Gülden Bülbüllere 4-4

Tarikat ruh ile, şeriat ceset iledir.

Mürit, talip cismiyle şeriatta; ruhuyla tarikatta, sırrıyla ila vuslatta olacakmış.

….

Hak talebine şartlar koşmuşlar.

Nasıl şartlar koşmuşlar?

1. Daima vudu-abdestli olması gerekir. Şeriatımızda da zaten “Abdest Müslüman'ın silahıdır.” Abdestli olan bir Müslüman her ibadete hazırdır, gafil değildir. Allah’tan gafil değildir. Çünkü abdestli olduğu için, her ibadete hazırdır. Daima vudu-abdestli olması budur.

2. Lokmada ihtiyat

3. Hıfz-ı Nispet

Talibe bu üç şart koşulmuştur.

…..

Hıfz-ı nispet de: Sana verilen muhabbeti muhafaza edeceksin.

Mademki tarikata girdin, bu muhabbeti nereden aldın sen?

Meşayihten!

Çünkü meşayihe olan muhabbet Allah'adır, meşayihe olan sevgi Allah'adır.

Cenabı Hak öyle buyuruyor: “Kulum beni sev, sevdiklerimi sev, kullarıma sevdir.” Ey kulum beni sev ki, sevdiklerimi de sevesin. Sevdiklerimle beni seversin, kullarıma da beni sevdirirsin, buyuruyor.

Onun için burada Hıfz-ı nispet sana verilen, meşayih vasıtasıyla sana gelen muhabbeti muhafaza edeceksin.

Tabiî muhabbet kalpte bir ışıktır, bir nurdur. Muhabbeti göremiyoruz ama, ancak biz bunun tadını tadıyoruz, seviyoruz değil mi?

Ama bunun cismi kalpte bir nurdur, ışıktır. Allah’ın nuru, yanan ışıktır. İşte bunu muhafaza etmek için, söndürmemek için  hıfz-ı nispet, muhabbeti muhafaza etmek gerekir.

Bunun da iki yönü var. Birisi şu ki: Muhabbeti yine sözüyle, hareketiyle, hali, fiili, ameliyle muhafaza ediyor. Bir de hali, fiili, ameliyle terakki ediyor. Yani bu muhabbeti insan muhafaza ederse o büyüyor. Büyüye büyüye, büyüyor. Muhabbeti büyüdükçe kalbi de büyüyor. Muhabbeti çoğaldıkça, kalbi de büyüyor.

….

Onun için burada insanlardaki muhabbet de böyledir. Kalbindeki muhabbeti muhafaza ile o kalp büyüyor. Mide gibi değil ki, mide büyümüyor, ama kalp büyüyor. Kalbin de bir cismi var, midenin de bir cismi var. Ama midenin cismi büyümez. Yalnız kalbin cismi büyür.

Yine cisim olarak büyümez ama mana var onda. Cenabı Hakk’ın onda bir sırrı var, onda esrarı var. Gizli bir esrar var onda.

Sır ki nedir bu ondaki gizli sır, esrar?

Ondaki gizli sır, esrar şudur ki: Cenabı Hak hadis-i kudsi’de buyuruyor ki: “Ben arşa, kürse, levhe, kaleme sığmam. Mü’min kulumun kalbine sığarım.” Demek ki bu ufacık et parçası, kalp ama, manada bu ne kadar büyüktür.

Mana ne? Madde ne? Madde görünenler. Mana görünmeyenler. Manada ne kadar bu kalp büyük ki artık yerlerden, göklerden, dünyalardan, her şeyden bu kalp büyük.

Hiçbir mekana sığmayan Cenabı Hak “Mü’min kulumun kalbine sığarım.” buyuruyor. Fakat bu kalp büyüyor işte. Manada, kendi sırrında, esrarında büyüyor. Cisim olarak büyümez.

Ama insanlar da büyük varlık. İnsanlar kıymetli varlık, insanlar çok güzel varlık. Fakat yine bu güzelliğini, yine bu büyük varlık olduğunu, yine kıymetli varlık olduğunu göstermiyor. Çünkü cesedi örtmüş, perdelemiş onu.

….

Ama Cenabı Hak “Biz insanı kıymetli halk ettik, biz insanı büyük halk ettik.” buyuruyor.

