Gönderdi Sâmî'sin ol Pîr-i Tâgî

Yani hilafet verdi, gönderdi.

Erzincan şehrinde kurdu otağı

Dergâhını Erzincan şehrine kurdu.

Sami'dir cihanın hem şeb-çerâgı

Sami’dir bütün dünyaya beyaz ışık dağıtan. Şeb, beyaz; çerağ da ışık.

Öyleyse beyaz ışık gördüğümüzde bizim de ahd-i peymanımız var. Biz ona ahit verdik, biat ettik, bağlandık.

Benlik berzahından âzâd olmuşuz

Her bir sohbetinden irşâd olmuşuz

Böyle bir sultâna evlâd olmuşuz

Daha bundan büyük ne şânımız var

Benlik insanlarda bir karanlıktır. İnsanların benliği önünde, etrafında bir kara perdedir. Bu benlik berzahından, karanlığından kurtulmuşuz.  Nasıl  kurtulmuşuz?  Onun  sohbetleri  bizi  kurtardı, onun sohbetleri bizi irşat etti. Karanlıkta olduğumuzu bildik, karanlıktan çıktık, benliğimizden kurtulduk.

Benlik berzahından âzâd olmuşuz

Her bir sohbetinden irşâd olmuşuz

Böyle bir sultâna evlâd olmuşuz

Evlat olmuşuz, böyle bir sultana mürit olmuşuz. Ona mürit olmamız bizim için büyük bir şan şereftir. Bizim için bundan büyük bir şan şeref olabilir mi?

Gönül fehm edeli "lâ"dan "illâ"yı

Mecnûn-veş biz de bulduk Leylâ'yı

Nûr-ı cemâlinde seyr et Mevlâ'yı

Bir rûh-ı musaffa mir'âtımız var

Gönül fehm edeli ""dan "illâ"yı demek; yok, illa var. Bir insan ne zaman ki gönlünden her şeyi yok ederse o zaman illa var Allah’tır. La ilahe illallah diyoruz ya. La ilahe hepsi yok, illallah bir tek Allah var.

“La”yı iskât eyleyenler dâim illa “Hû” çeker

Bir de bu kelâm vardır. “” yani her şeyi gönlünden çıkarır yok eder, o zaman daim “Hu” zikri çeker. Allah’ın nuru onun kalbinde tecelli eder.

Gönül fehm edeli "lâ"dan "illâ"yı

Gönül anladı ki her şey yok olacak. Daha yok olmadan her şeyi gönlünden çıkarttı, illa var olanı anladı buldu.

Gönül fehm edeli "lâ"dan "illâ"yı

Mecnûn-veş biz de bulduk Leylâ'yı

Niye Mecnun gibi bulduk Leyla’yı diyor?

Mecnun her ne kadar Leyla’ya âşıktı ama Allah’ın nuruna âşıktı. Allah, Mecnun’a Leyla’nın yüzünde bir nur göstermişti. Leyla o kadar güzel değilmiş. Eğer Leyla güzel olsaydı o zamanın zenginleri, ağaları alırdı, Mecnun’a bırakmazlardı. Mecnun Leyla’ya gönül vermiş ama Mecnun da çok fakir. Leyla da bir ağanın kızıdır. Mecnun fakir, sanatı yok, ilmi yok, zenginliği yok, babası kızı vermemiş. Senin gibi fakire kızımı vermem demiş. Fakat o çok güzel olmayan Leyla’yı Allah, Mecnun’a o kadar güzel göstermiş ki, ona âşık olmuş.

Mecnun’un Leyla’ya olan sevgisi bir müritte de olursa o zaman Mürşidinin yüzünde Allah’ın güzelliğini görür, diyor.

Gönül fehm edeli "lâ"dan "illâ"yı

Mecnûn-veş biz de bulduk Leylâ'yı

Nûr-ı cemâlinde seyr et Mevlâ'yı

Bir rûh-ı musaffa mir'âtımız var

Ruh-ı musaffa yani silinmiş bir aynadır. Silinmiş aynanın karşısına geçince orada göreceğimizi gördük.

Mir’at aynadır. Musaffa da silinmiş, temizlenmiş. Bir ayna var silinecek ki göstersin. Ayna var ama toz konmuş, kirlenmiş, paslanmış göstermez.

