“İşte dengeyi sağlayacağız: idare, müdara, dubara”

26.6.1995 / İncek

Küçük silsilede “Maveraünnehri kûh-i Tur” geçiyor. Tur dağı gibi feyiz, nur, tecelli yeri oldu. Salih Baba’nın kelâmında da geçer:

“Allah'u nurun” nuru

Sende kılmış zuhuru

Cismin tecellî Turu

Onlar hiç sezdirmiyorlar, bildirmiyorlar. İnsanların kalbi bir nehir gibidir. Allah’tan feyiz, muhabbet o nehirler gibi gelir.

Bunların hepsi, Divan’da zikrediliyor:

Aşkına Hazreti Pir-i Tâgi'nin

Reis-i Evliya din çerağının

Burada Reis-i Evliya, Nakşibendi Efendimiz’dir. Din çerağı, onun kadar evliyadan dine şule veren, ışık veren olmamış.

Reis-i Evliya din çerağının

Hakkikat bahrinin çâr ırmağının

Çar ırmak geçiyor.

Keştibân eyle o deryaya bizi

Çar: dört, dört ırmaktır. Buradaki anlam Nakşibendi Efendimiz, üveysidir. Abdülhâlık Gücdüvâni Hazretleri’nin ruhaniyetinden yetişmiş ama sadece onun ruhaniyeti değil Abdulkadiri Geylani Hazretleri dâhil dört Evliyaullah hizmet görmüş. “Nakşibendiyyeti vel Kâdiriyyeti ves Sühreverdiyyeti vel Kübreviyyeti vel Çeştiyye”. Abdülhâlıkıl Gucdüvâni Hazretleri’nden başka dört Evliyaullah’ın ruhları da Nakşibendi Efendimiz’e hizmet görmüşler. Onların ruhaniyetinden de feyiz almış.

Sert akan bir su az da olsa bir şarıltı ses çıkarır. Ama durgun akan koca bir nehir hiç ses çıkarmaz. Cezbe haktır, bizim tarikatımızda cezbe vardır. Mürit cezbeyle terakki eder. Cezbeyle olan terakki hepsinden daha fazladır. Cezbelilere zikri az  veriyorlar veya hiç vermiyorlar.

Kimisine de veriliyor fazla evrat çekiyor. Altmış, yetmiş bin evrat çekiyor. Ona göre de terakkisi oluyor.

Zikir ruhun gıdasıdır. Nasıl ki nefsin gıdası var. Nefis doyana kadar yemek istiyor, doyduktan sonra yemek istemez.

Nefisler denilince farklıdır, insan var ki mesela iki yüz elli gram yemekle doyuyor. İnsan var yarım kilo yer, kimisi bir kilo yer, üç kilo yer, beş kilo yer, doyana kadar yer.

Zikir de böyledir, ruhun gıdasıdır. Burada beş bin ders ana temeldir. Herkes çıkmadıysa beş bin derse çıkacak. Beş binden sonra çıkma, ders yapanın arzusuna göredir. Her kim beş bin ders yapıyor, bu az geliyor fazla yapacağım diyorsa bilsin ki onun daha ruhu gıdasını almıyor, ruhunu doyuramıyor.

Ruhun gıdası Zikrullah’tır.

Onun için yetmiş beş bine kadar çıkıyorlar, ders çekiyorlar. Hanımlardan şimdi kaç tane letaif çeken var. Elli beş bin çeken hanımlar var.

Bizim tarikatımızda talibi üç yönden Allah’a götürürler. En evvel cezbe yolu ile ikincisi nefy ü ispat-zikirle-, üçüncüsü şuğul-u bâtın ile götürürler.

Bu yetki Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’ne verilmiş. Nakşibendi Efendimiz’in halifelerinden Yakub-u Çerhî Hazretleri ona bu yetkiyi vermiş.

Tabii bu yine Allah’ın emri, Resulullah’ın emridir. Nasıl ki Resulullah Efendimiz Sıddık Ekber Efendimiz’e: “Ya yâr-ı gârım Ebubekir sana biat eden bana biat etmiştir, senin elinden tutan benim elimden tutar, senin kabulün benim kabulüm, senin reddin benim reddim.” buyuruyor. 

Bu ahit Nakşibendi Halifesi Yakub-u Çerhî Hazretleri’nde tazelenmiş, yenilenmiş, Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’ne yetkiyi vermiş.

Ubeydullah Hazretleri’nin ismi kitapta Taşkentli Havace, Hâcei Ahrar geçiyor. Bunun doğuştan zikri, fikri, kârı, kemali varmış. Annesinden doğmuş, dünyaya gelmiş, annesinin  memesini  kırk gün tutmamış. Kırk günden sonra meme emmeye başlamış. Sonra yürümeye başlamış, konuşmaya başlamış, Allah’ı zikrediyor hiç gafil değil.

Yedi yaşında okula giderken bir gün çamurdan geçeyim derken, ayakkabısını çamur çekmiş, pabucu çamurda kalmış. Pabucunu almak için dönmüş, orada pabucunu alıncaya kadar zikrinde bir boşluk görmüş. Orada yaşlı biri çift sürüyor. Demiş ki “Bak şu amca çok zahmetli iş görüyor da hiç Allah’ı unutmuyor. Sen bir pabucunu alıncaya kadar niye Allah’ı unuttun?” diye kendi kendini dövmüş. Öyle dövmüş ki yüzünde parmaklarının eseri bir hafta gitmemiş, görülmüş. Fakat on iki yaşıma girdiğimde anladım ki sadece bende bu ayıklık var, insanlarda gaflet var, diyor.

Bu mübarek doğu illerinde her tarafı gezmiş. Horasan, Maveraünnehir, Taşkent, Semerkant, Buhara hep gezmiş meşayih aramış. Meşayihleri görüp geçmemiş, hepsine malen ve bedenen hizmet de görmüş, oralarda kalmış ama hiçbirinden nispet almamış, hiçbirine mürit olmamış.

Meşayihlerden bilhassa Nizameddin Hâmûş mübarek de onu istemiş, var gücünü sarf etmiş ki Ubeydullah Hazretleri’ni alamamış. Nizameddin Hâmûş da öyle bir tasarruf sahibi ki kime baksa ölüyormuş. Onda Celal sıfatı varmış.

Evliyaullahta Cemal sıfatı ve Celal sıfatı vardır. Ama velilerin hepsi Celal sıfatını kullanmazlar. Ekseri cemal sıfatını kullanırlar. Celal sıfatını kullanmazlar ama velilerde iki meşrep vardır: Hazreti İsa meşrepli, İsevi meşrep; Hazreti Musa meşrepli, Musevi meşrep. Hazreti Musa celalli mübarek, Hazreti İsa da çok mülayimdir.

