Gülden Bülbüllere Teveccüh Sohbetleri-15

Her kim ki şeyhini hak bilmedi, Hakk’ı dahi bilmez

Şeyhi hak bilmeyen Hakk’ı bilemez.

Yok eylemeyen varını maksuduna ermez

Burada varlık denilince soy, mevkî, apartman, köşk, fabrika, gayrimenkul, arazi bunlar değil. O ilim de bir varlıktır, ondan da geçilecek. Amel de bir varlıktır, ondan da geçilmesi lazım.

İlim ne yapıyor? Evet, ilim çok kıymetli ama bir noktaya kadar onun kıymeti vardır. O noktada durur, oradan geçilmez. Amelin de bir makamı vardır, bir noktası vardır, bir sınıra kadar götürüyor. O da orada onu bırakıyor, o da geçiremiyor.

Ancak ve ancak sınırları geçmek için, Allah’a olan bütün perdeleri kaldırmak için, ilmi de atacaksın, ameli de atacaksın. İlimden de geçeceksin, amelden de geçeceksin.

Ama senin ilmin var, âlimsin sen, ilminden geçemezsin. İlmin seni aşağı düşürmez, ilmin seni yükseğe kaldırır. Halbuki burada Cenabı Hak ne buyuruyor? “Her kim ki Allah için alçalırsa biz onu yükseltiriz. Her kim ki tekebbür sahibi olursa onu da hakir ederiz” Tekebbür sahibi olmak, kendini beğenmek, yüksek görmektir. Ama alçalmak demek, tevazu demek. Ne kadar âlim olursa olsun, ne kadar ilmi var ve Fatiha’yı bilmeyen birinden kendini aşağı görürse, o alçalıyor. Her kim ki Allah için alçalırsa onun ilmi ona mani değildir. O hiç Fatiha’yı doğru dürüst bilmeyen bir kimse var. Ama Allah onun kalbinde bir inanç halk etmiş, tam inanıyor, anlaşıldı mı efendim. O da yükseliyor. Ondaki olan iman cevheri, inancı onu yükseltmiştir. Ama onu yüksekliği görülmez. Bu bâb’ta Yunus Emre ne buyurmuş? Bazı kelamlar var rumuzludur.

Bir sinek bir kartalı

Kaldırdı çaldı yere

Yalan değil gerçektir

Ben de gördüm tozunu

İspat ediyor, yani şahidim diyor, ben bunu gördüm. Bir sinek bir kartalı vurur mu? Bir kartal 100 bin tane sineği taşır sırtında. Kartal 100 bin tane sinek de olsa, alıp alıp götürür. 

Bir sinek bir kartalı

Kaldırdı çaldı yere

Yalan değil gerçektir

Ben de gördüm tozunu

diyor. Ama burada efendiler, işte o kartaldan mana nedir biliyor musunuz?

Niyazi Mısrî Hazretleri çok büyük bir âlimmiş. Yunus Emre’yi imtihana gitmiş. Yunus Emre’nin de hiç ilmi yok, ne yapmış? O Niyazi Mısri Hazretleri’ni orada yenmiş. Nasıl yenmiş? Onun ilmini elinden almış, ilmini silmiş gönlünden, kafasından, artık hiçbir şey bilmiyor. Onu kendisine mahkûm etmiş. Niyazi Misrî Hazretleri onu imtihana gelmişken, onun ayaklarına kapanmış ve beni affet, demiş. Af dilemiş, ona teslim olmuş.

Evet, işte bu kartaldan mana ilmiyle mağrur olan, ilmiyle kendisini yüksek gören, bir âlimdir. Ama işte ilmiyle âlim olmak için tevazu ehli olacak. Amelsiz olmaz, ama amelin en büyüğü tevazudur.

Bizim tarikatımızda da tevazudan büyük amel yoktur, büyüklerimizin emri de böyledir. Bizde en büyük amel tevazu, alçalmaktır.