İşte silinmiş bir aynadır. O da Evliyaullah, Hakk aynasıdır. Evliyaullah Allah’ı gösteren bir aynadır.

Evliyaullah’da Allah’ın üç nuru da mevcuttur. Esma nuru da sıfat nuru da zat nuru da mevcuttur.

Fenafişşeyh olunca, yani şeyhinde fani olunca esma nurunu görüyor. Yine şeyhinde görüyor.

Fenafirresul olunca sıfat nuru Resulullah’ın nurunu görür yine şeyhinde görür.

Zat nuru vardır, Allah’ın zat nurunu da yine şeyhinde görür. Aslında üçü de Allah’ın nurudur. Esma nuru da Allah’ın nuru,

isimlerinin nuru, sıfat nuru da Resûlullah’ın nuru Allah’ın nurudur.

Hûda'nın cümle esmâ'ı sıfatı

Muhammed'den kamu tibyân değil mi

Bütün Allah’ın bin bir isminin nuru, sekiz sıfatının nuru Resullullah’ta mevcut, ondan tecelli etti.

Âteş-i aşkınla yandır Salih'i

Şarâb-ı lebinle kandır Salih'i

Taklîdden tahkîke döndür Salih’i

Affeyle hizmette noksanımız var 

(…)

Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki: “Ricâlün lâ tulhihim ticaretün ve lâ bey’un ân zikrillâh5” Burada buyuruyor ki: “Benim öyle kullarım var ki onların ticaretleri zikirlerine mâni olmaz.

İşte onlar beni ayakta zikrederler, yatarken zikrederler, otururken zikrederler, yerken zikrederler. İçerken, alırken, verirken zikrederler.

Adamın birisiyle sen konuşuyorsun, Allah’ı unutmuşsun ama o unutmuyor, bu bilinir mi? Senle konuşuyor, ama unutmuyor. Seninle bir alaveresi var, teşrik-i mesai dostluğu var, yemesi içmesi, alması vermesi var, fakat yine Allah’ı unutmuyor.

İşte bunlar nefs-i mutmainneye dâhil olandır. Nefs-i mutmainneye dâhil olmayan, olamayan tarikatı yaşayıp hakikate geçmiş olamıyor.

Şimdi burada kimisi peki der, kimisi yahu hiç böyle bir şey olabilir mi? Olmaz olur mu, var. Olmasa Allah söyler mi? Cenâb-ı Hakk’ın kelâmlarından Kur’an’da hâşâ estağfurullah hilaf olmaz. Böyle kimseler var mı? Var, bunu yaşayan bilir, bir de ehli olan bilir. Hani;

Dertli bilir dertli halin

Ya dertsizler bunda neyler

Dertli, dertlinin halinden bilir. Dertli olmayan dertlinin halini bilmez. Veliler bilir ama onlar da söylemezler. Sen şöylesin, sen de böylesin demezler. Çünkü niçin?

Senin gördüklerin aybı velîler setr eder cümle

Sen bir insanda ayıp görürsün ama veliler görmez setr eder.

Âlâyı ednayı seçmek Mürşidi kâmilin kârı değildir.

Âlâ iyi, edna da kötüdür. Yani şu iyi, şu da kötü demezler. Çünkü niçin? Allah kulun settar-ı uyub ismiyle ayıplarını örtmüştür. Velilerin de örtmesi lazım. Onlar söylemezler, örterler. 

Ama zahirde herkesin göreceği, bileceği bir ayıbı veli örtse ne olacak? Zahirde herkesin bileceği bir günah işleniyor, herkes bunu görüyor. Onu gizlemek zaten olmaz, gizlesen de gizleyemezsin.

Mesela bizim tarikatımızda günah-ı kebair işleyen tarikattan çıkar. Bu biliniyorsa onu hatmemize alamayız. Ama bilinirse söylenti olan değil. Söylenir ama görülmemiş, gören de yoktur, o değil. Günahı görülmüşse, aşikâr biliniyorsa, o tarikatımıza alınmaz, hatmeye alınmaz. Günah-ı kebair işleyen tarikattan çıkıyor.

Günahı kebair hangileridir? Zina etmek, haram yemek, içki içmek, adam öldürmek, kumar oynamaktır. İşte buna benzer yalan söylemek, hırsızlık etmektir. Bunlar bir adamda görülüyorsa onu gizlemek örtmek olur mu? Görünüyorsa zaten neyini gizleyeceksin?