Hangi insan?

İşte o sıfatla sıfatlanan insan. Allah’ın varlığına ulaşan insan. O zaman öyle büyük bir varlık oluyor ki Allah’ın varlığından sonra en büyük varlık o insan oluyor. Allah’ın varlığından sonra en kıymetli varlık o insan oluyor.

Hem de niye olmasın? Cenabı Hak ne buyuruyor: “Habibim ben seni halk etmeseydim bu varlıkları halk etmeyecektim.”

Ama bu varlıklar nereden halk edilmiş? Peygamber Efendimizin varlığından. En evvel Peygamber Efendimizin nurunu halk etmiş, bütün varlıkları da onun nurundan halk etmiş.

Ama insanlar fenafişşeyh, fenafirresul oluyorlar mı? Oluyorlar. Ama evvel fenafişşeyh olacak ki sonra fenafirresul olsun.

Çünkü Allah’ın üç nuru var: esma nuru, sıfat nuru, zat nuru değil mi? Esma nuru Evliyaullah'tadır, sıfat nuru Resulullah'tadır. Zat nuru da Cenabı Hakk’ın zatının nurudur.

Ama yalnız Evliyaullah bu üç nuru da geçmiş. Esma nurundan da geçmiş, sıfat nurundan da geçmiş. Zat nurundan da geçmiş ki buna ne deniliyor: fenafillah, bekabillah, seyrilallah.

Bir de var ki  fenafişşeyh, fenafirresul, fenafillah. Bir de böyle.

İnsanlar bu üç nurdan geçtikten sonra büyük varlık oluyor işte. Cenabı Hakk’ın en büyük varlığı o insan oluyor.

Fakat Cenabı Hak bu insan için bu kadar büyük nimetler halk etmişse, insanı böyle kıymetli halk etmişse bu insan, bu nimetlere malik olmazsa kendisine yazık etmez mi?

….

Sohbetimiz nerden başladı?

Talibe terakki olması, talebine ulaşması için üç şart koşulmuş:

Daima vudu-abdestli olması,

Lokmada ihtiyat,

Hıfz-ı nispet.

İşte bu hıfz-ı nispetini de muhafaza edecek. Nelerden muhafaza edecek? Ona verilen bir muhabbet vardır onun kalbinde. Bunu muhafaza edecek. Muhafaza edecek ki o büyüsün. Bunu muhafaza etmesinin iki yönü var: Birisi çok dikkat edecek; hali, fiili, ameliyle… Fiiliyatında eksik bırakmayacak. İnsanlarda bunun en ziyade zıttı da muhabbetin sönmesinin zıttı da gadaptır. İnsan gadabını yenmezse, bu söner. Yani gadaplanır, hiddeti gelir, herhangi bir kimseyi kırar, incitir, ona hakaret ederse ne olur? O muhabbet söner. Bir muma üfürdüğünde nasıl sönerse o da söner. Onu muhafaza ederse o bir mum ışığıysa bile büyür. Bunu neyle büyütecek? İşte hali, fiili, ameliyle…

Fiiliyatı elinde, ameliyesi elinde; hal iradesinin dışında. Onu biz bilemeyiz, anlayamayız.

….

Bir de ne var bizim için? Şükür, fikir, zikir var.

Şükür bizim nimetimizi artırır. Cenabı Hakk’ın emri öyle değil mi? “Kuluma vermiş olduğum bir nimetin, o kulum kadrini bilirse ben onu büyütürüm, yükseltirim, artırırım. Bilmezse onun elinden alırım.”

Ama burada bizim için büyük nimet:

Allah bizi inananlardan, Müslüman halk etmiş.

Ehli dünya değiliz, ehli ahiretiz. Nimetimiz budur. Allah'a inandık, ahirete inandık.

Ama bu inancımızı yaşarsak, bu sefer de ehli huzur oluruz.

Allah’ın zatını kazanırız.

İşte onun için Cenabı Hak “Kulum ver beni de al beni. Benim vermiş olduğum canı bana ver ki beni alasın.” diyor.

Allah’ın zatını alan, Allah’tır.

Ama bu ne demek?

