Gülden Bülbüllere 4-7

"La Mabude İllallah, La Maksude İllallah, La Mevcude İllallah" sözleri bir talipte hâldir.

“La Mabude İllallah” mabudum Allah.

Ama “La Maksude İllallah” makamında, o hâl onda tecelli etmedikten sonra maksudum Allah demek, kaziplik (yalancılık) oluyor. Niçin?

Maksudum Allah diyen bir kimse tamamen kendini her şeyden kurtaracak. Yani Safiye makamına ulaşacak. Tamamen her şeyi kalbinden silecek, atacak. Sırf Allah ile olacak ki maksudum Allah demesinde sadık olsun, kazip olmasın.

Bir de mesela “La Mevcude İllallah” var. Yani bir insan “La Mevcude İllallah” makamına ulaşmadıktan sonra mevcudata Allah dese küfürdür, diyemez. Ama o “La Mevcude İllallah” makamına ulaşır, haktır. Amennâ ve saddaknâ insan bu makama ulaşıyor. Fakat o ne oluyor?

Onun gözünde kendi, bütün varlıkları ve cisimleri yok oluyor, kayboluyor. Bu sefer bütün cisimler Cenabı Hakk’ın varlığına bir mir’at/ayna oluyor. Böyle müşahede ediyor. Zaten kendisi olmadığı halde kendisinden, kendi varlığını yitirdikten sonra bu böyle oluyor.

Ondan sonra kendi varlığına geldikten sonra yine bütün cisimlerde meydana çıkıyor. O zaman bu cisim Allah diyemez, küfürdür.

Çünkü Cenabı Hakk’a hâşâ mekân olmaz. İman ne? Cenabı Hak noksan sıfatlardan beridir. Allah'a noksan sıfat isnat edilmez ama o hâlde zaten noksan sıfat yok, kalmıyor ki. Ayıldıktan sonra yine cisimler meydana sıfatta çıkıyor, onlara diyemez. İşte diyor ki,

            Kendini kendi göre kendi bile

            Bâkîsın eydemezem gelmez dile

Zamanında bunlar yaşanmıştır. Belki şimdi böyle yaşatmıyorlar da. Yani yaşatmıyorlar ne demek? Bunu halka göstermiyorlar.

Olan var mıdır? Yaşayan vardır ama ancak bunu hıfzeden için. Hani ne buyuruyor,

 

Gizli esrarını her yerde açma

Varsa gevherin meydana saçma

Her bir suyu ab-ı hayat sanıp da içme

Bunlar hatalıdır, yasaktır. Onun için şeriat var, tarikat var, hakikat var, marifet var.

…..

Bizim efendimiz de dedi ki,

—Seyri sülûkü kaldırdılar. Zahir adabı da kalktı, kolaylaştı. Seyri sülûk da kalktı kolaylaştı. Tarikatımız çok kolaylaştı.

Seyri sülûkün yerine yalnız gönül meşakkati çektirirler. Mesela senin elinde çıkan, parmağında çıkan bir yara veyahut da kazadan olsun veya herhangi bir kendi kendinden vücudunda olan bir arıza, hastalık onun seyri sülûk yerine terakkisi olur.

Allah'a şükür zahir adabı da zaten gönle bağlamışlar. Ama gönülden unutmayacaksın tabiî. Her zaman zahirdeki adabın neyse gönülden yapacaksın.

Bu şimdi müridi ne yapar?

Tekebbür sahibi etmez.

Daima müridi ne yapar?

Yani alçaltır, tevazuyu andırır, tevazuyu yaşatmış olur. Şimdi bu zamanımızda tevazu da zaten hazmedilmiyor. Ama adamına göre, yerine göre lazımsa yapacaksın.

Ama icabında bunu sen yapabilir misin? Çarşıya çıktığın zaman görmüş olduğun hep insanların ayağının altına yüzünü koyabiliyor musun? Bunların hepsi benden iyi, buraya yatayım da yüzümü çiğnesinler diyebiliyor musun?

Bunu gönülden yapabilmek zaten yetmiş beş bin evrat çekmekten  daha fazla seni terakki ettiriyor. Ama bu zahirde bilinmiyor, görünmüyor. Tatbikatı yok çünkü sen de bilmiyorsun.

Mesela bir insan sülûka koyulsun bunun çeşitli çeşitli zahirde ibadeti ameli olsun, ne kadar olursa olsun bunların hepsinin sonu nedir?

Hepsinin sonu mahviyettir. Mahviyete düşmedikten sonra onlar hiç, hava olur.

Allah'a şükür seni bir mahviyete düşürmüşler sen daha ne istiyorsun yahu?

Hatta buyurmuştur aşkın bile nihayeti mahviyettir.