Onun için dikkat edin bu günah-ı kebairleri işleyen siz veya bunu ihvanlardan işleyen olursa tarikattan çıkar, tarikattan atılır.

Daha tarikata giremez mi? Girebilir ama çok ağlaması lazım. Gece gündüz yalvarması, sızlanması lazım. Belki bir sefere alınır. Ama daha iki, üç bunu yaparsa daha girmesi de çetin olur, daha tarikata giremez.

Peygamber Efendimiz zamanında Fetih Sûresi nazil olduğunda “Şüphesiz biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik.6” Mekke’yi git fethet, sana fethi müyesser kıldım, muvaffak olacaksın, buyurmuştur.

Resûlullah Efendimiz, Mekke’ye emirsiz gitmedi. Resûlullah Efendimiz’e kalsaydı gitmek istemiyordu. Çünkü kimin üzerine savaşa gidecek? Amcalarının üzerine, amcalarının, halalarının teyzelerinin çocuklarının üzerine gidecek.

Daha önce yapılan üç dört savaş birbirlerinin arasında kendi içlerinde olmuş. İcabında kardeş kardeşiyle savaşmış, babası oğluyla, amcası yeğeniyle, yeğeni dayısıyla savaşmışlar.

Bunlar hangi muharebeler? Bedir Muharebesi, Uhud Muharebesi, Hendek Muharebesi. Bir de Mekke’nin Fethi.  

Şimdi Allah’tan emir gelmiş, Mekke’nin Fethi’ne gidecek. Tabii, hazırlık yaptı etraftan Müslümanlar’dan asker toplandı, fethe gidiyor. Bütün Mekke’den gelen, Medine’ye giden muhacirin hiçbirisi Mekke’ye gitmek istemiyorlar. Hepsinin arzuları yani onlar kırılmasınlar, onlar da gelsin Müslüman olsunlar. Her taraftan Müslümanlar geliyor. Onlar da Müslüman olsunlar bunu istiyorlar.

Mekke’den gelenlere Resûlullah Efendimiz emretti ki: “Mekke’den gelenleri bırakmayın, gelsin.” Mekke’den de Medine’ye gitmeyi yasakladı. Birkaç sene barış yoktu. Öyle oldu ki birkaç sene ne Mekke halkı gelebiliyor Medine’ye ne de Medine’den bir kişi oraya gidebiliyor.

Daha önce maddi işler, dünya alavereleri için bir anlaşma oldu, gelip gidiyorlardı. Ama sonra ahitlerini onlar bozdular. Bozulunca geliş gidiş kesildi. Cenâb-ı Hakk, Fetih Sûresi’ni Mekke’yi fethetmek için emir gönderdi. “Git Habibim, Mekke’yi fethet.

Bu arada, Cerade isminde bir hanım Mekke’ye gitmek istemiş. O sahabenin içerisinde Hatip isminde birinin yine Mekke’de dostları, akrabası varmış bir mektup yazıyor. Onlara gelin yine anlaşın, uzlaşın, barışın diye. Yani harp, savaş olmasın kırılmasınlar. Bu Cerade isminde bu hanıma mektubu veriyor. Diyor ki:

  • Bunu nerene gizlersin?
  • Saçımın örüğünde
  • Çok güzel,

Saçına gizliyor, gidiyor. Demek hanım olduğu için gizli yerden kaçmış, Medine’den çıkmış, Mekke’ye gidiyor. Allah Resûlullah’a bildiriyor: “Mekke’ye haber mektup gidiyor, onu aldır.

Hazreti Ali Efendimiz’i gönderiyor.

  • Ya Ali Mekke’ye mektup gidiyormuş. Cerade isminde bir hanımda mektup gizliymiş. Onu koyma geri gönder, mektubu da

Hazreti Ali Efendimiz, mektubu almaya gidiyor ve kavuşuyor.

  • Niye acele ediyorsun? Dön geri sende bir mektup varmış, onu 

Diyor ki;

  • Bende mektup
  • Allah’ın Resulü yalan mı söylüyor? Varmış,
  • Yok,

Arıyor bulamıyor, naçar kalıyor. Diyor ki;

  • Resûlullah yalan söylemez. Mektubu ver, yoksa şimdi bir yumruk vurursam beynin gözlerinden

Cerade anlıyor ki yumruğu yiyecek. O zaman mecbur kalıyor.