Bir de Ebubekir Sıddık meşrepli, Hazreti Ömer meşrepli denir. Hazreti Ebubekir çok mülayim. Hazreti Ömer de çok celallidir. Fakat onların celali bizim anladığımız gibi değildir. Onların celali haktır, Hakk’tan tecelli ediyor. 

Cenâb-ı Hakk’ın da Cemal sıfatı, Celal Sıfatı var. Bütün bu mükevvenatta Cenâb-ı Hakk’ın iki sıfatı tecelli ediyor. Allah bizi Müslüman olarak halk etmiş biz celal sıfatına sahip olmayalım, cemal sıfatına sahip olalım.

Şimdi bu nas bir acayip olmuşlar celal sıfatına sahip olmuşlar veyahut da celal sıfatından lezzet almışlar.” Mademki bu insanlar Kitap’tan, sünnetten ayrılmışlar. Günah, sevap, hayır, şer bilmiyorlar, bunlarda amel yok, öyleyse celal sıfatına sahip olmuşlar.

Ve bil kaderi hayrihi ve şerrihi1” emri fermanı ve bir de şu var ki “Elhamdüllillahi Rabbi’l-âlemin2”, Cenâb-ı Hakk âlemlerin Rabbısı’dır. Rabbi’l-Müslimin olsaydı sadece Müslümanlar’ın arzusunu halk ederdi. Âlemlerin Rabbısı olduğu için onlar bilsinler bilmesinler hepsinin Rabbısı’dır, Halikı’dır, hepsini halk etmiştir. Herkesin rızkını vermiş, sıhhatini vermiş, tanısınlar tanımasınlar.

Yalnız Cenâb-ı Hakk’ın iki sıfatı var: Celal sıfatı, Cemal sıfatı. Bir de Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti var. İki ismi var: Rahim, Rahman. Zaten bu isimler sıfatlarının isimleridir.

Allah’ın bin bir ismi var ama bin ismi sıfatlarının ismidir, bir tek “Allah” ismi zatının ismidir. Lafza-i Celal zatına mahsustur. Allah’ın zatı bir, sekiz sıfatı vardır. Bunlar hep sıfatlarının isimleridir. Rahim isminin, Rahman isminin Rahim sıfatı, Rahman sıfatı var. Bunlar dünyada ve ahirette tecelli ediyor.

Rahman sıfatı dünyada tecelli ediyor ki isyan edene, itaat edene muamelesi bir, müsavi seçmiyor.

Ama Rahim sıfatı ahirette tecelli edecek, herkesin hakkını verecek. “Miskale zerretin hayren yerah ve men ya’mel miskale zerretin şerran yerah3Her kim zerre kadar bir iyilik işlerse karşılığını görecektir. Her kim de zerre kadar bir kötülük, şer işlerse karşılığını görecektir.” bunun delilidir. 

Neyse mübarek Ubeydullah Ahrar Hazretleri çok meşayihler ile görüşmüş. Bunlardan Nizameddin-i Hamuş Hazretleri mübarek celal sıfatını çok kullanmış. Sadeddin Kaşgarî Hazretleri’ne de o hilafetini vermiştir.

Nizameddin-i Hamuş Hazretleri Alaeddin Attar Hazretleri’nin halifesidir. Nakşibendi Efendimiz’in ilk irşat etmiş olduğu daha hayattayken “Alaeddin bizim hayli yükümüzü yüklendi.” buyuruyor. Mübarek Nakşibendi Efendimiz’in zamanında o da ayrı bir dergâh kurmuş. Mürit toplamış başına, sohbet etmiş, onları irşat etmiş.

Nakşibendi Efendimiz’in Halifesi, Alaeddin Attar. Alaeddin Attar Hazretleri’nin halifesi Nizameddini Hamuş. Nizameddin-i Hamuş Hazretleri’nin halifesi Sadeddin Kaşgarî. O evlad-ı Resül’dendir. Sadeddin Kaşgarî Hazretleri otuz iki tane de o irşat etmiş, halife çıkarmıştır.

Nizameddin-i Hamuş Hazretleri, Sadeddin Kaşgarî Hazretleri’ni irşat ettiği zaman şöyle bir tavsiyede, nasihatte, vasiyette bulunmuş. Demiş ki:

–Ben Cenâb-ı Hakk’ın celal sıfatını muhafaza etmedim, çok kullandım. Bunun hecaletini ahirette çekerim, sen sakın bunu kullanma.

Mübarek bidayetinde on beş gün kendisini evin bir köşesine hapsetmiş, siyah bir perde önüne germiş. Aile efradını bile yanına koymamış. Çünkü o sıfat tecelli ettiği zaman ona alışıncaya kadar, hıfz edinceye kadar kime baksa onu düşürür, o kimse ölürmüş.

Onun için burada Evliyaullah Hazreti Musa meşrepli, Hazreti İsa meşrepli oluyor. Bazıları yumuşak Hazreti İsa’nın, Ebubekir’in meşrebi, bazıları da Hazreti Musa’nın meşrebi sert olurlar.

Ubeydullah Ahrar Hazretleri, o kadar çok meşayihlerle dostluklar kurmuş ve onlara hizmet görmüş. Onlara mali hizmet, bedeni hizmet yapmış. Fakat hiçbirine teslim olamamış ve hiç kimse de onu tasarrufuna alamamışlar.

Ubeydullah Hazretleri, Nakşibendi Efendimiz’e âşıkmış. Ona kavuşamamış, onun ruhaniyetini görmüş. Onun rûhunu görmüş. Ona kavuşamadığı için çok müteessir olmuş. Meşâyih arıyor arıyor,  bulamıyor.  Çünkü  Nakşibendi  Efendimiz’in ruhaniyeti  onu almış.

Mübarek bir rüya görüyor. Onların rüyaları rüya değil hâldir. Rüya başka, hâl başkadır. Avamınki rüyadır, hâl sahibinin gördüğü hâldir. O da demek ki rüyada her şey net çok açıktır fakat kendilerinde bir hareket olmuyor, ayık da değiller.