Aşk da bir varlıkmış, ondan da geçecekmiş insan. Hâlbuki Salih Baba "Aşkım bana oldu Burak" buyurduğu halde, ondan da geçilecekmiş.

Hatta nitekim de oluyor mesela bazen o aşkı zamanında insan daima söyler, ağlar. Bir de bakarsın ki artık sükûta varmış. Daha ne ağlaması var, ne söylemesi var.

Gülün görmüş lâl eylemiş    

Şîrîn dilini dilini

İnsana demek ki bu yolda aşktan kıymetli bir sermaye yoktur, bir nimet yoktur. Ondan da geçilecekmiş. Yani aşk da insanı neticede yakıp bitiriyor, her şeyini mahviyete düşürüyor. Aşkın nihayeti mahviyet, bu yolun sonu mahviyet.

Bunun için işte nasıl ki Nakşibendî Efendimiz,

—Evveli amentübillah, sonu-nihayeti de amentübillah.

Yani nihayetinde amentünün şartlarını, imanı tasdik etmektir. Ama ne var?

Evvelinde irade sahibi insanlar için bu mecazdır. İrade ile yapılan her şey mecaz. İradesinden kurtulduktan sonra her şey hakikat oluyor.

Bu aşkın da bidayeti mecaz, nihayeti hakikattir.

Her şey ona göre, rabıta da böyledir. Rabıta da bir müridin müptedi zamanında mecazdır.

Ama fenafişşeyh olduktan sonra, müntehi âlemine geçtikten sonra fenafirresul olduktan sonra ne oluyor?

Bir hakikat oluyor.

Yani bu nedir? Bir insan daima destur demekle mütemadiyen rabıtasıyla beraberdir. Bir de oluyor ki rabıtası kendisi oluyor, kendisi rabıtası oluyor, fenafişşeyh.

Tabiî oradan da ondan da geçiliyor. O tarikatın daha birinci basamağıdır.

Ama oradan geçmekle rabıtasını bırakmış mı oluyor?

Yok, rabıtasını bırakmıyor.

Yine rabıtası onun vasıtasıdır.

Nimetinin sonuna kadar gitse yine rabıtasıyla beraber, onu bırakamaz.

….

Ne bileyim anlaması da güç, anlatması da güç. Yalnız şimdi zamanımıza göre mübarek Salih Baba buyurmuş,

Ehl-i aşkın sözlerin alıp satan âşık mıdır

İçini görmez sarâyın vasf eder dîvârını

Sözünü söyler özünden haberi yok, özlerinden haberi yok. Fakat hâlbuki sözünü de söyleyen özünden haberi olarak söylerse onun sözü zülfüyâra dokunmaz. İnsanı, müridi ihtilafa kaptırmaz, zihnini büyütmez veyahut da sağa sola kaydırmaz, saptırmaz.

Sonra şöyle bir misal var affedersiniz kaba misal: Çöplük başında yatar, padişahı rüyasında görür.

Acziyetimizi bilirsek bize yeter.

Hizmetimizi görürsek bize yeter.

Falan şöyle yapmış, falan böyle gitmiş, böyle almış, böyle satmışlar böyle vermişler, böyle kâr kazanç yapmış, onlar bize gerekmez.

Sonra eğer bizim ruhumuz velayete alınmışsa boşuna kendimizi oyalamayalım. Zaten bir tarafa da gidemeyiz, mümkün değil bir tarafa da gidemeyiz.

Yani görsek ki mesela Hazreti İsa inmiş, böyle gün gibi her şeyi aşikâr Mehdi gelmiş. Anlaşıldı mı? Biz yine gidemeyiz. Bizi vermezler.

Öyleyse nimetimizin kapısına sımsıkı sarılıp bekleyelim.

……

Ama burada demek ki ancak ve ancak biz kapımıza sımsıkı sarılacağız. Zaten böyle,

Özün bir pîre teslim et müdâvim ol kapısında  

Meşâyihden murâd şâhım mürebbî kâmil olmaktır

Elhamdülillah, hamdolsun nimetimiz büyük. Nimetimizin kapısını bekleyelim, bırakmayalım. O kapı bir gün açılacak, o kapıdan o nimet sana bir gün verilecek. Ama nasıl bir nimet ki o nimet, itimat edin ki en büyük kapı, en büyük nimettir.

Erken vermiyorlar, çırpın çırpın dur, vermiyorlar. Yani erken istese de zaten eline geçmez de mühim olan,

Nimetim benim buradadır, er geç buradan verilecek demek ve onunla çırpınmasıdır.

Öyleyse başka bir yere gitmek mi? Veyahut da onunkisi bana burada artık bir şey vermeyecekler, bir şey sahibi olmayacağım demek mi olur? Yok.