  • Dur saçımın arasında,

Saçını açıyor mektubu alıyor ve kendisini de geri gönderiyor. Resûlullah Efendimiz bütün sahabeyi toplatıyor. Söylüyor ki,

  • Bu mektubu kim gönderdiyse ortaya çıksın. Kimseden ses Diyor ki;
  • Söyleyin, Cebrail gelir bana haber Kim bu kusuru işlediyse çıksın, aşikâr özür dilesin.

O zaman Hatip isminde bir tanesi kalkıyor;

  • Ya Resûlullah bunu ben işledim.
  • Niye bunu yazdın?
  • İşte buradakiler oradakiler hep birbirlerinin tanıdığı, bunlar kırılmasınlar, gelsin anlaşsınlar ve yeniden bir ahit yapsınlar, diye yazdım.
  • Sen Allah’tan daha mı iyi biliyorsun? Sen bu mektubu niye yazdın, emirsiz, izinsiz, gönderdin.

Resulullah’tan af diliyor.

  • Ben Seni ancak Allah affeder. Git ağla sızla, Allah affederse biz de affederiz.

Bu Hatip ne yapıyor bilir misiniz? Evinde kendisini bir direğe bağlıyor. Topuklarından tut da boynuna kadar ip ile kendisini sardırıyor. Üç gün gece gündüz orada ağlıyor, yemiyor, içmiyor. Bağrının kanı gözlerinden gelip akıyor. Ondan sonra Allah onu affediyor. Cenâb-ı Hakk Cebrail ile bildiriyor: 

  • Ya Habibim, Hatip’in bağrının kanı gözlerinden aktı. Artık onu ben affettim, sen de

Ya kolay değil İslâmiyet’i yaşamak. Bu zamanda bu kadar kusurla, bu kadar günahla, bu kadar noksanlıkla nasıl kurtulacağız?

Ama Allah’a şükür Salih Baba müjdeliyor bak:

Çok salât ile selam olsun Resulü Ahmed'e

Bu kadar isyan ile bizlere demiş ümmetî

Bu kadar isyan ettiğimiz halde yine bize ümmetim demiş. Çünkü şefaati haktır, şefaati olmasaydı ümmetim demezdi.

Müslüman hiç olmasa, kitapı, sünneti, edille-i şeriyyeyi yaşayacaktır. İnsanlar öldükten sonra dirilecektir. Sağ eline defteri verilen kurtulacaktır. Sol eline verilen kurtulamayacaktır.

İşte biz de sağ elimize verilecek bir defter hazırlamamız lazım. Çünkü bizim muhasibimiz defterimizi tutan var. Manevi zararlarımızı da kârlarımızı da yazan var.

Manevi zararlarımız: günahlarımız, kusurlarımız.

Manevi kârlarımız: amellerimiz, ibadetlerimiz.

Bunlar bütün sözlerimizde ve icraatlarımızdadır. Onun için bir Müslüman bir defa kendi kendinin hesabını yapacak ki, muhasibini yapan meleğe sevaplarını yazdırabilsin. Bir melek de günahları yazıyor. Sevapları yazan, günahları yazan meleğe bir şey kaptırmasın, yazdırmasın. Onu da ancak insan İslâm’ın şartını yaşayacak, amentünün şartlarına inanıp yaşayacak.

Bir de Müslüman sabahtan kalkar, nereye gidecek, ne iş yapacak? Çarşıya, pazara mı gidecek, yoksa bir işine mi gidecek? Yoksa eşini dostunu görmeye mi gidecek?

İyi bir düşünsün; ben bugün nereye gideceğim, ne iş yapacağım, ne konuşacağım?

Ondan sonra eğer o iş zararlı bir iş ise, yapmasın. Konuşacak, zararlı ise konuşmasın. Fakat beşer, yanıldı zararlı değil diye konuşmuş olduğu bir söze sonradan ayıldı veya da idrak etti, düşündü, pişman oldu. Baktı ki zararlı bir iş işlemiş. Bir sabahtan bir de akşam kendini muhasebe edecek. 

Sabahtan kalkar nereye gideceğim, ne iş yapacağım, kiminle konuşacağım? Gitti, aldı, verdi, yaptı, yedi, içti, akşam geldi. Ben bugün ne iş yaptım, nereye gittim, kiminle konuştum, neler yaptım? Bunları akşam düşünecek muhasebe edecek.