En büyük keramet, keramet isteriz ya, bizde en büyük keramet takva sahibi olmaktır. Takva: Havf, Allah korkusu. “Hikmetlerin başı Allah korkusu.” değil mi? Cenabı Hak “Muttaki olun.” diye bize emrediyor. Muttaki, takva sahibi olan kurtulur; muttaki olmayan kurtulamaz. Ama muttakinin kim olduğunu Cenabı Hak bize bildiriyor. Ne buyuruyor? “Sizin en çok muttaki olanınız, en çok Allah’tan korkanınızdır.”

Evet, onun için demek ki bize göre, şeriata da göre, bütün inananlara da göredir; fakat hepsi böyle amel edemezler.

Bilmek kolay da tatbikatı çetindir. Bir şeyi bilmek kolaydır ama onu yapmak çetindir. Onun için burada tevazuyu, bütün ne kadar inanıp da inancını yaşayanlar varsa bilirler. Ama tatbikatını yapamazlar, amelinden geçemezler.

Çok vakit, amelinden geçemez ki tatbikatını yapsın. Ameli onu yüksek gösteriyor.

İlmi var, ilminden geçemez ki tatbikatını yapsın. İlmi onu yüksek gösteriyor.

Ama burada büyük amel tevazudur. Tevazudan büyük bir amel yoktur.

Tevazu feth eder fettah babını

Yani fettah bâbı demek açılmayan kapanmış kapıları tevazu açar. Çözülmeyen düğümleri tevazu çözer. Bağlanmış yolları tevazu açar, çözer.

Evet, onun için büyük amel tevazudur.

Keramet ise bizde takva sahibi olmaktır.

Kemalat ise mahviyettir.

Mahviyet, işte bak kelamı kibarda bunu ifade ediyor,

Âşık imdi varlığın ver yokluğa

Yokluk içinde sana varlık doğa

Bu nedir? Her şey yok olmayacak mı?

Herkes yok olacaksa, Allah da mı yok olacak?

Hâşâ, Allah yok olur mu? Bu kâinat yok iken, mükevvenât yok iken, kim vardı?

Allah vardı. Bunları Allah neyle var eyledi?               

Kün ile bunları ol var eyledi

Birliğine cümle ikrar eyledi

Çünkü “Kün” demek, Allah’ın sanatı demek. Ama bir sanatkâr bir maddeyi bulup yapıyor. Ama Allah bu kâinatı maddesiz halk etmiş. Maddesiz bu kadar büyük kâinatı, aklının almadığı varlıkları halk etmiş. Büyük varlıklar var. Cenabı Hakk’ın aklın almadığı büyük hikmetleri var, kudretleri var. Akıl almıyor, alamıyor.

Onun için burada Cenabı Hak neyi nasıl yaptı? Yani zamanı mı mürur etti? Allah’ın bir işlemi mi oldu?

“Kün” ol, dedi oldu. Evet öyleyse. “Fe yekün.” emri tecellî edecek mi? Edecek.

Yok ol dendiği zaman, “Küllü şeyin halikün illa vechehu.” ayetinde “Allah’ın zâtından başka her şey yok olacak.” Bütün bu gökteki, semadaki; göktekiler, yerdekiler, denizde, karada, görünen, görünmeyen ne kadar Cenabı Hakk’ın mükevvenâtta halkiyeti varsa onu insanlar bilemez. Ne kadar bilse de Allah’ın halkiyetinin yüzde birini, binde birini bilemez.

Senin varlığın yok olacak. Senin varlığını yok etmek için Cenabı Hak “Mûtû gable entemûtû” buyuruyor. “Ölmeden evvel ölün!” diye bize bir emri var.

Ölmeden evvel ölün, nedir? İnsanlar için nasıl ölmeden evvel bir ölüm var?