Niye buyrulmuş ki,

Yâ kabz et rûhumu ya aç bu râhı    

Peki, bırakıp kaçsaydı; niye öyle demiş?

Mademki “ya kabzet ruhumu ya da bu râhı aç” diyor. Öyleyse demek ki bırakıp gitseydi, bunu niye böyle demiş? Yani sabırsızlığından mı demiş? Yok.

Artık son demine gelmiş.

Mesela bak şimdi orada soba yanıyor, sıcağı buraya az vuruyor, değil mi? İnsan yaklaştıkça onun sıcağı çoğalır, yaklaştıkça çoğalır. Ta ki onun içine girinceye kadar. Girdikten sonra, yandıktan sonra, ne sıcağı kalır, ne meşakkati ne de bir şeyi kalır.

Ama gerçi o biliyor,

            Bir yerde ki gül yoktur o gülşâneye varmam

             Hem sohbet-i pîr olmadığı hâneye varmam

             Aşk ehlinin ahvâlini pervâneye sormam

Nasıl pervane, kepenek (kelebek) ateşe kendini bile bile atıyor, onu yakıyor, demek ki aşk ehli de aşktan her ne kadar o hararet kızdırsa bile yine ondan kaçamıyor, oradan dönemiyor. Yine oraya gidiyor.

Ama o aşk ona,

Aşk’tır beni avare eyleyen

Aşk’tır beni ser candan eyleyen

Aşk’tır beni zarı zarı ağlatan

Aşktan doğan herhangi sözlerine, hareketlerine onu bilmeyenler, onu anlayamayanlar, tabiî onu yaşayamayanlar diyorlar ki sabırsızlık etmiş sabretmemiş.

Ama aslında bir de var ki bir insanın gelen bu cezbeyi teskin etmesi, zaman zaman teskin etmesi lazım. Eskiden cezbeye çok kıymet vardı, hürmet vardı. Şimdi bu zamanımızda cezbeye de kıymet vermiyorlar. Çünkü niye?

Eskiden cezbe hoş görülüyordu, herkes tarafından gıpta ediliyordu. Fakat şimdi tenkit ediliyor. Tenkit ediliyorsa tarikat sahipleri tarikatın hiçbir şeyinin böyle ucuz olmasını, mülevves olmasını istemezler. Kıymetli bir cezbeyi bile muhalifler bunu tenkit etmesinler diye ondan da geçin diyorlar. Onu da teskin et, diyorlar.

Evet şüphe yok itimat edin ki şimdi bu zamanımızda hizmetin azlığı çokluğu bizim için mevzu değil, inanın buna.

Bizim için mevzu olan Rabıtamız.

Rabıtamıza, mürşidimize olan sevgimiz. Bunu muhafaza etmemiz, bunu çoğaltmamız.

Zaten bu olursa, bunu muhafaza ederse insan az hizmetine de çok hizmetine de sahip olur. Ama tabiî hizmettir, ne kadar az olursa olsun hizmettir. Onu basit görmek yok.

Sonra biz öyle inanacağız ki bizim pirlerimiz bizi hizmetimizden dolayı değil…

Ne hizmetimiz var ki?

Ama olsun biz onu yine emir olduğu için kıymetli bileceğiz, çok kıymetli bileceğiz.

Fakat bizim nimetimiz hizmetimizin karşılığı değil. Bunu da böyle bileceğiz.

Yani onların merhametleri, onların gani olmaları, onların merhametli, şefkatli olmalarından bileceğiz, oradan bileceğiz.

Eğer zaten oradan bilmezsek hizmetimiz çok da olsa nimete mazhar olunmaz. Mürşide çok hizmet görenler olmuş, hizmetlerinden beklemişler de hiçbir nimete mazhar olamamışlar.

Derler,

—Horasan'da halı dokumasını işitmişler ama eninden ucundan haberleri yok.

Şimdi tasavvuf kitaplarını okuyorlar, mesela diyelim ki başka her bir tarikatın eğitimi değişir, hâli değişir. Onlardan bir şeyler işitiyorlar, duyuyorlar. Halbuki bu zamanımızda zahiren bunların hepsi kalkmış. Mesela yine geçmişin adabını tatbik eden tarikatlar var. Mesela hizmetini de gören tarikatlar var.

Ama bizim tarikatımızda şimdi bunlar kalkmamış da kolaylaştırılmış, veya da gizlenmiş, sindirilmiş. Anlaşıldı mı efendim?