Eğer orada bir yanlış iş yapmışsa, bir yanlış konuşmuşsa, onun için “estağfurullah” tövbe istiğfar eder, Allah’a yalvarırsa onu Allah affediyor. Günahı yazan melek, daha onu yazamıyor.

Ne diyor Cenâb-ı Hakk: “İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın.7” İnsanların iki tane meleğe inanmaları, imandandır. Meleklere inanmazsa, bir insan Müslüman olamaz.

Herkesin iki tane muhafaza meleği var. Hem muhafaza ediyor hem de muhasebeci, onun hesap defterini tutuyor.

Fakat Cenâb-ı Hakk sağ meleği, sol meleğe amir etmiş. Sağ melek, insanların sevaplarını yazıyor. O işlenen sevabı hemen kaydediyor. Sol melek, günahları yazacağında, sağ melek onu koymuyor ki günahları yazsın. Diyor ki:

  • Dur! Bu adam akşamüstü tövbe edecek Belki bilmeden işlemiştir.

Sağ melek akşama kadar onu oyalıyormuş, o günahlarını bırakmıyor ki yazsın. Ne zaman akşam oldu, geldi eve yedi, içti, yattı, uyudu. Ondan sonra daha mâni olamıyor. Sağ melek, sol meleğe karşı mahcup oluyor. Bir amir, memuruna karşı mahcup oluyor. İnsan tövbe etmeyince o günaha, o zaman boynunu büküyor, diyor ki:

  • Tamam,

Bunlara inanmak lazım, bunları tatbik etmek lazımdır. Böyle olursa, o zaman senin defterin sağlam tutuluyor. Öldükten sonra kalkınca o defter sağından veriliyor. Sağ eline defteri aldıysan kurtuldun. Ama sol eline verilirse kurtulamıyorsun. Şimdiden solumuza verilecek bir defter tutturmayalım.  

Bu garîb illerde kalma âvâre

Can bedende iken kıl buna çare

Canın bedende iken çaresine bak. Eğer sen sol meleğe günahları yazdırırsan, kötü bir defter senin aleyhine tutulursa, o defter kabirde azabın olur. Kabirden kalktıktan sonra kıyamette de çok bunaltın, sıkıntın, darlığın olur ve cehennemden de kurtulamazsın.

Bunları böyle basit görmeyelim. İnsanlar rüya görüyor ya, dünya hayatında rüya nasılsa, ahiret hayatına karşı bu dünyanın bütün yaşantısı, zahmeti, sefası, cefası da bir rüya gibidir. Şimdi rüya değil ama rüya gibi olacak.

Mesela bir rüya görüyoruz, yataktan kalkıyoruz ki rüyada gördüklerimiz yok. İyi bir şey de görsek yok, kötü bir şey de görsek de yok. Ama kötü bir rüya gördüğün zaman çok sıkıntı, bunaltı içerisindeyken, uyanıyoruz ve kurtuluyoruz. Güzel bir şey gördüğümüz zaman da uyanıyoruz ki çok güzel bir şey, onun da bir sefası, içimizde bir zevki var, ama o da sonunda yoktur.

Dünya hayatı da ahiret hayatına karşı bir rüya gibi olacak. Onun için dünya hayatına aldanmayalım.

Peki, canım yemeyelim mi? İçmeyelim mi? Kazanmayalım mı?

Ye iç, kazan al, harca ama Cenâb-ı Hakk bir sınır çizmiş, çıkma dışarı demiş.

O sınır ne? Şeriat.

O sınır da ne? Tarikat.

Tabii kabir azabına inanmayanlar için görülen rüya kabir azabının ispatı, delilidir.

İnsan çok korkulu rüya görüyor. Uyanıyor, yok. Köpekler parçalıyor, yılanlar sarıyor, asıyorlar, kesiyorlar. Uyanıyor kurtuluyor.

Bir de çok güzel bir rüya görüyor. Uyanıyor yok kaybediyor.

Ne görüyor bu rüyayı? Ruh görüyor. Yatmış uyuyorsun, ayağından sürükleseler haberin yok.

Ceset yok oluyor, ruh yok olmayacak. 

Öyleyse bu ruh yok olmayacaksa o kabirdeki azapları da ruh görecek. O kabirdeki sefaları da ruh sürecek.