İnsan doğdu, öldü. Doğuşu dünyaya geldi, ölüşü dünyadan gidişi. Ama insanlarda bir ölüm var ki o dünyadan gitmeden evvel bir ölüm var.

O da varlığından kurtulmaktır.

İşte ne buyuruyor,

Âşık imdi varlığın ver yokluğa

Yokluk içinde sana varlık doğa

Burada yokluk demek, mahviyettir.

Bütün ilminden, amelinden, malından, canından, cisminden, hepsinden gönlünden çıkartıp attıysa, bir tek Allah kaldıysa gönlünde ve Allah’tan başka bir şey yok ise gönlünde işte “Mûtû gable entemûtû.” sırrına mazhar oldu.

Çünkü insanlar ölünce nereye gidiyor? Allah’a gidiyorlar. Peki sonra insan her şeyi çıkarttı, attı gönlünden. Demek ki Allah’ı buldu, Allah’a gitti.

Zaten Cenabı Hak “Gâlû inna lillahi ve inna ileyhi râciûn” Allah’tan geldiniz Allah’a döneceksiniz. Ama bir de şu da var ki: Bütün insanlar Allah’tan geldiler. İnanan, inanmayan hepsi Allah’tan geldi. Ama hepsi Allah’a gidiyorlar mı? Gidemiyorlar.

Nereye gidiyorlar? Cennete gidiyorlar, cehenneme gidiyorlar. Evet, cehennem de Allah’ın bir mahlûku, cennet de Allah’ın bir mahlûku. Cenneti de halk etmiş Allah cehennemi de.

Allah cennetini cemalinin nurundan halk etmiş. Cehennemi gadabından halk etmiş. Ama cenneti rahmetinden,  şefkatinden, merhametinden halk etmiş.

….

Kabiliyet bizde olmazsa meşayih neylesin

İster ise mürşidi olsun Muhammed Hazreti

(Allahümme salli alâ Muhammed) Kabiliyetse burada kab anlamındadır. Kab kabiliyet demektir. Kab ise bizim kalbimizdir.

Mesela bir kabı taşıyan var misal. O kabı taşıyan, o kabın içerisine bir madde koydu. O kaptan bir madde, bir yeme maddesi dağılıyor, ikram ediliyor. Ya da satılan bir yeme maddesi alacaksın, önüne bir kab getiriyorlar. O temiz kabın içine koyulan temiz madde kabı kirletebilir mi? Kirletemez. Bir de kabın çok temiz de o kaba sen pis bir şey alıyorsun, temiz bir şey almıyorsun. O kap temiz olur mu? O kap da pislenir, kirlenir.

Burada da işte bizim kabdan mana kalbimizdir. Bizim kalbimize verilen bir muhabbet var. Bu da mürşit sevgisi, meşayih sevgisidir. Meşayih sevgisi olmayanın kalbinde aşk yoktur, muhabbet yoktur.

Muhabbet demek Allah sevgisidir. Ama mürşit vasıtasıyla. Onun için bak, Celâlî Baba hazretleri ne buyurmuş,

Metaımdan alan gelsin derin deryadan almışam

Bugün aşkın pazarıdır veren Mevlâmdan almışam  

Burada ne diyor? Benim sattığım herkesin sattığından farklıdır. Mesela adam imalatçı, neyi imal etmişse onu satıyor. Pazara götürüp onu satıyor. Veyahut da yeme maddesi, giyme maddesi, efendim çalıştığı alet, kullanılacak olan aletleri ne yapıyor? Yapmış, imal etmiş, satıyor, pazarlıyor.

Bu da diyor, benim de bir metaım var, satıyorum. Benim metaımın müşterisi gelsin. Ama ben metaımı derin deryadan almışım.

Derin deryaysa bir ilimdir. Bu ilim ise kalp ilmidir. Derin derya dibi olmayandır.

Kalp ilminin dibi yoktur. Ledünnî ilminin sonu, nihayeti yoktur.