O bir görmüş olduğu rüyasında işte bir tepe var, o tepenin önünde büyük bir meydanlık var. Orada geçmiş Evliyaullah’ın bütün ervahı toplanmış. Sormuş:

  • Bunlar niye toplanıyorlar? Demişler ki:
  • Hazreti Resulullah

Hazreti Resulullah Efendimiz gelmiş. Onun için orta yerde bir kürsü varmış. Geçmiş kürsüye oturmuş, bakmış hatibiyle beraber,

  • Ervah tamam mı?
  • Tamam, demişler.
  • Gel buraya Ubeydullah, al sırtına beni şu tepenin üzerine çık. Sonra tepenin üzerinde bunun arkasını sıvazlamış.
  • Aferin, ben sende bu kuvvetin olduğunu Ervah da bilsin, demiş.

İşte, bu rüya üzerine Nakşibendi Efendimiz’e yetişemedimse O’nun elinden tutanı bulacağım, diyor.

Yakub-u Çerhî Hazretleri de Nakşibendi Efendimiz’in halifelerinin içerisinde en genç o imiş, en son o el almış. Hepsinden faziletli, hepsinden de ileri o imiş.

Onun da Nakşibendi Efendimiz’i tanıması şöyle olmuş. O mübarek, Herat memleketindenmiş. Buhara’da zahir ilmini bitirmiş, dört mezhepten icazet almış. İcazetini alacağı zaman bir rüya görüyor. Rüyasında nuranî bir kimse ona diyor ki: “Molla Yakup; molla oldun, zahir ilmini medrese ilmini bitirdin. Bundan sonra da azizleri bul, azizlerden ol.

Bu rüyayı ona çok etki yapmış, çok zevk şevk vermiş. Onda bir muazzam gönlünde bir arzu bir istek olmuş. “Ya Rabbi bu azizler kimdir? Azizlerin ilmi nasıl bir ilimdir?” diye Allah’tan çok istiyor, yalvarıyor. 

Mezun olmuş giderken, tabii o zaman şimdiki gibi değil ki medresede kalıyorlar, okulu bitirinceye kadar on beş, yirmi, yirmi beş sene medrese ilmi okunuyor. Tabii orada çok ulemâdan, meşayihten, ümeradan, esnaftan tanıdıkları var. Sonuçta bir âlim çıkmış, çevresi var, bunların hepsi ile vedalaşmış. Nakşibendi Efendimiz ile vedalaşırken, elini öpmüş:

  • Efendim, bana dua et, demiş. Mübarek de buyurmuş ki:
  • Bizim duamız makbul müdür?
  • Makbuldür
  • Senden bir delil

O da ayet okumuş. “Cenâb-ı Hakk biz bir kulumuzu seversek kullarımıza da sevdiririz.

  • Delilim bu, demiş.
  • Ma Azizan” Biz

Deyince rüya aklına geliyor, sanki rüya canlanıyor. O zaman gayr-i ihtiyari, elinde olmayaraktan gönlü Nakşibendi Efendimiz’e akıyor, ona âşık oluyor. Şimdi çantası elinde gidiyor.

  • Efendim bizi hatırı gönlünden çıkarma. Nakşibendi Efendimiz de buyuruyor ki:
  • Bizim gönlümüzde gayrı Sen bize bir teberrük bırak.

Onunla seni hatırlayalım.

Nakşibendi Hazretleri takkesini alıp başına koymuş.

  • Fark etmez sen bizden
  • Bu takke ile sen bizi unutma, biz seninle Nakşibendi Hazretleri sadece ona değil çok kimselere bunu demiş: “Bizi unutmayın biz sizinle beraberiz. Bizi taklit edin ki unutmayasınız.

Taklit ise hayalî rabıtadır. Bizi taklit edin ki unutmayasınız. Bizi unutursanız bizden ayrı düşersiniz.

Bizi unutmazsanız biz sizinle beraberiz ama bizi taklit edin ki unutmayasınız. 

Alaeddin Attar Hazretleri sekerat-ı mevt ölüm hastalığında iken müritleri:

  • Ne tavsiye edersiniz bize, demişler. O da demiş ki:
  • Havace Hazretleri (şeyh efendisi) bize taklit emretti, biz hâlâ taklit üzerindeyiz. Ben de size taklidi emrediyorum, taklidi tavsiye ediyorum, demiş.

Öyleyse bu da Salih Baba’nın bir emri:

Âteş-i aşkınla yandır Salih'i

Şarâb-ı lebinle kandır Salih'i

Taklîd'den tahkîke döndür Salih'i

Afv eyle hizmette noksanımız var.

Evet, Ubeydullah Ahrar Hazretleri gitmiş, Yakub-u Çerhî Hazretleri’ni bulmuş. Onu gördüğü zaman:

  • Geldin mi Ubeydullah?

Sanki daha evvelce tanıyormuş da biliyormuş da:

  • Geldim
  • Niye bu kadar geç kaldın? Elini uzatmış:
  • Şunu tut bakalım, demiş.

Demiş ki: “Tut şu elimden.” Nakşibendi Efendimiz buyurdu ki: “Senin elinden tutan benim elimden tutar. Sana biat eden bana biat eder. Senin kabulün benim kabulüm. Senin reddettiğini ben de reddedeceğim.” O ahit, tasavvuf, burada tazeleniyor.

O da çekinmiş elinden tutmamış. Bakmış ki ben bu yüzü sevmedim, rabıta edemem demiş. Yüzünde alacalık, siyah beyaz benekler varmış. O tabii bunu fark edince elini çekiyor.

  • Sen bu yüzü sevmedin mi? Şu yüze bak,

Böyle yüzünden bir perde kaldırır gibi yapıyor. Ubeydullah Ahrar Hazretleri ona dayanamıyor, bayılıyor. Ayıldıktan sonra eline yapışıyor, tutuyor. İşte onu hemen irşat ediyor. 

Etrafındakiler itiraz ediyorlar: Ubeydullah geldi, irşat oldu, gidiyor. Buyurmuş ki:

  • Her gelen Ubeydullah gibi İrşat olsun gitsin. O bize tam geldi. Fenerini almış, gazını koymuş, fitilini takmış ve camını takmış. Biz ateşi yaktık, buyurmuş.

İşte onu salahiyetle irşat etmiş. Sen yetkilisin, demiş. Üç yönden salikleri Allah’a götürürsün.

Birincisi cezbe yoludur. Cezbeyle götürürsün. İkincisi nefy ü ispat ile götürürsün.

Üçüncüsü şuğul-u bâtın ile de götürürsün.

Bu şuğul-u bâtın aslında bizim tarikatta marifettir, hünerdir. Ama başka tarikatlarda da kusurdur. Ama bunu bilemedikleri için kusur atfediyorlar. Hâlbuki şuğul-u bâtını, istemeyerekten gelen bir şuğuldur. İsteyerekten olan şuğul noksanlıktır, kusurdur.