Dünyada rüya gördün, korkulu rüyadan uyandın, kurtuldun. Ama öldükten sonra kabirden daha çıkamazsın ki kurtulasın, dirilemezsin ki kurtulasın.

Veya güzel bir rüya görürsün, uyandın, o güzel şeyi kaybettin. Ama orada daha kabirden çıkamazsın ki onu kaybedesin, dirilemezsin ki kaybedesin.

Sonra bir de batıl itikat var. Bir insan bugün yapmadığını yarın yaparım, bu sene yapmadım, bir dahaki sene yaparım demesi de batıl bir itikattır. Batıl demek? Batmış bir batağa daha çıkamıyor.

Çünkü niçin? Hiç kimseye Allah ne kadar yaşayacağını bildirmemiş. Kim olursan olsun on beş yaşına girdi mi mükelleftir. Ben hele şimdi biraz gezeyim tozayım, sefamı süreyim sonra amelimi işlerim demek batıl bir itikattır. Buna tûl-i emel deniliyor.

Bu kadar gençler ölüyorlar. Allah korusun, günah üzere ölürlerse, kurtulacakları yoktur.

Ölüme hakke’l-yakîn inanmak lazım. Hakke’l-yakîn demek çok yakın olduğunu görmek lazım. O zaman ölümden de korkmak lazım ki kabir azabından da korkalım.

İnsanları dünya sevgisi aldatıyor. Yani dünyayı seven adam dünyaya kenetlenmiş, bağlanmış. Bağlı bir insanın başka hiçbir hareketi, hem hiçbir işlemi olamaz. Onun için Divan’da geçiyor:

Zuhuratım Muhammed’den Ehad’den

(Allahümme salli ala seyyidina Muhammed)

Semâda ismi Ahmed’dir bu âlemde Muhammed’dir

Ahad’den vahidiyyettir bu sözde olmagıl şekkâk

Bunda hiç şek şüphe olmasın ki semada ismi Ahmet’tir. Cenâb-ı Hakk da Habibim Ahmet ve Resûlüm Ya Muhammed demiyor mu?

Semâda ismi Ahmed’dir

Bu âlemde Muhammed’dir

Ahad’den vahidiyyettir 

Yani Allah’ın varlığından var olduk. Bizim varlığımız, zuhuratımız nereden oldu?

Zuhuratım Muhammed’den Ehad’den

Bu ruhlar onun nurundan halk edildiyse zuhuratımız ondandır.

Zuhuratım Muhammed’den Ehad’den

Bu kesret âlemi hubb-ı Samed’den

Kesret âlemi bu görünen kalabalığın hepsi hubb-ı Samet, Allah’ın sevgisinden, Allah’ın dilemesiyle insan var oldu. İstedi ki var etti.

Bakın insanlar bile dilemiş olduğu işi yapıyorlar. Sevmiş olduğu bir işi yapıyorlar. Sevmese o işi yapmıyor. Sevmiş olduğu bir yemeği yiyor, sevmediğini yemiyor. Sevmiş olduğu bir elbiseyi giyiyor, sevmediğini giymiyor. Cenâb-ı Hakk da yani dilemiş, istemiş, sevmiş, halk etmiş.

Zuhuratın Muhammed’den Ahmet’ten

Bu kesret âlemi hubb-ı Samed'den

Halâs et bizleri şahım kemendden

Bizim zuhuratımız Muhammed’den Ahmet’ten oldu. Bütün bu insanları Allah’ın sevgisinden, muhabbetinden, hubb-ı Samet, Allah diledi halk etti. Ama dünya bizi kementledi. Burada rabıtasına diyor ki bu dünyanın kemendinden bizi kurtar.

Halâs et bizleri şahım kemendden

İşte dünyayı sevenler kementlenmiş yani bağlanmış oluyor. Ne için? Dünya kârı için bağlanmış oluyor. Zaten öyle bak hadis-i şerifte de buyuruyor: “Bütün hataların başı dünya sevgisidir.8” 


1   Müslim, 2959, İbni Mace, 4113.
2   Eşrefoğlu Rumi, Müzekkin Nufüs, s. 527.
3   Ra’d, 13/28.
4   Necm, 53/9.
5   Nur, 24/37.
6   Fetih, 48/1.
7   Kaf, 50/17-18.
8   Tirmizi, Müslim.