Onun derinliği ölçülmez, onun sınırı ölçülmez. Evet,

Bugün aşkın pazarıdır

Allah aşkını pazarlıyorum, bunu satıyorum.

Veren Mevlâmdan almışam

Mevlâ; efendi, efendim verdi bana, sattı. Onun efendisi kimmiş?

Sordular mürşidin kimdir

Beşir Efendi’mden almışam

Bunu ondan almışım. Beşir Efendisi kimden almış? O da Muhammed Sami Efendi’den almış. O kimden almış? O da Piri Tâğî Hazretleri’nden.

Silsileyi saydığımız zaman bu halkanın bitimi nerede bitiyor? Peygamber Efendimiz’de bitiyor.

Efendilerin efendisi O.

Ondan geliyor, onda bitiyor. Efendilik ondan geliyor, onda bitiyor.  Ama bu efendilik sen zenginsin, sen mevki sahibisin veyahut da sen ilim sahibisin hayır, bu değil. İrşat olmuşsan, bir meşayihe hizmet görmüşsen, onun rengine boyanmışsan, onu irşat etmişse.

İrşat demek insanların kalbinin açılmasıdır.

İrşadın çok anlamı var. Senin bilmediğin bir şeyi sana öğretirse dersin ki beni irşat etti. Değil mi? Bildiğin bir şeyi de sana zararlı bir şeyi, zararlı olduğunu farkına yetemiyorsun, ama sana öğretirse irşat etti, dersin. Ama bunlar irşat değil.

İrşat insanların kalbinin açılmasıdır, ancak insanları şâd eden kalbidir. İnsanların kalbidir.

İnsanlarda şâdlık, ferahlık nerede? Kalbinde, eğer kalbin açılırsa. Sen bir geniş yerdeysen sıkılmazsın, dar yerdeysen sıkılırsın. Kalbin açılırsa işte o zaman irşat oldun sen. O zaman şâd oldun.

Ondan sonra daha senin için mihnet, meşakkat, senin için bir darlık yok, bir böyle. Bir de kalbin sahibi Allah’tır. Kalbini Allah’a o zaman teslim ediyorsun, o mülkün sahibi odur. O tasarruf eder, sen tasarruf edemezsin.

Sen tasarruf ediyorsan bu kalbine gelenler niye geliyor? Koyma gelsinler hadi. Koyma! Her şey geliyor.

Mesela inanan bir Müslümanın nefsi var. Allah öyle halk etmiş, nefse fırsat vermiş, şeytana fırsat vermiş. Şeytan kalbe vesvese, her şey getiriyor. Senin nefs-i emmaren var. Allah’ın yasak ettiği gayri şeyleri işliyorsan bunu nefs-i emmaren işletiyor.

Peki, ama bir defa muhalif şey evvel kalbine geliyor. Bu kalbine gelen muhalif şeyi niye atamıyorsun? Atabilirsin, ama gelmesine mani olamazsın. Hâlbuki hiç gelmesini istemiyorsun.

Sen bir hanede oturduğun zaman, kapısı açık hanedesin ama senin sevdiklerin var, hoşuna gidenler var, hoşuna gitmeyenler var. Kapıyı şimdi kapatsan sevdiklerin de giremez, alamazsın içeri. Açsan sevmediklerin de gelir, çünkü kapı açık. Sevdiğin de var, sevmediğin de var. Ama bu sevdiğin geldiği zaman bak, ne yapıyorsun? Ondan sefa duyuyorsun, onun gelmesine seviniyorsun, neşeleniyorsun, rahatlıyorsun, ferahlıyorsun. Hoş sohbet ediyorsun. Bir de var ki sevmediğin bir kimse geldi, girdi, sıkıyor seni. Gelmesini istemiyorsun ama geldi. O geldi, şimdi onunla mücadele et. Zaten geldi o. Onunla mücadele et, onu atmaya bak, atmaya da gücün var. Girdi seni sıkıyor, atarsan sıkıntıdan kurtuldun. Atmazsan seni sıkar.