Cenabı Hak “Sana bir ruh verdik, ancak o ruhu Allah'a ulaştırmak için canını vereceksin” terk-i can olacaksın. Terk-i can olmadan insan cananı bulamaz. Onun için kelamı kibarda buyruluyor:

Başını top eyleyip gir vahdetin meydanına

Kıl gaza-yı Kerbela gir kendi nefsin kanına

Seyr kıl uşşak-ı Mevla nice kıyar canına

Terk-i can etmektir ancak aşk u sevdadan garaz

Demek ki insanlar terk-i can olmayınca cananı bulamaz.

Terk-i dünya, dünyayı terk eder ki ahireti kazansın. 

Terk-i ukba, ukbayı terk eder ki Cenabı Hakk’ın cemalini kazansın.

Bir de terk-i cisim var insanlarda.

Bir de terk-i can var insanlarda. Canını veriyorsa cananı buluyor.

Çünkü o zaman ne oluyor? Canını veriyor, canından da geçiyorsa, ölüyor. İşte o zaman Cenabı Hak “Ölmeden evvel ölün.” buyuruyor. Varlığından kurtuluyor, her şeyi terk ediyor.

Varlık denince insanların malı varlıktır. Zenginliği, maddi varlığıdır. İlmi varlıktır, ameli varlıktır, asaleti varlıktır, güzelliği varlıktır, gücü varlıktır, sanatı varlıktır veya ibadet etmiş, çalışmış. Allah da vermiş kerameti; keramet varlıktır.

Çünkü insanlarda kemalat, varlıkta değil yokluktadır. Onun için kim yok oldu ise kemale ulaştı. Kim yok olduysa hakiki varlığı buldu. Hakiki varlığı bulunca o zaman kemale ulaşıyor. Kemal sahibi oluyor.

İşte onun için Cenabı Hak “Kulum ver beni de al beni. Benim vermiş olduğum canı bana ver ki beni alasın.” diyor.

Başını top eyleyip gir vahdetin meydanına

Kıl gaza-yı Kerbela gir kendi nefsin kanına

Seyr kıl uşşak-ı Mevla nice kıyar canına

Terk-i can etmektir ancak aşk u sevdadan garaz

Aşk ise… Aşk ne?

Allah sevgisi, Resulullah sevgisi, Meşayih sevgisi.

Bu sevgiler insanda tecelli ederse ve bu sevgileri büyütürse, çoğaltırsa, o zaman ne olur?

Terk-i can olabilir. Her varlığını yok eder. Her varlığı yanar gider, gönlünde durmaz.

Fakat bizim bu varlıklarımız var ya… İlim dedik, amel dedik, maddi zenginlik dedik. Bunların zahirde cismi olduğu gibi, sevdiğimiz için kalbimizde de onların bir cismi var, onların bir yeri var. Öyleyse bu sevgiler, bunlar kalpte olduğu müddetçe...

Onun için “Neyi seviyorsanız, kalbinizde neyi besliyorsanız o sizin putunuzdur, mabudunuzdur.” buyruluyor.

Gönlümün put hanesinden hubb-ı dünya nakşını

Pûte-i aşkında yaktı nârına pervâ gibi

Ne demek istiyor?

Gönlümde olan puthane idi, çok arzular vardı, çok istekler vardı. Bunlar orayı hep meşgul etmişti, işgal etmişti.

Ama pute-i aşkı nedir?

Yani Cenabı Hakk’ın aşkı. Hakiki bir mabudumuz var, o hakiki mabudumuzu bulduksa, hakiki mabudumuzun sevgisi onları hep yakar yok eder.

Ama bu hakiki mabudumuzu neyle bileceğiz? Neyle bulacağız?

Cenabı Hak insanların her maksadına bir kapı tayin etmiştir. Allah'tan gelen insanların Allah'a gitmesi için yine Cenabı Hak arada bir vasıta halk etmiş.

Çünkü zaten biz vasıtayla geldik, vasıtasız gelmedik ki. Zaten biz bir böcek gibi topraktan çıkmadık ki, bir ottan, bir taşın deliğinden çıkmadık ki, bir ot gibi yerden bitmedik ki, arada bir vasıta var.