Ama istemeyerekten gelen bir şuğul, niye kusur olsun ki? Orada insan bir cihata tutuluyor. Şuğul-u bâtın ile farz olan Allah’ın cihadı, cihad-ı ekber olan cihata tutuluyor. Çünkü öyle bir gönül savaşına başlıyor ki, geleni atıyor, o geliyor, atıyor, o geliyor. O zaman nefs ile mücadele ediyor.

Şeytan ile mücadele kolaydır. Nefs ile mücadele çetindir.

Bunun kolaylığı nedir? Şeytan aklına bir şey vesvese getirir. Onu yapmazsan başka bir şey getirir. Şeytan bir kapıyı çalar girmek için. Fakat burası kilitli, orada durmaz bırakır onu, bir başka kapı arar ki oradan girsin.

Ama nefis çalmış olduğu kapıda direnir, onu açana kadar direnir, gitmez. Onun için nefis mücadelesi çetindir. Zaten hakikatten burada insanlar akılla, mantıkla kabul ediyorlar. Şeytan görünmüyor, silahı da yoktur, şunu işle demiyor. Kendi nefsi, kendi arzusu onu işliyor. İşlediği ister hayır ister şer olsun. Allah hayrı, şerri bildirmiş. Şerre rızası yoktur.

Şuğul-u bâtın şudur ki: İnsanı müthiş bir mücadeleye sokar. Çok müthiş bir şiddetli savaşa sokar. Şu kelâmlar bunu ifade eder: 

Görün Salih bî-hemtâyı gezerken kûhı sahrayı

Gönül buldu dilârâyı bu gavgâyı n'eder yâ Hû

İnsanın gönlünde muhabbet olmazsa zaten şuğul-u bâtın olmaz. Şuğul-u bâtın nedir? Bir muhabbeti var, istiyor ki bu muhabbeti ile beraber olsun. Ama maddi şuğullar ne yapıyor? Onu engelliyor.

Bu maddi şuğulların da zarurî ve keyfî olanı var. Salikte olan şuğul-u bâtıni zarurîdir, keyfî değildir.

Bir de kabız hali, basıt hali vardır. O da bir ayrı hâldir, müritte tecelli eder ama esasen şuğul-u bâtın şudur ki;

Ne bir zevk ü halâvet var ne bir zikr ü ibâdet var

Ne bir an istirahat var bu esrarı nemî-dânem

Şuğul-u bâtına tutulduysan, “Ne bir zevk ü halâvet” hiçbir şeyden zevk alamıyor. Zikir, ibadet ondan da zevk alamıyor.

…ne bir zikr ü ibadet var

Derken ibadet yapmıyor değil, yapıyor ama ondan da zevk alamıyor. Çok çetinlik güçlük karşısında yapıyor.

İnsanlar sevmiş olduğu bir şeyi giyerlerse, ona zevk verir. Sevmiş olduğunu yerlerse, ondan tat alır. Sevmemiş olduğu elbiseyi ona giydirseler azap olur. Sevmemiş olduğu bir şeyi ona zorla yedirseler ne olur? Yine azap olur.

İnsan da bir de şuğulla yapılan amelde bir çetinlik olur. Ama o çetinlik karşısında o ameli işlerse, şuğulunu atmaya çalışırsa, orada terakkisi vardır. Şuğulu bâtın ile de terakki ediyor.

Aynısı cezbe ile de gider, nasıl gidiyorsa, ne kadar yol alıyorsa, nasıl alıyorsa şuğulu bâtın ile de aynı yol alır.

Ama o çetinlik karşısında gerekli hareketini yapacak şuğulu bâtında yapmış olduğu zikirden, fikirden geri durmayacak.

Hani diyorlar ki, ders yaparken bir ağırlık geliyor, yapamıyor. Uyku geliyor veya ağırlık geliyor yapamıyor. Yap kardeşim, işte şuğul-u bâtın işte budur, ona direneceksin, cihadını yapacaksın, oradan geçeceksin, onu atlatacaksın, atacaksın. Hem de atlasın, atlamasın o önemli değil. 

Ne yapacaksın sen? “Hâlini düşünme fiilini düşün.

İnsanlar ancak fiiliyatından mesuldür. Hâlinden mesul değil. Ama hâl deyince hâl de ikidir: Bir var ki kendi isteyerek bir işi yapıyor, bu değil. İstemeyerekten tecelli eden bir şeydir. Zaten Allah’a şükür bizi Müslüman olarak halk etmişse, isteyerekten herhangi yasak bir şeyi istemeyiz, zaten yapmayız.

Ama bir de var ki hâl denilince, kabız hâli, basıt hâlidir. Yani biri karanlık, biri ışık; biri zulmet, biri nurdur. Kalpte tecelli eder, bu da rabıtadan gelir.

Rabıta nuru kesiliyorsa kabız hâli tecelli ediyor. Güneş batıyor, karanlık basıyor.

Rabıta nuru geliyorsa kabız hâli gidiyor. Güneş doğuyor, karanlık yok oluyor.

Bu niye böyle oluyor? Bizdeki gaflet, bu anasır-ı zıddiyettir. Terakki nasıl olacak? Nefsimiz nasıl arınacak?

Nefsimiz burada terbiye olacak, bir. Anasır-ı zıddiyet değişecek, iki.

Ruh terakki edecek, üç.

Ders yaparken veya namaz kılarken ağırlık geliyorsa, yapın kardeşim bu daha makbuldür. Bu öbüründen makbul oluyor. Hem de onu atlatacak, atlatırsın.

Namazda cihat yok mu? Var. Namazın cihadı nasıl? Geleni atacaksın, tutmayacaksın. Tutarsan mâni, tutmazsan mâni değil. Muhakkak irade sahibinde, avamda namazda da gelir, gelmemesinin imkânı yok. Ancak huzur sahiplerinin namazında gelmez.

Huzur sahipleri zaten değil namazda hiçbir zaman Allah’ı unutmuyorlar. Namaz haricinde de yürürken, çalışırken, alırken, verirken Allah’ı yine unutmuyorlar, sadece namazda değil.

Nakşibendi Efendimiz’in zamanında rabıtaya put demişler. Yani bir mürit namazda, rabıta gönlüne, aklına gelirse puttur demişler. Nakşibendi Efendimiz, ulemâyı davet etmiş, toparlamış. Onları kendi eliyle yedirmiş içirmiş. Demiş ki:

  • Mollalar bir müşkülüm var, bunu 
  • Buyur

Onların kendi ifadeleri ile şimdi kendilerini bağlıyor.