Öyleyse demek ki insan gelmesine mani olamaz, gelmesine mani olamıyoruz ama onu kalbimizden atacağız. Ne zaman ki bunları kalpten geleni attın; ata, ata, ata, tükenecektir, bitecektir.

Bir ateş yandığı zaman, o ateşe insanlar yakacaklarını atarlar. Attılar yandı, yine attılar yandı, daha başka bir şey bulamıyor ki atsınlar. Ateş daha neyi yakacak? Bir şey bulamıyorlar ki atsınlar. Herkes attı, attı. Büyük-küçük, azılı bir ateş atılanı yakıyor, daha bir şey bulamıyorlar ki atsınlar. Neyi yakacak bu ateş? O zaman kendisi sönecek.

Bu da işte aşkın sonu mahviyettir.

İnsanların kalbinde aşk olmazsa, insanların kalbi temizlenmez.

Kalbindeki muhalifler gitmez, bitmez, tükenmez. Bu muhalif tükenmez. Bu bir tane, beş tane, yüz tane, bin tane değil ki. Gelmiş, yaşamış olduğu ömür boyunca çok arzuları var. Zaten nefsin varsa, bu nefsin arzuları bitmez tükenmez. Bunların hepsi kalbe gelir, gönüle gelir.

Ama ruhun tek bir arzusu var.

Bütün bu nefsin arzularını gönülden atan çıkaran ne olur? Bu bir anda da olur. Bu uzun bir zamanda da olur, kısa bir zamanda da olur.

O da artık insanın kabiliyetine göre. Alacağı göreceği hizmete göre, alacağı himmete göre, daha da ihlâsına, müridin ihlâsına göredir.

Sermaye bu yolda heman

Teslim olup şeyhe inan

Sıdk ile Allah’a dayan

Gör olmaz mı ihsan sana

Bak, mesela bu tarikat bir adımdır, kırk adımdır, yüz kırk adımdır.

Bu tarikat bir dakikadır, bir saattir, bir gündür, bir haftadır, bir aydır, bir yıldır, on yıldır, kırk yıldır. Değil mi? Bu da nedir? Bu da eğer bir Evliyâullah’ın nazarına uğradıysan. Onun için Mevlânâ buyurmuş,

Yek nazar eylese arif-i billâh

Aslı kemhareyi mücevher eyler

Arif-i billâh, Allah’tan ayık olan. Yek nazar, yani Farisi’de yek bir demektir. Bir nazarda, bir bakışta, kara taşa bir bakarsa, onu mücevher altın yapar, diyor.

Kara taştan mana işte bizim mülevves, kirlenmiş, paslanmış, masiva kirleri ile dolmuş olan kalbimizdir. Onu bir bakışta, bir nazarda, onu ne yapar? Siler atar, mücevher altın yapar. O kararmış, katılaşmış, sertleşmiş, pis mülevves olmuş kalbimizi ne yapar? Siler temizler, genişletir, aydınlatır, evet teslim eder. Bir nazarda da oluyor. İşte Sâlih Baba böyle bir nazara uğramış.

Pîr-i Sâmî tuttu destim sakiyi sahba gibi

Yek nazarda aklım aldı dilber-i rana gibi

Varlığım dağını deldi açtı vuslat rahını

Bir nefeste cuşa geldi şehr-i dil derya gibi

Bir nefeste bir nazarda diyor benim kalbimi derya etti. Şehr-i dil de burada dil şehri kalptir. Kalbimi derya etti, derya gibi kalbime bir ilim aktardı.

Vahdetin sırrını duyup yağmaya verdim gönlümü

Dost göründü her taraftan aynıma leyla gibi

….