Ne bu vasıta? Annemiz, babamız vasıta oldu. Bizi ulvi alemden getirdi bu aleme. Fakat yine bir vasıta lazım ki yine o ulvi aleme çıkarsın bizi. Zaten ayet-i kerimede “ileyhil vesilete” buyuruyor Cenabı Hak. Bir vasıta arayın kendinize, bir vesile bulun kendinize.

…..

Her kim ki Evliyaullah’ın gönlüne girdiyse, maksuduna ulaştı, maksudunu buldu, aradığını buldu.

O aranan var ya afakta bulunmaz, gönüllerde bulunacak. Gönle girmek lazım.

Onun için Yunus Emre buyurmuş ki:

 Yunus eydür ey hoca

 İstersen var bin hacca

 Hepisinden eyice

 Bir gönüle girmektir

Boşuna mı buyurmuş bu kelamı?

“Bir gönüle…” Bu gönül kim?

Bu gönül işte Evliyaullah’ın kalbi.

Evliyaullah’ın kalbi açılmış çünkü. Evliyaullah’ın kalbi açılmışsa, Cenabı Hak Estaizü billah: “Senüriyhim ayatina fil afaki ve fi enfüsihim hatta.” buyuruyor.

Bu ayet-i kerime ne için nazil olmuş, niye inmiş? Nüzul sebebi ne? Niçin varit olmuş, gelmiş? Evliyaullah’ın kalplerinin buyruğu hakkında, ululuğu, büyüklüğü hakkında.

Onun için öyle bir kalbe girerse bir insan, işte aradığını orada bulur. Onun için kelamı kibarda buyuruyor:

Dilersen dilberi dilber,

Kılarsan dilberi dilber

Sana da keşf olur dilber

Mühim esrar-ı dervişan

“Mühim esrar-ı dervişan”, dervişler için mühim olan bir esrar imiş.

Neymiş bu esrar?

Sen diyor, eğer güzel olmak istiyorsan, güzeli bul.

Güzeli bulmayınca güzel olamazsın. Güzeli buldunsa, güzel seni güzel eder. Dilberin manası güzeldir. Güzel seni güzel eder. O zaman sen güzel olunca her şey güzel, daha çirkin bir şey kalmadı, her şey güzel.

Niye bunlar güzel?

Bütün eşyada Cenabı Hakk’ın sıfat nurunu görüyorsun da onun için güzel oluyorsun. Her bir eşya senin için bir mir’at oluyor. Allah'ın nurunu gösteriyor da onun için güzel oluyorsun.

Tasavvufun gayesi budur. Tasavvufu anlayan, yaşayan, tasavvuftan geçen, hakikate ulaşanlar için ne var?

Hakikate ulaşan bir insan, bütün eşya onun mir’atı olur. Nasıl mir’at? Allah'ı gösteren bir ayna oluyor. Ona bütün eşya, kendisi de zaten ayna oldu.

Evet, bir de bizim için şükür, fikir, zikir lazım.

….

Ama burada şükür ne?

Malın, zenginliğin şükrü nedir? Nimete nasıl şükredilecek?

Allah'ın olduğunu bileceksin, Allah yoluna harcayacaksın ki onun da şükrünü eda etmiş olasın.

Ama bunların hepsi nereye dayanıyor?

İlmin var şükredeceksin, amelin var şükredeceksin, malın var şükredeceksin, sıhhatin var… Hepsini neyle?

Hepsini; İslâm olduysan, İslâm'ın şükrünü ödediysen, onların da şükrünü ediyorsun.

Müslüman olduğumuz için çok şükredeceğiz. Gece, gündüz şükür secdesinde olacağız. Gönülden yüzümüzü yere koyacağız.

Bütün insanların ayağının altına yüzümüzü koyacağız. Çünkü niye bunu böyle yapıyoruz? Mademki biz bu insanları bilemiyoruz, kalplerini bilemiyoruz; ancak insanların kalbini bilen Allah’tır. Peygamber Efendimiz, Cenabı Hakk’ın kullarının kalbine nazar ettiğini haber veriyor. Boyuna, soyuna, zenginliğine, güzelliğine, bir şeyine bakmaz; kalplerine bakar. Ama senin o fakir gördüğün, senin cahil gördüğün insan inanan bir kimse olabilir.