  • Siz demişsiniz ki namazda rabıta puttur, öyle mi?
  • Evet,
  • Peki, huzurla namaz kılmak kimlere mahsustur?
  • Müntehiye, demişler.
  • Müptedi huzurla namaz kılamaz değil mi?

Müptedi irade sahibi, müntehi iradesinden kurtulmuştur. Müptedi cüz’î iradesine sahip ama müntehi cüz’î iradesini sarf ederek küllî iradeye geçiyor.

Küllî iradeye geçince Cenâb-ı Hakk: “O velî kulumun düşünen aklı benim aklım, uzanan eli benim elim, konuşan dili benim dilim, işiten kulağı benim kulağım, düşünen aklı da benim aklım.4” buyuruyor.

İşte buna akl-ı cüz, akl-ı kül diyorlar. İnsanlar arasında cüz’î irade, küllî irade söylenir. Bunun anlamı nedir?

Cüz’i irade bizlere Allah’ın vermiş olduğu bir iradedir. Kendimizin hareketi, yememiz, işte ibadet olsun, ticaret olsun seçimimiz.

Allah insanlara cüz’i aklı vermiş kârını, zararını bilsin. Yararlı olan nedir, zararlı olan nedir onu bilsin. Delilerden her şey sakıttır, Allah bir şey sormayacak. Çünkü Allah’ın emri şeriat, aklı olanadır.

Allah bu aklı vermiş ki kârını zararını bilsin. Bu iradeyi de vermiş ki kârını elde etsin, zarardan da kendini korusun. İnsan Müslüman olur da aklını, iradesini inancına göre kullanırsa o aldanmaz. Ama aklını inancına göre kullanmıyorsa o aldanır. İnancımız nedir burada? Allah’ın emirleri, yasaklarıdır. Bunları tatbik etmek lazımdır.  

İşte Ubeydullah Ahrar Hazretleri’ne sen üç yönden yetkilisin, üç yönden salikleri Allah’a götürürsün, demiş. Birincisi cezbe yoluyla götürürsün. İkincisi nefy ü ispat fazla zikir yaptırmakla. Üçüncüsü de şuğul-u bâtın ile de götürürsün.

Bunların en çetini de şuğul-u bâtındır. Cezbe daha kolaydır, cezbede çok zevk var. Cezbe dışarıdan çetin görünür ama içerden cezbe yaşayan için çok zevklidir. Zaten ondan zevkli olduğundan dolayı geçemiyor. Geçse daha terakki edecek, çünkü cezbeden de geçmek lazım. Cezbe bir yere kadar götürür orada takılı kalır, ondan da geçecek.

O noktaya kadar şuğul-u bâtın ile de gider. Nefy ü ispat çeken de gider. Cezbeyle de gider. Aynı giderler.

Cezbe sahibi hiç zikir yapmıyor. Hiç vermezler zikri veyahut da zikri çok cüz’i bir şey verirler. Onunla o noktaya gider.

Nefy ü ispatta yetmiş beş bin çeken gidemez de başka ona takviye yaparlar. O da oraya gider.

Şuğul-u bâtın da gider ama sanki tepeye, rampaya tırmanıyormuş gibi oraya gider.

Şuğul-u bâtını da orada bırakıyor. Nefy ü ispat da orada bırakıyor. Cezbe de orada bırakıyor.

Onun için aşkın sonu yok derler. Aşkın sonu değil aşkın sınırı yoktur. Aşkın sonu var. Aşkın sonu mahviyettir.

Ama o aşka dûçar olmayan da o mahviyete düşmez. Mahviyete düşmeyen de varlığından kurtulamaz.

Varlığından kurtulamayan da hakiki varlığı bulamıyor. Aşkın sonu mahviyettir.

Aşkı şöyle düşüneceğiz: Bir ateş yanar, bu ateş küçüktür. Ona atarlar onu yakar. Yaktığı ile ateş büyür. Atarlar yakar, yaktığı ile büyür. Bu büyüye büyüye artık insanlar ona neler atarsa hepsini yakar. Daha onu eyleyemiyorlar. Bütün insanlar etrafta daha bir şey bulamıyorlar ki ona atsınlar. Yakacak bir şey bulamıyorlar ki atsınlar.

Bu ateş bu sefer neyi yakar? Kendini yakar. 

Sönecekken yandı büyüdü, yandı büyüdü. Yaktıkları ile güç aldı, büyüdü. Ama yakacak bir şey bulamayınca ne olacak? Sönecek.

Böyle işte aşk çoğaldıysa kalpte olan her şeyi atar, yakar, yok eder, giderir. Ama kalpte hiçbir şey bulamadıysa, bu sefer ne olur? Salih Baba işte ne buyurmuş:

Karşına almışken gonca gülünü

N’oldu sana terk eyledin ilini

Cezbenin, evet aşkın sınır yok. Aşkta büyüklük, sınır olmaz ama aşkın sonu mahviyet, yokluktur. İşte aşk da sönüyor. İnsan aşktan da geçiyor. Yani siniyor, gizleniyor.

Cezbe sahipleri de cezbelerini bir hüner gibi bir marifet gibi almayın, cezbeden geçmeye bakın, cezbeyi teskin etmeye bakın. Onu söndürmeye, sindirmeye bakın.

Çünkü niçin? Bunun iki türlü zararı var: Bir şöhret oluyor. Cezbeyi bilenler, arzu edenler, gıpta edenler için bende de olsaydı bu cezbe diyebilir. Ama kaç tanesi bunda olan cezbe bende de olsaydı, diyor.

Bir de ona muhalefet edenler, yani inkâr edenler de var. Cezbe haktır, hakkı inkâr küfürdür. Hâlbuki insan ne kendini methettirecek ne de zemmettirecek. Ne övdürecek ne dövdürecek, makbul olan insan budur.

Ancak kendi methediliyorsa, o kendisinden değildir. Ama kendisi ben şu ameli yapayım, şu iyiliği yapayım; şöyle göstereyim, böyle göstereyim, beni methetsinler, sevsinler demek bu varlıktır, riyadır.

Bir de kendisini zemmettirmesin. Çünkü kendini zem ettirirse zem edenlere, onların günahına sebep oluyor.

Öyleyse kendisine ne kadar dengeyi sağlamalı ki ne övdürsün ne de sövdürsün.

Ama dövülür, olur ya:

Söğütte hiç biter mi bir tatlı elma

Yarılıp, yıkılıp aşlanmayınca

Kişi kendiliğinden veli olur mu

Sövülüp dövülüp taşlanmayınca 

Ama dövülüyor, sövülüyor; ama seviliyor, övülüyor, methediliyor o zaman ne yapması lazım?