İşte teveccüh Allah’a yönelmektir. Biz de Allah’a yöneleceğiz. Ama bu Allah’a yönelmemiz şöyle olacak. Biz kendimizi kusurlu, günahkâr olarak göreceğiz.  Çok muhtacız. Neye?

Hani bir insan çok fakirdir. Çok fakir olunca bir ağaya, zengine ihtiyacı vardır. Fakir çok ihtiyaçlı, neyi giderecek? Üşüyor. Çıplak, giyecek bir şeyi yok ama zengin birine giderse kıyafet versin de bu soğuktan kurtulsun. Daha da aç kalmış, bir lokma ekmeği bulamıyor, yesin. Aç kalmış, açlık neticesinde helak olacak. Bu bir ihtiyaçtır işte. Bir zengine gider de işte o para versin veya bir lokma ekmek versin de o açlıktan da kurtulsun, bu hayat meselesi.

Evet, şimdi bizim de manevi olarak aç olduğumuzu, manevi ihtiyacımızın olduğunu bilmemiz lazım. Bu da işte bizim noksanlığımız, evvela bir defa noksanlığımızı bileceğiz. Allah bizi noksan halk etmiş.

Her ne kadar noksanlık denilince neyi anlayacağız? Günahlar, yasakları anlayacağız. Ama bu günah işleyenlere göre.

Bize göre de bir noksanlık var. Bize göre noksanlık da şudur ki: Tam layık ile Allah’ın vermiş olduğu nimetlerin karşılığında biz ona şükür yapamıyoruz. Allah’ın vermiş olduğu bize sıhhat karşılığında biz ona zikir yapamıyoruz, şükür yapamıyoruz, zikir yapamıyoruz, layığı ile amel işleyemiyoruz. Bu, bir.

İkincisi mesela icabında bizde olan bir hastalık. Veyahut da herhangi bir şeye dayanamamazlık. Allah’tan gelen en ufak bir iptilaya bile dayanamıyoruz. Bu bir noksanlık değil mi?

Niçin velîler onlara dayanıyorlar? Niçin peygamberlere Cenabı Hak daha çok büyük çileler vermiş? Onlar dayanabiliyorlar da biz dayanamıyoruz. İşte noksanlıklar budur. O zaman demek ki.

Kişi noksanını bilmek gibi irfan olamaz

Biz noksanlıklarımızı bileceğiz.

Noksanımızı da burada işte amelde eksikliğimiz var. Yapıyoruz, yine layığı ile yapamıyoruz. Allah bize bu zamanda bilhassa çok bol rızık vermiş, biz zevk sefa içerisindeyiz. Yine de nankörlük ediyoruz, yine de şükredemiyoruz.

Bakın efendiler, inanın buna. Cenabı Hak hiçbir asırda bu asırdaki insanlara, hiçbir nesile, bu asırdaki nesile vermiş olduğu rahatlığı sefahati vermemiştir. Yarım asır evvelini de biliyorum. Elli sene evvelki insanların geçimi nerede, şimdiki insanların geçimi nerede? Hiç birbirlerine benzerliği, yakınlığı yok. Çünkü elli sene evvel geçim bin bir meşakkatle karşılanıyordu, elde ediliyordu.

Bu geçim nedir biliyor musunuz? Açlık, çıplaklık.

Açlığı, çıplaklığı gidermek için adam binbir meşakkatle geçim elde ediyordu. Şimdi geçim açlık, çıplaklık değil, şimdi geçim zevki sefadır.

Her şey makineleşmiş, her şey otomatikleşmiş, bu petroller çıkmış, vasıtalar çıkmış. Efendim makinalar çıkmış, daha insan gücünden her şey çıkmış, hep makineye bağlanmış. Onun için işte rahatlık, sefahat var. Fakat bunun şükrünü yerine getirmiyoruz.

O elli sene önceki nesil bin bir meşakkat karsısında bu geçimi sağlarken yine şükrediyorlardı, sabrediyorlardı. Bak, bugün onlarda olan şükür, sabır yok.