Bunlar sindirildiyse demin ifade ettiğimiz gibi mesela mürit gönül muamelesinden tatmin olamıyor da,

—İllaki ben çile çekeceğim, yemeyeceğim, aç duracağım veyahut da çok ibadet edeceğim. Veyahut da mesela nefsimin arzularını terk edeceğim, derse,

Evet, nefsin arzuları vardır; meşru, bir de gayrimeşru. Bir yasak olmayan, bir de yasak olanlar, haram olanlar vardır.

Fakat bizde mühim olan bir insan mesela rabıtasıyla her işini, her ef’alini rabıtasıyla işlerse onlar emir hududunda olur. Başka hiçbir zarar gelmiyor, hem de terakkisi de muazzam oluyor.

İşte bunu biz anlatamıyoruz, yahu!

Onlar illaki yok, karşısındakileri görüyor, ben de öyle olacağım.

Git kardaş öyle ol sen! Daha ne edeyim.

Abdülhalik Gücdüvani Hazretleri ne buyurmuş?

—Zahirinizi gözetmeyin, zahirinizi gözetirseniz batınınız harap olur.

Elbiseyle mi gözetmeyin demiş? Elbiseyi burada kastetmemiş.

Kendinizi amelle süslemeyin, amelle gözetmeyin. Zahirinizi gözetmeyin, zahir gözetmek batın harabatına işarettir.

Yani hepsi geliyor mahviyetin başına. İşte bunu anlatamıyorsun.

Nakşibendî Efendimizin emri de bu.

—Sair tarikatların nihayet kârını bidayete getirdik.

İşte nedir?

Bizim tarikatımızda bidayeti de mahviyet, nihayeti de mahviyet.

Ama bidayetindeki mahviyeti iradenle yapıyorsun, nihayetindeki mahviyet artık o kendi hâl, bir hakikat sende tecelli ediyor iradenle değil.

Bu iradeyle yapılan, öbür iradesiz yapılana karşı mecaz oluyor. Ama mecazdan da hakikate geçiliyor. Ama bu mecaz hakikate köprüdür.

Evet, olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol.

Fakat bu zamanımızda olduğumuz gibi görünmek olmuyor. İşte o da olmuyor. Artık siyaset, burada da bir siyaset şarttır.

Ama ne mesela?

Sadakatinde, doğruluğunda, muamelende, almanda, vermende olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol.

Sen kendini icabında doğru gösterip de hani bir yerden bir zarar geldiği zaman diyelim ki o doğruluğu bırakmak. Veyahut da bir korku karşısında, tehlike karşısında, bir maddi zarar karşısında o doğruluktan sapmak, ayrılmak olmaz. Bundan Allah'a sığınırım, bunlar olmayacak.

Ama icabında mesela senin hâlin var, muhabbetin var, efendim cezben var neyse. Bunları gösteremezsin, bu zamana göre bunları gösteremezsin, bunları gizlemek lazım.

….

Sonra bir de şu vardır, olur. Zamana göre insandır, beşerdir. Ancak yanılmayan, şaşmayan kimdir?

Yanılmayan, şaşmayan nefsi mutmainneye dâhil olandır.

Onlar nefsi mutmainneye dahil olduktan sonra, nefsinden emin olandır.

Nefsinden emin olan kim?

Herkes ondan emin olursa nefsinden emin olur. Yani bütün bu insanlar mesela Çingeninden, Poşasından, Türkmeninden yetmiş iki buçuk millet ondan emin olursa, o da nefsinden emin olsun.

Nefsinden emin olandır nefsi mutmainneye dâhil olan.

Ama kim nefsinden emin olur?

Bak şimdi şudur ki: Mesela bugün değil akrabasından, değil komşusundan, değil ihvan kardeşinden hani hiç tanımadığı en zararlı insanlardan da içinden ben en aşağıyım demektir.

Veyahut da mesela nefsini Yahudilerden de aşağı görecek. Çünkü Peygamber Efendimizin hadisinde, "Benim ümmetime Yahudi’den çok düşman olan hiçbir millet yoktur. En büyük zarar Yahudi’den gelir.” buyurmuş. (Bu konu ayeti kerimede de var). Fakat Yahudi olduğu halde icabında Yahudi ona hakaret etse bile kendi nefsini o Yahudi’den aşağı görürse, işte budur.

Herkes onun nefsinden emin olmuş ki o zaman o da kendi nefsinden emin olmuş olur. Budur nefsinden emin olan.

Bunlarda tabiî eksiklik olmaz. Artık mutmainede nefislerinden tatmin olmuşlar. Nefislerini kendilerine dost edinmişler, nefisleri hizmetçi olmuş.

İnsanların nefsi ölmezmiş fakat nefsi mesela dost oluyorsa, nefsi ıslah oluyorsa, göbekten aşağıya inermiş. Göbekten aşağıya inince hizmetçi oluyor.