Medhe layık pîrimiz var zemme layık nefsimiz

Bu kendisinde olmasın. Ben kendimi sevdireyim, övdüreyim değil, bu olmaz.

Şöhret kazanmayın, şöhrette afat var.

Riya da olabilir. Bak kelâmda buyuruyor ki:

Seni bilmek kat’i güçtür seni bulmak kat’i güçtür

Seni görmek kat’i güçtür sen açmayınca arayı

Seni bilmek çok çetindir, seni bulmak çok çetindir, diyor. Seni görmek çok çetindir, sen bildirirsen bilirim, diyor. Buldurursan bulurum, gösterirsen de görürüm. Bir de ne buyuruyor:

Ne kadar gizlensen bilirem seni

Gönlümün tahtında buluram seni

Bin cân olsa verir alıram seni

Bu da var.

Şeyhim şeyhim sultân şeyhim

Sensin derdlerime derman şeyhim

Diyor ki bir insan kendisini övdürmesin. Ama övdüren Allah, dövdüren Allah’tır. Rabıta sahibi ise sevdiren Pîr’im, dövdüren Pîr’im demiş. İşte;

Medhe layık pîrimiz var zemme layık nefsimiz

Seviliyorsan eğer bunu rabıtandan bil. Hatta de ki benim sevilecek bir tarafım yok. Ancak Hazreti Pîrim’in himmeti benim ayıplarımı örtmüş, gizlemiş. Bunlara beni iyi gösteriyor.

Dövülüyorsa o zaman nefsine de ki: sen bunlara müstahaksın.

Daha büyüğüne müstahaksın sen ama yine ucuz kurtuluyorsun.

Allah hepinizden razı olsun. Allah aşkınızı, muhabbetinizi arttırsın. Allah ihlas, amel aşkı versin.

İşte şuğul-u bâtın ile bizde terakki ediyor. Şuğul-u bâtın ne kardeşim? 

Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: “Hep hataların büyüğü hubb-ı dünya’dır.5” Dünya sevgisi hataları işler. Bu divanda şöyle geçiyor:

Hep hatîâtın büyüğü hubb-ı dünyâ bilirem

Ânı terk etmek de güç pekçe sarılmak da güç

Bütün hataların büyüğü dünya sevgisi biliyorum. Ama sevmek de çetin, sevmemek de çetindir. Bu nasıl olacak? Bu dengeyi burada sağlamak var.

Burada sevmek çetin demek, hep dünya ile uğraşmak, hep dünyayı düşünmek, ameli olmamak, ahireti ve ameli bırakmaktır.

Sevmemek de çetin demek, nasıl sevmeyeceksen kardeşim? Senin amelin de sıhhatin ile olacak. Amelin sıhhatine bağlı, sıhhatin de dünyaya bağlıdır. Muhakkak sıhhatin için icap eden şeyleri düşüneceksin.

Ama sende bir hâl tecelli ettiğinde, bir muhabbet tecelli ettiğinde, o muhabbetten dolayı daha hiçbir şeyi düşünmek istemiyorsun. Hiçbir şeyi de elde etmek istemiyorsun. Gönlüne geleni bütün atmak istiyorsun.

Ne geliyor gönlüne? İşte şuradan şunu çarpayım, şunu kandırayım, şunu kazanayım diye. Bir de var ki zarurî olan emir olan sıhhatini, amelini düşünecek. Peygamber Efendimiz “Dünyaya da çalışın, ahirete de çalışın.6” buyuruyor. Zarurî olan bir şeyi düşünecek ve onu yerine getirecek. İşte bu ona çetin geliyor.

Görün Salih bî-hemtâyı gezerken kûhı sahrayı

Gönül buldu dilârâyı bu gavgâyı n'eder yâ Hû

Gönül nedir, dilara nedir?

Gönül aradığını buldu. Gönlün aradığı nedir? Gönlün aradığı Allah’tır.

Gönül Allah’ın evidir. Gönül Allah’ın mülküdür.  

Mülkünü sahibine teslim etmek lazımdır.

Ne kadar çetin olursa olsun dersinizi o çetinlik karşısında yapın. O daha efdaldir, makbuldür. O çetinliğe yakalanırsanız o zaman terakki edemezsiniz, yerinde sayar kalırsınız.

Zaten namaz kılınmazsa, Allah korusun, isyankâr günahkâr olursunuz, günah işlersiniz. Bu zamanda çok öyledir.

Neden bir de şundan kaynaklanıyor. Dünya tecelli etmiş, insanlar ekseri dünyaya meyletmişler. Zevke, israfa dalmışlar. Onun için bu da etkilidir.

Ehl-i kanaat, ehl-i sabır olacaksınız. Ama senin bir aile efradın var. Evinde sekiz, on tane nüfusun var. Şimdi gençler her gördüklerini zevkten istiyorlar. Onların istemesi, ne yaparsan yap seni etkiliyor. Peki, bunları alayım, isteklerini yerine getireyim, dersin. Bunlara şu emrediliyor: sabredecek; satmasınlar, gitmesinler, düzelsinler, diye.

Benim amcam vardı Ahmet Buyruk, seksen beş yaşında vefat etti. Çok takva, çok da âlim biriydi, ama televizyonu eve aldı, getirdi. Televizyonu niye eve alıyor diyeceksiniz? Üç tane oğlu vardı. Bunları alevilerin evinden getiremiyordu. Dövdü olmadı, çaldı olmadı, onları sinemadan getiremiyordu. Aleviler deyince rafizîler, eve televizyon koymuşlar, bunlarda namaz yok, gusül yok. Erzincan’da bunlardan çok var. Kaçıyorlar, onların evine gidip televizyon seyrediyorlar, sinemalara gidiyorlar. Televizyonu koydu ki onları sinemadan, alevilerden kurtardı. Şimdi bunu keyfi mi getirdi? Bak zarurî getirdi.

Onun için şimdi bu zamanda dünya tecelli etmiş. İnsanların ekserisi zevke, israfa gidiyorlar. Onlar gitmişken sen aile efradına anlatamazsın ki israf da olsa onlara temin edeceksin, zevk de olsa yapacaksın, az da olsa yapacaksın.

Onun için şimdi bu zamanımızda fakirlik de çetin, zenginlik de çetindir. Zenginlik de ateş, fakirlik de ateştir.

Zenginlik ateş, ister istemez sen de zevk sefa süreceksin.

Ama fakirlik de ateş, senin aile efradın seni huzursuz edecekler.