İşte bu da bir noksanlık değil mi bize? Büyük noksanlık. İşte bunların ikmali için bunlardan da kurtulmamız için geldik buraya.

Allah’ın bir hak kapısına geldik. Allah’ı istemeye geldik. Çünkü Evliyâullah sohbetinde der ki,

Bâbını çalar taamını yerim

Bâb, kapı demek. Taam ise yemek. Kapısını çalar yemeğini oradan alır, yerim, diyor.

Bir dilenci bir zenginin kapısına gittiğinde o kapıyı çalması lazım ki o kapıdan bir parça ekmek alsın yesin.

O kapıdaki dilenciden mana, onun delili nedir? Bak, Cenabı Hak buyuruyor ki: “Fe emmel yetime felâ tekhar, ve emmes sâile felâ tenhar” Yetimlere saillere ihsanda bulunun. Allah bir sâile ihsanda bulunun derse, biz de onun sâili olursak bize ihsanda bulunmaz mı? Ama onun sâili olduğumuzu bileceğiz.

İşte bu kapı onun kapısı. Onun sâiliyiz, onun dilencisiyiz, onun kapısına geldik, dileniyoruz, bunu bileceğiz.

 

….

Burada zenginlik dostla buluşmak, bir kemal sahibi olmaktır.

Bak, nasıl ki İbrahim Ethem Hazretleri Belh padişahı imiş. Padişahlığı bırakmış gitmiş, bir gece yatağından genç bir hanımı varmış, onu bırakmış, çıkıp gitmiş. Yani genç bir padişah tahtını, tacını bırakıp gitmiş. Bir şeyh bulmuş onun dergâhında hizmet görmüş. Ne yapmış orada? Yedi sene sırtında dağdan odun çekmiş getirmiş. Yedi seneden sonra orada irşat olmuş. Padişahın halkı da padişahlarından çok memnunlarmış. Buluruz diye arıyorlarmış, padişah tayin etmemişler. Derviş olduğunu, nerede olduğunu hiç kimse bilmiyor. Fakat ona şeyh efendisi bir görev yetki vermiş, irşat etmiş.

—Hadi sen de irşat et, artık görevlisin. Git belli bir mekân, yer belli et. Halkı topla onlara nasihat et onları irşat et, demiş.

Bu da gitmiş sohbet ediyor. Derya kenarında bir mekân bulmuş. Sohbetin etrafına zaman zaman çoğalıp geliyorlar. Kerametinden, sohbetinden işte çok mübarek zât diye böyle duyuluyor, her taraftan geliyorlar. Belh halkı da duyuyor. İbrahim Ethem işte şeyh olmuş, bilmem nereye tekke kurmuş, diye. Bu halk padişahlarını alıp götürmeye geliyorlar. Çünkü padişah tayin etmemişler. Geliyorlar nerede buluyorlar? Evet derya kenarında dergâhı var, bir mekânı var. Denizin kenarında böyle pardösüsüne iğne iplik elinde yama vuruyor, bunu böyle bulmuşlar.

—Selamın aleyküm, aleyküm selam, hadi seni biz götüreceğiz. Yedi senedir seni arıyoruz bulamıyoruz, demişler.

—Gidin ben padişah olmam, gidin padişahınızı bulun. Demişler ki:

— Padişah tayin etmedik.

—Gidin kendi aranızda padişahınızı tayin edin, ben daha gelmem. Ben bu pis dünyaya daha elimi sürmem, demiş.

—Olmaz seni götüreceğiz, cebri götüreceğiz, demişler.

Anlamış ki bunlar cebir kullanacaklar. O zaman kendinin maneviyatını, manevi gücünü bunlara göstermiş. Demiş ki:

—Bir şartım var. Onu yerine getirirseniz gelirim?

—Nedir şartın?