 

 

Onun için: “Hayru'l-umûri evsâtuhâ” Her umurun orta hâllisi hayırlıdır. Bir hadis-i şerifte de buyuruyor ki: “Rızkın en hayırlısı yeteri kadar olan. Zikrin de en hayırlısı gizli yapılan.7

İşte, dengeyi sağlayacağız. Amelimizi de işleyeceğiz her çetinlik karşısında, dünyayı da idare yapacağız.

İdare, müdara, dubara; Nedir? Küçüğe karşı idare edeceksin, Büyüğe müdara edeceksin, Aileye karşı dubara yapacaksın.

Bunlar şart, bunlar olmazsa olmaz.

Gençlerin var, bunları idare edeceksin. “Ben televizyon almıyorum, sen niye namaz kılmıyorsun? Sen şunu işlemiyorsun?” diye kızmış olursan ve o bir kusur işliyorsa senden kopar gider, daha büyüklerini işler. Zaten bak televizyonda bunları böyle gösteriyorlar. Sahipsizleri çekip alıyorlar.

Büyüğüne karşı da, büyüğün sana bir iş gösteriyor, ama sen o işi yapmak istemiyorsun. Sen yapmıyorum, deme. Yapacağım de biraz onu oyala. Belki unutur, belki de vazgeçer. Ama yapmıyorum deyince o da sana zıtlaşacaktır.

Aileye de karşı öyle, senden bir isteği varsa, ona da alacağım, getireceğim dersin. Gittim ama bulamadım, iyisi gelecek diye gönlünü yap.

Bunlar bu zamanda çok çetin, çok kolaydır. Tabii yapana kolaydır, yapamayana çetindir.

İdare, müdara, dubara; bunları bilen için kolaydır. Yapamayan için çetindir.

Mübarek Şeyh Efendimiz: “Bir kimse işini, aşını, eşini bilmesi lazım.” derdi.

Şimdi insan bir iş bulmuşsun, o iş kirli diye onu bırakma. İyisini bul da ondan sonra bırak. Veya onun parası azsa, parası çok olanı bul da ondan sonra onu bırak. Bir işin var, beğenmiyorsan. Beğeneceğin işin iyisini bul da ondan sonra onu bırak. Bulmadan onu bırakma. Bulamıyorsun, kalman senin için çetin de olsa, parası az da olsa, ondan sonra işim yok dememek için sabredeceksin.

Bir de aşın var. Aş nedir burada? Gelirine göre masrafını yap.

Beş nüfuslu bir ailenin mutfağında günde yüz lira da masrafı olur, bin lira da masrafı olur. Beş nüfuslu bir aile, on bin liralık bir evde de oturur, beş bin liralık evde de oturur, bin liralık evde de oturur.

Senin maaşın nedir? Sen bu aylığı geçince ne olacak? Bu sefer borçlanacaksın. Borcun üzerine borç gelecek, yığılacak.

Veyahut alacağın bir eşyanın lüksünü alma da biraz ucuzunu al. Veyahut ihtiyaç gideren şeyleri al, keyfi olanları alma. Bunlar böyledir.

Yani insan gelirinin içerisine masrafını sığdıracak.

On bin lira maaş alıyor adam, on bir bin lira harcıyorsa muhakkak sıkıntıya düşecektir.

On bin lira maaş alıyor, dokuz bin lira da harcıyorsa bak bin lirayı da arttırır. Aslında arttırması lazım niçin? Hasta olacağını düşünsün ve işsiz kalacağını düşünsün.

İşini, aşını, eşini… Bu eş nedir? Bu eş de şudur ki atasözü “Her kuş ayarıyla uçar.” Senin akraban olsun veyahut da komşun olsun, bu çevrende olsun, ihvan veya kim olursa olsun. Sen fakir misin? O zaman zenginle ancak merhaba, merhaba diyeceksin. Onunla fazla teşrik-i mesain olmasın.

Çünkü o zengin seni, lokantaya bir götürür, iki götürür. Onlara karşı sen hicap duyuyorsun. Bir de dersin ki ben de seni götüreyim. Ama o seni lokantaya götürdüğünde bin lira harcadı, yedirdi. Sen de ona bin lira harcadın mı senin bin lira bir aylık istihkakın. Veya sen gittin onlara, o sana çok ikramlar etti. O da sana gelince sen de ona yapsan, gücün yetmiyor, yapamıyorsun. O zaman, bayramlarda, işte bir de kederi olduğu zaman, doğumu olmuş, ölümü olmuş veya gurbetten gelmiş, gidersen. Geçmiş olsun veyahut da işte gözün aydın olsun bu kadar. Fazla samimi olma. 

Bütün şimdiki sıkıntılar bunlardan kaynaklanıyor.

İnsanlar eğer, ehl-i kanaat, ehl-i sabır olursa, bu zamanımızda kendisini kurtarır, sıkıntısı olmaz.

Fakat seni bırakmazlar ki, sen yalnız değilsin ki sabredebilesin, kanaat edebilesin. Sabır mümkün de kanaat mümkün değildir.

Sabır nedir? Ailen eziyet ederse sabredersin. Oğluna sabrettin atarsın, eşine sabredersin tamam. Ama kanaate gelince bu olmaz. Sen kanaat edersin ama ailen, çocuğun, gençler kanaat  etmez. Onun için:

Hep hatîâtın büyüğü hubb-ı dünyâ bilirem

Ânı terk etmek de güç pekçe sarılmak da güç

Bütün hataların başı bu dünya olduğunu bildiğim halde diyor, sevmek de çetin sevmemek de çetindir. Çünkü sevenleri helak etmiştir. Sevenleri bu dünya berbat etmiştir. Sevmemenin de imkânı yoktur. Açlık, çıplaklık bir ihtiyaçtır. Bunu gidermek için, dünyayı düşüneceksin. Bir de şu var:

Hubb-ı dünya şugl-ı süfla ile varılmaz bu yola

Bu kelâm da buyurulmuş. Bunların hepsinde bir hakikat var.

Bu yol hangi yoldur? Allah yolu, Allah yolculuğudur. Allah’tan geldik, Allah’a gideceğiz ama hubb-ı dünya, şugl-ı süfla ile bu yola gidemezsin, bitiremezsin, diyor.

Hubb-ı dünya Müslüman’da olmaz. Madem ahirete inanmış, ahiret için bir sa’yı da var, ameli de varsa o hubb-ı dünya değildir.

Hubb-ı dünya kimdedir? Hiç ameli olmayan, hiç ahiret aklına gelmeyen, hep dünyayı düşünüp dünyayla uğraşandadır.

Müslüman’ın şuğul-ı süflası olur. Ama onunla da gidemez, bu yolu alamaz. Şuğul-ı süfladan da kurtulmak için ise ehl-i kanaat, ehl-i sabır olması lazım.