Demişler. İğneyi atmış deryaya, demiş ki:

—Bu iğneyi bulur getirirseniz gelirim.

Şimdi deryada iğneyi arayıp bulmak insanların kârı değil. Bunlar aciz kalmışlar. Demişler ki:

—Sen bunu bahane ettin. Deryada iğne bulunmaz, ama biz yine de seni götüreceğiz. Demiş ki:

 —Siz şimdi bu iğneyi getiremiyorsunuz.

— Getiremiyoruz efendim.

—Bakın gözleyin, benim iğnem gelecek.

Deryaya bir seslenmiş böyle yumuşak ve buğulu bir sesle.

—Ey balık, Allah rızası için benim iğnemi getir, demiş.

Bir balık iğne ağzında başını çıkarmış sudan, uzatmış iğneyi o da almış, bunu görmüşler. Tabii bir manevi gücünü görmüşler. Tehditle zorla götüreceklerdi. Daha bakmışlar bu sefer manevi gücünden kahrından korkmuşlar, bedduasından korkmuşlar. Demiş ki:

—Gidin babam. Ben Belh padişahı iken insanlara emrediyordum, sözüm geçiyordu. Ama şimdi Allah beni maneviyat padişahı etti. Bak, balıklara da benim sözüm geçiyor.

Onun için burada da evet kalbî cihadımızı yapacağız. Bu Allah’ın emridir. Bu cihattır, büyük cihattır, cihad-ı ekber kalbî cihattır.

….

Kalp büyüyor, kalp büyüdükçe aşk da çoğalıyor.

Aşk, Allah sevgisi daha çok geliyor. Mürit vardır ki onun kalbine bakın bidayette böyle.

Bak, rabıta tarifinde bu başparmağın kalınlığında feyz-i ilahi, Allah sevgisi, nereden geliyor? Mürşidin iki kaşının arasından geliyor, amenna ve saddakna.

İşte Cenabı Hak buyuruyor, değil mi? “Kulum beni sev, sevdiklerimi sev.”

Mürşidin iki kaşının arasında gelen nedir? Allah sevgisi.

Allah “Sevdiklerimi sev, beni seversin.” diyor. Ama başlangıçta bu başparmağın kalınlığında feyz-i ilahi büyüyor, o kat büyüyor, çoğalıyor.

Mesela şimdi bir çocuğu düşündüğümüz zaman, anne bir çocuğu dünyaya getirir. Ona anne mama verir. Ne kadar? Mesela diyelim ki bidayette on gram süt içebiliyor. O bir aylık oldu, o on gram süt onu daha doyurmaz. Süt yüz gram olur, öncekinden daha fazla. Memesini bu sefer yiyemiyorsa, ona daha ayrı mama veriyor. Daha büyüyünce yeme gıdaları veriyor.

İşte bir müridin ruhu da aynıdır. Bidayette tarikata girince, bir Evliyâullah’ın velâyetinde, bir anne nasıl bir çocuğu kucağında memesinde büyütüyorsa, o müridin ruhu da Evliyâullah’ın kucağında memesinde büyür.

Evliyâullah’ın manevi memesi vardır.

Şiğ memeden, şiğ memeden,

Olayım kucağında, emerim şiğ memeden

diye kelamı kibar var. Tabii mecazı var, hakikati var. Şiğ meme Evliyâullah’tadır. Bu müridin ruhunun memesidir. Bu meme ağzından çıkarsa, bu meme büyütmezse o mürit ne oluyor? Bak Yunus Emre,

Senin aşkın denizben bir balıkcak

Balık sudan çıka hemen ölüdür

Diyor ki balık nerede yaşar? Suda. Deryadan çıktı mı ölür. Senin aşkında benim ruhumu, öyle bir balığı ihâta etmiş gibi etmiştir. Senin aşkından ayrılırsam eğer benim ruhum ölür, amenna ve saddakna.