Fakat bu zamanda bu da çetindir. Sen sabredersin, evin halkı sabretmez. Neye? Hastalığa. Neye? Fakirliğe. Neye? Herhangi bir söylenen, acıtan sözlere sabretmez. Sen aza kanaat etsen de onlar etmez, çetindir. 

Ama yine de sabır, yine de sabır, yine de sabır. O çetinliğe de sabır. Onlardan gelen eziyete de sabır. Onun için sabır büyük bir kârdır. “İlmin başı sabırdır.8

Bu kesret âlemin seyran eyledim

Sabırdan bir büyük kâr bulamadım

Gezdim çâr-kûşeyi devran eyledim

Sabırdan bir büyük kâr bulamadım

İnsanlar için sabırdan büyük bir kâr yoktur. Bu nasıl bir kârdır?

Ahiret kârıdır. Sabır insanları ahiret kârına ulaştırır.

Çünkü sabrın anlamı da şudur: Her şeyi Allah’tan bileceksin.

Allah’tan bilince razı olacaktır. Allah’tan gelene razı olacaktır.

Niçin? Bizi dünyaya imtihan için getirmiş. Varlıkla, yoklukla, hastalıkla, sağlıkla, cefayla, sefayla bizi imtihan ediyor.

İmtihan-ı yârdır cevr ile sitem

Müsavidir bizde hem medh ile zem

Şiddet-i berzahtan bizlere ne gam

Pîr-i Tâgî gibi sultanımız var

Nefsim bana râm ol düşme teşvişe

Hep fasiddir bu kurduğun endişe

Sürüsün yedirmez kurt ile kuşa

Pîr-i Sâmî gibi arslanımız var

Evvelki kelâm neydi?

İmtihan-ı yârdır cevr ile sitem

Yârdan mana Allah’dır.

Sefa ile cefa ile imtihan ediyor.

Müsavidir bizde hem medh ile zem

Burada medh ile zem bir olsun diyor. Seni zem eden de, seven de birdir. Berzahtan çıktıktan sonra daha bunların şiddeti kalmaz. 

Yani bir insan karanlıktayken, karanlıktan sıkılır. Aydınlığa çıkınca daha sıkılır mı? Sıkılmaz. Karanlığın sıkıntısı karanlıkta kalır.

Tabii bu da şudur ki: “Dünya müminin zindanı, kâfirlerin cenneti.9” Dünya ne ile mümine zindan olacak? İşte dünyada görmüş olduğu mihnetten, meşakkatlerden, hastalığından, fakirliğinden, illetinden, gilletinden dolayı zindan olacaktır.

Zaten “eşeddül belâ10” fermanı vardır. Burada bizim de payımız vardır. Bundan kaçamayız, kaçsak da kurtulamayız. Öyleyse kaçmayalım ki kârımız, menfaatimiz olsun. İmtihanı vermiş, imtihanı kazanmış olalım.

Cenâb-ı Hakk, “eşeddül belâ” fermanında belanın şiddetlisini Peygamberler’e yüklüyor. Onlarınkinden hafifini velilere veriyor. Daha hafifini de dininde kaim olanlara Müslümanlar’a, inanıp inancını yaşayanlara veriyor. Onda bizim bir hissemiz vardır, kaçmayalım.

İptila-yı Hakk, yani Allah’tan gelen belanın üç yönü vardır.

Birisi hastalıkla geliyor. Kaç türlü hastalık var. Vücudun içinde dışında olan arızalar. Hastalık; ağrısı, sızısı, yarası, beresi, dertleri, bu illettir.

Bir de gıllet var ki maişet darlığı, fakirliktir. Bunlar zaten dünya azabıdır.

Bir de var ki zillet, huzursuz olmasıdır. Belanın bu üç yönü vardır.

İşte bizim de bunlardan hissemiz var, bunlarla bizi imtihan ediyor.

Bir de tarikat yönünden de hissemiz vardır. Onu da geriye koymayalım, onu da anlayalım. Hadis’te mevcut ki bizim de hissemiz var.

Eşeddü’l belâ alel enbiya, sümme’l evliya, sümme’l emselü fe’l emselü” “Biz belanın şiddetlisini Peygamberler’e verdik, onlarınkinden hafifini velilere verdik. Daha da hafifini Müslümanlar’a verdik”.

Bir de bizim meşayihimizden gelen bir işlem var. Salih Baba şöyle buyuruyor:

Gâh şiddetle cefasını gösterir

Yaklaştıkça yârin köyü muhabbet

O da var.

Gâh Salih’e safasını gösterir.

Bu hakikaten bir mürit ilk ders aldığı zaman ona bir cezbe verirler, onda çok sefa vardır. Onda çok zevk var, sefa var, arzu var. Çünkü o sabidir, ondan mes’ul değildir. Ruhu onun daha küçüktür, ruhu mesul değil. Ne zamanki artık biraz terakki ediyor. Tarikattan hakikate geçeceği zaman mes’uliyet alıyor. O zaman mes’ul oluyor. Manevî bir mes’uliyet ona veriliyor. İşte yaklaşmak bu demektir.

Gâh ahdine vefasını gösterir

Gâh Salih’e safasını gösterir

Gâh şiddetle cefasını gösterir

Yaklaştıkça yârin köyü muhabbet

Yârdan mana Allah’tır. Muhabbet de Allah sevgisi, Meşayih sevgisidir. Yaklaştıkça cefa çoğalır.

Şimdi büyüklerimiz buyuruyorlar ki: “Kurb-ı sultan ateş-i suzan” Sultana yaklaşmak ateştir, yakar, diyorlar.

Bunun iki yönü var. Biri zahirden yaklaşmak, biri bâtından yaklaşmaktır. Zahirden yaklaşmak tehlikelidir. İmanımız için tehlikelidir. Bâtından yaklaşmak kurtuluştur.

Yine yakar, ateştir. Yanan bir ateş var, o ateşe doğru gidiyorsun. Ateşe gittikçe hararet fazlalaşır. Uzaklaşsan serinlik olur, hararet azalır.


1   Amentü Dûası.
2   Fatiha, 1/2.
3   Zilzâl, 99/7-8. 
4   Buhari, Rikak, 38.
5   Tirmizi, Müslim.
6   Camiu’s Sağir, 2/12, 1201.
7   İbn Hibban, Beyhaki.
8   Hakîm.
9   Müslim, 2959, İbni Mace, 4113.
10 Hikmet Goncaları Trc. (500 Hadis Şerif) 21.